23 Şubat 2017 Perşembe

Yeni Gezegene Bir Kala

Sevgili arkadaşlar, uzun süredir yoğun bir şekilde çalışmaktayım. Ekrana bakmaktan gözlerim, fare yüzünden de bileklerim acıyor.

İşte bundandır, bu geceki şarap ve peynir molam ilaç gibi geldi. Mükemmel Bordeaux şarabı ve yine Fransa'dan getirdiğimiz birkaç özel peynir, biraz Joe Dassin, biraz Mirelle Mathieu gerçekten zihnimi açtı. Hele soğanlı ve karabiberli iki peynir var ki, ne siz sorun, ne ben anlatayım. O kadar leziz.

Bu günlerde nedense Fransa yoğun takılıyorum.

Bisiklet üzerinde okumak için Paris Zaman Kapsülü diye bir kitap aldım, o da Fransada geçiyor. Felaket kötü bir kitap bu arada. Biraz heyecan, biraz gizem falan diye aldım, üçüncü sınıf romantik kız romanı çıktı. Her bölümün başında bir kaç sayfa kim ne renk, ne model ceket giymiş, etek giymiş, onu dinliyoruz. İki yüz sayfa sonra Fransız jön protogonistimiz Amarikan kızı anca öpebildi. Bütün giz de kendisi başlı başına bir kitap olabilecek, sayfalarca uzunlukta sözde bir mektubun ortaya çıkmasıyla çözüldü, daha doğrusu anlatıldı.

Nefret ederim böyle kitaplardan. Hiç bir zeka, sürpriz, heyecan yoktur. Okur durursunuz sonra ya o ana kadar ortada olmayan biri çıkar, ya da böyle salakça bir mektup bulunur, size olanı biteni anlatır. Bu anlatımı kitabın başında yapsalar, o kadar sayfayı okumanıza gerek kalmazdı. Zaten okuduklarınızla bu sonuç "bildirgesinin" de birbirleriyle pek alakası yoktur.

Yazar kızımız muhtemelen Fransaya tatile gelmiş, öğrendiği bir kaç yer ve yemek ismi boşa gitmesin diye oturmuş bu kitabı yazmış sizin anlayacağınız.

Boş verelim kitabı, Amerikan edebiyatının eksikliklerini başka zaman tartışırız.

Memleket meselelerini de bırakalım bir kenara. Zaten izlemiyorum bile. Trump da baydı artık. İlginç olmak için bir nefesini tutmadığı kaldı. Tatil mevsimi de değil ki gezi yazısı yazalım.

Sizle asıl gündemin belki de en önemli meselesini konuşalım istedim.

NASA, dünyaya kırk ışık yılı uzaklıkta dünya benzeri yedi gezegen buldu.

Bundan iyi konu mu olur? Gecenin bilmem kaçı, şarap, müzik, peynir falan da var, tam bu muhabbetin konusu işte, dünya dışı yaşam 😛

Kırk ışık yılı gözlemleyebildiğimiz evrenin boyuna göre kapımızın dibi sayılır. Bildiğimiz en hızlı haberleşme yöntemi olan telsizi açıp "Nasılsınız?" diye sorsanız, mesajınızın bu gezegenlere gitmesi kırk yıl, onların da "İyiyiz bilader, siz nasılsınız?" derse, bu cevabın size gelmesi bir kırk yıl daha, yani basit bir selamlaşma toplamda seksen yıl alır.

Oralara gitmeyi sormayın bile. Dünyada kullanılan tüm enerjiyi bu işe adasak bile bu gezegenlere insan göndermek binlerce yıl alır. Muazzam bir uzaklık sizin anlayacağınız.

Buna rağmen kırk ışık yılı burnumuzun dibi işte. Milyarlarca ışık yılı uzaklıktan dünyamıza ulaşan doğal radyasyon gözlemledik. Evrenin büyüklüğünü siz hayal edin artık.

Bu yeni bulunan gezegenlere geri dönelim.

Bize milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldızları teleskoplarla görebiliriz. Çünkü yıldızlar yine dünya üzerinde kullandığımız ölçekteki enerjilere göre kat be kat büyük miktarda enerji kullanarak ışırlar. Bu ışıma o kadar parlaktır ki çok uzak mesafelerden gözlemlenebilir.

Gezegenler ise kendilerinden kaynaklanan bir ışıma yapmazlar. Sadece (eğer varsa) yakınlarındaki yıldızın ışımasını yansıtırlar.

Uzaklardaki bir gezegenin yansıttığı ışık bu nedenle yakındaki yıldızın ışıması tarafından bastırılır ve deyimi uygunsa teleskoplarımız bu gezegeni "göremez".

Aynı sebeple Ay'ı gündüz göremeyiz. Güneşin parlaklığı, Ay'ın yansıttığı ışığı bastırır.

Ancak yakınımızdaki bir yıldız parlaklığı düşük olacak kadar küçük, etrafındaki gezegen de yeteri kadar büyük olursa, gezegen yıldızın çevresinde dönerken yıldızın önünden, yani dünya ile yıldızın arasından geçer ve dünyaya ulaşan ışığın yada parlaklığın miktarı bir süre azalır. Biz de göremediğimiz halde yıldızın etrafında bir gezegen olduğu sonucuna varırız.

Göremediğimiz gezegenlerin farkına varmamızın bir yolu daha vardır.

Dünya ile güneş örneğine bakarsak, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyebiliriz.

Bu teknik olarak yanlış bir önermedir (merak etmeyin, henüz ermedim, hala evrime inanıyorum). Dünya güneşin etrafında değil, güneş ile birlikte ortak ağırlık merkezinin etrafında döner. Dünya ile güneşin ağırlık merkezi kütlelerinin oranı kadar birbirlerine uzaktır. Dünya ile güneşin kütleleri eşit olsaydı bu ağırlık merkezi tam ortada olacak, dünya ve güneş birbirlerinin etrafında döneceklerdi, güneşin kütlesi, dünyanınkinin iki katı olsaydı, ağırlık merkezi güneşle iki kat yakın olacaktı ve iki gök cismi güneşe, güneşle dünya arasındaki uzaklığın üçte biri yakınlığında bulunan bu nokta etrafında dönecekti.

Gerçekte güneşin kütlesi dünyanınkine göre o kadar büyüktür ki, bu ağırlık merkezi güneşin içinde kalacak kadar güneşe yakındır. O yüzden Galileo dünya güneşin etrafında dönüyor dediğinde doğru söylemiştir diyebiliyoruz. İşin aslı, hissedilmeyecek kadar küçük olsa da, güneş dünya yüzünden durduğu yerde hafifçe ileri-geri bir hareket yapar.

Uzaktaki bir yıldız kütle olarak küçük, etrafındaki gezegen de kütle olarak büyükse yıldızın bu ileri-geri hareketi dünyadan gözlenebilecek kadar belirli bir hale gelir.

Aynı şekilde uzaklardan biri güneş sistemine bakıyor olsaydı, dünya yüzünden güneşin bu ileri geri hareketini göremeyecek olsa bile olasılıkla kütlesi dünyadan çok daha fazla olan Jüpiter yüzünden güneşin bu hareketini gözlemleyebilecek, kendisini göremese de Jüpiter boyunda bir gezegen olduğu sonucuna varabilecekti.

Bu iki sebepten dolayı güneş sistemi dışı da bulunan gezegenler güneşle göre küçük yıldızların etraflarında gezinen Jüpiter buyunda dev gezegenlerdir.

Ama teknoloji geliştikçe teleskoplar daha duyarlı hale geliyor ve insanoğlu daha küçük gezegenleri tesbit edebiliyor.

Bu yeni bulunan yedi gezegen güneşle göre kütlesi çok küçük bir yıldızın etrafımda dolanıyor.

Bir yıldız ne kadar kütleli olursa o kadar parlaktır. Bu yeni yıldız güneşten çok daha az kütleli olduğu için güneş gibi beyaz (ya da sarı, eğer Superman seviyorsanız 😛) ışık yerine kırmızımsı, tatsız bir ışık verir. Bunun nedenini bir fotoğraf yazısında anlatmıştım.

Yine bu kırmızı yıldızdan gelen ısı güneşle göre daha azdır.

Dünya boylarında bu gezegenlerin izlerinde sıvı su bulundurabilecek kadar ılık olabilmeleri için yıldıza dünyanın güneşle uzaklığından çok daha yakın olmaları gerekir.

Aslında bir yıldızın etrafında yaşam bulundurabilecek bölge, ki buna ekosfer derler, çok dardır. Bir gezegen yıldıza gereğinden biraz daha çok yakınsa Venüs gibi cayır cayır cehennem gibi yanan, biraz uzaksa Mars gibi suyun donacağı kadar soğuk bir dünya olur.

Isısı güneşe göre çok az olan bu kırmızı yıldızın suyu sıvı halde tutabilecek kadar enerji yaydığı uzaklık çok kısadır. Yani üzerinde sıvı su bulundurabilecek gezegenin bu yıldıza çok yakın bir yörüngede bulunması gerekir.

Ancak bir yıldıza bu kadar yaklaşmanın başka tatsız bir sonucu vardır.

Kütlesi küçük bir cisim, kütlesi büyük bir cismin etrafında dönüyorsa bir süre sonra sadece aynı yüzünü kütlesi büyük cisme bakacak şekilde kendi etrafında dönüşümü yavaşlatır, bu gel-git dediğimiz, cisimlerin her tarafının aynı oranda yerçekimine tabi olmamasının bir sonucudur. Başka bir yazıda detayını anlatırım, şimdilik sadece sonucuna bakalım.

Bu yüzdendir ki Ay'ın hep aynı yüzü dünyaya bakar.

Yeni gezegenlerimize dönersek, yıldız çok küçük olduğu için ekosfer yıldızın çok yakınında yer alır. Ekosferdeki gezegenler de yıldıza yakın oldukları için hep aynı yüzleri yıldıza bakar.

Bu da gezegenin yarısında sonsuz uzunlukta bir gün, diğer yarısında ise sonsuz uzunlukta bir gece yaratır. Gün kısmı devamlı yıldıza baktığımda ısınır, su sıvı halde kalamaz ve buharlaşır. Gece kısmında şse donar ve buz olur. (Isaac Asimov gün ile gecenin kesiştiği alaca karanlık çizgisinde hala bir hayat uluşabileceğini düşünmüştü).

Ancak sıkı durun.

NASA bu yedi gezegenin birinde değil en azından üçünde sıvı su olduğunu düşünüyor.

NASA'nın gel-git yüzünden yörünge kitlenmeseni unutmayacağını düşünürsek şimdiye kadar bilmediğimiz başka bir şeylerin olduğunu söyleyebiliriz.

Ben heyecanla izliyorum.

Not: Yaş kemale erdi, kulaklar demek ki artık iyi duymuyor. "Forti" yi, "Fortiiin" diye duyup uydurmuşum. Yazımızın konusunu değiştirmese de yeni gezegenlerin uzaklıklarını düzelttim 😛

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...