10 Ekim 2021 Pazar

Vergi Cennetleri

Bu Pandora Papers konusu bugün de açıldı, yine saatlerce geyikledik. Üzülerek söylüyorum, bu "vergi cenneti" meselesini anlayan çok az kişi var. Geri kalan herkes sadece hissettikleri üzerine yorum yapıyor. Bu da hemen her zaman yanlış, zaman zaman da komik oluyor.

Yine üzülerek söylüyorum ki birçok kişi, Ahmet Kaya'dan bir alıntı ile, bu vergi cennetlerini silah kaçakçılarının adres değiştirdiği, fahişelerin birbirinden kuşkulandığı günah yuvaları, illegal mafya bölgeleri gibi tasvir ediyor.

Ne yazık ki böyle değil.

Bu düşük nüfuslu bölgelerin yaptığı yegane iş, şirketleri çekebilmek için gelir vergisi oranlarını düşürmeleri. Yani işlerini buralara taşıyan şirketler, karlarından daha az vergi öderler.

Hepsi bu, başka ciddi hiçbir numaraları yok.

Ne bu adamlar karanlık, illegal adamlar, ne de buralara işlerini taşıyanlar vergi kaçakçısı, açgözlü patronlar.

Kapitalizmin, serbest piyasanın altın kuralı. Herkes vergisini daha az ödeyebileceği yasal seçeneklere yönelmekte serbesttir.

Benim gencliğimde 1600 cc'den fazla motor hacmi olan arabalar daha yüksek bir gümrük ve taşıt vergisi oranına sahipti. İnsanlar da bu yüksek vergiyi ödememek için doğal olarak 1600 cc ve daha düşük motor hacmi olan arabalardan alırdı.

Şimdi bu 1600 cc ve altı araba alanlara, lan utanmaz vatan haini, vergi kaçakçısı, niye 1800 cc bir araba alıp, daha fazla vergi ödemiyorsun denilebilir mi?

İnsaf!

Gürkan Hacır isimli, birinci sınıf ukala dümbeleği salak bir adam var. KRT'de program yapıyor, ben de bunları daha ziyade konukları için izliyorum.

Bir vergi uzmanına bağlandılar. Adam ne söylediğinin farkında olan, bilgili birisi. Ama Barış Doster falan gibi ne kadar romantik solcu varsa kılıçları çekmiş, bu vergi cennetlerinde para aklayan hain vergi kaçakçılarına saldıracaklar.

Vergi uzmanı, Cumhuriyet gazetesinde bu bölgelere paralarını taşıyan yirmi işadamının sıralandığı bir listeden bahsetti.

Hepsi başladılar bu "işadamlarına" saydırmaya. Bol bol, ne olduğunu zerre kadar anlamadıkları "offshore" sözcüğünü kullanarak kıçlarını yırtıyorlar. Söz konusu işadamlarının üç beş tanesi de malum sosyalistlerin kapitalist diye giydirmeyi sevdiklerinden ki, sormayın…

Hacır, Doster, Mütercimler, hepsi Ulubatlu Hasan durumlarında. Garip vergi uzmanı bir şeyler söyleyecek, bu goygoyun arasında çıkmıyor laf ağızından.

Sonradan reklama gittiler. Geri döndüklerinde bu Hacır isimli amelenin ağızı yüzü karışmış. Birileri fırçalamış bunu muhtemelen, ne yapıyorsun, herkes buralarda şirket açar, normaldir bu falan demiş.

Bu dingil, "Ya ben bu listeye baktım, burada futbol klüpleri başkanları falan var" diye kıvırmaya başladı. "Tabi ki bu vergi cennetlerinde iş yapmak yasadışı değil, ancak olayın bir de etik tarafı var" diyor. Ezilip, büzülüyor.

Yavrum sosyalistlerin hepsi o kadar emin ki buralarda iş yapmanın günah, vatan hainliği, azgın kapitalistlik falan olduğundan…

Bu arada Vergi Cenneti dedikleri, Tax Haven'ın aptalca yanlış bir tercümesi. "cennet", "heaven" demektir, Tax Haven'daki "haven" ise "sığınak", "barınak" falan. Bunun üzerinde çok fazla durmuyorum. Türkçeyi doğru konuşamayan Hacır gibiler ne bilsin heaven nasıl yazılır? Haven'ı görmüş, bu olsa olsa cennettir deyip, şakkadanak giydirmiş.

Ortada günah, münah yok, kısaca anlatayım.

Bir şirket vergisini karından öder. Vergi oranı ülkede %20, vergi cennetinde de %1 olsun.

Farz edelim A şirketi Afrika'dan kilosu 1 dolara bir ton muz alıp, Türkiye'de 10 dolara satıyor. Karı 10 dolar/kilo satış fiyatı x 1000 kilo - 1 dolar/kilo maliyet x 1000 kilo = 9000 dolar, vergi de 9000 dolar kar x %20 = 1800 dolar.

Şimdi Man adasında bir şirket açalım, muzları bu şirket alsın, Türkiyedeki şirkete kilosunu 9 dolara satsın. Man adasındaki şirketin karı 9 dolar/kilo satış fiyatı x 1000 kilo - 1 dolar/kilo maliyet x 1000 kilo = 8000 dolar, vergi de 8000 dolar kar x %1 = 80 dolar. Türkiyedeki şirketin karı ise 10 dolar/kilo satış fiyatı x 1000 kilo - 9 dolar/kilo maliyet x 1000 kilo = 1000 dolar, vergi de 1000 dolar kar x %20 = 200 dolar.

Her iki senaryoda da toplam kar aynı ancak, ilkinde vergi 1800 dolarken ikincisinde 280 dolar. Yani 1520 dolar az vergi ödüyor.

Olan biten bu. Kulağınıza yasal değilmiş gibi geliyor biliyorum, ama tamamen yasal. Şirket düşük vergi oranından yararlanmak için karının çoğunluğunu Man adasında yapıyor.

Devletler de para kaybetmek istemediklerinden bu vergi cennetlerinde yapılan karlardan da vergi almaya çalışıyor, ama maliye politikalarıyla, vergi oranlarıyla oynayarak. Unutmayalım, bu kriminal bir tedbir değil. Daha ziyade yatırımların doğuda yapılabilmesi için batıda vergi oranlarının yükseltilmesi gibi bir vergi politikası.

Ama bu tedbirler de çok işe yaramıyor, çünkü serbest piyasanın doğasına aykırı. Mesela karı Man Adasında yapıp, bu kez vergi cenneti olmayan, mesela Almanya'da bir üçüncü şirket kurar, Türkiye’ye ithalatı da bu vergi cennetinde bulunmayan şirketten yaparsınız. Mal üzerinden kar değil, hizmet faturası kesersiniz, falan, falan. Bunların takibi çok zor.

Serbest piyasaya Don Kişotluk yapmak boş iş. Çalışmaz. Su yolunu bulur. Bunun bölücü kebapçılara, terörist soğan depocularına saldırmaktan farkı yok.

Biraz sükunetle bakalım bu olaylara, ucuz goygoyculukla değil…

Not: Anlaşılabilirlik için çok basitleştirme yaptım. Gerçek hayat elbette daha kompleks, daha kontrollü. Eğer konuya yakınsanız, bana cost plus, market minus, Berry Ratio gibi argümanlarla gelmeden, lütfen olayın özüne bakın.

9 Ekim 2021 Cumartesi

Ortadoğu Mutfağı

Sevgili arkadaşlar, Ortadoğu mutfağı gerçekten lezzetlidir. Biz Türkiye’ye getirirken salça ve soğanla çok Türkleştirmişiz. Gerçek Ortadoğu yemekleri çok daha kuru.

Bu akşamki ev sahibimizin seceresi biraz kompleks, ancak baba tarafından Suriyeli. Hristiyan oldukları için de paletleri oldukça geniş. Bir de kırk yıllık kaynana gibi mutfaktan çıkmayan biri. Hal böyle olunca karım ve ben iki gün öncesinden diyete başlar, geldiğimiz gün de kontrolden çıkmış bir şekilde yeriz.

Bu akşam menüde kifta- bizim köfte, et, tavuk, humus ve patlıcan ezmesi var. Bir de Tabuli isimli bir salata - Fas tabulisi değil, karışmasın.

Şarap olarak Lübnan ile başladık, ama Fransız diye düşünelim. Primitivo ile devam ediyoruz.

Akşamınız güzel olsun 😍❤️🍷😋



6 Ekim 2021 Çarşamba

Vergi Meseleleri

Birçok cahil, kişilerin servetinin vergilendirildiğini zannediyor. Zengin ya, daha çok vergi versin diyor.

O kadar çocukça bir düşünce ki bu… Dünyada başka örneği yok.

Servet değil, gelir vergilendirilir. Bir yıl boyunca çalışıp, kazandığınız para için vergisini ödediğinizde, o para artık sizindir, ne isterseniz yaparsınız.

İster alır Kayman Adalarına, isterseniz de Ukrayna'daki kız arkadaşınıza verirsiniz. Kanun buna karışmaz.

O yüzden bırakın, servetini bilmemne adalarına taşıdı vatan haini martavalını. O geliri elde ettiğinde vergisini ödediyse kimseyi ırgalamaz.

Dangalak muhalefet lideriniz anlamadı, hala mahkeme kararıyla tazminat ödüyor.

Vergi cennetleri Manukyan'ın kerhanesi değil, oraya her para götüren de vatan haini değil.

Bu zırvaları bırakıp, devletin doğru düzgün gelir vergisini toplamaya çalışması lazım.

Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır derler. Vergimi ödediysem, kimseyi ırgalamaz o parayla ne yaptığım.

Kafasızların anlamadığı, bu vergi cennetlerinde para aklama işi. Yani gayri kanuni yoldan elde edilmiş kazancın transferi.

Bunu önleyin…

Hadi size beyin egzersizi.

Gelir vergisi oranı diyelim yüzde kırk.

Yüzde kırk vergi veren bir adama, memlekette bunca aç insan varken bu yaptığın etik mi, niye yüzde elli vergi ödemiyorsunuz diyebilir misiniz?

Bu kadar kazanıyorsun, sadece yüzde kırk vergi ödemek etik mi diyebilir misiniz?

Hanginiz gönüllü olarak maaşınızın/gelirinizin kesilen vergisinin üstüne, devlete vergi ödersiniz?

Yapmayın…

Bir tek hukuk vardır. Bir fiil de sadece bu hukuka göre suç olabilir.

Hukukta suç olmayan bir şeyi din, ahlak, etik, vesaire gibi afaki bir tanımla suç sayarsanız, neyin hukuki, neyin gayri hukuki olduğunu belirleyemezseniz.

Siz dünyanın en akıllı insanları değilsiniz. Kafanıza yatmayan her şeyi gayri kanuni ilan edemezsiniz.

Toparlayın kendinizi.

Bunun, islamcıların şu dinimize aykırı, şu muhafazakar toplum değerlerimizle uyumlu değil, yapılmamalı demelerinden hiç bir farkı yok.

Bir kere kendinizi beğenmişliği bırakıp, aklın yolunu izleyin lütfen…

Vergi cennetlerinde şirket kurmak suç değildir, nokta!

2 Eylül 2021 Perşembe

Bir Bardak Gran Reserva

Sevgili arkadaşlar, resimdeki bir kadeh Gran Reserva. İspanyol şaraplarının "en" kalitelisi. Şişesini bir görseniz, otellerin kapısındaki amiral giyisili teşrifatçılara benziyor. Yanardönerli kurdelaları, yaldızlarıyla gerçekten göreni etkiliyor.

İçindeki şarap da gerçekten güzel bir şarap. İçerken mükemmel zevk alıyorum, şu anda bile, sizlere bu satırları yazarken.

İspanyolların bu kalite sınıflaması aslında şarabın meşe fıçılarda ve şişelerde geçirmesi gerektiği minimum zamana göre belirleniyor. Mesela bir Gran Reserva Rioja, meşe fıçılarda en az iki yıl, toplamda da en az beş yıl yıllanmış şarap anlamına geliyor. Bunun bir alt sınıfı Reserva, mesela, fıçıda bir, toplamda da en az üç yıl yıllanıyor.

Reserva'nın altında Crianza şaraplar var. Crianza'lar en az iki, bunun da, yöreye göre değişse de altı-sekiz ay kadarını fıçıda geçiriyor.

Crianza'ların altında ise Vino Joven şarapları var. Bunlar tamamen sebastian şaraplar ve çoğunlukla şelendiği gibi içiliyor.

Bu kalite klasmanı gerçekten şarabın kalitesini hassasiyetle belirler mi?

Accık….

Elbette Eylül'de üzümü hasat edip, o şarabı Şubat'ta içerseniz Hacıbey Kebapçı'sındaki şıradan az biraz hallice bir şarap içmiş olursunuz ve bu bakımdan elbette ki bir Gran Reserva, bir Vino Joven'e göre çok daha kaliteli kalır.

Ancak şarabın ne kadar yıllandığı kalitesini belirleyen tek parametre değil.

Bir şarap, şarap sayılabilecek kadar yıllandığında, yani üç dört sene kadar sonra işler değişiyor.

Bu noktada üzümlerin kalitesi, harmanın içeriği, şarapçının sanatı falan devreye giriyor. Kısaca bir şarap sadece fıçıda bilmem kaç yıl geçirdi diye gizel şarap olmuyor.

Bir kaç hafta önce Madrid'de bir akşam yemeği yerken, bir şişe Criaanza söylemiştik. Restoran için özel şişelenmiş cuvée dedikleri bir şarap. Dört yaşında falan. İçme de, bas nikahı, ömrünün kalanını onla geçir. O kadar güzel.

Bir hafta sonra doğum günümü Maspalomas'da bir barda kutlarken yine bir şişe Crianza söyledik. Bunu da Madrid'dekinin üzerine kuma al, o kadar leziz…

Her ikisi de şu anda içtiğim Gran Reserva'ya beş basar!

Kısaca bu kalite sınıflamaları çok hassas değiller. Bir parça endikasyon veriyorlar, hepsi o.

Yine de şarap her zaman güzel.

Akşamınız güzel olsun ❤️🍷



18 Temmuz 2021 Pazar

Chateau Le Vieux Serestin ve Petit Berdot

Sevgili arkadaşlar, dün sizlere ucuzluktan aldığımız bir şarabı deneyip, sonuçlarını yazacağım demiştim, here we are.

Şarabımız bir 2016'dan bir Bordeaux, Médoc, yanı Gironde nehrinin batısında, genellikle Cabernet Sauvignon yetiştiren bir bölgeden. Normalde, Bordeaux dendiğinde tarihi sebeplerden bu bölge akla gelir. İşin ilginç tarafı ise, günümüzde bir şişe Bordeaux satın alırsanız, büyük olasılıkla Gironde ve onu oluşturan iki nehirden biri, Dordogne nehrinin doğusunda bir şatodan gelme, Merlot ağırlıklı bir şarap içiyor olursunuz.

Beni izleyenleriniz bilecektir, Bordeaux, benim için Médoc, yani Sol Kıyı, yani Rive Gauche demektir. Deli olurum buraların şaraplarına.

Bordeaux şarapları harman şaraplardır. Cabernet Sauvignon, Merlot ve Cabernet Franc üzümlerinden yapılır. Médoc başta, sol kıyı şarapları Cabernet, sağ kıyı ise Merlot ağırlıklı üzüm harmanları kullanırlar. Kalanı da Cabernet Franc ile tamamlarlar. Arada da Malbec, Petit Verdot gibi üzimleri sadece renk, tad olsun diye çok küçük oranlarda karıştırırlar .

Bugünkü şarabımız ise çok fazla, yüzde onun üzerinde Petit Verdot içeren bir harman.

Petit Verdot, şarap yapımcıların çalışmayı çok fazla sevmediği bir üzümdür. Örneğin Cabernet yada Merlot hasat edilecek kadar olgunlaştığında, Petit Verdot hala yemyeşil, çiğ durumdadır - Verdot/Yeşil ismi zaten buradan gelir.

Hal böyle olunca bu üzümü diğerlerinden sonra bir fasıl daha işleyip, harmana katmak gerekir ki, bir çok üretici bunun yerine asıl Cabernet ve Merlot hasatlarından sonra ayaklarını uzatıp, şarap içmeyi tercih eder.

Bu günkü şarabımızı yapanlar ise biraz fazla çalışmış anlayacağınız.

Petit Verdot, şaraba renk, yoğunluk, kısaca şarap tadı verir ve normalde bu işe yarayan tanin ve asitli Cabernet kadar asit tadı içermez. Bu yüzden ortaya fazlasıyla Médoc, ancak asidik olmayan bir şarap çıkar.

Bu da çok önemlidir sevgili arkadaşlar. Tad ve aroma iyi bir şarabı şarap yapan en önemli özelliklerdir.

İşin biraz tekniğine girerseniz, şarabın tad ve aroması, karmaşık organik moleküllerin oluşmasına bağlıdır. Yoksa üzüm suyuna tad için basın şekeri, asit için biraz sirke, aroma için de iki şişe Tamek meyve suyu, size istemediğiniz kadar tad, aroma falan verir. Ancak bunların hiç biri şarap içinde oluşan karmaşık organik moleküllerin verdiği tad ve aromaya benzemez.

İşte durum böyle. Bu şarap, ismi ile anarsak, Chateau Le Vieux Serestin, böyle ilginç bir şarap. Bence mükemmel bir tadı, aroması ve aftertaste yani içtikten sonra ağızınızda bıraktığı bir tadı var. Güzel olmasa zaten Cru Bourgeois sınıflandırmasını alamazdı.

Ben çok sevdim ve şiddetle öneriyorum.

Sevgi ile kalın ❤️



4 Temmuz 2021 Pazar

Aglianico

İtalyan mutfağı dünyanın en lezzetli mutfaklarından biridir sevgili arkadaşlar. Bu mutfağın en çok bilinen yemeği de makarna, yani pasta. Bana sorarsanız, en güzel pasta sosu da Pesto, ama Liguria’nın spesialitesi, fesleğenli, sarımsaklı Pesto.

Davetli olduğumuz aile İtalyan olunca Pesto da bahçeden toplanmış taze fesleğenle, birinci sınıf İtalyan zeytinyağı ve İtalya’dan ithal çam fıstığıyla yapılıyor.

Biz de yaşımızı, kilomuzu unutup yiyiyoruz böyle 😋🥴

Canımız sağolsun😍

Konumuz şarabımıza gelirsek bir Aglianico. Napoli’nin güneyinden, Vezüv’ün volkanik toprağı ve Güney İtalya’nın güneşinin bir ürünü. Şarap seven herkesin ölmeden önce denemesi gerekli bir şarap…

Pazarınız güzel olsun 😍❤️🍷



27 Mayıs 2021 Perşembe

A Saucerful Of Secrets

Günlerdir süren sarsıntılar yüzünden uyku uyuyamıyordu. Kendini bildi bileli bu cennet yurdu devamlı sallanırdı, bazen çok hafifçe, öylesine hafif ki, tavanda asılı gaz lambasını sallanırken görmese hissedemezdi insan.

Ancak bu son sarsıntılar alıştıklarından farklıydı. Sarsıntıların kendisinden ziyade yerin altından gelen uğultular korkutuyordu onu.

Düşünceleri yıllar öncesine götürdü Octavia'yı...

Ailenin sekizinci çocuğu olduğu için bu ismi almıştı. Annesi on üç yaşından beri deniyordu. Ne var ki kendinden önce dünyaya gelen yedi kardeşi, daha doğumlarından bir kaç ay bile geçmeden ölmüştü. Çaresiz anne de kentin patroniçesi tanrı Venüs'e adaklar adamış, kurbanlar kesmişti. Sonra Octavia gelmişti. Venüs bu annenin yakarışını duymuş olacak ki, Octavia sağlıklı bir bebek olarak doğmuş, neredeyse hiç hastalık geçirmeden yirmi sekiz yaşına ulaşmıştı.

On yedi yıl önceki bu gün kent için çok önemli bir gündü.

İmparator Augustus Sezar'ın "Roma'nın Babası" olarak tanınmasının yıldönümüydü. Aynı zamanda da kenti koruyan ruhlar için bir ziyafet veriliyordu. Kent sakinleri bu iki kutlama için ayrı ayrı ikişer kurban kesiyorlardı. Tanrılar da günün önemini kavramış olacaklar ki, son bir kaç gündür şehri sallamaktan vaz geçmişlerdi.

Gün battıktan sonra kentliler hem yorgunluktan, hem de şaraptan olacak masaların etrafında uyuklamaya başlamışlardı ki önce yer altından o tatsız uğultu, sonrasında da hiç bitmeyecekmiş gibi gelen sarsıntılar başladı.

Yer sanki Octavia'nın ayaklarının altından çekiliyordu. Kendini evden dışarı attığımda ufak evleri tamamen göçüp, yerle bir olmuştu. Ana caddeden aşağıya koşmaya başlamıştı. Cadde boyunca güzelim binalar çatırdıyor, ya tamamen çöküyor, ya da bir kenara doğru yamulup kalıyorlardı. Neredeyse bütün sütunlar çatlamış, mermer heykellerin birçoğu kırılıp, dağılmıştı. Her yer toz içimdeydi.

Ardından yere düşen gaz lambaları evlerdeki tahta ve kumaşı tutuşturmuş, bütün kentte bir yangın başlamıştı. Herkes panik içinde şuursuzca sağa sola koşuşturuyordu.

Bütün kent halkına sonsuz gibi gelen otuz saniye sonunda sarsıntılar durmuş, etrafta sadece toz ve çığlıklar kalmıştı. Eve koşan Octavia annesinin cansız vücudunu çöken bir kirişin altında bulmuştu.

Sonraki on yedi yıl kenti onarmakla geçmişti. Çöken binalar yeniden yapılmış, hasar görenler onarılmıştı. Şehir yepyeni ve modern bir görünüme bürünmüştü, öyle ki İmparator Nero İmparatoriçe ile ziyarete gelmiş, Venüs'e adaklar adamış, tiyatroda da fiddle çalmıştı.

Bebeğinin ağlamaya başlaması, Octavia'yı bu düşüncelerden sıyırıp, kendine getirdi. Küçük Tiberius'u kucağına aldı, hafifçe sallayıp, ona tatlı tatlı bir şarkı söylemeye başladı. Tam bu anda kocası Hadrian içeri girdi. Kapıyı kapatmadan önce Forum'dan birlikte döndüğü arkadaşlarıyla vedalaştı. Karısının omuzuna şöyle bir dokunup, hemen masaya oturdu. Octavia bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Canavar acıkmıştı!

Dolaptan bir tahta tabak aldı, sonra da kuyudan kurutulmuş et çıkarmak için kapıyı açtı. Tam bu sırada yer altından saniyeler geçtikçe şiddetlenen bir uğultu gelmeye başladı. Uğultu derinden, tok bir patlamayla son buldu.

Octavia bahçeye çıkıp, boynuzundan tutarak bir kuzuyu eve getirdi ve köşedeki küçük mabedinin önüne doğru sürükledi. Keskin bir bıçakla hemen boğazını kesip, kanını akıtmaya başladı. "Ey evrenin hakimi, yıldırımların ve şimşeklerin kralı Jüpiter, ey evrenin en güzeli, kentimin koruyucusu Venüs, duy sesimi, bu kurbanımı kabul et, gazabını düşmanlarımıza çevir"

Hemen Tiberius'u sarmalayıp, evden dışarı çıkmak için dışarıya doğru adımını attı. Tam bu anda bir ıslık sesinin ardından Ayaklarının ucunda parmak ucu kadar küçük bir taş parçası olanca hızıyla yere çarptı, ancak normal bir taşın aksine, düştüğü yerden duman çıkmaya başladı.

Bu ilk taşı önce onlarca, sonra da yüzlerce taş izledi. Akkor halindeki bu taşlar düştükleri yerleri yakıyor, kötü bir koku yayıyorlardı.

Octavia kapıyı kapayıp, içeri girdi. Evin damına çarpan taşları duyabiliyorlardı. Taşlar henüz içeri ulaşamamışlardı ancak damın fazla dayanamayacağı belliydi.

"Kudretli Jüpiter!" diye haykırdı Octavia. Kocası Hadrian'a dönüp, "Buradan çıkmalıyız" dedi. Hadrian "Telaşlanma, birazdan geçer, Jüpiter'e bir kurban daha adarız, sakinleşecek, bizleri bağışlayacaktır" diye cevapladı.

"On yedi yıl önce eğer evde kalsaydım ben de annem gibi yer altında, ruhların diyarında olacaktım Hadrian, dinle beni lütfen, çıkmalıyız buradan" diye üsteledi Octavia.

Tiberius'u boynunun etrafına sarmaladığı bir çuvalın içine koydu, sonra da odanın ortasındaki masanın bir ucundan tuttu. "Kımılda Hadrian, tut öbür ucundan" diye kocasına bağırdı. Masayı kaldırıp, üçü birden altına girdiler. Octavia bir eli ile masayı tutarken, diğer eli ile kapıyı açtı.

Evden çıkıp, ana caddede koşmaya başladılar. Taşlar başlarının üzerindeki masaya vurup, sağa sola savruluyorlardı. Kent halkından kimse hayatlarında böyle bir şey görmemişlerdi. Sokakta koşuşan insanlar Jüpiter'e Apollo'ya yalvarıyorlardı.

Octavia masanın altından zar zor gökyüzüne baktı. Taşlar, kentin ilerisindeki dağın yönünden geliyordu. Hadriana dönüp aksi yönü işaret etti "Bu tarafa!"

Bir kaç dakika daha koşmaya devam ettiler. Kentin kapısına yaklaşmışlardı ki, Hadrian yerde cansız yatan birini gördü. Ölü adamın kemerinden sarkan para kesesini almak için uzanırken bir anda yere yığıldı. Yere düşen masanın altına sığınan Octavia kocasının alnının üzerindeki kara lekeyi farketti ve yanmış et kokusunu duydu. Duman dağılınca Octavia bu lekenin ardındaki deliği gördü. Bir anda kara leke kızıla dönüştü, oluk oluk kan Hadrıan'ın cansız kafasından fışkırmaya başladı.

Octavia, Tiberius'a sarılıp, bir an için öylece donup kaldı. Sonrasında cebinden gümüş bir para çıkarıp, kocasının avucunun içine sıkıştırdı "Styx'i geçerken kayıkçıya vermen için sevgilim!"

Octavia'nn masa tek başına taşımasına olanak yoktu. Eğer masanın altından çıkarsa daha bir kaç saniye bile geçmeden bu kızgın taş yağmurunun altında Hadrian'ın başına gelen, kendisinin ve küçük Tiberius'un da başına gelecekti.

Bir el arabasını iterek geçen Centurion'u gördüğünde Octavia'nın gözlerinde bir ümit ışığı belirdi. Masanın altından askerin ayaklarına sarılıp, "Bizi de yanına alır mısın?" diye yalvardı. Centurion cevap bile vermedi. Octavia'nın yüzüne bir tekme atıp, yoluna devam etti.

Üzerinde zırhı ve geniş kalkanı ile taşlardan korunmaya çalışılarak kapıya doğru koşan bir Phalanx, olan biteni görmüştü. Yolunu değiştirip, Tiberius ve Octavia'nın yanına koştu. Tiberius’u, kalkanını bağladığı koluna aldı. Octavia da eğilip, askerin diğer yanına yapıştı, hep beraber koşarak kapıdan çıktılar, Campania'nın yemyeşil çayırlarında koşarak bu felaketten uzaklaşmaya başladılar.

Yarım saatlik bir koşu onları lapilli adı verilen bu volkanik taş yağmurundan uzaklaştırmıştı. Hala bir iki taş oraya buraya düşüyordu ancak biraz şansla kendilerini bu felaketten kurtulmuş sayabilirlerdi.

Octavia Tiberius'u bir ağacın arkasına yerleştirdi, sonra da dönüp bu yağmurun geldiği yöne baktı.

Vezüv dağı bir baca gibi tütüyordu. Dumanların arasından Roma'nın muhteşem çeşmeleri gibi taşlar dört bir yana bir bulut misali püskürüyordu.

Bir insan seli Pompeii kentinden güvenli ovalara akıyordu. Neredeyse şehrin tümü kaçmıştı. Yirmi bin kişiye yaklaşan bu gruba yakındaki Herculaneum ve Nuceria 'dan canlarını kurtaranlar da eklenince küçük bir göçebe ordusu ovada bir araya gelmişti.

Taş yağmuru neredeyse yarım gün sürmüştü. Ardından ise asıl facia geldi. Yıllarca suskun kalmış Vezüv, cehennemi patlamalarla tonlarca volkanik külü atmosfere püskürttü. Jüpiter'in insafına sığınıp, Pompeii'de kalan bin beş yüz kişi artık güneşi göremiyordu.

Küllerin ardından gelen erimiş taş nehri kıvrıla kıvrıla Vezüv'den aşağı akmaya başladı. Kentte kalanları tanrılarının yanına göndermek için pyroclastic akıntı denen bu kırmızı nehrin Pompeii'ye ulaşmasını beklemeye gerek yoktu. İki yüz elli derece ısıdaki bu cehennemi nehrin on kilometre yakınında bulunmak bile sıcaktan kavrularak anında ölmek için yeterliydi.

Kentte kalanların çoğunluğu aşırı sıcaktan hayatlarını kaybettiler. Hasbelkader canlı kalan grup ise küllerin çökmesiyle oksijensizlikten boğularak öldüler.

Vezüv iki gün boyunca gazaba geldi. İki gün sonra her şey bittiğinde Pompeii kenti altı metre derinliğinde bir kül içine gömülmüştü. Sadece Apollo tapınağı ve nöbetçi kuleleri gibi yüksek birkaç yapının çatıları kül içinde seçilebiliyordu.

Octavia ile Tiberius'a ne oldu bilmiyorum. Olayı size dramatize ederek aktarabilmek için uygunsuz bir organımdan uydurduğum hayali iki karekter ve bir öykü idi bu arkadaşlar. İsterseniz Octavia ile onu kurtaran Phalanx'ın evlenip, mutlu olduklarını, Tiberius’un da büyüyüp, başarılı bir gladyatör olduğunu düşünebiliriz elbette, ama konumuz bu değil.

Şimdiye kadar birkaç antik Roma ve Yunan kenti gezdim sevgili arkadaşlar. Bunlardan özellikle Efes aklımı başımdan almıştı. Ancak Pompeii felaketin doğası bakımından en ilginç olanıydı desem yalan olmaz herhalde. Bu kent sanki iki bin yıl öncesindeki yaşamın bir fotoğrafı gibi donmuş kalmış. Kaçabileler de, kalanlar da bu ani patlama yüzünden her şeyi öylece bırakmışlar.

Bugün bu kenti yanmış kentlilerin taşlaşmış cesetleri dahil görmeniz mümkün.

Nüfusu yirmi bin olsa da M.S. 79 için oldukça büyük bir kent sayılır Pompeii. Vezüv'ün yakınlarında bir konumu var. Ama yakın dediysem gerçekten öyle dibinde değil. Kentten dağa yürümek bir yarım gün alır, belki de daha fazla.

Vezüv'e de dağ dediysem aklınıza öyle Ilgaz Anadolu'nun sen yüce bir dağısın gelmesin. Yürüyerek iki saatten az bir sürede zirveye tırmanmıştık.

İşte bu minicik dağ, dünyanın en tehlikeli volkanlarından biridir sevgili arkadaşlar. Ne zaman, nasıl patlayacağı belli olmayan dengesiz, asabi bir volkan.

Ve Avrupa kıtasındaki tek aktif volkan. Zirvede, kraterinin içinde hala duman tüten minik bacaları var. Yani yarın bile faaliyete geçebilir.

Politik haritalarda Avrupa sayılan Sicilya'daki Etna volkanı jeolojik olarak Afrika kıtasının bir parcasıdır, öyle olmasa bile Sicilya bir ada olduğu için kıta Avrupa'sı sayılmaz. Keza Kanarya Adaları'ndaki El Teide.

Sabah Pompeii'yi gezip, öğleden sonra da Vezüv'e tırmanmıştık. O felaketi içimde hissetmiştim sizin anlayacağınız. Öyküsü burada...

Pompeii kentini yüz yıllar boyunca ucundan, kenarından kazarak açığa çıkarmışlar.

Kentin görmeye değer bir tarafı da eski amfi tiyatrosu. Bir Aspendos'a kıyasla çok daha küçük, çok daha gösterişsiz bir yer elbette, ancak bu yapının da yaşamımda çok özel bir yeri vardır.

Daha parmak kadar çocukken dinlediğim bir Pink Floyd konseri bu amfi tiyatroda gerçekleşmiş. Konser dediysem aslında bir konser klibi, çünkü seyircileri sadece Pompeii'de oturan bir kaç çocuktan ibaret. Çok da maceralı bir kayıt olmuş. Filmi çekip yöneten avanak, film bobinlerinin dörtte üçünü falan kaybetmiş, sonradan stüdyo, yama falan bir şeyler çıkarmışlar o günün teknolojisiyle. Acayip zevkli bir öyküsü vardır, anlatırım sizlere bir gün.

Ancak ortaya dünyanın abartısız en güzel müziklerinden biri çıkmış. Sizlere bu güzelim kolleksiyonun en güzel şarkılarından birini çalacağım bu akşam. We don't need no education'u, duvar'ı falan bırakın bir kenara. Bu adamların en güzel, en başarılı şarkılarından biridir bu.

Pompeii kaydı ile 'A Saucerful Of Secrets', çevrisini sormayın...

Bu kaydı o kadar çok izledim ki, Pompeii'de o amfi tiyatroya girdiğimde kameraman nerede, Masın davulunu nereye kurmuş, Gilmour hangi tarafta gitarını, Wright hangi tarafta klavyesini çalıyor, bir fotoğraf gibi gözümde canlandı - atlamadım Waters da orada biryerlerde, ama olmasa da olurmuş bana sorarsanız.

Şarkımızda söz yok, ama dünyanın en güzel müziği var.



9 Mayıs 2021 Pazar

İşlevsel Bir Web Store

Henüz ısınma turları atan, yani açılmamış ama işlevsel bir web store'umuz var sevgili arkadaşlar. Full-blast açmadan önce kıyıda köşede kalmış sorunları çözüyor, orasının, burasının formatını yamıyorum.

Reklam yapmadığımız için tek müşterim Jelena. Kredi kart ödemeleri çalışıyor mu diye kendine bir çift küpe aldı.

Tek müşterim sevgili karım olsa da en azından on kere taarruza uğradı garip sitem. Nereden öğrendiler, ne zaman fark ettiler bilmiyorum. Sinek gibi üşüştü hackerler. Ürün istatistiklerine bakarken ürün detayları sayfama ürün kodu olarak "/etc/passwords" girildiğini görünce güleyim mi, kızayım mı karar veremedim.

Bunlardan çok var tabi ama Endonezya'dan bir tanesi var ki, sanki kızkardeşiyle aşk yaşamışım, öyle hırsla saldırıyor. Ama nasıl tombalaklar atıyor anlatamam size. Sağolsun onun sayesinde üç beş güvenlik açığımı da kapadım, vesile oldu.

Ama nereden buldun beni, ta dünyanın öbür ucundan be adam? Yirmi dolarlık küpeyi bedavaya getirmek için değer mi harcadığın bunca mesaiye? Başka hiç mi işin yok amk?

Server admin'ine bir not yazdım, bak bu IP'den beni hack'lemeye çalışıyorlar, her kimse at gitsin şeklinde. Üç beş gün bekledim, tık yok. Bu arada 'Attack with sharp & steel' durumları son hızla devam ediyor.

Sonra iş başa düştü tabi...

Suffice it to say, fazlasıyla pişman olmuştur bu din kardeşimiz bana yaptıkları için diye tahmin ediyorum.

Ancak söylemeden edemeyeceğim. Meraklılarınız için, intikam adına bugün bana ürün sayfamı ziyaret ederken, ürün kodu olarak bir Javascript parçası göndermiş. Ürün bazında bir ziyaretçi raporu alırken tarayıcım rapor ürün kodu olarak bu Javascript kodunu yazıyor ve yazarken de farkında olmadan bunu çalıştırıyor. Ciddi bir halt etmiyor elbette, ama raporun orasına geldiğinde ekrana "XXX" yazan bir pop-up çıkıyor. Düzeltmek on beş dakikamı aldı, ancak şeytanlığını takdir etmedim de değil 😛

Teknoloji böyle bir şey işte sevgili arkadaşlar. İşe yarayan her fenomen gibi onun da kakasını çıkarıyor insanoğlu.

Ama yine de onsuz olmuyor.

Bugün Anneler Günü.

Sevgili annemi kaybedeli o kadar uzun zaman oldu ki, onu düşünüp hatırladığımda sanki çocukluğumda okuduğum bir öykü gibi geliyor bana.

Otuz sene oldu onu görmeyeli...

Nasıl isterdim 🐝Mezzy🐝'yi görmesini... Deli olurdu herhalde.

Ama hayat böyle işte.

Bugün abim aradı Çınarcık'tan. Anneler günü mezara çıkacağım, ararım seni oradan dedi. Bekçiyle, polisle al takke ver külah, bu karantina günlerinde mezara kadar çıkabilmiş. Telefonla gösterdi bana mezarı, iki damla gözyaşı döktük anamız için.

O teknoloji sayesinde uzaktan da olsa gördüm annemin uyuduğu yeri. Babam da yanındaydı. Işıkla doluydu o bir kaç metrekarelik yer.

Hayat işte...

İnsan çok çabuk gerçeklere dönüyor. Etraf yamyamlarla dolu, belki pinhanalar desek daha doğru olacak, hepsi bir tökezlemenizi bekliyor. Sonra saldırıp, hiç acımadan lime lime doğrayıp yiyecekler sizi. Biraz zayıf olun, bir an gözlerinizi kapayıp, insan olduğunuzu hissetmeye başlayın, battınız.

Biliyorum, çok duygusallaştım, toparlayalım.

Bir Pazar akşamını böyle geçirdik. Dün daha yeni bebekleri olmuş bir çift arkadaşın evindeydik. Erkek olanını tanıdığımda yıl 1997 idi, kızla biraz daha geç tanıştık. Erkek olanı benim 🐝Mezzy🐝 geldiğinde olduğum yaşta. Çok mu geç dedi, hayır dedim, takılma... Bir önceki karısından iki çocuğu var, benden genç olsa da daha tecrübeli. Ama evleri ışıl ışıl, güzelim bir bebekleri olmuş, hayata daha mutlu bakıyorlar.

Söz ettiğim arkadaşımın soyağacının bir ayağı bizim taraflarda, isimlendirmek gerekirse Suriye'de Orta Doğu'nun petrolden sonra insanlığa en büyük armağanı olan yemeklerinin ustası olmuş. Öyle şeyler yapmıştı ki, mandalar gibi yedik, bütün Pazar gününü de evde geviş getirerek geçirdik.

Durum böyle sevgili arkadaşlar.

Bu akşamın girişi, gelişmesi, sonucu yok.

Amaçsız, hedefsiz, bir dertleşme yazısı yazayım istedim.

Yeni haftanız güzel olsun ❤️🍷

1 Mayıs 2021 Cumartesi

Peynirli Patates

Sevgili arkadaşlar, epeydir yazamıyorum, hazır sevgili kızım arkadaşının doğumgünü partisine gitmiş, biz de fırsat bu fırsat deyip, sevgili karımla yaptığımız dinner date'imizi bitirmişken yazayım istedim.

Konumuz, tabağın kuzeyinde gördüğünüz patates. Her türlü etle servis edebileceğiniz, hazırlaması çabuk ve kolay sayılabilecek, mükemmel lezzette bir 'side dish'.

Önce bulabildiğiniz en büyük boy patatesi alıyorsunuz. Tercih, o eski, kalın kabuklu grimsi patatesler.

İyice yıkadıktan sona 180 derece fırında hiç soymadan falan kırk dakika pişiriyorsunuz.

Sonra patatesleri geniş kenarından, tam ortadan kesip, iki eşit parçaya ayırıyorsunuz.

İsmi tam nedir bilmiyorum ama kabakları falan oyarken kullandığınız o oyma aletiyle, kabukları delmeden patatesin içini oyarak ayırıyorsunuz.

Bir kesme tahtasının izerinde büyük bir bıçakla ayırdığınız patates içlerini doğruyorsunuz.

Sonra bu patates içlerini derin bir kaba boşaltıp, en az patates içleri hacminde rende peynirle karıştırıyorsunuz. Sarı peynir. Kesinlikle beyaz peynir kullanmıyoruz. Ben burada Gruyere kullandım ama kaşar da mükemmel gider. Kalori probleminiz yoksa problem yaşayacağınız noktaya kadar tereyağ da ekliyoruz.

Karışım pelte haline gelene kadar krema ve süt ekliyoruz. Çok krema, çok lezzet, çok kalori. Oranına siz karar verin. Ben altı büyük patates için 35 cl 25% yağlı krema kullandım.

Şimdi buras çok önemli. Mükemmel görünümlü bir hastane yemeği olsun istemiyorsanız bol tuz koyuyoruz. Mutlaka toz soğan yada sarımsak ve karaiber de ekliyoruz.

Bunların hepsini derin kapta ezerek karıştırıyoruz ve yarım patates kabuklarının içine dolduruyoruz. Eklediğimiz hammaddeler nedeniyle kabukların içine çıkandan çok şey girdiğinden patateslerin üzerinde bir tepe oluşacaktır, normaldir, takılmayın.

Bunların üzerine biraz rende Parmesan serperseniz, mükemmel, renkli bir kıtır oluşacaktır.

Sonra fırının üst katlarında bir yerde on beş, yirmi dakika daha, karışımın üst tarafı kızarana kadar bekliyoruz.

Sonra da yiyiyoruz tabi.

Bu patatesi gölün kıyısında, Lutry isimli bir köyde, Restaurant Leman isimli, spesiyalitesi Fondue Bacchus olan bir yerde yaparlar. Dana etlerinin beyaz şaraplı bir sos içinde piştiği mükemmel bir fondüdür Bacchus. Siz dur diyene kadar da bu patatesleri taze taze, sıcak sıcak getirirler.

Yolunuz düşerse mutlaka deneyin. Biraz posh bir restaurant'dır, o yüzden hafif pahalıdır, ama verdiğiniz paraya değer. Masaları eski bir şarap mahseninde, mumlu falan, acayip romantik bir ortama bu güzelim yemeği yersiniz. Tepede görebileceğiniz Lutry şatosunun şarabını da miximize eklerseniz mükemmel bir akşam geçirebilirsiniz.

Herkese iyi bir hafta sonu olsun.

Sevgi ile kalın ❤️












Yanlış İnsanlar Doğru Şeyler Yapamaz

Kökleri Milattan önce bin yıl, yani günümüzden üç bin yıl falan öncesine uzansa da bilinen tarihi ile Milattan önce beş yüz yıl civarlarında, bugünkü Yunanistan'da önemli bir şehir devleti vardı. İsmi Sparta. Sparta'lı kadınlar, erkeklerle hemen hemen eşit haklara ve fırsatlara sahipti. Aynı eğitimi alırla, orduda savaşırla, devlet işlerinde görev alırlardı. Unutmadan o zamanlarda dünyanın geri kalanı, günümüzün uygar ülkelerinin ataları dahil, zar zor iki ayakları üzerinde yürüyebiliyorlardı.

Komşu Atina şehrinde ise kısaca özetlemek gerekirse kadınla ikinci sınıf sayılır, evde kalıp, dikiş dikmeyi, yemek yapmayı öğrenirlerdi. İlerleyen yüzyıllarda Atina ekolü galip geldi, çünkü dünyanın bu ilk nadide uygarlığı, isminin Hristiyanlık olması önemli değil, bir dini kabullendi. Bir dini kabullenince, kadınlar böyle evde oturup, yemek yapıyorlar işte. Neyse, konumuz bu değil, biz Sparta'lı kadınlara dönelim.

Spartalı kadınlar elbette ki evlenip, barklanırlardı. Ancak kadınlar arası arkadaşlık, hata aşk, sevgi, sevişme falan tamamen normal sayılırdı. Bu seanslara zaman zaman erkekler de katılırdı. Tripıl eks orci durumları yani. Olayı sulandırıp, kakaya batmamak için çok derinine inmiyorum, ama hemcinslerim adına konuşayım, iki kadın aganigi yaparken tesadüfen yanlarından geçmek hiç de kötü sayılabilecek bir deneyim değildir. Eğer kocanız, boyfriendiniz, sevgiliniz, artık titri her ne ise, size "Yok walla, işim olmaz, umrumda bile olmaz" falan diyorsa, iddalı konuşuyorum, yalan söylüyordur, nokta.

Günümüze dönelim.

İki erkek arkadaş, İstanbul'da, Ortaköy'de yürümektedirler. Üniversitede okuyan, aydın, hatta apaydın, sans-hüloooğğğğ,, kısacası "bizden" iki genç.

Hikaye bu ya, gençleren birisi yolun kenarında eski, isli, pisli, paslı bir lamba bulur. Lambayı eline alıp, tozları gitsin diye şöyle bir ovalar, "puf", bir cin çıkar lambanın imbiğinden. Kallavi sesiyle "Dileyin benden ne dilerseniz" diye sorar gençlere.

Oktay, bir gün önce Netflix'de bir Sparta belgeseli izlemiştir, haliyle de malum hadiselere fazlasıyla fasine olmuş durumdadır. Barış'a döner, "Endişe etme ben bizim için en iyisi nedir biliyorum, bana bırak" der, sonra da cin'e dönüp, tereddütsüz "Bizi antik Sparta'ya gönder" diye dileğini söyler.

İşin ucunda Sparta'lı kadınlar var tabi...

"İstekleriniz benim için bir emirdir" der cin, ve abrakadabra, simsalabim, iki genç kendilerini antik Sparta'da bulurlar.

Gözlerini açtıklarında yanlarında da iriyarı, üç başlı mızrağıyla, sakallı, kıvırcık saçlı bir Yunan erkeği vardır.

"Ben sizin abinizim, indirin pantolonunuzu" der.

Eh, antik Sparta'da kadınlar birbiriyle aganigi yaparken erkekler de evlenene kadar bir abinin "himayesinde", onun tarafından "hayata alıştırılmaktadırlar". Hatta zaman gelip, bir kadın ile elenecek olan bu genç oğlanlar hayatlarındaki drastik dönüş, yani alıcı-verici durumlarındaki değişiklik yüzünden evlenmeden önce çoğunlukla bir kaç aylık bir oryantasyondan geçmek zorunda kalıyorlardı.

Bilgi işte böyle bir şey sevgili arkadaşlar. Karmaşık, katmanlı, içine girdikçe detayları büyüyen, değişen bir fenomen.

İnsan ne kadar az bilirse, o kadar çok bildiğini zannediyor. Ne kadar çok bilirse de o kadar şüpheci, endişeli, kararsız oluyor. Çünkü bildikçe ne kadar az şey bildiğini, hayatın ne kadar karmaşık olduğunu anlıyor.

Oktay, biraz vaktini ayırıp araştırsaydi, yada araştıracak vakti yoksa, eksik bilgisi olduğunu görüp antik Sparta'ta gitme kararını vermeseydi, herhalde bu gençler için daha hayırlı olacaktı.

Özlem Gürses diye bir TV anchorwoman'ı var, eminim biliyorsunuzdur. Hayli presentabl, bayağı impact'i olan bir TV yüzü kanaatimce.

Ama o da "biliyor" işte.

Geçenlerde Murat Ağırel İsimli başka bir "araştırmacı" gazeteci ile bir programda denk geldim. Murat Ağırel hırslı, haberini kazıyıp bulan bir gazeteci olsa da, öyle çok konuşmasına hakim biri değil. Çok kıvırmayalım, ağızından çıkan üç cimleden ikisi gramatik olarak yanlış, düşük falan.

Herneyse, bu arkadaş Cayman adalarında Akepe'li bilmem kimin para kaçırdığını anlatıyordu. Anlatırken de Cayman Adaları'nı Türkçe fonetikle, "Cay-Man" diye telaffuz ediyordu.

Özlem'in ağızı burnu zevkle oynamaya başladı bu anda tabi. Zarif ama kurnaz bir şekilde, sanki Murat'ı düzeltiyormuş gibi değil de, programın normal akışını sürdürüyormuş gibi "Cayman" sözcüğünü bir cümlenin içinde kullandı, ancak telaffuz ederken, zar zor doğru sayılabilecek bir biçimde "Kay-Man" şeklinde söyledi.

Ortada malum şekilde her şeyi bildiğine inanan iki kişi var tabi. İkisi de eğilmez, kırılır, çatlamaz, patlar.

Yer mi Murat abi, "Kay-Man" değil, "Cay-Man" diye atladı.

Özlem'in arayıp, bulamadığı enstantane! Yine ağızını, burnunu oynatıp, işin doğrusunu bilenlere arayıp, bulamadığı mesajı verdi elbette.

Anadolu'nun bağrından, Adana'nın biberinden çıkmış kavruk Murat "sıfır" sofistike Özlem "bir"...

Aynı programdaydı yanılmıyorsam, Özlem bir bağlantı esnasında "Skype'da bir sorun var galiba" dedi. Ancak "Skype" kelimesini "Skay-PE" şeklinde, sondaki 'e' harfinin üzerine basarak telaffuz etti.

İngilizce dahil, bir çok batı dilinde sözcüklerin sonundaki 'e' telaffuz edilmez. "Skype" "Skayp", "Google" "Guu-Gıl" olur.

Sözcüğün sonundaki 'e' harfi okunmaz ama önceki harfin rahatça telaffuz edilmesini sağlar - detaylara girmeyelim.

Başka dillerde eğer bu sondaki 'e' okunacaksa, üzerine 'è' yada 'é' şeklinde bir aksan konur. Hele Fransızca'da bazen bu sondaki 'e' harfi okunsun diye üzerine bir aksan koyarlar, sonra da üzerindeki alsanlı 'e' rahat okunsun diye sonuna aksansız ve okunmayan bir 'e' daha eklerler (!)...

Bildiğiniz bir örnek, "Matine" anlamındaki "Matinée" - sabah (civarı) demektir. Esileriniz hatırlar "Matine/Suare" 'yi. "Suare" de akşam demektir. "İyi akşamlar" anlamında "Bonsuar" derler mesela Fransızcada.

Eğer bir sözcük baştan aşağı çalıntı bir dil olan İngilizceye girerken sonunda bu aksanlı 'e' varsa, araklama esnasında genelde aksanı kaybolur, düz "e" haline dönüşür, ama hala aksanı varmış gibi "e" şeklinde söylenir. "Beyonce", örneğin, "Biyons" değil, "Biyonse" şeklinde okunur, çünkü sözcüğün aslı "Beyoncé" dir. Keza "Café/Cafe".

Uzun iş yani. Hepsine benim aklım da yetmiyor.

Ama kızımız cevval işte. Bir de aynı okuldanmışız. O da Kolejli imiş....

Herneyse. Kızımız sonradan bir zaytung haberi olan, MHP'lilerin Şehnaz "Şırınga" isimli bir hemşireyi dövme haberini gerçek zannedip, anlatınca biraz utandı tabi, ama çok geç.

Ancak Özlem Gürses öyle bir tweet attı ki, artık benim gözümde bir mikrop kadar küçülüp, bütün değerini kaybetti.

Konusu, hedefi önemli değil, bu tweet'inde mealen diyordu ki - lütfen dikkatli okuyun.

"Öyle herkes her istediği şeyi söyleyip, yazamaz. Hitler gibi birisinin istediği şeyi söylemesine izin verilebilir mi?"

İnsanın kulağına doğru gibi gelebilecek bu önerme faşizme giden yolun en önemli, en parlak taşlarından biridir sevgili arkadaşlar.

Bu zihniyet aydınlanmayı, Rönesans'ı, demokrasiyi falan hep çöpe atar.

İlerlemenin tümü norma, statükoya aykırı fikirlerden kaynaklanmıştır. Bu da normaldir. Norm, statüko, muhafazakarlık, mevcudu korur. İlerleme ise değişimi gerektirir. Herhangi bir norma dayanarak, bu "Hitler" gibi konuşmak bile olsa, yasaklanan her ifade, her fikir ilerlemenin önüne konmuş koca bir takozdur.

Bu kadın kısaca diyor ki, subjektif bir mantık, bir yargı eğer bir fikri "doğru" bulmazsa, ya da "zararlı" bulursa, o fikir açıklanmamalıdır.

Bu saçma mantık Galile'ye uygulandı. Galile o zamanın değer yargılarına göre bir Hitler kadar zararlıydı. Ancak dediği doğruydu. Bir papaz olan Kopernik de aynı nedenle, komiktir, kendi kendini susturdu. Luther, Marx, Washington, Rousseau, Robespierre hep statüko karşıtı fikirlere sahiptiler. Bu fikirler sayesinde ilerleyip, en azından bazılarımız, bu günkü seviyemize gelebildik.

Eğer bir Özlem bunları sustursaydı, bugün bizi krallar, Papalar yönetiyor olacaktı.

Düşünceye, ifadeye sınır getirmek ilerlemeyi durdurur, nokta. Hitler gibi bir manyak konuştu diye onu izleyen olur ve suç işlerlerse de cezalandırılır. Ama suç işlenebilir diye insanları susturursanız, Ortaçağ'da kalırsınız.

Özlem bu tweet'ini sonradan sildi. Muhtemelen ondan biraz daha akıllı biri "Kızım sen ne diyorsun?" dedi buna., o da anlamasa yada inanmasa da tweet'ini kaldırdı. Düşüncesi değişti mi? Bence hayır. Ama böyle bir dünyada yaşıyoruz işte.

Bu her şeyi bilenlerin, bilmese de şeytani zekalarıyla kıvıracaklarına inananların dünyasında öyle bir adamım var ki sevgili arkadaşlar, Özlem, hatta Sparta'lı Oktay bile bunun yanında Einstein sayılır.

Üç kıtada onlarca farklı kültürle çalıştım, cahilliğin, ukalalığın, salaklığın her türünü gördüm, ancak bunun gibisine henüz rastlamadım.

Doktor Merdan Yanardağ!

Herhalde hayattaki doktorlar bir ürperti geçirmiş, ölü olanlar da mezarlarında fırıl fırıl dönüyorlardır, bu adama da 'Doktor' diyorlar diye.

Mark Twain'in Huck Finn'in maceraları gibi uzun uzun yazıp, size anlatabilirim bu cehalet ve ukalalık torbasının yaptıklarını, ama yarısına inanmaz, diğer yarısını dinlerken de benle birlikte utanırsınız.

İki cümleyle bu ulvi aydın, Ziya Paşa'ya Ziraat Bankası'nı kurdurdu (aslen Mithat Paşa), Münih’te Doha Nazi Kampını ziyaret etti (Doha Katarın başkentidir, gittiği kampın ismi Dachau).

Başka bir kez Uganda'nın başkenti Mogadişu’da, Pakistanlı komandoları kaçırılmış uçağa saldırttı (Mogadişu, Uganda'nın değil, Somali'nin başkentidir, bu dingilin bahsettiği uçak kaçırma olayı Entebbe’de olmuştur, o da Uganda'da olmasına rağmen Uganda'nın başkenti değildir. Uganda'nın başkenti Kampala'dır. Uçağa Pakistanlı değil İsrailli komandolar saldırmıştır ve bu adamın dediği üzere başarısız değil, hava korsanlarının ağızlarına s..arak, rehinelerin neredeyse tümünü başarıyla kurtarmışlardır).

Yakın zamanda İlhan Kesici'ye oturdu akıl öğretti, bak CNNTürk'e gitmişsin, hani partiniz ambargo koymuştu? Bak oralara gidersen sana böyle tuzak kurarlar, mealen, mahçup olursun dedi. Halbuki İlhan Kesici CNNTürk'e değil Halk TV'ye çıkmıştı. Bir kere bile izlemeden, şimdiye kadar bu boyuttaki bir örneğini görmediğim bir cahil cesareti ile, nasılsa kıvırırım deyip, yılların politikacısına doktorluk yaptı.

Ama gelin size en beğendiğim macerasını anlatayım.

"Love Erdoğan" afişlerini hatırlarsınız. Bu afişler ortadayken Merdan efendi kalktı, bulduğu (tabi ki kendisi değil) bir imla hatasını ağzına dolayıp, dakikalarca Akepe ile aklınca dala geçti - Akepe'ye olan 'sempatim' malumunuz, lütfen başka fikirlere kapılmayınız.

Neyse, bu dakikalarca zırvalamadan sonra hızlı anchorman taşı gediğine oturtacak ya, bir gülümsemeyle "Sayın erdoğan bize kızmayın, we ARE love you!" demesin mi....

Bunların hepsini aleni olarak sosyal medyada yazdım, o da aklınca bana dolaylı cevaplar verdi, ama yazdıklarıma değil, kimliğime. Trol, dinci (hem de bana!) komplocu falan şeklinde.

Cehalet bu boyutlarda sevgili arkadaşlar. Bu sözde demokrasi havarisi cahil, Can Ataklı'ya, muhalefete yaptığı bir eleştirinin ardından "Bu kanalda kimse muhalefeti eleştiremez" diye ultimatom verdi. Alın size ifade özgürlüğünü anlayan, değerini bilen demokrat bir aydın.

Özlemler, Merdanlar, Spartalı Oktaylar doğru insanlar değiller sevgili arkadaşlar. İyi niyetleri olabilir, 'bizden' olup, bizim sevmediklerimizin karşısında olabilirler, ancak unutmayalım, bunlar doğru şeyleri yapmıyorlar. Bilgisizler, çapsızlar ve ukalalar.

Yanlış İnsanlar doğru şeyler yapamaz. Doğru şeyleri yapmadan da kıçımızı kurtaramayız.

Bu halkın, özellikle 'bizden' kesimin şöyle bir silkinip, kendine gelmesi, olan biteni bir daha düşünmesi gerekiyor.

Ülkeyi malum zihniyet değil, bu zihniyete karşı görevini yapmayan aydınlar yıkacaktır. Bugün bu, yarın başka bir geriye bakan rakip çıkacaktır, burada sürpriz yok. Bunun karşısına da ukala, üç kuruşluk duyduğu, beş kuruşluk uydurduğu zırvalarla değil, bilgisiyle, donanımıyla çıkacak bir aydın kitlesine ihtiyacımız var.

Kuran okumadan Müslüman, Nutuk okumadan Atatürkçü olan bir halktan bırakın ülkeye, kendisine bile fayda gelmez.

Dikkat, yazık olacak....

19 Nisan 2021 Pazartesi

İletişelim

Hiç size oldu mu bilmiyorum, sevgili arkadaşlar, ama benim başıma sıklıkla gelir. Karşınızda biri vardır. Onunla aynı dili konuşursunuz, aynı yada benzeri bir ülkededir kökleriniz. Onunla bir süre konuştuktan sonra kendinizi çaresiz hissedersiniz. Yani ne yapsanız, ne söyleseniz, beton bir duvara çarpar, geri, üzerinize seker. O güne kadarki eğitiminiz, deneyiminiz, okuduklarınız, yaşadıklarınız hep çöp tenekesine gider. Ya ağızına bir tane çakacak, ya da öylece bırakıp, kafayı çevirip, gidecek gibi olursunuz.

İletişim bizi bir arada tutan en kuvvetli tutkallardan biridir sevgili arkadaşlar. Bence çok önemli, çok değerli bir alandır. Ama merak etmeyin, sizlere iletişim 101 yazmayacağım. Sadece dertleşiyoruz.

İletişimin bir içeriği, yani söylediklerimiz, bir de amacı bir kez daha 'yani', bunca çene yorduktan sonra ulaşmayı umduğumuz bir hedefi vardır. Yoksa niye biriyle iletişim kuralım, yada basit haliyle niye onla konuşalım değil mi?

Benim hedefim de olan biten hakkında düşündüğümü söylemek, karınca kararınca bir katkıda bulunmak.

Ancak son günlerde ben şahsım, sizlerin kulunuz, bu alanda facia üstüne facia yaşamaktayım.

Bu facialar o kadar sıklaştı ve sıradanlaştı ki, zaman zaman lan acaba bende mi bir sakatlık var demeye başladım.

Etrafımda beni anlayan sadece bir karım kaldı, o da sonuçta karım yani. Anlamasa zaten boşar giderdi şimdiye kadar. Sevgili kızım da babası diye bazen başını sallayıp, anlamış gibi yapıyor, ancak ondan da şüpheleniyorum. Sanki aramızdaki paternal bağdan dolayı idare ediyor gibi geliyor fazlasıyla.

Dünyanın geri kalanıyla da kavgalıyız....

Bunun bir bölümü ilerleyen yaşın getirdiği tahammülsüzlük, farkındayım. Ama insaf, sadece morukladık diye bütün dünya ile papaz olmamışızdır herhalde.

Tabi bana sorarsanız, kendimi ölene kadar savunacak argümanlarım var. Elbette ki köküne kadar haklı olan sadece benim. Ama böyle giderse haklı haklı batacağım. İngilizcede çok güzel bir deyiş vardır, 'To go down swinging', yani batarken bile hala elindeki balta, kılıç, sopa, her neyse onu sallayarak.

Ben de, böyle giderse, "Ama... ama... aslında.... gerçekte..." diyerek 'swinging' halinde göçüp, gideceğim!

Gelin sizlere neyle, kimle kavga ettiğimi anlatayım, ben de açılmış olurum.

İlkel toplumlarda sıkça rastlanan bir fenomen vadır sevgili arkadaşlar. İnsanlarla konuşurken sizin ne dediğinizden ziyade kime yada kimin için dediğiniz önem kazanır.

Söylediğiniz hiç bir şeyin en ufak bir önemi yoktur. Eğer onlardansanız, onların sevdiği kişiler için iyi şeyler söylüyorsanız sizden büyüğü yoktur. Aksi yöne bir kelime, battınız. Sevdikleri adamı annelerinin üzerinde yakalayın, bunlar hala döner, size kızarlar.

Benim takımım, benim politikacım, benim memleketim, benim yemeğim....

İşin doğrusu, sizlere yukarda aktardığım sorunların neredeyse bütününde söylediğim şeylerin içeriğinden değil, bunları kime söylediğim yüzünden hır çıktı.

Adam sizin eleştirdiğiniz kişiyi seviyor ya, olay o noktada kopuyor.

İlkelliğin bir sonraki adımı da aldığınız cevaplar.

İlkellerle iletişim halindeyken çoğunlukla aldığınız cevapların söylediğiniz şeylerle ilgisi yoktur, daha ziyade sizin kişiliğinize hedeflenirler.

Adama “İki artı iki beş etmez” dersiniz, o da size “Ama sen şişkosun” der.

Latince'de bunun bir adı vardır, 'ad hominem' cevaplama - Facebook'tan bir arkadaş bunu çok sever, okuyorsa onu da anmış olalım.

Bizde pek bilinmez ama batı toplumunda çok severler bu Latince deyişleri. Lafın arasında homus, domus, domungolus deyin, lan adam nasıl manalı konuşuyor diye gözleri yaşarır insanların.

Ama bu Latince deyişlerin kralı, ya da kraliçesi bizim Jelena'dır. Latince'yi bayağı bayağı konuşur. Başka bir dilde de konuşurken bazen kendini kaybeder, 'corpus delicti', 'ipso facto' gibi Latince deyimlerle dekore eder sözlerini.

Neyse, konumuza geri dönelim.

Yine sıklıkla yaşadığım başka bir iletişim fenomeni iletişememektir.

Nasıl yani derseniz, arzedeyim.

İletişim, basit anlamda düşüncelerinizi sözcükler kullanarak yola çıkarmakla başlar. Karşınızdaki kişi bu sözcükleri dinler, duyar, algılar ve yorumlar. Ardından da genellikle bu iletişimin tetiklediği kendi düşencesini sözcüklere dökerek size iletir, siz de dinler, duyar, algılar ve yorumlarsınız.

Bu tenis maçı iletişim sonlanana dek devam eder.

Ancak yine ilkel toplumlarda sıklıkla görülen bir fenomen yüzünden yukardaki süreç aksar.

Bu durumlarda genellikle dinleme ve duyma aşamaları atlanır.

Ben bu fenomeni çoğunlukla eski kominist bloğu ülkelerde gözlemledim.

Buralarda gerçekten iki kişi aynı anda konuşarak birbirlerini anladıklarına inanırlar.

Bu ülkelerde komünist rejimin getirdiği bir alışkanlık, ne kadar hızlı, ne kadar uzun ve ne kadar yüksek sesle konuşursanız, o kadar bilgili, o kadar konuya hakim olduğunuzu gösterirsiniz şeklinde bir anlayış vardır.

Bunun yüzünden başıma çok iletişim kazası geldi ama sonradan buna karşı bol bol savunma geliştirdim.

Bizim memlekette de böyleleri çoktur, ancak dinlemeden hızlı, uzun ve yüksek sesle konuşmanın nedeni, ben akıllıyım, zekiyim ve cinim, onu dinlememe gerek yok, nasılsa ben leb demeden leblebiyi anlarım fenomenidir.

Karşınızdaki sizin ne söylediğinize aldırmaz bile. Söyleyeceklerinizi bildiğine emindir. Böylece iletişimdeki düzen aksar, siz ve karşınızdakinin çizgileri arasındaki açıklık muhabbet ilerledikçe artar. Belli bir noktadan sonra da kopar. Buradan sonra konuşmanın bir anlamı kalmaz.

Hadi, madem açıldık, size bir iletişim fenomeni daha. Bu da bildiğim kadarıyla İngilizceden, ancak etimolojisine bakmadım. İsmi 'to filibuster'.

Filibuster'lamak, yukarıdakilere göre biraz daha şeytanca, çünkü yukardakilerde aptallık, cahillik falan hakim olsa da kötü niyet yok. Bunda niyet kötü, yani kasıt var.

Karşınızdaki insan başlar konuşmaya. İlgili, ilgisiz, hiç susmaz. Bazen tatlı, bazen set, bazen alçaktan, bazen yüksekten, ama hiç susmaz, hep konuşur. Hedef sizi bastırmak, sizi engellemek, sizi bezdirerek hedefe ulaşmanızı engellemek yada geciktirmektir.

TV'deki açık oturumlarda falan malum partinin şakşakçılarına bakın. Filibuster'lığa bundan iyi örnek olmaz.

Sadece bizim memlekette değil tabi, bunlardan her yerde var.

Ve işte bunlarla da başım dertte, özellikle de sosyal medyada.

Daha çok söylenecek şey var da, başınızı ağrıtmayayım. Şu an için bilmenizin gerekli ve yeterli olduğu tek bir şey var. Mahallenin asabisi olup, bölgesel ligde kantonun delisi olma yolunda mücadeleye devam ediyorum.

İşte böyle sevgili arkadaşlar.

Çarşamba günü Corona aşımı olacağımdan, şarap akşamımı Pazartesi'ne kaydırdım, bu vesileyle de biraz derleşmiş olduk.

Haftanız güzel olsun ❤️😍

13 Nisan 2021 Salı

Italya'nın En Romantik Yerleri

Roma

Roma insanın ölmeden görmesi gerekli yerlerden biri. Üzerine Vatikan'ı da eklerseniz, üç beş günde hazmedemeyeceğiniz derecede tarih ve sanata maruz kalırsınız. Ama hayat arkadaşınız ile romantik bir yere gideyim istiyorsanız, Roma gideceğiniz son yerlerden biridir sevgili arkadaşlar. O trafikte, keşmekeşte, skuterlerin arasında can derdine düşmüşken, pek romantizmi düşünecek vaktiniz olmayacaktır. Balayı, "Hayır". Yirmi beşinci yıldönümü, "Evet"!

Venedik

Bir ressama bana romantik bir yer çiz deseniz Venedikten güzelini yapamaz. Ama romantizm anlayışınız milyonlarca turistin içerisinde itile kakıla yürümek, turistlerden bıkmış esnafın kaprisini çekmek ve Amerikalı turistlerin bağırışlarını dinlemekse durmayın, alın hayat arkadaşınızı gidin.

Floransa

Hah şöyle, biraz daha makul olalım. Toskano'nun ve Rönesans'ın kalbinde yukardaki iki alternatife göre daha romantik sayılabilecek bir tatil geçirebilirsiniz, ama çok daha iyisi var, bizi izlemeye devam edin.

Cinque Terre

Ve İtalya'nın bence en romantik yeri, niye beşinci sırada, anlamış değilim. Gırtlak gırtlağa boşanmaya beş kalmış bir çifti burada üç gün bırakın, Kerem'le Aslı olup, geri gelirler. Bırakın İtalya'yı, dünyanın en romantik yeri desem yeri.

Siena

Toskano'nun en pırıltılı kenti Floransa gibi görünse de Siena Floransa'ya beş basar. İtalya'nın en güzel kentlerinden biri. Kapkara volkanik taşlardan binaları, daracık dik sokakları, mükemmel yemek ve şarapları ile ovedose romantizm. Kimle gittiğinize dikkat, Siena'da üç beş gün geçirdikten sonra evlenme teklif edebilirsiniz.

Verona

Venedik'e kadar gitmişken ben olsam asıl Verona'da vakit geçiririm. Tarih, coğrafya, mimari falan hep on numara. Ama iş romantizme geldiğinde Venedik'i alır, katlar, ütüler, dolaba kaldırır. Romeo ve Jülyet'in memleketi burası, daha ne diyelim.

Amalfi, Capri ve Sorrento

Napoli'nin mekanı bu üçü. Bunları koyup, Napoli'yi niye listeye almamışlar, anlamış değilim. Amalfi'yi uzaktan, Capri'yi Vezüv’ün tepesinden gördüm. Sorrento'a gitmedim. Haklarında hep güzel şeler duydum ama kefil olamam. Kısmetse bu sene...

Lake Como

Bence çok fazla overrated. Tabi ki kötü bir yer değil ama bir Clooney'nin peşine takılıp, buraları bu kadar piyazlamak ne kadar adil, bilemiyorum. Gerçek bir göl ve etrafında gerçek romantizm arıyorsanız, İsviçre'ye, Leman Gölü'ne gelin. Como'da çok fazla numara yok bana sorarsanız.

11 Nisan 2021 Pazar

Teknoloji

Sizlere yazmayalı uzun süre oldu sevgili arkadaşlar. Şirketin yıl kapanışı ve angaje olduğum yeni bir proje neredeyse bütün zamanımı aldı götürdü. Geriye kalan üç kuruşluk zamanı da 🐝Mezzy🐝 ve Jelena ile geçiriyorum. Bir de Facebook'a küstüğüm için sessizim sizin anlayacağınız.

Bu sabah da saat yedide çalışmaya başlayıp, az önce, saat dokuzda bitirdim.

Ancak diğer günlerin aksine, bugünkü çalışmadan fazlasıyla zevk aldım.

Neredeyse her işin doğası böyle sevgili arkadaşlar. Zamanınızın yüzde doksanı sıradan, kendini tekrar eden, iç bayıcı işlevlerle geçiyor. Ancak kalan yüzde onu insanın yüzünü biraz güldürüyor.

Haftalardır onun altını çiz, bunun çerçevesini kalınlaştır gibi 'hayati' konularla uğraştıktan sonra, bugün gerçekten işin zevki bir tarafına başladım.

Ne yaptın derseniz, hadi biraz fancy olsun, AI, yani Artificial Inteligence, yani yani yapay zeka kodladım.

Yapay zeka dediysem, öyle robotları ayaklandırıp, insanlığı yok edecek düzeyde değil elbette. İşin aslı, yapay zeka şeklinde tanımlamaktansa, doğal gerizekalılıktan biraz daha hallice bişeyler yaptım demek daha doğru olacak.

Ne olursa olsun, AI motorum, Web sielerimize ziyaret sayısı arttıkça kendi kendine öğreniyor, ziyaretçi ve müşterilerin davranışlarına göre, onlara beğenebilecekleri ürünleri gösteriyor.

Avrupa'da altı ülkeye satış yapıyoruz ve inanın, her ülkenin beğenileri, alışkanlıkları gece ve gündüz kadar farklı. AI motorumuz bölgesel bu farklılıkları da değerlendiriyor.

Son olarak da tanıdığımız, yani üyemiz olan müşterilerimizin beğeni ve alışkanlıklarına bakarak ürün seçimi yapabiliyor, daha doğrusu sunum yaparken ürünlerin önceliklerini belirleyebiliyor.

İşin en komiği, ben şahsımın ırgatlığını gözardı ederseniz, kullandığım her yazılım tamamen bedava. Linux ekosistemi kısaca. Donanıma ise senede altmış dolar ödüyoruz. Ayda beş dolar ediyor, yani kırk beş törkiş lira!

Bu teknolojinin ürettiği sonuçlar ise, hele yaşı benimki kadar olanlar için, inanması zor boyutlarda.

Klavyede bir kaç tuşa basarak tüm dünyaya ulaşabiliyorsunuz.

Neyse çok başınızı ağrıtmayayım. Bu kısa yazıyla muhabbetimize başlamış olalım, ilerde dertleşiriz uzun uzun.

Ben şarabımı 'soğutmadan' bitireyim, sizlere de güzel bir hafta dilemiş olayım.

Sevgi ile kalın ❤️

11 Mart 2021 Perşembe

Richard Dean Anderson

Sevgili arkadaşlar, normal bir günümün büyük bir kısmı bilgisayar önünde geçer. Kendi ofisimde çalışmamın bir ayrıcalığı olarak bilgisayar işimi yaparken geri planda istediğim müziği yada TV şovunu çalabilirim. 

Bu yüzden de Youtube bir sabah canımın sıkkın olduğunu anlayıp, bana bir psikolog gönderecek kadar tanır beni 😀

Bugün de alışılagelmiş dokümanterlerimi ve dünya haberlerini izlerken değiştirmekte geç kaldığım için, Youtube'un otomatik olarak başlattığı bir videoya gözüm (aslında kulağım) takıldı.

Amarikalıların çok sevdiği comic-con dedikleri, ünlü TV ve film yıldızlarını toplayıp, izleyicilerle geyik yaptırdıkları bir toplantı.

Konuk ise Richard Dean Anderson.

Tanımadınız mı?

Gençlik günlerimin bir dizisinde oynardı. İngilizce diline bir fiil kazandırmıştır bu dizideki rolü, "To MacGyver" şeklinde. Elde, etrafta olan sınırlı ıvır zıvırı toplayıp, işe yarar bir düzenek kurmak şeklinde çevirebiliriz.

Richard Dean Anderson - off, çok uzun bir isim, İngilizcede dedikleri gibi "a mouthful" , gelin kısaca kendisini normalde çağırdıkları gibi "Rick" diyelim. Neyse ki Richard isminin Amarika'daki popüler kısaltılması olan "Dick" 'i kullanmayı seçmemiş. "Dick" sözcüğünü duyan her ana dili İngilizce olan kişi, doğrudan olmasa da, içinden şöyle bir kıkırdar. Detaylara girmeyelim...

Neyse. Rick, MacGyver'ı oynarken, genç, yakışıklı, tipik Hollywood lollipopu bir aktördü.

MacGyver ilgimi çeksede, aklımı başımdan alan bir TV dizisi olmamıştı.

Rick abiyi gerçekten sözcüğün tam anlamıyla "zevkle" izlediğim dizi ise Stargate SG-1'dır.

Stargate SG-1, 1994 yapımı Stargate isimli bir filmden TV'ye uyarlanmış bir dizi. 

Orijinal filmde Kurt Russel'ın canlandırdığı, çocuğunun yanlışlıkla ortada bıraktığı silahı ile kendini vurduğu Hava Kuvvetlerinde bir Albay olan Jack O'Neill'i TV uyarlamasında canlandırmıştı. 

Aynı filmde Daniel Jackson isimli, bir arkeologu ise James Spader oynar. James Spader, izlediyseniz The Blacklist dizisindeki Raymond Reddington'ı canlandıran aktördür. 

Jelena her ikisini de severek izler. Ona filmdeki Daniel Jackson'ın James Spader, yani "Red" olduğunu söylediğimde inanmamıştı! (Daniel Jackson'ı Stargate SG-1'de Michael Shanks canlandırır, o da bu karekterin hakkını çok iyi vererek oynar)

Neyse, Rick abiye dönersek, Stargate SG-1'de Albay Jack O'Neil rolünde, biraz redneck (maganda), biraz gerçekçi, çok da fazla askerce bir karekteri canlandırır.

Bizler Star Trek'le büyümüş bir nesiliz. Ben Star Trek'i manyak gibi severek izlerim, o yüzden başka sci-fi show'lar konu olduğunda Star Trek'e kaka sürmemek için hafif kritik davranırım. 

Ancak iç Stargate-SG1'a geldiğinde açıkça söyleyebilirim ki EN AZ Star Trek kadar zevkle izlediğim, mükemmel ötesi bir dizidir.

Dizideki her karekteri ayrı ayrı, Sam Carter'ı ise biraz daha ayrı sevsem de, tartışmasız favorim Albay O'Neill'dir.

Burada size idolüm, kahramanım şeklinde teenage'lik yapmıyorum, gerçekten rolünün hakkını verir Rick.

Çünkü dizide aslında kendisini oynar.

Aşırı zeki, yapmacık değil, mükemmel bir mizah anlayışı var ve olduğu gibi görünüyor.

Zaten USAF, ona dizideki rolü nedeni ile fahri tuğgenerallik ünvanı vermiş.

İlk başlarken söylediğim comic-con'da mesela MacGyver'daki İsviçre çakısının en çok sevdiğiniz elemanı hangisi diye soruyorlar, hemen şarap açacağı diye yapıştırıyor cevabı .

Yine TV dizisine kendini kaptırmış bir kız, O'Neill'in dizideki hayli romantik ortağı Sam Carter ile en çok hangi sahnelerini sevdiniz diye soruyor. Kız masum, romantik, politik bir cevap beklerken Rick tereddütsüz "Sevişme sahneleri" diye yanıtlıyor.

İşte böyle, çok tadınızı kaçırmayayım. İngilizce ile biraz aranız varsa mutlaka izleyin aşağıdaki söyleşiyi. Rick 67 yaşına basmış, o yüzden fiziksel görünümünü MacGyver yada O'Neill ile ilişkilendiremeyebilirsiniz, o zaman biraz hayal gücü...

Akşamınız güzel olsun ve "Kri" ❤️



6 Mart 2021 Cumartesi

Yeniden Kanarya Adaları

2021 yılının karlı bir Şubat gününde sizlere 2020 yılındaki yaz tatilimizin son durağını anlatmaya başlayayım sevgili arkadaşlar. Bu bir süre için yazacağım son gezi anılarımız olacak, çünkü o gündür, bu gündür başka hiç bir yere gidemedik. Nisan ayında 🐝Mezzy🐝'ciği Disneyland'e götürür müyüz diye umutlanmıştık ki, COVID aşısının zamanımda üretilememesi yüzünden bu da neredeyse imkansız gibi duruyor. En İyi ihtimalle Mayıs ayında belki bir kaç gün kaçabiliriz, ama yılın ilk yarısı için hepsi o.

O yüzden bu son yazının tadını çıkaralım! 😜

Yaz tatillerimizi genelde Türkiye'de geçiririz sevgili arkadaşlar. Sevgili karım Türkiye'yi benden çok sever, o yüzden de fırsatını buldukça Antalya'ya, İstanbul'a falan kaçar, biraz memleket havası alırız.

Yaz tatilleri Türkiye'de hem hesaplı, hem de otellerin kalitesi, yemeklerin lezzeti falan göz önüne alındığında Avrupa'nın bir çok noktasına göre çok avantajlı hale gelir. Kısaca bu paraya bu tatili başka yerde zor yaparsınız.

Ancak Türkiye'de tatilin benim için iki handikapı vardır. Bir, güzel kahveyi unutmak, ve iki, ki çok daha önemli, ehven bir şarap içememek. O beş yıldızlı, super-duper otellerideki kahveyi buralarda aş evlerinde bile vermezler. Şarabı ise sormayın bile. Bırakın güzel şarabı, buzdolabından çıkmamış şarap verdiklerinde, bedava Margaux bulmuş gibi sevinirim.

Ama Türkiye'de tatilin en yorucu tarafı insanlardır sevgili arkadaşlar.

Geçenlerde, Antalya'da, otelden havaalanına bir taksiye bindik. Daha önce başka bir nedenle aynı yoldan geçtiğimizde bir Migros görmüştüm, İsviçre'ye dönerken ufak bir paket pastırma alalım dedim.

Şoföre "Kardeş şu Migros'un önünde durur musun?" diye sordum. "Abi sen ne alacaksın?" diye geri sordu. "Pastırma" dedim. "Abi bu Migros küçük, ben seni bilmem neredeki Migros'a götüreyim, orası daha büyük, daha çok çeşit vardır" dedi, çevirdi arabayı, başka bir yöne gitmeye başladık.

Geç kalacağız, sonra hava alanında iki ayağımız bir pabuça girecek. "Birader, büyük Migros istemiyorum" falan dedim ama ne fayda. "Dur abicim, hemen şurada, iki dakika almaz..."

Havaalanında huzurla hem de güzel sayılabilecek bir kahve içebileceğimiz yirmi dakika, aynı pastırmayı alacağımız, tek farklı özelliği sadece biraz daha büyük olan bir markete gitmekle ziyan oldu.

Yoruculukla yukarda kast ettiğim tam da bu.

Sana ne babacığım, ne alacağımdan, dur dedik, dur işte. Ne diye sana daha büyük bir Migros'a gitmeme gerek olmadığını izah etmek zorunda kalayım?

Buna benzer olayları sıkça yaşarız. huzurla oturup, bir bardak çay içmek, yada biraz etrafı seyretmek isterken alakasız birileri başlar "Abi sen nerelisin?", "Yenge nereli?", "Hangi otelde kalıyorsun?", "Daha ne kadar buradasın?" "Ayda kaç para kazanıyorsun?", "Sana buralardan ev alalım", "Sizin oralarda ırkçılık varmış ha? (bu arada aynı adam beş dakika sonra 'Amk Suriyelileri' diye de başlayabilir ve bu tezat onu hiç rahatsız etmez)".

Bilmiyorum, belki ben biraz uzun süre uzakta kaldım, ondan biraz fazlaca rahatsız oluyorum, ancak böyle yaklaşımlar sanki kişisel alanıma birer tecavüzmüş gibi geliyor.

Bu nedenle bu sene yaz tatili için Türkiye’yi atlayıp, Kanarya Adaları'na gitmek bayağı cazip gelmişti bana.

Güzel kahve ve güzel şarabın dışında, Kanaryaların beni çok fazlasıyla çeken bir özelliği vardır.

Bu adalarda yaz kış, sıcaklık otuz dereceyi bulmaz.

Sıcak havalarda hiç rahat edemem sevgili arkadaşlar. Özellikle Temmuz, Ağustos aylarımda Antalya sıcağı beni mahveder.

Trade Winds yani Ticaret Rüzgarları isimli, gemileri hop diye Orta Amerikaya götüren bu esinti, Kanaryalardaki sıcaklığı mükemmel dengeler.

Başka bir çok yönden de Kanaryalar cennet gibi yerlerdir sevgili arkadaşlar.

Sizlere biraz tarihini, biraz da coğrafyasını yedi yıl kadar önce yazmıştım, ilginizi çekerse buradan okuyabilirsiniz.

İşte böyle...

Sevgili karımla çok güzel bir tatil geçirmiştik
bu cennetten kalma adada
Yedi yıl sonra yeniden Tenerife adasına indiğimizde eski bir dosta kavuşmuş gibi olmuştum. Sevgili karımla çok güzel bir tatil geçirmiştik bu cennetten kalma adada.

Bu tatilimizden yıllar sonra Jelena bir falcıyla konuşmuş - o biraz sever bu işleri. Falcının söylediğine göre bu tatil esnasında bir oğlumuzu daha doğmadan kaybetmişiz.

Tanıyanlarınız bilir, böyle safsatalarla aram hiç yoktur. Buna rağmen insan "acaba" deyip, düşünmeden de edemiyor. Jelena daha sonra (fala inanırsak ikinci kez) 🐝Mezzy🐝'ye hamile kaldığında, hamilelik belirtileri sanki Kanarya Adalarındaki o tatildekilere benzemiyor da değildi hani. Kızcağız bayağı "kuku" olmuştu, baş dönmeleri, kola alerjisi falan. Kim bilir, belki gerçekten de doğmamış bir bebeğimiz olmuştur...

İşin bu teorik hamilelik kısmını bir kenara bırakırsak, Tenerife'de çok güzel vakit geçirmiştik.

Kanarya Adaları'nın tümünün varlığını borçlu olduğu El Teide yani Şeytan Volkanı'nın merkezi Tenerife adasındadır. Zaten bu yüzden Tenerife, Kanarya Adaları'nın en büyüğüdür. Bu devasa volkan adanın her yerinden görülebilir.

Adaların volkanik yapısı dünyanın çok az yerinde görülen kaya formasyonlarını ve daha da ilginçi, kapkara kumlarla kaplı kıyıları oluşturur.

Bir de yaşları benim kadar büyük olanlar hatırlar, Queen grubunun gitaristi Brian May, "Tie Your Mother Down" şarkısını Teide Volkanı'nın tepesindeki bir rasathanede çalışırken yazmıştır. İster inanın, ister inanmayın, May bir astrofizik doktorudur.

Neyse, konumuz El Teide değil, ilginizi çekerse bu volkan ve Tenerife ile ilgili gezi notlarımızı buradan okuyabilirsiniz.

Hem Jelena, hem de Mezzy benzer giysiler
giymiş, fazlasıyla şirin bir biçimde seyahat
ediyorlardı
Tenerife ile bu ikinci randevumuzda bu kez hiç bir şüpheye, "acaba" 'ya, "yoksa" 'ya gerek kalmadan, teyitli, kayıtlı, kanıtlı, üç kişiydik. Hem Jelena, hem de 🐝Mezzy🐝 benzer giysiler giymiş, fazlasıyla şirin bir biçimde seyahat ediyorlardı.

Daha da önemlisi, 🐝Mezzy🐝 ilk kez Afrika kıtasına ayak basmıştı. Kanarya Adaları politik olarak İspanya toprağı olsa da, jeolojik olarak Afrika'nın bir parçasıdır.

Basel havaalanından kalkan uçağımız Güney Tenerife havaalanına inmişti. Eğer bu havaalanı yerine kuzeydeki Kuzey Tenerife, ya da eski adıyla da Los Rodeos havaalanına inmiş olsaydı, on dakikada otelimize ulaşabillecektik. Ancak Güneye indiğimiz için bir saat civarında bir otobüs yolculuğu bizi hem Tenerife'in, hem de Kanarya Adalarının başkenti Santa Cruz'a götürdü.

Yeri gelmişken, Santa Cruz'daki Los Rodeos havaalanı tarihin en büyük sivil havacılık kazasına ev sahipliği yapmış, bu yüzden de biraz hüzünlü bir yerdir. Buradan hiç uçmadım, ancak bu kazanın olduğu yer olması bakımından Bir kez ziyaret etmiştim. Hikayesi burada.

Başınızı Tenerife ile şişiriyorum, kusuruma bakmayın. İşin aslı, bu yılki tatilimizi Tenerife'de geçirmeyecektik.

Asıl hedefimiz Gran Canaria adasıydı, ancak lojistik nedenlerden dolayı Tenerife'de bir gece kalacaktık. Hiç şikayetimiz yoktu. Bir kaç saat için olsa bile bu adada eski anılarımızı tazelemek hem Jelena'ya, hem de bana çok iyi gelmişti.

Havaalanından bindiğimiz otobüs bizi hem Tenerife, hem de Kanarya Adaları'nın başkenti Santa Cruz'a götürdü. İspanya'da kim nereli, hangi şehir nerenin başkenti, biraz karışıktır.

Santa Cruz başkent ünvanlı büyük bir şehirden çok bir sahil kasabasını andıran bir yer sevgili arkadaşlar. Bütün cadde ve meydanları sadece Kanarya Adaları'nda görebileceğiniz egzotik bitkilerle dolu, pırıl pırıl, tertemiz bir kent.

Restoranın sahibi kadının lokal
olduğunu idda ettiği bir tarifle
hazırlanmış bifteğimi söyledim
Biz de otelimize check-in yaptıktan sonra hemen yola koyulup, bu yemyeşil parklardan birindeki bir cafe'ye oturduk ve kendimize birer kahve söyledik.

İlginç gelebilir, Kanarya Adaları'nda ta korsanların döneminden kalma çok farklı, çok özel, çok lezzetli kahve çeşitleri bulabilirsiniz.

Geçen gelişimizde bir korsan köyünde Barraquito isimli bir kahve içmiştik, yolunuz düşerse kaçırmayın derim.

Bu kez de Cortado isimli kahveyi denedik. On numara...

Sonrasında kendimize bir restoran bulduk ve akşam yemeğimizi yedik.

İspanya'nın genelinde, ancak özellikle doğası nedeniyle Kanarya Adaları'nda deniz ürünleri en yaygın yiyecek türüdür. Eğer benim gibi beyaz ete alerjiniz varsa yemek seçenekleri doğal olarak azalır. Yine de ağız tadıyla yiyebileceğiniz güzel bir et bulmak çok kolaydır.

Restoranın sahibi kadının lokal olduğunu idda ettiği bir tarifle hazırlanmış bifteğimi söyledim. Kadın sonra bana şarap listesini uzattı. Antibiyotik aldığımdan içemiyorum, "Yok sağol" dedim. Kadın "Ama şaraplar çok güzeldir burada" diye şaşkınlıkla çıkıştı. Zaten şarapsızlıktan sinirlerim havada, "Biliyorum bacım, medikal nedenler" dedim.

Ertesi sabah Mezzycik hayatında ilk kez bir
pervaneli uçağa bindi ve hep beraber Gran
Canaria adasına geldik
Yemeğimizi bitirdiğimizde hava iyice kararmıştı. Denize doğru, kentin gece hayatının biraz daha hareketli olduğu bölümüne yürüdük. 🐝Mezzy🐝'ye biraz etrafı gösterdik ve otelimize döndük.

Ertesi sabah 🐝Mezzy🐝'cik hayatında ilk kez bir pervaneli uçağa bindi ve hep beraber Gran Canaria adasına geldik. Bu yolculuğumuz uçağın hiç yatay bir halde uçmadığı, sadece biraz yükselip, hemen sonra alçalarak indiği 'balistik' bir uçuştu.

Gran Canaria'daki otelimizi en doğru şekilde tanımlayacak kelime herhalde 'averaj' olacaktır. Lokasyon olarak ne iyi, ne kötü. Personel ne kaba, ne kibar. Odalar ne geniş, ne dar. Yemekler ne güzel, ne kötü. Havuz ne büyük, ne küçük. Yani averaj bir tatil geçirmek için bire bir.

Son anda, çaresizlikten rezervasyon yapmıştık. Ciddi hiç bir sorun yaşamadan tatilimizi bitirdik, ancak normal koşullarda üçümüz de bir kez daha gitmeyiz herhalde.

Gran Canaria’daki otelimizi en doğru şekilde tanımlayacak
kelime herhalde ‘averaj’ olacaktır. Lokasyon olarak ne iyi,
ne kötü. Personel ne kaba, ne kibar. Odalar ne geniş, ne dar.
Yemekler ne güzel, ne kötü. Havuz ne büyük, ne küçük.
Yani averaj bir tatil geçirmek için bire bir
Ertesi gün kahvaltımızı eder etmez denize ulaşmak için yola koyulduk.

Otelimiz San Agustin isimli küçücük bir köyün hemen dibinde. San Agustin'in de oldukça büyük bir plajı var. Yürüme uzaklığında olsa da, gitmesi biraz vakit alan adanın funky plajları Maspalomas ve Playa Del Ingles de menzilimiz içerisinde.

Ancak biz, Gran Canaria adasındaki ilk günümüzde çoğunlukla adanın yerlilerin tercih ettiği Playa Del Pirata, yani Korsan Plajı'na gitmeye karar verdik.

Bu plaj gerçekten küçücük bir koyda saklı. Etrafı sarp, keskin ve oldukça yüksek, kapkara volkanik kayalarla çevrili. Gerçekten İsmini hak eden bir yer. Tam korsanların karaya çıkıp, saklanacakları gizli kapaklı bir girinti. Kumsala ulaşmak için yüzlerce basamaklı bir merdivenden inmeniz gerekiyor. Kumlar ise kömür gibi, kapkara.

Bu plaj gerçekten küçücük bir koyda saklı. Etrafı sarp,
keskin ve oldukça yüksek, kapkara volkanik kayalarla çevrili.
Gerçekten İsmini hak eden bir yer. Tam korsanların karaya
çıkıp, saklanacakları gizli kapaklı bir girinti
Kanarya adalarını oluşturan volkan şebekesinin bir azizliği bu. Şimdiye kadar da başka hiç bir yerde görmedim bu kara kumları. İnci beyazı Karayip kumsalları insanı ne kadar etkiliyorsa, bu kapkara kumsal da görenleri aynı derecede etkiliyor.

Bu insanın içini gıcıklayan manzaraya bir de okyanusun şiddeti eklenince sanki kendinizi bir Johnny Depp filminde zannediyorsunuz. Koca koca dalgalar sarp kayalarda, kara kumların üzerinde kırılıyor, bütün ortalığı bembeyaz köpükler kaplıyor. Sadece Captain Jack Sparrow eksik yani...

Akdeniz gibi bir iç denizin rahatlığımdan şımarmış bizlere okyanus çok sert gelir sevgili arkadaşlar.

Bir kere yükseklikleri zaman zaman metreleri bulan dalgalar insanın ayağını yerden kesip, bir kenara fırlatırlar.

Bir de gelgitler vardır ki, alışık olmayanların kafalarını iyice karıştırır.

Akdenizin suyu günde iki kez Cebelitarıktan akıp, geri dönemediği için pek bilmeyiz bu gelgit işini.

Bir keresinde de 🐝Mezzy🐝 bir denizkızı mayosuyla geldi,
kayaların üzerinde resimlerini çektik canım kızımın
Açık bir denizde sular onlarca metre gider, gelir. Denizin derinliği yine metrelerce değişir. Bu gelgitlerin sayesinde bir dolu börtü böcek, hayvanat, bakliyat kıyılara vurur. Sahiller metrelerce ıslanır. Sabah yürüdüğünüz yerde, öğlen yüzer, akşam gene oturup, piknik yapabilirsiniz.

İşte bunların hepsi Playa Del Pirata'da fazlasıyla vardı. Sözcüklere dökmekte biraz yetersiz kalıyorum, farkındayım. Şu kadarını söyleyebilirim, ömrüm boyunca aklıma kazılı kalacak güzellikte bir yer bu plaj.

Playa Del Pirata'ya neredeyse her gün geldik. Bazen yüzdük, bazen güneşi batırdık. Bir keresinde de 🐝Mezzy🐝 bir denizkızı mayosuyla geldi, kayaların üzerinde resimlerini çektik canım kızımın.

San Agustin plajı ise sözcüğün tam anlamıyla bir plaj. Açık renkli, geniş, uzun kumsalı, beach barı, kısacası tipik bir tatil plajının her klasik unsuru var burada. Ancak onu diğerlerinden ayıracak bir özelliği yok, buraya bir kez geldik, bir daha da gitmedik.

Kumlar ise kömür gibi, kapkara
Bu plajın biraz ilerisinde ise Playa Del Ingles, yani Ingiliz plajı var. Aslında bu tek bir plaj değil, bir plajlar şebekesi. Yine tamamen deniz tatili yapmayı hedefleyen turistler için birebir...

Oldukça geniş bir alana yayılmış bu plaj büyük çoğunlukla kumlu. Sadece küçük bir kesimi çakıl.

Plajın parsellerinin çoğunun önünde doğal yada yapay dalgakıranlar var, yani okyanus kıyısında değil de Antalya'daymış gibi sakin, durgun bir deniz deneyimi yaşıyorsunuz.

Playa Del Ingles sadece plajlardan değil, cafe, bar ve restoranlardan oluşmuş mükemmel bir turizm kompleksi. Gündüz deniz, akşam yemek, gece de sebehe kadar dans istiyorsanız adanın bu köşesine gitmelisiniz. Tatilimiz süresince hem alış veriş, hem deniz, hem de otel dışında bir kahve içmek için buraya sık sık geldik.

Plajın parsellerinin çoğunun önünde doğal yada yapay
dalgakıranlar var, yani okyanus kıyısında değil de
Antalya’daymış gibi sakin, durgun bir deniz deneyimi
yaşıyorsunuz
Sahildeki cafe'lerde değişiklik olsun diye buzlu kahve deneyebilirsiniz. Yunanistan'dan aşınayım bu soğuk kahveye. Nescafe'yi soğuk sütle kendi icatları bir mikser ile karıştırırlar. Bazen biraz şeker, biraz da buzla içersiniz. Sıcak havada hem kahve, hem de biraz serinlik isterseniz çok işe yarıyor. Gran Canaria'da bu karışıma bir de dondurma ekliyorlar. Jelena çok sever bunu. Ta Yunanistan'dan mikserini ithal etti. Bence de tadı bayağı güzel, öneririm.

Playa Del Ingles'in ilerisinde ise adanın en güzel, en cazibeli kumsallarından biri var. İsmi Maspalomas.

Maspalomas plajının bir ucunda ise dune dedikleri kum tepeleri bulunuyor. Bakınca kendinizi Sahara Çölü'nde zannediyorsunuz.

İşin aslı Kanarya Adaları Sahara Çölü ile aynı enlemde, hatta çölün tam karşısında. Sadece Ticaret Rüzgarları bu adalarda çölleşmeyi önlemiş. Yine de adaların Maspalomas gibi bazı bölgelerinde, özellikle de - duyduğum kadarıyla - Fuertoventura adasında, çölleşmiş bölgeleri görmek mümkün.

Maspalomas plajının bir ucunda ise dune dedikleri kum
tepeleri bulunuyor. Bakınca kendinizi Sahara Çölü'nde
zannediyorsunuz
Bir keresinde Maspalomas'da gerçek anlamda bir kum fırtınasına yakalandık. Dust devil dedikleri kumlardan oluşmuş girdaplarıyla, rüzgarın savurduğu kumlar yüzünden zor nefes aldığımız gerçek bir fırtına yani. Binlerce insanın bulunduğu plaj on dakikada ıssız bir çöle dönüşmüştü. Bana ilginç geldi tabi, ancak o akşam kimse denize girememişti.

Dune'larin aksi istikametinde ise çok güzel bir deniz feneri var.

Bu ikisinin arasında ise restoranlar, barlar, oteller, vesaire. Ancak bunlar Cancun'daki (ya da Antalya'daki) gibi insanın gözünün içine içine girmiyorlar. Tek katlı, eski görünümlü sahil ile aynı ruhta kamufle olmuş yerler.

🐝Mezzy🐝 Maspalomas'ı çok sevdi. Hem denizde çok eğlendi, hem de kumsalda. Bol bol kale yaptı, çukur kazdı, taş topladı. Hal böyle olunca gelecek yılki tatilimizi yine Gran Canaria'da, bu kez Maspalomas'ın göbeğinde rezerve ettik. Gidebilecek miyiz, o başka mesele tabi, ama boşverin, yeni bir COVID geyiği başlatmayalım...

Puerto Rico isimli limandan bir gemiye binip,
yunus ve balina görme turuna çıktık
Tatilimizin ortasında bir yerlerde biraz bölgemizden uzaklaşıp, adanının batısına geçtik.

Puerto Rico isimli limandan bir gemiye binip, yunus ve balina görme turuna çıktık. Benzeri bir turu geçen gelişimizde Tenerife'de de almıştık. Bol bol yunus ile bir kez de pilot (kılavuz) balinası görmüştük.

Bu kez de bol bol yunus görme şansımız oldu. 🐝Mezzy🐝 deli oldu tabi. Yunuslar etrafımızda dolaştıkça "Jump dolphin jump!" diye bağırıyor, yunuslar da sanki onu duyuyorlarmış gibi suyun üzerinde zıplıyorlardı.

Bu kez balina görememiştik ama turumuz çok güzel geçmişti. Okyanusa açıldığımızda ise dalgalar gerçekten sertleşmiş, küçük gemimizi bayağı ciddi sallamışlardı. Sevgili karım bu esnada dayanamadı, ufak bir "böööğğğğk" vakası yaşadık. Ama olur o kadar tabi.

Yunuslar etrafımızda dolaştıkça "Jump dolphin jump!"
diye bağırıyor, yunuslar da sanki onu duyuyorlarmış gibi
suyun üzerinde zıplıyorlardı
Gemi bizi geri Puerto Rico'ya bırakmadan önce sahil boyunca minik bir Gran Canaria turu attırdı. Bu esnada bir kez daha adanın güzelliğini görme şansımız oldu. Volkanik kayalarla kumun bir araya gelip, ortaya çıkardığı manzara gerçekten görülmeye değer.

Otellerin bazıları da bu volkanik yamaçlara, neredeyse kayaları kazıyarak yapılmış. Her birinde de birer infinity pool. Çok etkileyici, çok özel bir tatil geçirilebilir buralarda. COVID yüzünden değiştirmek zorunda kaldığımız otelimiz de bunlardan biriydi.

Kader. Maybe another time...

San Agustin'de, El Capitan isimli bir bar, menüsünde de mükemmel bir Rioja şarabı keşfetmiştik.

Lokal bir bar, ayrıca da restoran. Bizde 80'lerin içkili lokantalarını andırıyordu. Müşterileri çocuklu aileler. Tam Akdeniz usulü, müziklerin sesi sonuna kadar açık, bazen de bir piyanist şantör. Doğum günümü sevgili kızım ve karımla burada geçirdim. Gün aşırı geldiğimizden artık hatırlı müşteri olmuştuk. Son gelişlerimizde şarapla birlikte mükemmel İspanyol peynirleri ikram ediyorlardı.

Gemi bizi geri Puerto Rico'ya bırakmadan önce sahil boyunca
minik bir Gran Canaria turu attırdı
Tatilimiz boyunca bol bol yüzdük. 🐝Mezzy🐝'cik tam anlamıyla, simitsiz, ördeksiz yüzmeyi bu günlerde öğrendi. Üçümüz akşamları uzun uzun yürüdük, deniz kıyısının tadını çıkardık.

Sayılı gün çabuk geçiyor. Dönüş günü gelip çatmıştı. Son gün uçağımız gece 12:05'te kalkıyordu, yani bütün gün bizimdi. Resepsiyondakiler "Sabah kahvaltı edebilirsiniz ama öğlen yemeği için yirmi yuro ödeyin yoksa bileziklerinizi mor bileziklerle değiştireceğiz, bunlarla sadece sandviç yiyip, kola içebilirsiniz..." falan diye başladılar.

O mor bilezikleri al, nasıl değerlendireceğini sana bırakıyoruz dedik, sabahtan check-out yapıp, bir gün önce rezervasyon yaptığımız Maspalomas'da bir private beach bar'a check-in yaptık. Sahile sıfır, mükemmel şarapla harika bir son gün geçirdik Gran Canaria'da.

Sahile sıfır, mükemmel şarapla harika
bir son gün geçirdik Gran Canaria'da
Akşam bir otobüsle adanın başkenti Las Palmas'a geldik. Keşifler çağının mükemmel bir kolonial kenti. Rengarenk binaları, geniş caddeleri ve insanın gözünü kamaştıran ağaçlarıyla mutlaka görülmesi gerekli bir yer.

Lokal bir restoranda, lokal bir şarap, lokal olduğu şüpheli sığırlardan biftek ve mükemmel İspanyol peynirleriyle akşam yemeğimizi yedik.

Ufak bir gourmet ipucu sevgili arkadaşlar, Avrupa'da peynirlerini rahat rahat yiyip, zevk alacağınız ilk sıradaki ülke İspanya'dır. Peynirleri bizim ağız tadımıza çok uyar, Fransa ve İsviçre gibi alışık olmayanları sarsacak türleri pek yoktur.

Las Palmas'tan son otobüsle havaalanına ulaştık.

Güvenlikten geçerken biletlerimizi gösterdik. Kel kafalı, göbekli, bıyıklı, halinden 'önemli' biri olduğu anlaşılan bir adam biletleri aldı, baktı, sonra suratında salakça bir gülümsemeyle "Sizin uçağınız bugün değil, yarın" deyip, biletleri geri uzattı.

Kanım tepeme çıkmıştı. Tarih yarının tarihiydi çünkü uçak gece on ikiyi beş geçe kalkıyordu.

İngilizce "Saate bak" dedim. Bu yine güldü ve bir moronla konuşuyormuş gibi, tane tane, hece, hece "To-mor-rov" dedi, biletleri uzattı.

Keşifler çağının mükemmel bir kolonial kenti
O an o biletleri alıp, bunun ağızının içine sokmak geçti içimden.

Bu dangalak yürüdü, gitti. Kalan çömez iki Sançez, patron hayır dedi diye biletlere dokunmaya bile korkuyor.

Kaldık mı güvenliğin kapısında...

Sançez'lerden birine gittim, İngilizce hak getire tabi, "Jefe?" diye sordum, az önceki göbeklinin gittiği yönü işaret etti. "Other jefe?" diye bir daha sordum. İçeri girip, kayboldu.

Bir kadın geldi. Aralarında üç beş dakika İspanyolca geyik yaptılar. Sonra kadın biletlerimizi aldı. İnceleyince de kıpkırmızı oldu. Özür diledi, bizi içeri aldılar.

Üç saat, sadece iki otomattan başka açık hiç bir cafe'si, restorant'ı olmayan havaalanında gezindik, durduk.

Uçağımız sabah güneş doğarken Basel havaalanına inmişti.

Tatilimiz işte böyle sevgili arkadaşlar. 2020 yılının Ağustosunda çıktığımız tatili, 2021 yılının Mart ayımda yazıp bitirdim.

Başta söylediğim gibi, bir süre ne yazık ki gezi yazısı yok, çünkü gezi yok. İkinci bir emre kadar gezi olmayan yazılarda görüşmek üzere, sevgi ile kalın ❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...