19 Nisan 2021 Pazartesi

İletişelim

Hiç size oldu mu bilmiyorum, sevgili arkadaşlar, ama benim başıma sıklıkla gelir. Karşınızda biri vardır. Onunla aynı dili konuşursunuz, aynı yada benzeri bir ülkededir kökleriniz. Onunla bir süre konuştuktan sonra kendinizi çaresiz hissedersiniz. Yani ne yapsanız, ne söyleseniz, beton bir duvara çarpar, geri, üzerinize seker. O güne kadarki eğitiminiz, deneyiminiz, okuduklarınız, yaşadıklarınız hep çöp tenekesine gider. Ya ağızına bir tane çakacak, ya da öylece bırakıp, kafayı çevirip, gidecek gibi olursunuz.

İletişim bizi bir arada tutan en kuvvetli tutkallardan biridir sevgili arkadaşlar. Bence çok önemli, çok değerli bir alandır. Ama merak etmeyin, sizlere iletişim 101 yazmayacağım. Sadece dertleşiyoruz.

İletişimin bir içeriği, yani söylediklerimiz, bir de amacı bir kez daha 'yani', bunca çene yorduktan sonra ulaşmayı umduğumuz bir hedefi vardır. Yoksa niye biriyle iletişim kuralım, yada basit haliyle niye onla konuşalım değil mi?

Benim hedefim de olan biten hakkında düşündüğümü söylemek, karınca kararınca bir katkıda bulunmak.

Ancak son günlerde ben şahsım, sizlerin kulunuz, bu alanda facia üstüne facia yaşamaktayım.

Bu facialar o kadar sıklaştı ve sıradanlaştı ki, zaman zaman lan acaba bende mi bir sakatlık var demeye başladım.

Etrafımda beni anlayan sadece bir karım kaldı, o da sonuçta karım yani. Anlamasa zaten boşar giderdi şimdiye kadar. Sevgili kızım da babası diye bazen başını sallayıp, anlamış gibi yapıyor, ancak ondan da şüpheleniyorum. Sanki aramızdaki paternal bağdan dolayı idare ediyor gibi geliyor fazlasıyla.

Dünyanın geri kalanıyla da kavgalıyız....

Bunun bir bölümü ilerleyen yaşın getirdiği tahammülsüzlük, farkındayım. Ama insaf, sadece morukladık diye bütün dünya ile papaz olmamışızdır herhalde.

Tabi bana sorarsanız, kendimi ölene kadar savunacak argümanlarım var. Elbette ki köküne kadar haklı olan sadece benim. Ama böyle giderse haklı haklı batacağım. İngilizcede çok güzel bir deyiş vardır, 'To go down swinging', yani batarken bile hala elindeki balta, kılıç, sopa, her neyse onu sallayarak.

Ben de, böyle giderse, "Ama... ama... aslında.... gerçekte..." diyerek 'swinging' halinde göçüp, gideceğim!

Gelin sizlere neyle, kimle kavga ettiğimi anlatayım, ben de açılmış olurum.

İlkel toplumlarda sıkça rastlanan bir fenomen vadır sevgili arkadaşlar. İnsanlarla konuşurken sizin ne dediğinizden ziyade kime yada kimin için dediğiniz önem kazanır.

Söylediğiniz hiç bir şeyin en ufak bir önemi yoktur. Eğer onlardansanız, onların sevdiği kişiler için iyi şeyler söylüyorsanız sizden büyüğü yoktur. Aksi yöne bir kelime, battınız. Sevdikleri adamı annelerinin üzerinde yakalayın, bunlar hala döner, size kızarlar.

Benim takımım, benim politikacım, benim memleketim, benim yemeğim....

İşin doğrusu, sizlere yukarda aktardığım sorunların neredeyse bütününde söylediğim şeylerin içeriğinden değil, bunları kime söylediğim yüzünden hır çıktı.

Adam sizin eleştirdiğiniz kişiyi seviyor ya, olay o noktada kopuyor.

İlkelliğin bir sonraki adımı da aldığınız cevaplar.

İlkellerle iletişim halindeyken çoğunlukla aldığınız cevapların söylediğiniz şeylerle ilgisi yoktur, daha ziyade sizin kişiliğinize hedeflenirler.

Adama “İki artı iki beş etmez” dersiniz, o da size “Ama sen şişkosun” der.

Latince'de bunun bir adı vardır, 'ad hominem' cevaplama - Facebook'tan bir arkadaş bunu çok sever, okuyorsa onu da anmış olalım.

Bizde pek bilinmez ama batı toplumunda çok severler bu Latince deyişleri. Lafın arasında homus, domus, domungolus deyin, lan adam nasıl manalı konuşuyor diye gözleri yaşarır insanların.

Ama bu Latince deyişlerin kralı, ya da kraliçesi bizim Jelena'dır. Latince'yi bayağı bayağı konuşur. Başka bir dilde de konuşurken bazen kendini kaybeder, 'corpus delicti', 'ipso facto' gibi Latince deyimlerle dekore eder sözlerini.

Neyse, konumuza geri dönelim.

Yine sıklıkla yaşadığım başka bir iletişim fenomeni iletişememektir.

Nasıl yani derseniz, arzedeyim.

İletişim, basit anlamda düşüncelerinizi sözcükler kullanarak yola çıkarmakla başlar. Karşınızdaki kişi bu sözcükleri dinler, duyar, algılar ve yorumlar. Ardından da genellikle bu iletişimin tetiklediği kendi düşencesini sözcüklere dökerek size iletir, siz de dinler, duyar, algılar ve yorumlarsınız.

Bu tenis maçı iletişim sonlanana dek devam eder.

Ancak yine ilkel toplumlarda sıklıkla görülen bir fenomen yüzünden yukardaki süreç aksar.

Bu durumlarda genellikle dinleme ve duyma aşamaları atlanır.

Ben bu fenomeni çoğunlukla eski kominist bloğu ülkelerde gözlemledim.

Buralarda gerçekten iki kişi aynı anda konuşarak birbirlerini anladıklarına inanırlar.

Bu ülkelerde komünist rejimin getirdiği bir alışkanlık, ne kadar hızlı, ne kadar uzun ve ne kadar yüksek sesle konuşursanız, o kadar bilgili, o kadar konuya hakim olduğunuzu gösterirsiniz şeklinde bir anlayış vardır.

Bunun yüzünden başıma çok iletişim kazası geldi ama sonradan buna karşı bol bol savunma geliştirdim.

Bizim memlekette de böyleleri çoktur, ancak dinlemeden hızlı, uzun ve yüksek sesle konuşmanın nedeni, ben akıllıyım, zekiyim ve cinim, onu dinlememe gerek yok, nasılsa ben leb demeden leblebiyi anlarım fenomenidir.

Karşınızdaki sizin ne söylediğinize aldırmaz bile. Söyleyeceklerinizi bildiğine emindir. Böylece iletişimdeki düzen aksar, siz ve karşınızdakinin çizgileri arasındaki açıklık muhabbet ilerledikçe artar. Belli bir noktadan sonra da kopar. Buradan sonra konuşmanın bir anlamı kalmaz.

Hadi, madem açıldık, size bir iletişim fenomeni daha. Bu da bildiğim kadarıyla İngilizceden, ancak etimolojisine bakmadım. İsmi 'to filibuster'.

Filibuster'lamak, yukarıdakilere göre biraz daha şeytanca, çünkü yukardakilerde aptallık, cahillik falan hakim olsa da kötü niyet yok. Bunda niyet kötü, yani kasıt var.

Karşınızdaki insan başlar konuşmaya. İlgili, ilgisiz, hiç susmaz. Bazen tatlı, bazen set, bazen alçaktan, bazen yüksekten, ama hiç susmaz, hep konuşur. Hedef sizi bastırmak, sizi engellemek, sizi bezdirerek hedefe ulaşmanızı engellemek yada geciktirmektir.

TV'deki açık oturumlarda falan malum partinin şakşakçılarına bakın. Filibuster'lığa bundan iyi örnek olmaz.

Sadece bizim memlekette değil tabi, bunlardan her yerde var.

Ve işte bunlarla da başım dertte, özellikle de sosyal medyada.

Daha çok söylenecek şey var da, başınızı ağrıtmayayım. Şu an için bilmenizin gerekli ve yeterli olduğu tek bir şey var. Mahallenin asabisi olup, bölgesel ligde kantonun delisi olma yolunda mücadeleye devam ediyorum.

İşte böyle sevgili arkadaşlar.

Çarşamba günü Corona aşımı olacağımdan, şarap akşamımı Pazartesi'ne kaydırdım, bu vesileyle de biraz derleşmiş olduk.

Haftanız güzel olsun ❤️😍

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...