18 Haziran 2014 Çarşamba

Teide

Günümüzde artık varolmayan Kanarya Adalarının yerlileri Guanche'ler (Guançe), Teide volkanının, şeytanın yattığı yer olduğuna inanırlardı.

İnançlarına göre şeytan, güneş ve ışık tanrısını kaçırmış, bu dağa hapsetmişti. Sonrasında, araya baş tanrıları girip güneş ve ışık tanrısını kurtarmış, sonrasında ise şeytanı dağın içine kapayıp, Teide'nin krateriyle de çıkış yolunu tıkamıştı. Bu teoriye göre şeytan bugün hala dağın içinde hapis.

Efsane ve batıl inançları bir kenara bırakırsak, Teide volkanı hiç de şeytani bir volkan sayılmaz.

Teide, muazzam büyük bir volkan. Dünyada kapladığı alan bakımından, Hawaii'deki iki volkandan sonra üç numara. Avrupa'nın en büyüğü Etna'dan büyük yani.

Bir de üstüne hala aktif. En son 1909 yılında faaliyete geçmiş. Başka önemli bir faaliyeti de 1706 yılında olmuş ve lavlar Garachico kentinin önemli bir bölümü ile etraftaki birkaç köyü ortadan kaldırmış. Bunlardan başka bilinen çok sayıda faaliyeti var.

Tüm bunlara rağmen, bu volkana şeytani değil dememin nedeni, patlama ve püskürmelerin yavaş ve önceden tahmin edilebilir olması. Bilinen tarih boyunca Teide volkanı kimsenin ölümüne sebep olmamış. Bu haliyle Sicilya'daki Etna volkanına çok benziyor.

Şeytani bir volkan isterseniz, Vezüv'e bakın derim. Ne zaman, hangi şiddette patlayacağını kestirmek imkansız. Bir faaliyete geçti mi, ölümcül miktarda volkanik gaz, kül ve lav kusabilen bir volkan. Pyroclastic (Payroklastik) akım denilen, dokunduğu herşeyi cayır cayır yakan püskürmeler yapabiliyor. M.S. 76 yılında Pompeii ve Herculenium isimli iki Roma şehrini haritadan silmiş.

Teide volkanı, aynı Etna gibi, volkanik bir şebeke, yada günümüzdeki ismiyle network. O yüzden Vezüv gibi tek bir krateri, tek bir faaliyet noktası yok. Volkanın çevresinde, hatta tüm adanın üzerinde, tarihin herhangi bir noktasında faaliyete geçmiş "baca" 'ları var. Bu bacaları görüp kaçırmak mümkün değil. Hepsi birbirinin kopyası, kara, deve hörgücü gibi tepeler. Hatta bunlardan bir tanesi hemen otelimizin dibindeydi.

Teide Volkanı
Bu sistemin en yüksek noktası Pico del Teide (Piko del Teide) isimli zirve. Bu zirve 3718 metre ile İspanya'nın da en yüksek noktası. İkinci önemli bir zirve ve faliyet noktası ise Pico Viejo (Piko Vieho/Eski Zirve), ve 3134 metre yüksekliğiyle Pico del Teide'nin henen batısında yer alıyor. İsmi Eski Zirve olsa da aslen Pico del Teido'dan yeni.

Adanın neredeyse tam ortasındaki Teide volkanının çevresinde Parque Nacional del Teide (Park Nasiyonal del Teide), yani Teide Ulusal Parkı yer almakta.

UNESCO'nun dünya mirası listesinde bulunan bu park, güneşli bir Tenerife gününün ilk hedefiydi.

Bu parkın öyküsü anlatmakla bitecek gibi değil.

Bir kere dünyanın en çok ziyaret edişen ulusal parklarımdan biri.

Kaya oluşumları ve Jelena
Kaya oluşumlarıyla, doğasıyla, bitki örtüsüyle kendine özgü, çok ilginç bir yer. Bu bölgede, birkaç milyon yıl önce, adanın oluşumu esnasında, büyük olanının yüksekliğinin beş bin metreyi aştığı tahmin edilen iki volkan bulunuyormuş. Ağrı dağından yüksek yani. Bu iki volkan arkalarında iki koca krater bırakarak çökmüş, çökerken de ortaya, dünya üzerinde eşi az bulunur kaya şekilleri çıkmış.

Hal böyle olunca da, mekanları tarih öncesi yada dünya dışı olan birçok filim bu bölgede çekilmiş. Bu filmlerin arasında Planet of Apes (Plenit ov Eyps/Maymunlar Gezegeni), One Million Years B.C. (Uan Milliyın Yiırz Bii Sii/Milattan Önce Bir Milyon Yıl), Clash of the Titans (Kleş ov dı Taytıns/Devlerin Çarpışması), Wrath of the Titans (Ret ov dı Taytıns/Devlerin Gazabı), The Fast and the Furious'ın (Dı Fest end Fiyuriyıs/Hızlı ve Öfkeli) altıncı bölümü var.

Yine bu parkta, bulut seviyesinin üzerinde, gökyüzünü izlemeye çok uygun bir noktaya yapılmış Observatorio del Teide at Izaña (Obzervatorio del Teide İzanya) isimli bir gözlemevi bulunmakta.

1971 yılında bir İngiliz bilim adamı, astrofizik dalında doktora tezini hazırlamak üzere bu gözlemevine gelmişti. Çalışmaları esnasında, kendi ev yapımı gitarıyla bir de şarkı besteledi.

Ne yazık ki bu bilim adamı tezini tamamlayıp en azından o yıllarda doktor ünvanını alamadı. İsminin başına Doktor yazabilmek için kırk yıl kadar beklemesi gerekti ve ancak 2010 yılında çalışmalarını bitirme şansı bulabildi.

Bunun yanında, gözlem evindeyken yazdığı şarkı bir müzik klasiği oldu ve o günden bu güne, sayısız kez, dünyanın her yerinde çalındı.

Bu bilim adamı Queen (Kuiin) gurubunun gitaristi Brian May (Brayın Mey) ve yazdığı şarkı da A Day At The Races (E Dey Et Dı Reysiz) albümünün efsanevi müziği Tie Your Mother Down'du (Tay Yoor Madır Daun).

Kader işte...

Parkta yol alırken, içinde bulunduğumuz otobüs, insanların yolun iki kenarındaki ilginç kayaları izlemek için devamlı yer değiştirmeleri yüzünden bir tekne gibi bir sola, bir sağa yatıyordu.

Rehberimiz İngilizceyi korkunç bir aksanla konuşuyordu ve ne dediğini anlamak için yüzde kırk duyduklarımı, yüzde altmış da hayal gücümü kullanıyordum.

Bir ara Siyah Çam yada Siyah Palmiye gibi endemik bir ağaç türünden bahsetti. Çam İngilizce'de "pine" (payn), palmiye ise "palm" demek. Öyle geveliyordu ki hangisinden bahsettiğini anlamamıştım.

Ancak bu az bulunur ağacın her tarafı siyahmış, o kadarını anlamış, hatta oldukça da heyecanlanmıştım, çünkü şimdiye kadar her yeri siyah olan bir ağacı hayatımda görmemiştim. Çam da olsa, palmiye de olsa, heryeri siyah olduğu sürece kabulümdü.

Sonra bu yine başladı gevelemeye. Anlatıyor da anlatıyor. Arada sanki "Yıldırım çarpmış, ağaç ondan kara, Ho! Ho! Ho!" şeklinde birşeyler duyar gibi oldum.

İtoğluit büyük olasılıkla şaka yapıyordu... Hem kekeme, hem geveze yani.

Ama ne dediğini anlamadığım için hala emin değildim. Bu şaka kara ağaçın yerine mi, yoksa kara ağaça rağmen mi yapılıyor, çözmeye çalışıyordum. Otobüsün geri kalanı da benim kadar şaşkındı. Kimse gülmüyor, herkes "Aman, arada kara ağaç'ı kaçırmayayım." diye pür dikkat, sağa sola bakıyordu.

Yolculuk boyunca en azından ben, ne yıldırım çarpmış, ne de doğal ve endemik olan herhangi bir kara ağaç görmedim. Sonrasında İnternet'e de bakındım, ama 'nada'. Böyle bir ağaç yok kayıtlarda.

Ancak içimi hala bir kurt kemiriyor, acaba ben mi kaçırdım diye. O yüzden Teide Ulusal Parkı'na yolunuz düşerse lütfen benim için de etrafınıza bakın ve bu kara ağacı görürseniz n'olur haber verin :)

Otobüsümüz Los Roques de Garcia (Los Rokes de Garsiya/Garsiya'nın Kayaları) isimli bölgede durdu. Burası, yukarda söz ettiğim, çöküp kaybolmuş iki eski volkanın oluşturduğu kraterlerin arasında bir düzlük. Buradan birkaç milyon yaşındaki bu kraterleri görebilir, düzlüğün üzerinde, anlatmaya edebi potansiyelimin yetmeyeceği güzellikteki dev kayaları ziyaret edebilirsiniz.

Tenerife gezimizi altın aydan uzun bir süre öncesinde planlamıştık. volkano-manyak kişiliğim yüzünden, Teide'nin tepesine nasıl çıkılır, ne görülür, en ince detayına kadar araştırmıştım. Ancak ne kadar dikkatli olursanız olun, demek kötü şansa da bir şans tanımak gerekiyormuş.

Park yönetimi, volkanın zirvesine çıkan teleferiği bakıma almış, tüm ziyaretler durdurulmuştu.

Bu dünyada kırk dokuz yıl yaşamış biri olarak bu haber benim hayallerimi yıkmadı tabii ama üzülmedim desem de yalan olur. Eğer bu bakımın olacağını İnternet sayfalarında belirtselerdi, Tenerife'e sadece bir hafta sonra gelerek, volkanın zirvesine çıkabilirdik.

Canımız sağolsun. Tough Luck (Taf Lak/Kötü Şans), Shit Happens (Şit heppınz/Hayatta zaman zaman istenmeyen şeyler yaşanabilir) :)

Çalışmayan teleferiği arkamızda bırakarak adanın kuzeyine doğru yavaş yavaş koca dağ sırasını tırmanmaya başladık. Bu yol boyunca eğer kendi arabamızla gelmiş olsaydık, resim çekmek için her yüz metrede bir durmak zorunda kalırdık.

Bölgenin her noktası ayrı bir ilginç, ayrı bir güzel. Kan kırmızısından, kükürt sarısına kadar etrafta her renkte kaya ve bitki görebiliyorsunuz. Kayalar ise sanki bir heykeltraşın elinden çıkmış gibi, öbek öbek, her biri farklı bir biçime sahip.

Tırmanışı bitirip, dağdan aşağı inmeye başladığımızda ise eşne az bulunur bir fenomenle karşılaştık.

Biz dağın tepesinde, iki bin küsür metre yükseklikteyken güneş gök yüzünde pırıl pırıldı ve üzerimizde bir tek bulut bile yoktu.

Altımız, kalın, yoğun bir bulut tabakasıyla kaplıydı
Ancak altımız, kalın, yoğun bir bulut tabakasıyla kaplıydı.

Sanki aşağı atlasanız, bir pamuk yığınının üzerine düşeceksiniz.

Bu tabakanın üzerinde kalan tepelerin arasındaki bulutlar da bulut değil, sanki deniz gibi duruyor, kart postallarda görmeye alıştığımız türde bir sahil manzarası oluşturuyorlardı.

Adanın kuzeyi, hem Teide volkanının, hem de sahilinden geçen okyanus akıntısının nedeniyle güneydekinden çok farklıydı. Otelimizin de bulunduğu güney sahili, çöl benzeri arazi yapısı ve kuru, güneşli havasıyla Kuzey Afrika'yı, otobüsle ilerlediğimiz kuzey bölgesi ise kapalı, bulutlu havası ve yemyeşil bitki örtüsüyle daha ziyade tropikleri andırıyordu.

Rehberin dayısının işlettiğini tahmin ettiğim bir cafe'de yirmi dakika durduk. Ne bir manzara, ne de gidilebilecek ikinci bir cafe yada restoran vardı. İçecek olarak da sadece fahiş fiyatlara satılan portakal suyu ve Barraquito (Barrakito) isimli yerel bir kahve bulunuyordu.

Rehber daha otobüste bu yerel kahveyi piyazlamaya başlamıştı. İçine rom benzeri yine yerel bir likör, limon kabuğu, tarçın, davul tozu ve yerel minare gölgesi konuyormuş.

Saatlerdir otobüsteyiz. Rehberin dayısı da olsa ne yapalım, içeceğiz birşeyler. Aklımda zaten kahve vardı, bir de bu orijinal kahveyi duyunca daha da bir canım istedi.

İnip sıraya girdik. İlk üç beş kişi kahvesini aldı, sıra bize geldiğinde adam "Kahve yok." dedi.

"Nasıl yok?" diye sorunca, "Yok işte, portakal suyu iç." diye bir de tersledi. Ee, önemli olan vergiyi vermemiz tabii. Karşılığında canınız kahve istemiş, gazoz istemiş, adamın umurunda değil.

"İçmiyorum lan!" diye inat ettim. İçmedim de. İçmem de. :)

Yeniden otobüse bindik ve adanın kuzeyindeki ilk durağımıza ulaştık.

Icod de los Vinos
Icod de los Vinos (İkod de los Vinos) isimli bu köye ilk girdiğimizde, Avrupa'da mı, Afrika'da mı, yoksa Orta Amerika'da mı olduğumuza karar veremedim. Bir Avrupa ülkesi olan İspanya'nın Afrika sahillerindeki toprağı olan Kanarya Adaları'nın, koloni devrinden bu güne hiç değişmemiş bir köyünde bulunduğumuz gerçeği malumunuz biraz karmaşık ve özümlenmesi zor.

Ama işin aslı da böyle. Bir-iki katlı, sarı, kırmızı, mavi, mor yapıları, yemyeşil tropik ağaçların çevrelediği taş yolları, tam ortasındaki parkı ve bembeyaz kilisesi ile bu köy, Orta Amerika'nın kolonileştirildiği dönemin bir dekoru sanki. Benzeri bir köyü Uruguay'da ziyaret etmiştim. Zaten köyün adı da Kolonia idi.

Icod de los Vinos'un merkezinde bulunan bu bir kaç yüz yaşındaki beyaz kilisenin ismi San Marcos (San Markos). Çok güzel, çok cazibeli bir kilise ancak bu kilisenin arka bahçesinde bulunan bir ağaç hem Icod de los Vinos'un simgesi, hem de bu köye gelen ziyaretçilerin ilk durağı.

El Drago Milenario
Bu ağacın ismi El Drago Milenario, anlamı Bin Yıllık Ejder ağacı.

Uzunca bir süre, hem yerliler, hem de ziyaretçiler bu Drago (Ejder) türü ağacın bin yıldan daha yaşlı olduğuna inanmışlar. İşin güzeli, bu tür ağaç, diğer ağaçlar gibi yaşlandıkça gövdesine halkalar eklemediğinden, tam yaşını saptamak olası olmamıştı.

Yeni ölçümler bu ağacın yaşını bin yıllar değil, yüz yıllar seviyesine çekmiş. Bizim rehbere göre ağacın gerçek yaşı yedi yüz imiş, ancak bu adamın söylediklerine inanmadan, yıldırım düşen ağaç hikayesini hatırlamakta fayda var. :)

İnternet deki kaynaklar da bu ağacın yaşını yüz yıllar aralığında koymuş. Rehberin abarttığı gibi yedi yüz olmasa da, ortalama bir rakam olan beş yüz yılı alsak bile, bu çok uzun bir zaman olacaktır.

Bu ağaç çok özel, çok ilginç ve mutlaka görülmesi gerekli bir gezi kalemi arkadaşlar. Zaten UNESCO da ağacı (gülmeyelim lütfen) dünya mirası listesine almış.

Kilise ve ağaçın bulunduğu parkta daha birçok farklı ve Tenerife'e özgü bitki türleri var. Özellikle yine asırlık incir ağaçları çok ilginç.

Her yerde olduğu gibi, bu parkda da bol bol ıvır-zıvır, incik-boncuk satan dükkanlar var (Bu noktada karım Türkçe konuşmadığı için mutluyum).

Ancak Icod de los Vinos'un en önemli özelliğini en sona sakladım.

Köy, volkanik tepelerin ortasındaki bir vadide konumlanmış. Bu vadinin en önemli tarımsal ürünü ise üzüm. Üzüm demek, şarap demek olduğundan, bu köyü adanın şarap merkezi şeklinde tanımlamak yanlış olmayacaktır.

Ve yanlış olmadı tabii ki.

Yerel şarap, likör ve peynirler
Şarap, hem de olabildiğince kalitelisi. Yine yerel, kuvvetli bir keçi peyniriyle inanılmaz bir tat. Biri muz, diğeri portakal, iki yerel likörü de tatma fırsatı bulduk. Tatları fena değil ama çok da özel sayılmazlar bence.

Yeniden otobüse bindik ve Hit The Road Jack...

Bu kez hedef Garachico köyü.

Bu köyü iki ressam, iki şair, iki de ozan kiralasanız, hepsinin toplam sanatının eşliğinde bile hayal edemezsiniz.

O kadar güzel, o kadar cazibeli bir köy bu, sanki sulu boya resim gibi.

Bütün yapılar tarz olarak yine koloni devrinden, ancak çok daha canlı, çok daha korunmuş, hatta olasılıkla yeniden yapılmış. Çünkü burası1700'lerde bir volkan faaliyeti sonunda lavlara maruz kalıp çok fazla zarar görmüş.

Garachico
Soğuyan lavlar sahilde yine olasılıkla sadece burada görülebilecek banyo küveti biçiminde kaya formasyonları oluşturmuş. Deniz bu volkanik kalıntıları doldurmuş ve adalıların "Doğal Yüzme Havuzları" dediği parça parça minik gölleri oluşturmuş. Simsiyah kayaların içindeki lacivert deniz çok ilginç bir manzara sunuyor görenlere.

Bu kayalıkların hemen içerisinde ise minicik bir kale var. Burçlarıyla, mazgallarıyla aynı bir korsan yada anti-korsan kalesi. İnsanın hafızasına bir kere kazınıp, bir daha çıkmayacak bir güzellik.

Ve hemen arkada, sahil boyunca dizili iki yada üç katlı, çoğu beyaz, aralarında da rengarenk evler.

Bu evlerden herbiri ayrı bir fotoğraf karesi. Yanlarından geçerken, sanki içlerinden birer korsan fırlayacakmış gibi geliyor insana.

Garachico Sahili
Giriş katları ya cafe, ya taverna, ya da mağaza, ancak ne olduklarını anlamak için çoğunlukla içlerine girmeniz yada yanlarına yaklaşmanız gerekiyor. Öyle neonlar, tabelalar, müzik falan yok.

Jelena'yla bu mağazaların birisine girdik (Jelena sonrasında hepsine girdi tabii). Bütün mağaza yeni çağ unsurlarıyla dekore edilmiş. Kıyafetleri 15-16. yüzyıldan olan kadın ve erkek mankenler koymuşlar. Tam ortada, içi deniz kabuğu dahil sattıkları mallarla dolu koca bir sandal var. Tepede bir balık ağı, korsan tabancası, top, kılıç, okısaca dönemden aklınıza ne gelirse yani. Sanki mağaza değil de bir filim seti.

Başka bir mağazadan Jelena kendine yerel bir elbise aldı. Sonrasında o geri kalan mağazaların envanterini yaparken ben de küçük bir botanik bahçesini gezdim.

Bu köy yine adanın yeryüzündeki cennet noktalarından biri.

Jelena Barraquito içiyor
İşimiz bitince sahildeki cafe'lerden birine oturduk ve rehberin dayısının dükkanında içemediğimiz Barraquito isimli yerel kahveyi sipariş ettik.

Bu Tenerife'e özel kahve, kat kat ve birbirine karışmamış, kahve, tatlı bir yerel likör olan Licor Cuarenta y tres (Likor Kuarenta i trez), yani Kırküç Likörü, süt, krema, limon kabuğu ve tarçın dan yapılıyor. "Çok güzel" tanımlamasını tekrar ede ede sulandırdığımın farkındayım ama kusuruma bakmayın, başka şekilde ifade etmem olanaksız. Bu kahvenin tadı "çok güzel".

Otobüs eğer beni almadan gitseydi, ben hayatımın geri kalanını sorunsuz olarak bu köyde geçirebilirdim.

Ne yazık ki otobüs köyden ayrıldığında hem zevcem, hem de ben içindeydik. Rehberimiz, yine felaket aksanıyla bir sonraki hedefimizi "Masca" şeklinde anons etti, ve ekledi, "Masca is a village, in the middle of nowhere (Maska iz e vilic in dı midıl ov noueer)".

"In the middle of nowhere" İngilizce bir deyim, bir yerin uzakta, ıssız, alakasız bir yerde demek.

Masca
Masca toplam nüfusu yetmiş altı kişi olan, minicik, ve gerçekten de in the middle of nowhere bir köy.

Bu köy güzel, şirin falan ama asıl önemi korsanlarla ilgisi.

Masca ne bir sahil köyü, ne de öyle Karayip Korsanları benzeri, define saklamaya uygun, mağaraları, kumsalları olan bir yer. Dağların, tepelerin arasında, otobüsle bile ulaşılması çok zor bir yerleşim merkezi. Hangi akıllı korsan yaşar ki burada diye düşündüm. Olsa olsa Moron John Silver...

Rehberimiz olaya açıklık getirdi.

Amerika ile ticaret rotasının göbeğinde bulunan kanarya adaları gerçekten korsanların cirit attığı bir bölgeymiş. Korsanlar genelde Amerika'dan altın ve değerli diğer taşları getiren gemilere saldırıyorlarmış. Gemileri yağmaladıktan sonra, ganimetlerini saklamak için Tenerife ve diğer adalarda bol bol bulunan volkanik mağaraları kullanıyorlarmış. Bu mağaralar aynı zamanda korunması da kolay yerler olduğundan korsanların popüler inleri olmuşlar.

İşte bu mağaralara gidip bir süre saklanırken, yolda Masca'da durup erzak alıyorlarmış.

Köye girince zaten hemen korsan korsan oluyorsunuz. Eski beyaz evler, önlerindeki şarap fıçıları ve direklerle, çok güzel bir hava yaratmışlar.

Masca'nın bitki örtüsü de çok güzel. İki renkli palmiyeleri, kıpkırmızı çiçekleri, koca incir ağaçlarıyla insana inanılmaz bir haz veriyor.

İki Barraquito daha söyledik. Bu kahve cidden mükemmel bir içecek.

Artık dönüş zamanı gelmişti. Otobüs Masca'dan çıkıp yine dağı tırmanmaya başladı. Burada yol öyle dar ve virajlıydı ki otobüs virajların çoğunu tek hamlede alamıyordu. Yarısına kadar gidip, geri vitese takıp, kıçını topluyor, ancak ikinci hamlede dönüşü tamamlayabiliyordu.

Jelena hem korkudan, hem de araba tutmasından arka koltuğa uzanıp gözlerini kapadı. Bir yarım saat sonra tırmanış ve iniş bitmiş, adanın çöl benzeri güney tarafında ilerliyorduk. Yolda muz bahçeleri ve seraları gördük. Muz Kanarya Adalarında çok popüler bir tarım ürünü. Açık tarımda yılda bir, seralarda ise iki yılda üç kez ürün alabiliyorlarmış.

Kanarya adalarına çok yağmur yağmıyor, ancak dört bin metredeki Teide volkanına bol bol kar düşüyor. Bu karlar ise tüm ada halkının yıllık gereksiniminin bir buçuk katı kadar suyu depolayan yeraltı kaynaklarını besliyor.

Bir milyon nüfuslu ada halkı için yeteri kadar su olsa da, her yıl gelen altı milyon turiste su yetmiyor tabii. Tenerife sakinleri de tatil bölgelerinin su ihtiyacını deniz suyunu arıtarak karşılıyor. Tenerife'de iki su arıtma tesisi var. Biri asıl, diğeri yedek. Yani gelirseniz, susuzluktan korkmanıza gerek yok.

Otele döndüğümüzde mutluyduk. Rehber yalancı olsa da gördüğümüz yerler gerçekten hafızamızdan çıkmayacak kadar etkileyiciydi.

Ertesi gün ise hedefimiz dünyanın gelmiş geçmiş en büyük uçak kazasının yaşandığı, eski adıyla Los Rodeos, yeni adıyla Kuzey Tenerife havaalanı oldu. Benim için çok etkilendiğim, başkası için de haklı gerekçelerle anlamsız olabilecek bu ziyaretin ardından Kanarya Adalarının iki başkentinden Tenerife'de bulunan Santa Cruz de Tenerife kentine geçtik.

Santa Cruz
Santa Cruz, öyle kötü bir yer değil tabii, ancak adanın geri kalanında gördüğümüz güzellik sonrasında açıkçası beni etkilemedi. Hafif modern, temiz, düzenli bir yer ama herhangi bir kimsenin burayı ziyaret etmesi için geçerli bir sebep göremiyorum.

İddialı bir karnavalları varmış, bir de alış veriş için iyi diyorlar. Ben söylemiş olayım da, gider de beğenmezseniz bana kızmayın.

İlerleyen günlerde otelin hemen yanındaki minik bir balıkçı köyü olan Los Abrigos'a gittik. Çok güzel bir iki saat geçirdik. Siyah kumlu bir kumsalı, yine kapkara volkanik kayaların arasında bir limanı ve çok cazibeli yürüyüş yolları var.

Tenerife adası, başta da dediğim gibi, yeryüzünde cennetin güzelliğine yaklaşabileceğiniz sayılı yerlerden biri. Bence her insan yaşamında burayı bir kez görmeli.

Los Abrigos
Ancak beklentilerinizi ayarlamanızda fayda var.

Tenerife volkanik bir ada. Öyle kumlu plajları yok. Suni olarak şurada, burada kum bulabilseniz de plajların fıtratında kum yok, bilesiniz.

İkincisi, okyanusun ortasında olacağınızı hatırlayın. Hava beş dakikada pırıl pırıl bir güneşten fırtınaya, masmavi gökyüzünden kapkara bulutlara dönüşebiliyor. Bir de rüzgar. Kilonuz düşükse, mutlaka çantanıza biraz ağırlık koyun, yoksa uçar gidersiniz. Bu rüzgarlar sörf için çok iyi bu arada.

Lafın kısası, eğer, sıcak güneş, kumlar, sakin deniz ve güzel yemek önceliğinizse Antalya'ya gidin, zaten iklim, deniz ve kum olarak Ege ve Akdeniz'in güzelliğini dünyada geçebilecek başka bir yer yok.

Ancak, aktif bir volkanın gölgesinde, yeni çağın başlangıcına gidebilecek kadar maceracı tarafınız varsa Vamos! Tenerife kaçırılacak bir yer değil.

Herkese sevgiler...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...