6 Ocak 2019 Pazar

EOS R - 1

Metalik gri-beyaz bir gövdesi vardı. El ve parmakların dokunduğu noktaları kaymayı önleyen tırtıklı plastik bir dokuyla kaplanmıştı.

Eski, birinci jenerasyon denen, hiç bir özelliği olmayan alelade bir fotoğraf makinesi (kısaca kamera) idi.

Babam doğduğum günden on altı yaşıma kadar bu kamerayla binlerce fotoğrafımı çekmişti. Kim bilir nerededir şimdi. Neler vermezdim onu bulabilmek için.

Bu kameranın üzerinde sabit bir objektif (kısaca lens) vardı. Yani bu lensi çıkarıp, farklı birini takmak olanaklı değildi. Üzerinde başkaca hiç bir özellik yoktu.

Sevgili babam daha ben beş yaşımdayken bu kameranın kullanımını bana öğretmeye başlamıştı.

Doğru düzgün bir fotoğraf çekebilmek için önce kaç "DIN" film kullandığınızı bilmek zorundaydınız. DIN o zamanki siyah-beyaz filmlerin bir özelliğiydi ve filmin ışığa duyarlılığının bir ölçüsüydü. Yüksek DIN'li filmler, ışığa daha fazla duyarlıydı ve ışığın az olduğu koşullarda işe yarıyordu. Düşük DIN'li filmler ise sözde daha kaliteli sonuç veriyordu.

O günlerde ekonomide İthal İkamesi denilen bir politika uygulanıyordu. Yani bir mal eğer ülkede üretiliyorsa ithali yasaktı. Sivri akıllının biri fotoğrafların basıldığı kağıtları üretiyorum diye lisans almıştı. Bundan dolayı uzun bir süre boyunca baskı kağıdı ithal edilemedi. Dolayısıyla da kullandığınız filmin DIN değeri ne olursa olsun, bu yerli kağıtlara basıldığında fotoğrafların kalitesi her zaman çok kötü oluyordu.

Babam bu eski kamerayı kullandığında, yanında hep iki sayfalık bir tablo taşırdı. O çocuk aklıma girsin diye ekstremleri ayırıp, bir özetini benim için hazırlamış, kameranın çantasına koymuştu.

Bana hazırladığı sayfanın bir yüzü küçük, diğer yüzü de yüksek DIN'li filmler için makinenin ayarlarını içeriyordu. Bu iki tabloda, ortamın ışık düzeyine, yani güneşli, bulutlu, gece ve suni ışıklı - yani kapalı ortamda olmasına göre makinenin alacağı diyafram ve enstantane değerleri yazılıydı.

Diyafram, lensin ne kadar açılıp ışık alacağı, enstantane de lensin ne kadar süre açık kalacağını gösteren değerlerdi.

Bu günlerde diyafram açıklığına 'apperture', enstantane'ye de 'shutter speed' diyoruz. Çok isterseniz DIN eşleneği değerin bu günkü ismi ise 'ISO'. ISO, biraz yine eski günlerdeki ASA'nın dengi. Bu üç değer fotoğrafın parlaklığını belirler.

Örneğin güneşli bir günde durağan bir nesnenin fotoğrafını 21 DIN'lik bir film kullanarak çekmek için diyaframı 11'e, enstantaneyi de 400'e getirmek gerekiyordu (bu değerler afaki tabi, üzerlerinde asıl değerlerin bulunduğu, sevgili babamın bana yaptığı özet tablolar kamera ile kayboldu). Bu günkü aklımla diyafram 11'in f/11, enstantane 400'ün de 1/400 saniye olduğunu anlıyorum elbette.

Neyse. O günlerde bir fotoğraf çekerken önce filmin DIN değerine göre uygun sayfayı çeker, sonra kafayı kaldırıp havaya bakar ve güneşli, bulutlu, kapalı falan olmasına göre tablonun uygun satırını seçer, hareketin olup olmadığına göre de uygun sütunu bulup aşağı yukarı doğru diyafram ve enstantane değerlerini lensin üzerindeki halkaları çevirerek belirlerdim.

O zaman hem film, hem de kağıt delicesine pahalıydı. Deklanşöre bir kere basmadan önce bu kadar ilim yapmak gerçekten de gerekliydi.

Beş yaşımda rakamları okuyabiliyor olsam da (hıyarlık olsun diye söylemiyorum, doğrusu bu), elbette ki bunların anlamını bilmiyordum. Anlamlarını hep çok sonradan öğrendim, ancak bu tablolar sayesinde makineyi biraz da şansla doğru ayarlayabiliyordum.

Ne var ki yukardaki ayarların üstüne, fotoğrafı çekmeden belirlemem gerekli başka bir değer daha vardı ki, onu doğru olarak çok nadir tutturabiliyordum. Bu değer fotoğrafını çektiğim nesnenin uzaklığıydı ve bu uzaklığı doğru olarak belirleyemediğim zamanlar resim hep flu çıkıyordu. Bu uzaklık ayarı, yani odaklama yukardaki üç değer gibi fotoğrafın parlaklığını değil, netliğini etkiliyordu.

Burada babamın yardım edebileceği çok fazla şey de yoktu. Ya elime metreyi alıp, uzaklığı ölçecektim, ya da deneyimlerime dayanarak bir tahminde bulunacaktım.

Bacak kadar çocuğun deneyimi ne olur, siz düşünün. Bu yüzden uzun bir süre hep burası kaç metredir diye eğer yanımdaysa sevgili babama sormuştum.

Herneyse, üç aşağı, beş yukarı bu değerleri makineye girip, deklanşöre bastığımda sonuç uzun bir süre boyunca bir muamma olarak kalıyordu. Çekilen fotoğrafları görebilmek için önce film rulosunu tamamen çekip, bitirmek, sonra filmi banyoya göndermek, daha sonra da kağıda bastırmak gerekiyordu. Böylece ancak, bazen aradan aylar geçtikten sonra, çekilen resmi iyi mi, kötü mü kağıt üzerinde görebiliyordum.

Ve ancak flu resmi gördüğünüzde "Lan, demek uzaklık bir metreden fazlaymış" diye dövünüyordum.

Halbuki ne güzel olurdu çektiğim resmin nasıl çıkacağını daha resmî çekmeden önce görebilseydim ve ona göre ayarları değiştirip doğru değerleri kameraya girebilseydim? Daha da fazlası, keşke kamera ışığın falan ne kadar olduğuna bakıp, bu ayarları kendisi yapabilseydi...

Resmin parlaklığındaki küçük sorunlar banyo ve basım esnasında giderilebilse de, netlikte bir problem olduğunda fotoğraf işe yaramaz hale geliyordu. Kamera üreticileri önceliği ilkin bu netlik, yani fotoğrafı çekilen nesne ile kamera arasındaki uzaklığın belirlenmesine verdiler.

Babamın eski kamerasında fotoğraf karesi, gözünüzü dayayınca gördüğünüz dikdörtgen bir vizörle ayarlanabiliyordu. Bu vizörün kameranın lensi ile hiç bir bağlantısı yoktu. Sadece deklanşöre bastığınızda lensin göreceği alanı üç aşağı, beş yukarı tahmin ederek gösteriyordu. Lensin kapağı kapalı bile olsa, bu vizörden bir şeyler görmek mümkündü.

Gözünüzü dayadığınız bu vizörlere viewfinder, yani görüntü bulucu derler. Viewfinder'lar görüntünün sınırlarını belirlese de, fotoğrafın parlaklığı ya da netliği hakkında hiç bir fikir vermezler. Bunlara baktığınızda görüntü her zaman net, parlaklık da gözünüzün normalde gördüğü parlaklıktır.

En azından fotoğrafı çekmeden netlik nasıl, onu fotoğrafçıya gösterelim diyen kamera tasarımcıları, daha ta o eskilerde iki lensli kameralar yaptılar. Bu lenslerden ilki görüntüyü filmin üzerine odaklayan, yani fotoğrafı çeken lens, ikincisi de bel hizasından, kameranın üzerinden görüntüyü viewfinder'a, yani fotoğrafçıya gösteren lensti. Her iki lensin de odak uzaklığı aynıydı ve uzaklık bilgisi girildiğinde her iki lens de aynı şekilde odaklama yapıyordu. Böyle kameralara Twin Lens Reflex kamera dediler. Twin ikiz demek, kullanılan çift lense bir referans. Reflex ise normalde ileri bakan lensin arkasına konulan kırk beş derecelik bir ayna sayesinde görüntüyü yukardan bakan fotoğrafçıya yönelten ayna yüzünden verilmiş bir isim. Bu reflex sözcüğü ileride de önemli olacak.

Kameraların en pahalı parçaları olan lens sayısını ikiye katlamak çok ekonomik olmuyordu. İşin içine bir de odak uzaklığı değişebilen zoom lensler girdiğinde, aynı mekaniğin ikinci lense de eklenmesi gerekiyordu ki, bu hiç de pratik değildi. O yüzden Twin Lens Reflex kameralar çok uzun ömürlü olmadılar.

Sonraları Rangefinder, yani menzil bulucu isimli bir sistem gelişti. İki ayrı görüntünün üst üste geldiği noktanın uzaklığını bulmaya yarayan bu yöntem, yine filmin gördüğü lensten bağımsız çalışıyordu. İlk başlarda rangefinder'ların bulduğu uzaklığı okuyup, kameranın lensini bu değerlere ayarlamak gerekiyordu. Bu sistem zamanla gelişse de hiçbir zaman fotoğrafçıların arzuladığı hıza ve esnekliğe ulaşamadı.

Gerek TLR, gerekse de Rangefinder kameralar fotoğrafçıya uygun ayar yapmak için yardım etseler de, yaptıkları fotoğrafın neye benzeyeceği sadece bir tahmindi ve çekilen resimler viewfinder'da görünenden çok farklı çıkabiliyordu.

Netlik için fotoğraf karesine film ile aynı lensten bakmak gerekiyordu.

Bunun için tam bir Zihni Sinir sistemi tasarladılar. Kamera normal halinde beklerken, bir perde ile filmi kapıyor, lensten gelen ışık, kırk beş derecelik bir ayna ile önce yukarı, ve viewfinder seviyesine geldiğinde de başka bir ayna, ya da prizma ile tekrar yatay konuma kırılıp, fotoğrafçının gözüne ulaşıyordu. Fotoğrafçı da resmini çekeceği nesnenin görüntüsü netleşene kadar uzaklık halkasını sağa sola çevirip, fotoğrafı çekiyordu.

Böyle kameralara Single Reflex Camera dediler. Single tek demek ve sadece bir lens kullanılmasından dolayı bu ismi almış.

Bu sistemin karmaşıklığı fotoğrafı çekerken ilk aynanın yukarı doğru katlanıp, filmin önünden çekilmesi, perdenin açılıp, filmin görüntüyle karşılaşması, sonra da perdenin kapanıp, aynanın geri aşağı doğru açılmasının gerekmesinden kaynaklanıyordu.

Neredeyse araba şanzımanı gibi karmaşık bir mekanizmadır bu arkadaşlar. O yüzden Single Lens Reflex, kısaca SLR, bir kamera ile fotoğraf çektiğinizde klak, şırak, tırak şeklinde canhıraş sesler duyarsınız.

Yine de çok başarılı bir sistemdir bu. Günümüzde tam gaz bir çok kamerada kullanılmaktadır.

Geriye dönersek, yine başka bir akıllı niye fotoğrafçı bir nesnenin görüntüsü netleşene kadar uzaklık halkasını çevirsin, bunu kamera otomatik olarak yapamaz mı diye düşündü.

Elbette bu netleştirme işi otomatik hale getirilebilirdi. Burada sorun fotoğraf karesindeki hangi nesnenin netlenmesi gerektiğiydi.

Tüm kare net olsun falan diyebiliriz tabi, ancak bir fotoğrafta sadece bir düzlem net olabilir. Bu düzlemin önündeki ve gerisindeki her nesne flu görünecektir. Bu düzlemden her iki yöne doğru uzaklaştıkça fluluk da artacaktır.

Bunu biraz açıklayalım.

Kameranın lensine bir metre uzaklıkta bir vazo koyalım. Lensin uzaklığını bir metreye ayarladığımızda bu vazo net olarak çıkacaktır. Şimdi bunun hemen yanına bir vazo daha koyalım. Bu ikinci vazonun da lense uzaklığı bir metre olduğundan o da fotoğrafta birincisi kadar net çıkacaktır.

Şimdi ikinci vazoyu birincinin yanından alıp, bir metre kadar arkasına koyalım. Bu haliyle ikinci vazonun lense uzaklığı iki metreye çıkacaktır. Lens bir metreye ayarlı olduğu için birinci vazo net, ikincisi flu çıkacaktır.

İşte netliği otomatik hale getirmenin inceliği burada karşımıza çıkıyor. Kamera hangi vazoyu netlesin, başka bir değişle uzaklığı bir metreye mi, iki metreye mi ayarlasın?

Bu sorunun doğru cevabı fotoğrafçıdadır sevgili arkadaşlar. Kamera doğrudan bunu bilemez.

Tasarımcılar bu nedenle viewfinder'ın ortasına küçük bir kare koydular. Makine bu karenin altında ne varsa uzaklığı, dolayısıyla netliği ona göre ayarlıyordu. Örneğimizde fotoğrafçı vazoların hangisini netlemek istiyorsa kamerayı yavaşça çevirip, o vazoyu viewfinder üzerindeki karenin altına getiriyor, deklanşöre yarım basarak odaklamayı tamamlıyordu. İsterse de resmi çekmeden kamerayı tekrar hareket ettirip, mesela odaklandığı vazoyu fotoğrafın ortasına değil de bir kenarına alabiliyordu.

Sonradan bu karelerin sayısını artırdılar. Fotoğrafçı kamerayı hareket ettirmeden fotoğrafın değişik noktalarına odaklanabiliyordu.

Bu sisteme Auto-Focus ismini verdiler. Auto-Focus sistemi günümüzde o kadar çok gelişti ki hareket eden nesneleri hatta yürüyen bir insanın gözlerini fotoğraf çekilene kadar izleyebiliyor.

Fotoğrafın netliği bu şekilde halledilse de parlaklığı ayarlamak o kadar kolay olmamıştı.

Öncelikle kullanılan filmin karakteristiği, banyo edenin ve karta basanın tercihleri fotoğrafın parlaklığını ve renkli fotoğraflardaki renk dengesini önemli ölçüde değiştiriyordu. Kameranın fotoğrafı çekerkenki tercihleri sonuçta ortaya çıkacak resmin her özelliğini belirlemeye yetmiyordu.

Ta ki dijital sensörler filmlerin yerini alana kadar.

Dijital sensörler banyo ve baskı işini ortadan kaldırmışlardı. Bu kameraların oluşturduğu dijital fotoğrafları sonradan rötuşlamak mümkün olsa da sürecin yeteri kadar büyük bir bölümü kamerada geçtiği için parlaklık ayarlarını otomatikleştirmek de olanaklı olmuştu.

Filmin ışığa duyarlılığının yerini sensörlerin ışığa duyarlılığı almıştı. Kameranın üreticisi içine koyduğu sensörün ne olduğunu bildiğinden bu duyarlılığın ölçüsünü de biliyordu. Fazlası, bu duyarlılık sensör üzerinde farklı DIN/ASA değerlerinde film kullanıyormuş gibi ayarlanabiliyordu.

SLR kameralara kadar doğru parlaklığın otomatik olarak ayarlanması bakımından çok fazla bir ilerleme olmadı. Point And Shoot dedikleri, her ayarın otomatik olduğu kameralar olağan koşullarda doğru parlaklığı ayarlayabiliyorlardı ancak kontrastın çok yüksek olduğu, örneğin karlı bir alandaki koyu kahverengi bir kulübenin fotoğrafı çekildiğinde sonuçlar çok iyi olamayabiliyordu.

SLR kameralar parlaklık ayarlarını yani apperture, shutter speed ve ISO değerlerini detaylı olarak hesaplamaya başladılar. Ancak bunlar da tahmini değerlerdi ve ortaya çıkan fotoğraf her zaman beklendiği gibi olmuyordu.

Dijital sensörler sayesinde sonuç fotoğrafın neye benzeyeceğini daha resmi çekmeden görmek olanaklı bir hale gelmişti. Bir çok dijital kamera, arkalarında ufak bir ekranla piyasaya çıktı ve bu ekranı izleyerek istenilen noktada bir kare resmi çekmek mümkün oldu.

Ancak bu ekranlar viewfinder'ların yerini alamadı.

Öncelikle güneşli havalarda bu ekranların üzerinde bir detay görmek olanaksızdı.

İkinci olsa da, belki de birincisinden daha önemli olarak, bu ekranların üzerinde Auto-Focus çok, çok yavaş çalışıyordu. Odaklanma tamamlanana kadar sahne değişiyor, fotoğrafı kaçırıyordunuz.

Bu nedenle gerçekten çok uzunca bir süre SLR tarzı, optik şanzımanlı viewfinder ve arkalarında dijital ekranlı hibrid kameralar fotoğrafçıların tercihi oldu. Optik viewfinder'larla güneşli günlerde bile kusursuz bir biçimde detayları görüyor, gerçekten hızlı biçimde Auto-Focus yapabiliyordunuz. Resmin parlaklığı da çoğunlukla işe yarar bir biçimde hesaplansa da, profesyonel fotoğrafçılar viewfinder ile fotoğrafı çektikten sonra kamerayı göz hizasından aşağı indirip, arka ekrandan parlaklığını kontrol edebiliyorlardı. Bu o kadar yaygın bir refleks haline dönüştü ki bir ismi bile oldu.

Chimping!

Chimp şempanze demektir. Gerçekten de her defasında çıtır resmi çekip, hop diya ekrandan izleyen fotoğrafçılar bir maymunu andırır. Rivayete göre baktıktan sonra resmi beğenip, bir şempanze gibi uh, uh diye sesler de çıkarırlarmış 🙂

Güneşli günlerde pek işe yaramasa da, özellikle kameralarını tanıyıp, değişik ışık şartlarına reaksiyonlarını bilen fotoğrafçılar uzun bir süre viewfinder+chimping ile idare ettiler.

Bu iki fonksiyonu birleştirmek, yani arkadaki ekranı viewfinder'a taşımak uzun süredir tasarımcıların aklındaydı. Yani lensten gelen görüntüyü optik olarak viewfinder'a aktarmaktansa sensörün gördüğü ve gerçek fotoğrafı oluşturacak görüntüyü küçük bir ekranla televizyon misali fotoğrafçıya göstermek, bir de odaklanma hızını kabul edilebilir düzeylere çıkarılabilirse, bütün geri kalan sorunları çözecekti.

İlk elektronik viewfinder'lar kalite olarak çok kötüydü. Optik viewfinder'lar kadar detaylı değillerdi. Kamerayı hareket ettirdiğinizde eski siyah beyaz televizyonlardaki gibi görüntü atlıyor, resmi çekilen son görüntü viewfinder'da görünenle aynı olmuyordu. Auto-Focus'u ise sormayın bile. Gelin ile damat imzalarken deklanşöre bastığınızda kamera odaklanana kadar çift balayılarına çıkmış oluyorlardı.

Ancak elektronik viewfinder'lar kaçınılmaz gelecekti. Artık kimse içlerindeki şanzıman yüzünden kocaman boyutlara büyümüş, eşek cesedi gibi ağır SLR kameraları taşımak istemiyordu. Aynayı katlayan sonra da açan bu mekanik düzen hem maliyetliydi, hem de bozulma riskini artırıyordu.

Her şey gibi elektronik viewfinder’lar da gelişti. Mühendislik sorunları çözüldü ve ortaya çıkan bu mini ekranlar optik viewfinder'lar kadar net ve kesintisiz görüntü vermeye başladılar.

Başta Canon firması, Auto-Focus yavaşlığına da çare buldular ve yeni nesil elektronik viewfinder’lı kameralar piyasaya çıktı.

Ben de Canon'un ilk full-frame dedikleri, sensörü 35 mm'lik filmlerin boyundaki EOS R isimli bu kamerasını satın aldım.

Bu kamerayla sevgili kızımızla gittiğimiz Disneyland'de bir hafta geçirdim. Bol bol resim çektim ve iyi sayılabilecek bir deneyim elde ettim.

Önümüzdeki günler boyunca bunları sizle paylaşacağım.

Sevgi ile kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...