31 Aralık 2016 Cumartesi

Yeni Yıl

Sevgili arkadaşlar, yeni yıla çok özel bir yerde giriyoruz. Burada insanlar mutlu, çocuklar mutlu.

Çünkü burada mutlu olmak ayıp değil.

Etrafta neşeli şarkılar çalıyor, herkes gülümsüyor, insanlar tanımadıkları binlerce insana mutlu yıllar diliyor. Ülkesi, dini, rengi ne olursa olsun.

Çocuklar bu dünyada sevgi ile büyüyor.

Bu dünyada çocukların önüne idam ipi atan, ana okulu yaşında onları tankların önüne yatırıp namaza durduran, Noel babaları meydanlarda kovalayıp, sonra kafalarına silah dayayan, şişme Noel babaları sünnet edip bıçaklayan, kadına gülmeyi yasaklayan ruh hastaları yok.

İnsanların ağızından köpük çıkararak ölüm, şiddet kusmadığı, insanların hayatlarını güzelleştirmeye çalıştığı bir dünya var.

Bunu unutmayalım, bunun için çalışalım.

Yeni yıl, mutlu olmak varken bunları düşünüp sinir yaptım, kusuruma bakmayın.

Yeni yılınız kutlu ve mutlu olsun...

27 Kasım 2016 Pazar

Sistem

Ben çözülemeyecek bir sorun olmadığına inanan biriyim. Safça, çocukça bir iyimserliğim, yapıcı diyebileceğim bir tarafım vardır.

Ancak hayatta hiçbirşeyin kendi kendine olmayacağını bilecek kadar da kaşarlandım. Arada bir şansımız tutar, kendimizin çok çaba göstermemesine rağmen bazı iyi şeylerin kendi kendine olduğunu görürüz. Hepimize olur bu.

Ne var ki, hayatımızı bu düşük olasılıkla gerçekleşebilen nadir sonuçlara bağlarsak sonunda duvara toslarız. Hile yapmayan hiçbir kumarbaz zengin olamamıştır. Kumar, tanımı gereği, kazanma olasılığının kaybetme olasılığından az olduğu bir kurulumdur. Arada bir kazansanız da, uzun vadede hep kaybedersiniz. Kör matematiğin bir sonucudur bu.

Biraz konudan konuya atlayacağım, lütfen sabredin. Sonunda toplayabileceğimi düşünüyorum.

Her sistem belli kurallar ve kısıtlar altında çalışır. Bir bankayı ele alalım. Müşteri gelir, parasını yatırır, vadesi geldiğinde sistem faizini hesaplar ve anaparayı da ekleyerek toplamı müşterisine verir (anapara ve faiz).

Herşey sistemin öngördüğü biçimde çalıştığında, ne bankanın, ne de müşterisinin fazla düşünmesine gerek kalmaz.

Ancak müşterinin vade bitmeden öldüğünü, kanuni mirasçısının da yurt dışında yaşamış, bir kaçak olduğunu, Türk kayıtlarında bir erkek olup, sonradan cinsiyet değiştirerek kadın olduğunu, başka bir erkekle evlendiğini, sonra da öldüğümü, tek mirasçının kocası olan bir erkek kaldığını varsayın.

Sistemin bu sorunu çözmesi imkansıza yakın, çok zor olacaktır. Türk kanunları olasılıkla yabancı ülkedeki cinsiyet değişikliği ardından yapılan nikahı kabul etmeyecek, olasılıkla kayıtlarında erkek olan biri için bir kadına ait ölüm belgesini geçersiz sayacaktır.

Sonunda pratik zekalı biri olaya müdahale edip pragmatik bir çözüm bulacak, sistem çoğunluğu beklenen olayların olduğu habitatında işlemeye devam edecektir.

Yukardaki olağan dışı olay sistemi biraz yavaşlatacak, biraz meşgul edecek de olsa, işleyişi süregelecektir.

Bankamızda, aynı hafta içinde, yukardaki olağan dışı olayın benzeri, bir çokluk üzerinde konuşabilelim diye, mesela beş olay daha olduğunu varsayalım.

Sistem bu beş olayı çözebilmek için elindeki kaynakların biraz daha fazlasını kullanacak, sistemin normal işleyişi için göreceli olarak daha az kaynak kalacaktır.

Olağan dışı olay sayısı daha da arttığında sistem çözüm için daha da fazla kaynak kullanacak, olağan işleyişine daha da az kaynak ayırma zorunda kalacaktır.

Olağan dışı olay sayısı belli bir kritik miktara ulaştığında ise sistem tüm kaynaklarını bu olağan dışı olayların çözümüne ayıracak, normal işleyişi için kaynak kalmayacaktır.

Bu aşamaya kaos diyoruz.

Fizikte bir karşılığı vardır bu kaos ortamının. Bir yıldız kendi yerçekimi gücünü ısısıyla durduramayacak düzeye geldiğinde ezilip küçülür, bir kara delik oluşturur. Bu kara deliğin merkezine singularity, yani tekillik derler. Tekilliğin içinde fizik kuralları işlevlerini kaybeder. Madde, enerji birbirine karışır.

Bankamıza dönersek...

Sistem kendi içinde tutarlılığını kaybedecek, deyimi yerinde ise işi gücü bırakıp bu acayipliklerin peşinde koşacaktır. Müşterilere paraları ödenemeyecek, krediler toplanamayacak, hükümet müdahale edecek, sonunda banka topu atıp kapanacaktır.

Yani sistem çökecektir.

Ne kadar akıllıca dizayn edilmiş, ne kadar sağlam gibi görünürse görünsün, her sistemin sabit bir olağan dışılıkları çözme kapasitesi vardır. Bu kapasite aşıldığında kaos kaçınılmazdır.

İşte son günlerde global seviyedeki zırvalıklar yüzünden bence dünya böyle bir kaosa girmek üzeredir.

Ve ne yazık ki, Türk milleti başta anlattığım üzere herşeyini şansa bırakmış durumdadır.

Yöneticileriyle, halkıyla, aydınıyla bu kaos ortamına çok hazırlıksız yakalanmıştır.

Hiçbir derinliği, tutarlılığı, deneyimi, öngörüsü, basireti olmayan bir hükümeti, tarihi boyunca en boş, en ukala, her şeyi bildiğini düşünen, sorgulama, muhakeme ve öğrenme yeteneğini kaybetmiş, hiçbir işe yaramayan yaygaracı bomboş bir aydın kitlesi, yine her şeyi bildiğine emin ama hiç bir şeyi bilmeyen, vizyonsuz, cahil, dar görüşlü, muhafazakar bir halkı ile bırakın kaotik bir ortamı, her şeyin normal yürüdüğü sütliman bir ortamda bile varlığını sürdürmesi olanaksız hale gelmiştir.

O yüzden hep beraber oturup, şansımız tutsun diye dua etmekten başka seçeneğimiz kalmadı.

18 Kasım 2016 Cuma

Fondue Chinoise

Seda'nın da teşvikiyle, size bir kickass Fondue Chinoise tarifi arkadaşlar.

Chinoise Çin demek ama yemek katıksız İsviçre yemeği.

Fondue Chinoise için gerekli ilk malzeme bir Fondue Chinoise seti. Yani ufak metal bir tencere ve altında yanan bir ateş. Bu ateş mumdan hava gazına kadar değişik kaynaklardan elde edilebiliyor.

Genel fikir bu tencerenin içine bir sıvı koymak ve ateşin sıcak tuttuğu bu çorba içine şişlere batırılmış etleri pişirip patates kızartması ve dört ile altı arası farklı sosa batırıp yemek.

Önce çorba.

Bu çorbaya Fransızcada Bouillon, İngilizcede Broth derler. Et suyu yani. Bir buçuk litre su, içine iki-üç etsuyu tableti, 30 cl kırmızı şarap, burası çok önemli - bol bol tuz. Etin tuzunun doğru olabilmesi için çorbanın zehir gibi tuzlu olması lazım. Sonra soğan tuzu yada rendesi, basil yani fesleğen otu, bol karabiber, bir iki parça sebze, bir iki parça mantar ve ben kulunuz bir iki şerit makarna (noodles) da koyarım. Sebze ve mantar koyarken çok abartıp işi sebze çorbasına çevirmeyin. Çorba su gibi sıvı ve açık olmalı. Bunu ocakta kaynayana kadar ısıtın.

Et çok önemli. Alabileceğiniz en güzel eti alın. Dana tabi. Yağsız ya da çok az yağlı. Boyutları için kesilmemiş pastırmayı canlandırın gözünüzde, ondan 50% daha kalın bir lop. Kişi başına 300 gr hesap edin ve kesinlikle kestirmeyin.

Eti buzluğa atın ve bir-iki gün donmasını bekleyin. Yemek gününde buzluktan çıkarın ve yüzeyi, dikkat içi değil, biraz yumuşayana kadar çözülmesini bekleyin.

Keskin bir bıçakla çok ince dilimler hallinde kesin. İsviçrede marketten aldığınızda et patates çipsi kadar incedir. Gerçek Fondue Chinoise biraz daha kalın olur. Şekil ve incelik olarak yine pastırmayı örnek alalım ama kalınca kesilmişini.

Bu kesme işini yemekten en çok bir saat önce yapın, yoksa etin kenarları kararmaya başlar, estetik olmaz.

Soslar ise yediğiniz yere göre değişse de genelde Tartar sosu (mayonez, limon, turşu), Sarımsak sosu (Knoblauch - mayonez, sarımsak tozu, tuz), Kara biber sosu (mayonez, karabiber ve biber çekirdekleri), Curry, Kokteyl (mayomuz-ketçap) ve Hardal (hardalınız kuvvetli ise biraz mayonezle karıştırıp yumuşatın).

Bol bol patates hazırlayın ve tavada kızartmaya başlayın. Biz tava yerine fırında kızartıyoruz, sıfır yağ, çok az kalori. Yemek boyunca bittikçe patatesi yenileyin. Böylece devamlı sıcak ve taze patates kızartması tedarik zinciriniz oluşacaktır.

Fondue için özel bölümlere ayrılmış tabaklarınız varsa soslarınızı bu bölümlere koyun. Yoksa düz tabak da olur, ressam gibi sos paletinizi hazırlayın. Bir iki parça turşu salatalık, turşu soğan ve turşu mısır da adettendir.

Etinizi Fondue çatalınıza takın. Yoksa şiş de olur. Masaya getirdiğiniz altında ateşle kaynayan çorbaya batırıp pişirin. Ancak pişirirken eti kösele gibi kurutup canını çıkaracak kadar uzun süre bekleyip Türklük yapmayın. Bütün lezzeti gider. Sadece pembeliğinin gitmesini bekleyin. Midenizi kaldırmayayım ama ben kanlı halde yiyiyorum.

Sonra sosa batırıp yiyin :)

Bir iki Fondue adab-ı muaşereti.

Fondue sosyal bir yemektir. Amaç daha ziyade sofrada sohbet olup bir an önce karnını doyurmak değildir. Nefsinize hakim olun ve yavaş yavaş, tadını çıkararak yiyin. Bu yemek üç dört saate kadar uzayabilir, et frekansınızı ona göre ayarlayın.

Tecrübesiz Fondue müşterileri etin pişmesini beklerken zaten hazır durumdaki patatese abanırlar. Bu tuzağa düşmeyin, nefsinize hakim olun.

Çorbaya adam başı birden fazla et koymak görgüsüzlük sayılır (laf aramızda bazen bu kuralı dikkate almam)

Fondue Chinoise Kırmızı şarapla yenir, nokta. Bira, kola, rakı içmek insanlık suçudur :)

Etinizi çorbanın içinde kaybederseniz buralarda sizi göle atarlar derler - benim başıma gelmedi henüz. Ancak etinizi kaybederseniz kaseye dalıp onu bulmaya çalışmak ve diğerlerinin çatallarını allak bullak etmek yerine yenisini takın.

Yemeğin sonunda çorbada kalan etleri, sebzeleri ve mantarları avlamak mübahtır. Bazen çorbanın kendisini de paylaşıp içerler.

Denerseniz sonuçtan haberdar edin.

Haydi Bon Appetit!

12 Kasım 2016 Cumartesi

Liberalizm Öldü Mü?

Şu sıralar moda bir soru var.

Liberalizm öldü mü?

Soruyu aslen yanlış soruyorlar. Kastettikleri aslında liberalizm (serbestlik) değil kapitalizm. Liberalizmin ekonomiyle örtüşen kısmı serbest piyasa ve rekabet ki bu da dangadanak kapitalizm demek.

Yani, asıl soru kapitalizm ölüyor mu?

Bu soru ise bence günümüzün en patetik sorusu.

Bilmeyen kaldıysa benden duysun, kapitalizm çoktan öldü, bu soruyu soranlar onun zombi halindeki ruhuyla konuşuyor.

Kapitalizm, sosyalizm, komünizm, vesaire, hep geçen yüzyılın, emeğin dağılımı, kullanımı, ücretlendirilmesi ve hareketi ile ilgili kavramlar.

Çağımızda emek ölmek üzere. Şimdi mercek altında bilgi ve teknoloji kavramları var. New York'da satın aldığınız mikser bozulduğunda Yeni Delhi'de bir çağrı merkezini arıyorsunuz, bozulan mikserinizin yerine Şangay'dan yenisini postalayorlar.

O yüzden yemişim toplumların sınıfını, sermayenin egemenliğini. Bir İnternet sitesi kur, Ankarada oturduğun yerde malı Çin'den al, İzlanda'da sat.

İş globalleşmeye döküldü, çağ bilgi ve iletişim çağı, adam hala liberalizm öldü mü diyor...

Yine de cevaplayalım.

Liberalizm öldü anacım, öleli çok oldu.

Çünkü emek öldü, sınırlar kalktı.

Artık sabah sekiz, akşam beş, kamyon sür, para kazan, bakkal işlet, para kazan, fabrikada tütün sar, para kazan devri bitiyor.

Emek işi makinelere devrediliyor. Şimdilik makinelere devredilemeyen kısmı da Çine gidiyor.

Emek olmayınca da ne kapitalizm, ne sosyalizm anlamını koruyabiliyor.

İçten yanmalı motorlar icat olduktan sonra at arabası mı iyi, öküz arabası mı hızlı tartışması gibi birşey bu.

Önümüzdeki bir kaç on yıl içinde, bugün gördüğümüz bir çok meslek yok olacak, ya da dramatik biçimde değişecek.

Nasıl bugün plak, film ya da fotokopi kavramları öldüyse, yarın da ofis, işyeri, şoförlük, mağaza, bakkal gibi kavramlar tarihe karışacak. İnternet üzerinden modeli seçip, evdeki robot makinen dikecek giysilerini. Akşam yumurtalı ıspanak ve aşure yapacağım dediğinde gerekli malzeme bir saat sonra kapında olacak.

Bu değişimi öngörüp anlayamayanlar da tarihten silinecek.

Öyle işsizlik artacak, o yüzden teknoloji ilerlemesin, şoförsüz arabalar yapılmasın, fabrikalar emek yoğun çalışsın, ya da Çinde yapacağıma Avrupada yapayım, memleketimde iş olanakları artsın demekle de olmuyor.

Böyle yapay tedbirler sadece sonu geciktirir, son geldiğinde de etkisi çok daha fazla acıtır.

İlerlemeyi durduramaz kimse arkadaşlar.

Durdurabilseydik, bugün Detroit ayakta kalır, fabrikalarda da makineler yerine kızlar tütün sarardı.

Konunun başına dönersek, kapitalizm ve ondan çok çok önce tarihten silinen sosyalizm artık misyonlarını tamamlamış antik kavramlar haline geldiler.

Borsada hisse başı kardan başka bir kriterle değerlendirilmeyen şirketler ve bunların başlarında senede en az bir kaç milyon dolar kazanan CEO'lar ayakta kalabilmek için işi fazlasıyla ileri götürüp, beklentileri karşılamak için kelimenin tam anlamıyla "herşeyi" yapabilecek konuma geldiler.

Volkswagen, Arthur Andersen, IBM, Boeing, Xerox gibi firmaların başına gelenlere bakın.

Kapitalizmin son kalıntıları olan bu şirketler tarihten silindi, ya da silinecekler, çünkü zaman değişti, dünya değişti ve her sistemin başına gelen kapitalizmin de başına geldiği için, uygulayıcıları temel prensipleri eğip, büküp kendi çıkarlarına uydurdular. Aynen Stalin'in sosyalizmin ırzına geçip, onu diktatörlüğünü pekiştirecek bir araç olarak kullandığı gibi.

Kısaca dünya yeni bir dengeye oturmak zorunda.

Dikkat edelim de müzik bitip, herkes bir sandalye kaptığında ayakta kalmayalım.

Kalın sağlıcakla...

3 Kasım 2016 Perşembe

Ligurya

Yıllar önce işyerinde, kahve odasında benle birlikte çalışan biriyle geyikliyordum. Ukalalıkta ona yaklaşan çok az insan gördüm ve bu güne kadar da henüz onu geçenine rastlamadım. Ama yönetim teknikleri, takım ruhu falan diye senelerce öğrettiler ya, muhabbetinden haz almasa da, İnsan dişini sıkıyor işte.

Neyse. Laf işten açıldı, hayattan devam etti, sonunda tatilde ne yapıyorsuna geldi.

"Bu sene Lombardiyaya gideceğiz" dedi.

Bir anda canlandıramadım gözümde "Lombardiya" diye bir yeri. Zaten karışık olan kafamda Conan çizgi romanıyla World of Warcraft oyunlarındaki yer isimlerini andırdı Lombardiya sözcüğü.

Yaptığım işin yanlış olduğunu bile bile, erkeklik bende kalsın diye sordum.

"Neresi bu Lombardiya canımcım?"

Büyük Allah mahçup etmedi tabii. Bu, derin bir nefes aldı ve başladı.

"İtalya tam anlamıyla bir federasyon sayılmada da yirmi tane administratif bölgeye ayrılır. Ligurya, Lazio, Piemonte falan şeklinde. Lombardiya bunlardan biri, oraya gideceğiz."

Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın, vıcık vıcık ukalalığı duymazdan gelip yine sordum.

"Lombardiyanın neresine gideceksiniz?"

"Lombardiyanın başkenti Milano - burada coğrafya dersi devam ediyor - orada bir hafta geçireceğiz."

Eşşoğlueşşek Lombardiya yerine Milanoya gideceğiz dese anlayacağım. Bu "Tatile karayolları onüçüncü bölgesine gidiyorum." demek gibi bir şey.

Bu arada adam İtalyan falan da değil ha. Alakasız bir ülkeden gelme.

Neyse, kötü komşu insanı mal sahibi yaparmış, biz de İtalyanın administratif bölgelerini öğrenmiş olduk bu hıyarın sayesinde. Hatta bir yazıda Milanoyu anlatırken çaktırmadan size de Lombardiyayı sattım.

Uzunca bir zamandır yaşın kemale erdiğini farkediyorum sevgili arkadaşlar. Ancak bazı özel günlerde bu matematiğe dökülünce durum daha da vahim oluyor. Ellinci yaş günü işte böyle bir nokta. Yarım yüz yıl yaşamış olduğunu idrak ediyorsun.

İşin çok fazla felsefesine girmeyelim, hassas konu yani...

İşte bu kritik ellinci yaş günüme bir kaç hafta kala eşim Jelena ne yapmak istersin diye sordu. Aksilik yapıp hiç bir şey yapmak istemiyorum, evde baş başa kutlayalım dedim.

Dünyanın en iyi insanıdır sevgili karım, içi rahat etmedi, bir İtalya gezisi planladı yarım yüzyılımın şerefine, "Ligurya Administratif Bölgesine" :)

Ligurya, İtalyanın kuzey batısında, uçları denize bakan, hilal şeklinde bir bölge. Kıyısında bulunan denize aklımda yanlış kalmadıysa Tiren denizi derdik Türkçede, ama uzun zaman geçti, çok güvenmeyin.

Liguryanın başkenti Cenova.

Herbiri kendine özel, dünya üzerinde birer cennet köşesi olan beş köyüyle Cinque Terre de Ligurya bölgesinde.

Liguryanın başka bir özelliği ise Pesto denilen sosu. Pesto, basil yani fesleğen otu, zeytin yağı, çam fıstığı, parmesan peyniri ve sarımsakla hazırlanan bir sos. Genelde makarna ile kullanıyor İtalyanlar. Yine Liguryadan Trofie dedikleri ayıklanmış karidese benzeyen bir tür makarna ile tadına doyulmaz. Ben deli olurum Trofie ve Pesto'ya hattızatında.

İşte bu motivasyonla koyulduk yola.

Col
Grand Saint-Bernard geçidine geldiğimizde, havanın da güzelliğinden faydalanıp, tünel yerine gerçek geçide doğru çevirdik rotamızı. Dağları, kaya formasyonları ve plantasyonu ile insanı etkileyen bir yer Grand Saint-Bernard geçidi.

İtalya ile İsviçre sınırında, 2,500 metre yükseklikte bir doğa harikası olan bu ünlü bölge, geçmişte bu geçidi kullananların zaman zaman çığ yüzünden, zaman zaman da soğuktan donup can verdikleri bir çok trajediye şahit olmuş.

Bölgenin en sevimli maskotları ise, dev boyutlarıyla lambur lumbur yürüyen Saint-Bernard köpekleri. Yirmi frank verip tünelden geçmenin olanaklı olmadığı eski günlerde bu kahraman köpekler birçok yolcuyu çığ altında donmaktan kurtarmış, onları selamete çıkarmışlar. Boyunlarına asılı sıcak çikolata fıçılarıyla gerçekten görenlerin içini ısıtıyorlar.

Tam sınır noktasında ise Col isimli bir köy var. Zaten Col sözcüğü Fransızcada "geçit" demek.

2,500 metre yükseklikte bitki örtüsü de farklılaşıyor tabii. İsviçre'nin o insanın gözünü kamaştıran koyu yeşil geleneksel geri planı, yerini sarımsı, ilginç bir bitki örtüsüne bırakıyor. Çok fazla ağaç da olmayınca, Alplerin o keskin, sivri zirvelerini açık olarak görünüyor.

Col
Col'da pırıl pırıl bir de dağ gölü var.

Mezzy'nin ilk görüşü olduğu için Col'da durup biraz yürüyelim istedik. Zaten köy o kadar küçük ki, ancak "biraz" yürüyebilirsiniz.

Ne kadar şanslıymışız ki, iner inmez Ben isimli devasa bir Saint-Bernard köpeği ile karşılaştık. Mezzy ile bir resim çekildiler. Sonrasında göl kenarına geçtik, bir beş dakika sonra da arabada, "Aosta Administratif Bölgesinde" Cenovaya doğru ilerliyorduk.

"Aosta Administratif Bölgesinden" sonra "Piemonte Administratif Bölgesine" girdik. Piemontenin başkenti Torino, Şaban Hakandan hatırlarsınız. Beni kahretse de, çok yaklaşmamıza rağmen Lombardiyadan geçmedik.

Akşamın erken saatlerinde Cenovaya ulaşmıştık. Cenovada ne nerdedir bilecek kadar zaman geçirmişliğimiz vardı. Valizleri odaya bırakıp hemen kendimizi Piazza de Ferrari'ye yani Ferrari Meydanına attık. Ortasında fışkiyeli havuzuyla muhteşem bir meydan. Sonra da Via Garibaldi üzerinde daha önce gözümüze kestirdiğimiz bir restorana oturduk.

Cenova
Garson ne istersiniz diye boş yere sordu. Trofie al Pesto dedik ikimiz de.

Üstüne bir şişe de Montepulciano şarabı gelince bütün yol yorgunluğumuz gitti, ama yerine elli yaş yorgunluğu geldi işte :)

Şimdiye kadarki en güzel doğum günü yemeğimi, yine şimdiye kadar tanıdığım en güzel iki kızla birlikte yedim. Umarım herkes ellinci doğum gününü benim kadar mutlu geçirir/geçirmiştir.

Ertesi sabah elli yaşımın ağırlığı ile uyandım. Otelimiz sıkıcı bir business-hoteldi. Kahvemizi burada içmektense gözümüzü karartıp Via Garibaldi'ye yürüdük ve açık havada, birkaç yüz yıllık muhteşem Doge Sarayının dibindeki bir cafede günümüze başladık.

Cenova beni çok etkileyen bir kenttir arkadaşlar. Roma İmparatorluğu sonrası bir şehir devleti olarak varlığını sürdürmüş köklü bir tarihi var. Bugün bile İtalyanın en aktif limanı Cenovada bulunuyor. Yüzyıllar boyu dünyanın dört bir tarafına mal gönderip ticaret yapmış Cenovalılar, yada doğru değişiyle Cenevizler.

Pesto soslu trofie
Ticaret yaptıkları yerlerden biri de bizim İstanbul. O yüzden yüzyılların cazibesini buram buram saçan antik Cenova limanında yürürken Galata mahallesi ve müzesini görmek şaşırtmadı beni. Aklım hemen İstanbuldan ayrılırken bize bıraktıkları bir kuleye, bir de kurulduğu yer itibarıyla isimlerini aldıkları futbol takımına gitti doğal olarak.

Cenovada doğmuş ünlü isimler arasında, evini de ziyaret edebileceğiniz Kristof Kolomb ve Paganini var. Kolomb'un evine birkaç yıl önce gitmiştim, yolunuz düşerse görün mutlaka.

Antik limanda ilginizi çekerse bir de çok güzel bir akvaryum var. Bol bol köpekbalığı ve diğer oşiyanik/amfibik hayvanatı yakından görmek mümkün. Akvaryumun karşısında ise eski günlerde olasılıkla depo, han, meyhane ve kerhane olarak kullanılan tarihi binalarla dolu çok güzel bir bölge var.

50!
Sözün kısası, her santimetre karesi tarih bir şehir Cenova.

Ancak bu gezideki hedefimiz Cenova değildi. Bölgenin klasiği, bizim de daha önceden mutat kereler gördüğümüz Cinque Terre de rotamızın dışındaydı. Bu gezimizin amacı Ligurya kıyılarındaki "hidden gems" yani saklı hazineleri bulmak, çok bilinmese de görmeye değer yerleri görmek şeklinde belirlemiştik.

Cenovanın tren garına girdik. İtalyaya özgü keşmekeşin, dağınıklığın arasında trenimizin peronunu ararken önünde durduğum duvarın içindeki oyuğa gözüm takıldı. İçinde asansör çağırmak için kullanılan, yukarı ve aşağı yönlerin bulunduğu iki düğmesiyle bir panel vardı, ancak asansörün kapısının olması gereken yere duvar örmüşlerdi. Bildiğiniz betonarme duvar.

İş olsun diye düğmelere bastım. Birkaç dakika sonra asansörün geldiğini işaret eden bir "ping" sesini duydum. İçimden güldüm, eğer asansörün içinde birileri varsa kapı açıldığında karşılarında bir duvar göreceklerdi :)

Camogli
Bir tren yolculuğu bizi Camogli köyüne götürdü. Uzun çakıldan bir sahil canlandırın gözünüzde. Sahili bir baştan diğer başa izleyen bir yol ekleyin, ve bu yolun karşısına da sarılı, yeşilli, kırmızılı, Kuzey İtalyaya özgü, balkonlarına çamaşır asılı, alt katlarında birer cafe ya da restoran bulunan, birbirine yapışık apartman bloklarını koyun, geri plana da yemyeşil dağları yapıştırın.

Alın size Camogli...

Yolun ucundaki kayalarla bezenmiş burunda belki de bir milenyum yaşında muhteşem bir kilise var, devamında ise küçük bir koy.

Bu güzelim manzarayı anlatmaya en azından benim edebi kabiliyetim yetersiz kalıyor. Oraya gidip görmek tek çare.

Camogli
Cafelerden birine oturup bu muhteşem manzaranın önünde kahvelerimizi yudumladık. Yol boyunca yürüyüp, kayalık burundaki kiliseyi geçtik ve küçük motorların sahildeki diğer köylere sefer yaptıkları iskeleye ulaştık. Yolumuza denizden devam edecektik.

Bir sonraki hedefimiz San Fruttuoso isimli bir yerdi. Biletçi motorların biri San Fruttuoso'ya gidiyor, diğeri de karşısından geçiyor. Hangisini istersiniz diye sordu.

Böyle soru mu olur dedik, tabii ki San Fruttuoso'ya giden motoru istiyoruz. Buraya kadar geldik, görmeyelim mi?

Siz bilirsiniz dedi ve biletlerimizi verdi.

Motora bindik. Motor derken gerçekten bir motordan bahsediyorum. Minicik bir şey. Koydan çıkıp açık denize geldiğimizde ceviz kabuğu gibi, sağa, sola, yukarı, aşağı bata çıka gitmeye başladık.

Melissa artık denizci sayılır, gemi tecrübesi var yani. Sevgili kızım motor sallandıkça kahkaha atmaya başladı. Çok sevmişti bu işi.

San Fruttuoso
Yolda bir iki küçük köyü geçtik ve San Fruttuoso'ya geldik.

Bu küçük koyda deniz gerçek anlamda iki renk almış. Yeşil ve koyu mavi. İnsanlar pırıl pırıl suda yüzüyor.

Ancak sahilden gayrı sadece bir restoranın terası var, o da şöyle bir elli metrekare bir yer.

Motorun bizi bıraktığı yerden Jelena Melissa'yı, ben de Melissa'nın arabasını bir yirmi metre yukarı taşıdık ve aynı formasyonda bir yirmi metre aşağı inerek bizi alacak motorun kalkacağı ikinci iskeleye geldik. Yukarı-aşağı irtifa değişikliğini saymazsanız beş metre ya ilerledik, ya ilerlemedik.

San Fruttuoso işte bu kadarcık bir yer :)

Siz siz olun, yolunuz düşerse biletçiyi dinleyip San Fruttuoso'yu sadece denizden görün.

Yazının başında size bu gezide Ligurya'nın gizli kalmış güzelliklerini göreceğimizi söylemiştim, ancak San Fruttuoso'dan sonraki hedefimiz bu tanıma pek uymayacak, çünkü motorumuzun bizi götürdüğü bu minik balıkçı köyünü dünyada bilmeyen yok desek yeridir herhalde.

En azından isminin geçtiği Andrea Bocelli'nin şu ünlü şarkısını duymuşsunuzdur, "I found my love in Portofino..."

Portofino
Portofino gerçekten fazlasıyla romantik bir yer arkadaşlar. Bir tarafında canlı, parlak renkleriyle bir kaç Ligurya sitili tarihi binanın, diğer tarafında da yemyeşil bir tepenin bulunduğu minicik bir koy canlandırın gözünüzde. Koyun içine de birbirinden güzel balıkçı teknelerini serpiştirin, alın size Portofino.

Bu cazibeli köye ilk gelişimiz olmasa da, deniz tarafından ilk kez geliyorduk. Bu da ziyaretimize ufak bir çeşni katmıştı. Eski günlerimizi yad edip, Melissa'ya biraz anılarımızı anlattık, sonra da onu köy içersinde gezdirdik.

Portofino
Akşam yemeyi için hemen marinanın dibinde bir restorana gittik. Jelena da, bem de yemeklerimizi söyledik. Garson, aynı zamanda da restoranın sahibi kadın bize etin yanında ne getireyim diye sordu. Makarna, pilav, patates falan gibisinden.

Ben bütün şirinliğimle Trofie getirebilir misiniz diye sordum. Kadın tabii ki dedi. İsteyenin bir yüzü kara, peki üzerine biraz da pesto koyarmısınız diye yalvaran gözlerle baktım.

Kadın güldü. Yemekler geldiğinde garnitür (ya da kenator - burada bir sevgili kardeşimin kulağını çınlatayım, hikayesi uzun, başka bir yazıya bırakalım) olarak değil, koca bir tabakta tepeleme Trofie getirip ortamıza koydu. Makarnalar Pesto içinde yüzüyordu :)

Portofino
Pestolu Trofie yanında konyak soslu bir et ve mükemmel bir Montepulciano ile tam bir jackpot vurduk. Restoranın adı Ristorante Stella. Portofino'ya gidip bu restoranda bir akşam yemeyi yememek insanlığa karşı işlenmiş bir suç! Bundan da kötüsü tabi Portofino'yu hiç görmemek.

Bu cennet köşesinde gezerken olasılıkla köyün her tarafına saçılmış binlerce turistin de içten içe mırıldandığı o şarkı bozuk bir plak gibi kafamın içinde çaldı, durdu.

"I found my love in Portofino...."

Fazlasıyla çileli bir otobüs yolculuğu bizi Portofino'dan alıp, Santa Margherita'ya getirdi. Santa Margherita gün boyu gezdiğimiz yerlerin en çok şehire yakını, yine de izlemeye doyamayacağınız bir manzarası var.

Santa Margherita
Santa Margherita'ya yıllarca önce sıcak bir yaz gününün, güneşin tam tepede olduğu zamanında gelmiş, bir öğlen yemeyi yemiştik. Yemek güzeldi ama o günden aklımda kalan tek şey mahşeri sıcak olmuştu.

O yüzden, bu güzelim kenti güneş batarken görmek çok iyi geldi. Sahil boyunca yürüyüp, otobüsün sıcağını üzerimizden attık. Güneş battığında ise bir trene atlayıp Cenovaya döndük.

Liguryadaki ikinci günümüzün ilk durağı Nervi köyü oldu. Sarp bir yamaca adeta kazınarak yapılmış bir köy. Bu yamaç boyunca bir kaç kilometre uzunluğumda bir keçi yolu yapmışlar, onun sayesinde kıyının tüm cazibesini görebiliyorsunuz.

Nervi
Hava sıcak olmasına rağmen Melissa'ya bir şapka satın alıp bütün patikayı yürüyerek geçtik. Yol üzerinde bol bol şato, cafe, restoran ve park var. Bir cafe'de sabah "kavemizi" içtik ve yolumuza devam edip Nervi köyünün merkezine ulaştık. Aynı şeyleri tekrar edip başınızı ağrıtmayayım, bir cennet köşesi bu köy.

Nervi için söylediğim herşey bir sonraki durağımız olan Boccadasse için de geçerli. Boccadasse'de bir yamacın üzerinde muhteşem bir kilise var. Oraya ulaştığımızda kendimizi bir İtalyan nikahının ortasında bulduk. Gelin ve damatı tebrik edip yolumuza devam ettik ve yamacın altındaki yine cennet köşesi bir koya indik. Rengarenk binaları ve balıkçı kayıkları artık Ligurya'da vaka-i adiye olmuştu.

Boccadasse

Bir cafe'de az biraz "soğuyup" Cenovaya geri döndük. Arabayı alıp son durağımız Piglip'ya ulaştık. Gezinin son Pesto'sunu yedik ve kesinlikle yeniden dönmek üzere Ligurya'ya veda ettik.

Bir sonraki gelişimiz olasılıkla Cinque Terre'ye olacak, çünkü 🐝Mezzy🐝 henüz oraları görmedi. Ancak bu bölge bir kere değil, defalarca gelip görülesi bir yer.

Sevgi ile kalın.

20 Ekim 2016 Perşembe

Sözcüklerle Oynamak

Hadi biraz sözcüklerle oynayalım bu akşam. İki eski ve güzel arkadaşla ikiden fazla şarap şişesi etrafında sözcüklerle dans ettik biraz, sizinle de paylaşayım istedim.

Siyaset yazmama kararım hala devam ediyor ancak bu akşam biraz, ucundan accıcık da olsa, mutlaka ki istemeden, birazcık dokındırabiliriz... İzninizle tabii.

Konumuz politik ve ideolojik sayılabilir.

Biraz daha açarsak, her sorumlu entelektüel gibi iki kadeh içince dünyayı kurtarma vaziyetleri yani.

Bu içki üstü dünyayı kurtarma vaziyetleri sadece biz Türklere mahsus bir fenomen değildir. Her milletten enteller içip içip zeybeklenir ve dünyayı kurtarma moduna girerler.

Ancak, bir şeyi kurtarmak gibi bir eylem o şeyin batık, kurtarılmaya gereksinimi olduğunu ima eder.

Ne kadar kara bulut toparlıyor üstümüze bu “kurtarma” yüklemi, değil mi?

Halbuki, her millet bu kurtarma işinde olaya bizler kadar karamsar bakmaz.

Alın Fransızları....

Onlar içince dünyayı kurtarmak yerine “Reconstruire le Monde”, yani yeniden yapılandırırlar.

Bir ufak çalımla olayı kurtarma gibi melodramatik bir seviyeden alıp “yeniden yapılandırma” gibi iyimser ve yapıcı bir seviyeye taşırlar.

Halbuki biz “kurtarırız” abi.

Marjinalizdir çünkü...

Ya severiz, ya döveriz.

Ya her anımız birliktedir, ya da yüzüne bile bakmayız.

Bizim olmayan kimsenin olmaz... Döveriz, yüzüne asit atarız, hatta öldürürüz.

Bizim için birisi ya “bizden” ‘dir yada “onlardan”.

Bir insanın yaptıklarının arasında iyi yada kötü, doğru yada yanlış şeyler yoktur kültürümüzde.

O insan “bizden” ise yaptığı HERŞEY doğru, onlardan ise yaptığı HERŞEY yanlıştır.

Onlardan olana aptalca bir hiddetle ne derse desin saldırır, taciz eder, bizlerden olana da aptalca bir bağlılıkla körlemesine destek verir, anlaşılmaz bir sadakatle her fikrini, her davranışını savunuruz.

Orta Asya artı İslam kültürünün bir kokteyli...

Bu körlemesine bağlılıkla, yada hadi adını koyalım, fanatiklikle, yıllar boyu faşist/komünist diye birbirimizi yedik, Kenan paşayı başımıza getirdik ve hatta çoğumuz sevindik huzur bulduk diye.

İlahi adalete, yada İngilizcede dedikleri gibi “poetic justice” yani şairane adalete bakınız ki dünün “faşist ve aynı zamanda sosyal faşistleri” karşısındaki “gomonistler”, Tayyipin korkusuna bugün canciğer, kuzu sarması.

CHP bir çalımla “milliyetçi” yerine “ulusalcı” oldu, MHP ise “Atatürkçü”.

Eminim, Ecevit de, Türkeş de mezarlarından gülüyorlardır halimize...

Peşrevi uzattık biraz, bu saatte öyle derin ideolojik geyikle içinizi baymak değil amacım.

Tartışmamızın özü çok daha basit.

Kunumuz sadece “Sağcı” ve “Solcu”.

Yani şu bildiğimiz basit “Sağcı” ve “Solcu” sıfatları.

Hani sağcı, milliyetçi, muhafazakar, kapitalist yada kibarcası liberal ekonomist.

Karşısında ise solcu, sosyalist, gomonist, devrimci, devletçi ekonomist.

Hiç düşündünüz mü, niye bu ideolojilere ve takipçilerine “Sağ” ve “Sol” gibi yön gösteren isimler verildiğini?

Bu isimler tesadüfi olarak verilmemiştir. İdeolojik kullanımları ile sağ ve sol sözcükleri eş anlamlı olarak da kullanılmaz. Yön belirten anlamları ile kullanılır.

“Sağ” sözcüğü, sağ omuzdaki iyi huylu meleği, sol sözcüğü ise sol taraftaki kötü huylu meleği yani Şeytanı temsil eder. Sadece Müslümanlıkta değil, diğer dinlerde de.

“Sağ” sözcüğü birçok dilde aynı zamanda “Doğru”, “Doğrucu” yada “Hak”, Haklı” gibi sözcüklerle eş anlamlıdır.

Alın örnek olarak İngilizceyi. “Right” hem “Sağ” hem de “Doğru” anlamına gelir. Aynı kökten “Righteous”, “Ahlaki”, “Doğrucu” demektir.

“Sol” sözcüğünün en çarpıcı örneği ise günümüz İtalyancasındadır. “Sol” karşılığı, Latince “Sine” kökenli “Sinistra”, İngilizce de “Günahkar”, “Uğursuz” anlamına gelir.

Sağcılar, solculardan önce türediklerinden solculuğu dillerinde istedikleri tanımlama önceliğime sahip olmuşlardı. Bu sebeple de sol tabanlı ideolojileri uğursuz, günahkar, şeytani gibi sevimli sıfatlarla tanımladılar.

Slavik dillerde de sağ ve sol benzeri şekilde tanımlanır. “Pravo”, “Sağ” aynı zamanda “Doğru”, “Gerçek” falan demektir. Eski Sovyet gazetesi Pravda’yı hatırlarsınız. “Sol” ise “Levo” diye çevrilir.

Sırbistan’da ilk günlerim. Niş kentinde, diz boyu kar kaplı yollarda bir taksi içinde kırık Polonyacamla şoföre yol tarif ediyorum.

“Levo” diyorum sola dönüyor taksi. Polonya’da öğrendiğim iki kelime işe yaradı ya, sanki filoloji profesörü oldum birden.

Tam sıra sağa dönmeye geldiğinde “Pravo” diyorum.

Ancak şoför sağa dönmek yerine basıyor gaza ve dümdüz gidiyor.

“Pravo Molimte” diye bir daha söylüyorum, “Pravo, Da!” diyor ve düz gitmeye devam ediyor.

Ben panikle sağ tarafı işaret edince “Aaa, Desna” cevabını alıyorum.

Sırplar da aynen biz Türkler gibi bir millettir.

Terstirler.

Onların iyi huylu melekleri demek ki sağ omuzlarında değil kafalarının üstünde durmakta.

Çünkü “Pravo”, Sırpçada “Düz” demek. “Sağ” ise “Desna”.

Aslında biraz düşünürsek Türkçede de aynısını demez miyiz?

“Düz Gitmek” dilimizde “Doğru Gitmek” yani “Pravo” değil midir?

Sağlıcakla kalın...

14 Ekim 2016 Cuma

Ne de Olsa Cote d'Azur

Uçaktan indiğimizde tuhaf bir hisse kapılmıştım çünkü Fransa'nın Nice kentine yıllardır, kim bilir kaç kez gelmiş olsamda hava alanını ilk kez görüyordum.

Nice ya da daha genel anlamda Cote d'Azur (Kot dAzür, yani Mavi Kıyı, yani Güney Fransa bölgesi) Lozan'a araba menzilinde olduğundan hep arabayla geliriz, ilk kez uçakla gelmiştik.

Araba menzilinde olsa da, yine bir altı saat yol gidildiğinden, uçakla böyle yatcaz kalkcaz, hop kırk dakkada Nice'e gelmek gayet rahat olmuştu. İşin aslı arabaya bin, Cenevreye git, park et, hava alanına yürü, security, check-in, boarding, uçağın taksi yapması, kalkışı, uçuş, inmesi,, yine taksi yapması, durması, uçaktan iniş, hava alanından çıkış, hep bir araya geldiğinde yine bir dört saat alıyordu. Yani uçak yolumuzu aslında zar zor iki saat kısaltmıştı,

Nice'in hava alanı deniz kıyısında, otelimiz de hava alanının neredeyse tam karşısındaydı, buna rağmen hava alanı boyunca yürümek gerektiğinden otele ulaşmak yine de yarım saat aldı.

Nice'in hava alanına, her hava alanında olduğu gibi normal yolcu uçakları düzenli olarak iniş ve kalkış yapar. Ancak deniz boyunca uzayan ve neredeyse şehrin göbeğinde kalmış hava alanı etrafında yürürken, ister istemez yolcu uçakları ile birlikte onlarca özel jeti de görürsünüz.

Ne de olsa Cote d'Azur işte...

İlk kez 1990'lı yıllarda gelmiştim bu bölgeye. Cote d'Azur"ün hala Cote d'Azur olduğu zamanlar yani. Sokaklarında Fransızca konuşulduğu, şatafatın, cazibenin top çektiği bir yerdi. Monte Carlo'da yüzlerce Ferrarinin vızır vızır gezdiği, Cannes sahilinde birbirinden güzel kadınların geçit resmi yaptığı zamanlar.

Sonraları, biraz biraz evrildi bu eskinin jet-set bölgesi. Caddelerde daha ziyade Polonyaca duymaya başladım (doğrusu Lehçe ama idare edin artık).

Daha da sonra resmi dil Rusçaya döndü.

Her yer seyyar satıcı, esrar satıcısı, çingene doldu.

Bir kaç yıl önce, Cannes'da Jelena'yla kızımız (köpeğimiz) Koni'yi iki dakika yalnız bırakmıştım. Yirmi yaşlarında bir piç Jelena'ya sarkmaya kalktı, "Köpeğin modası çoktan geçti madam, bana tasma takıp gezdir." diye laf bile attı. Jelena, koluma girip beni uzaklaştırdı. Benim Türklüğüm tutmasa, Koni parça parça edecek aptalı...

Bu son gidişimde ise siyahilerin çokluğu dikkatimi çekti. Her yer Siyahilerle dolu.

İşin kötüsü, Fransız Fransızlarla Siyahi Fransızlar o kadar kopuk, o kadar hırçınlar ki birbirlerine, korkarım bir kültürel çatışma kaçınılmaz olacak. Zaten terör olayları da bu gözlemimi doğruluyor.

Bu siyahların çoğu, başta Fas, Tunus ve Cezayir, Kuzey Afrika ülkelerinden ama Kenya, Senegal gibi siyah Afrikadan gelenler de var.

Siyahlar toplumdan dışlanmış. İş bulamıyor, önemli sayılabilecek bir bölümü Fransız vatandaşı ama toplumda Fransız yerine konmuyorlar.

Bu da Fazlasıyla tatsız tabi.

Ancak onlar da siyah olmayanlara rahat vermiyor. Yolda yürüyemiyorsunuz, hemen biri yapışıyor yakanıza, şunu al, bunu al, para ver, sigara ver diye. Otobüslerde, trenlerde kümelenip, bağıra çağıra konuşuyor, birbirlerine tekme, tokat atıyorlar şaka olsun diye. Sokaklarda düzgün yürüyemiyor, dan dun yaşlılara, bebeklere çarpıyorlar.

Belediye otobüsünün siyahi şoförü, durakta yüz metre öteden, siyahi yolcunun gelmesini bekliyor ama kapının dibindeki beyaz yolcuya aldırış etmeden gaza basıyor. Yolcu da kapıyı yumrukluyor.

Beyazlar da çoğunlukla nefret eder gibi bakıyor bunlara.

Fransızlar aslen nazik adamlardır, güler yüzlü, neşelidirler. Ancak bu kez karşılaştıklarımızın çoğu aksi, ters ve kabaydı.

Bunda, yakın zaman önce kamyonla insanların ezilip yaralandığı ve öldüğü terör eyleminin de payı vardı mutlaka.

Çok tatsızlık yapıp başınızı ağrıtmayayım, Fransa'da gidişat iyi değil. Haklı bulmuyorum tabi ki, ama bunları görünce insan ırkçılığın, İslamofobinin niye arttığını anlıyor.

Herşeye rağmen Fransadayız
Herşeye rağmen Fransadayız. Nasıl rakı, balık Ayvalıksa, şarap, tarih ve yemek de Fransadır.

Valizleri otele atıp, bir otobüsle şehir merkezine ulaştık. Akşam yemeğini nerede yiyeceğimizi biliyorduk. Üçümüzün de karnı acıkmıştı bu yüzden çok fazla sağa sola bakmadan restorana gittik ve masamıza oturduk.

Garson su istermisiniz diye sordu, hayır şarap isterim dedim. Nasıl şarap diye sordu, Vin du Patron dedim. House wine da derler, kendi yaptıkları açık şarap. Fransa'da, İtalya'da hemen her restoranın bir house wine'ı vardır, şimdiye kadar da kötüsüne rastlamadım.

Masamıza oturduk
Birçok restoranın bulunduğu bir geniş bir avludaki bahçedeydi masamız. Restoranların birinde Amerikalı bir orkestra, tatlı tatlı caz çalıyordu. My Way'den Fly Me To The Moon'a kadar bütün klasikleri dinledik. Siyahi vokalistin sesi de kusursuzdu.

Müziğin seviyesi tam tadındaydı. Ne konuşmanızı engelleyecek kadar yüksek, ne de çatal bıçak seslerinin bastıracağı kadar düşük. Etrafta birden fazla restoran olsa da, tek duyduğumuz müzik buydu. Yani, bir taraftan "Haydi bütün eller havaya...", başka bir taraftan "Ama ben sarhoş oldum kaldıramıyom kolları...", derinden bir yerden "Ayrılık, aman yaman ayrılık...", beş şarkıyı aynı anda dinlemeden ve elli santim uzaktaki karıma derdimi anlatabilmek için avazım çıktığı kadar bağırmak zorunda kalmadan tatlı tatlı yemeğimizi bitirip, şarabımıza devam ettik.

Canım kızım Melissanın arabasında uyuduğu günler geride kalmıştı. Jelena ile bütün avluyu bir kaç kez baştan sona yürüdüler. Bu güzel havada, tatlı tatlı batırdık güneşi.

Melissanın arabasında uyuduğu günler geride kalmıştı
Restorandan kalktık ve sahile yürüdük. Nice sahilini boydan boya kateden Promenade Des Anglais (Promenad Dez Angle) caddesi üzerinde sağa sola bakarak otelimizin yolunu tuttuk.

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra özel bir plaja gittik. Cote d'Azur'de bu özel plajlar çok yaygın. Size özel bir şezlong, şemsiye, kıymetli eşyalarınızı koyabileceğiniz kilitli bir dolap, wi-fi bağlantısı ve yeme içme için bir cafe-restaurant ile hayatınızı oldukça kolaylaştırmışlar.

Jelena hemen Melissa'yı kremledi. Canım kızım hayatında ilk kez denize girecekti.

Sahile gittiğimizde ilk önce biraz dalgalardan korkar gibi oldu ama sonrasında babasının kucağında denize girdi. O kadar çok sevdi ki zar zor çıkardık. Bir yaşında bebekler için kare bir yüzme simiti kullandı - Eylül ayında Antalyada bu simiti de bırakıp üç yaş için kullanılan kolluklara geçti zaten.

İlk kez babasının kucağında denize girdi
Kuzeni sevgili Nihan ve eşi Can'ın aldığı bal arısı mayosuyla sahilde manşet oldu canım kızım. Yan plajdan gelip bakıyorlardı Melissa'ya :)

Güneşin yükselip Melissa için zararlı olabileceği öğlen saatlerinde plajdan ayrıldık ve Hard Rock Cafe'ye doğru yola koyulduk.

Jelena Melissa'ya hamileyken gelmiştik bu restorana. O zamanlar bebeğimizin cinsiyeti henüz belli değildi. Giyim sattıkları bölümden bir şeyler almak istedik ona ve bebekler için hazırlanmış, hard-rock armalı, gitarlı falan bir body bulduk. Üç rengi vardı, mavi, pembe ve gri.

Bir kızımın olacağına o kadar emindim ki pembesini alalım dedim. Jelena bir mavi der gibi oldu, sonra hem kız, hem de erkek için uygun olan gride ısrar etti.

Anahtarlık
Hepsini reddettim. Bir kızımızın olmayacağı ihtimalini bile düşünmemiştim. Bırakın Jelenanın hamile olduğunu öğrendikten sonrasını, öncesinde bile bir kızımızın olacağını biliyordum.

Tabi ki pembesini aldık, sonunda da mahçup olmadım.

Oturup o günleri yad ettik, Melissa'ya olan biteni anlattık ancak o daha ziyade ona aldığımız gitar şeklindeki hard-rock anahtarlığı ile ilgileniyordu.

Akşama doğru bir tren yolculuğu bizi Monaco'ya ulaştırdı. Sınırları, para birimi falan olmayan, nüfusu kırk binden az, minicik bir ülke Monaco. Doğru tanımıyla bir prenslik, kırallık değil örneğin. O yüzden monarşinin başı hep bir prens. Grace Kelly'nin kocası Prens Rainier ya da geçenlerde evlenen Prens Albert gibi.

Monaco bir şehir devleti, yani ülke aynı zamanda da bir şehir. Hepimizin bildiği Monte Carlo da teknik olarak bu şehirin bir "mahallesi".

Monaco dik bir yamaç üzerine yapılı, yüzlerce yüksek beton binası, ultra lüks yatlarla dolu marinası, tertemiz caddeleri ile ellili yıllarda modern olarak algılanabilecek, günümüzde ise bir beton yığını şeklinde adlandırabileceğimiz, nevi şahsına münhasır bir yer arkadaşlar.

Prenslik sarayının bulunduğu Monaco-Ville bölgesi ise ülkenin geri kalanından farklı, tarihi binaları, dar sokakları ve güzelim bir katedrali ile inanılmaz cazibeli, güzel bir yer. Sarayın avlusunda bir terastan Monte-Carlo ve marinanın harika panoramik bir manzarası var. Bu manzarayı gözünüzde canlandırmak istiyorsanız, James Bond'un Goldeneye filmindeki helikopter kaçırma sahnesini hatırlayın.

Bir masalının gerçeğe dönüştüğü yer
Saray ve çevresi bir Hollywood masalının gerçeğe dönüştüğü, her defasında düşündüğümde beni etkileyen, mistik bir yerdir arkadaşlar.

Bildiğiniz üzere zamanın en ünlü aktrislerinden Grace Kelly, Monaco prensi Rainer II ile evlenip, bu küçük ülkenin prensesi olmuştu.

İlk olarak sarayda bir fotoğraf çekimi esnasında tanışmışlar Grace ve Rainer. Grace Amerika'ya döndükten sonra yazışmaya devam etmişler.

1918'den kalma bir antlaşmaya göre Monaco Prensliği, Prens olacak bir erkek çocuk "üretemezse", ülke tamamen Fransa'ya kalıyormuş. Rainer de bir Amerika gezisine çıktığında, fısıltı gazetesi hemen bu gezinin evlenecek bir karı bulma olduğunu yazmış.

Grace, Rainer Amerika'ya geldiğinde şakkadanak "Sen karı mı arıyorsun?" diye sormuş. Rainer "Hayır" diye cevap vermiş.

Grace bırakmamış, "Eğer karı arıyor olsaydın nasıl birini isterdin?" diye yeniden sormuş. Rainer da "Bilmem ki, herhalde en iyisini isterdim" demiş.

Rainer bir süre sonra evlenme teklif etmiş ve çift nişanlanmış. Resmi nikah sarayda yapılmış. Dini nikah da sarayın hemen yanındaki devasa katedralde.

Yüzyılın düğünü diye anılmış bu, zamanın olanaklarıyla tüm dünya medyasının günlerce haber yaptığı, Hollywood ve Avrupa kraliyet ailelerinin katıldığı masalsı tören.

Grace, evlendikten sonra oyunculuğu bırakmış, Rainer'a da üç çocuk vermiş. Bunlardan Albert, bugün Monaco'nun prensi. O da birkaç sene önce yine aynı Sarayda evlendi. O sıralar da Monaco'daydım.

Grace, direksiyondayken gelen bir kriz ve sonrasında yaptığı kaza nedeniyle hayatını kaybetti. Yaşam makinesinin fişi, kocası Rainer'ın onayımdan sonra çekildi.

Cenazesi, yine evlendiği katedralde yapılan bir törenle kaldırıldı.

O günden bu güne dünya bir çok asil ya da ünlü kişilerin evliliklerine tanık oldu, ancak Grace Kelly ile Rainer'ın birlikteliği en duygusal ve masalsı olanıydı dersek çok da yanılmış olmayız.

Bugün katedralin yakınında Grace Kelly anısına yerleştirilmiş bir plaketi görmek mümkün.

Monaco
2015'in yılbaşında bu bölgedeki eski bir şarap mahzenindeki bir restoranda akşam yemeğizi yemiştik. Garip Jelena hamile olduğundan mükemmel bir şarabı tek başıma içmek "zorunda kalmıştım". Bu kez ise akşam yemeği saati gelmemiş olduğundan devamlı yemek servisi yapan başka bir cafe-restaurant'da birşeyler atıştırdık. Melissa boxer cinsi bir köpekle arkadaş oldu. Köpek yemeğimiz bitip masadan kalkana kadar Melissa'nın yanından ayrılmadı.

Monaco'nun yine çok bilinen bir atraksiyonu ise Formula-One'ın en önemli ayaklarından biri olan Monaco Grand Prix araba yarışıdır. Dünyanın en prestijli yarışı desek yeridir herhalde. Bizim buralarda Monaco Grand Prix esnasında hayat durur, herkes sadece yarışı konuşur. Ben çok fazla çıldırmıyorum bu araba yarışlarına. Kullanan için eminim zevklidir ama seyrederken sadece vızz, vızz diye defalarca geçen arabalara boş boş bakmak çok da heyecan yaratmıyor bende.

Casino
Herşeye rağmen Melissa'ya orijinal bir Grand Prix tişörtü aldık ve rotamızı Monte-Carlo'ya çevirdik.

Monte Carlo'nun simgesi, bildiğiniz üzere casinosu.

Hayatımda gördüğüm en güzel binalardan biridir bu casino. Tam önünde eskiden muhteşem bir park, bugün balon gibi binalarıyla şuursuz bir açık hava AVMsi, solunda yine muhteşem bir binada Paris oteli, sağında ise bir dondurmaya otuz yuro ödediğiniz bir cafe var.

Melissa'nın casinoya girmesi yasaktı, ancak zor da olsa, kapının önünde bir resim çekebildik.

Sonrasında, bir dondurmaya otuz yuro ödeyip, iki yoldaş Rus hanımla beraber tren istasyonuna, oradan da Nice'e dönüp, günü kapadık.

Güneş daha yeni doğmuş, hava sıcaklığı serin denebilecek kadarken gözümüzü açtık. Bir benzin istasyonundan kahve ve Melissa'ya süt alıp, Antibes (Antib) trenine bindik. Hedefimiz bu kez Cote d'Azur'ün bu güzelim köyü değil, hemen yakınındaki Marinelamd isimli deniz parkıydı.

Melissa ve foklar
Benim yaşımdakiler hatırlayacaktır, TV'de Yaşayan Deniz isimli bir belgesel vardı. Kaptan Jacques Cousteau (Jak Kusto) deniz canlılarının gizemli yaşamlarını evimize getirir, çocuk aklımızla hayran hayran izlerdik. O günlerden beri kalbimin bir köşesi deniz yaşamına ayrılıdır. Gezilerimiz esnasında bir akvaryum, hayvanat bahçesi ya da deniz müzesi gördüğümde hop dalarım içeri. Lizbon, Cenova, Barselona, Cancun, Las Vegas'daki Hotel Mandalay Bay ya da Hotel Mirage gibi iddalı akvaryum ve deniz showlarını hep gezdim, gördüm.

Ancak beni en çok Antibes'deki bu park etkiledi. Fransızlara "Chapeau" (Şapo) diyorum, yani şapkamı çıkarıyorum.

Yunuslar
Girişte sizi foklar, deniz aslanları, su samurları, artık isimleri dilimizde hangisiyse onlar karşılıyor. Bu sevimli hayvanların yaşamlarını bütün detaylarıyla izleme şansınız oluyor, sonra penguenler, flamingolar, su kaplumbağaları ve çok isterseniz bir dolu köpekbalığının ve diğer klasik egzotik balıkların olduğu koca bir akvaryum da var. Ben bu köpekbalıklarından sıkıldım açıkçası, her yerde çıkıyorlar karşıma.

Marineland'de beni en çok kutup ayıları etkiledi. Hayatımda ilk kez bu dev boyutlardaki sevimli hayvanlara bu kadar yaklaştım ve onları doğal habitatları olan su içinde gözleme şansı buldum.

Yunuslar
Daha önce bir kaç kez yunuslarla yapılmış gösterileri izleme şansı bulmuştum ancak Marineland'deki gösteri bunların hepsini açık farkla geride bıraktı. Sanki yunusları değil Kuğu Gölü balesini izliyorduk. Ortada atlayıp zıplayan balıklar değil, bir koreografi dahilinde danseden balerinler vardı.

Ancak en iyisini, en sına sakladım. Orca da denilen katil balinaların bir gösterisi var ki, ağızım açık izledim. Tonlarca ağırlıktaki bu devler metrelerce sıçrayıp, taklalar atıyor, bakıcıları ile size el sallıyorlar, sırt üstü yatıp uyuma taklidi yapıyorlar.

İmkan yaratıp çocuklarınızı mutlaka götürün derim. Disneyland'den daha faydalı ve eğlenceli bence.

Kutup ayıları
Mezzy gördüğü hayvanlarla çok ilgilendi. Zaten tanrıya şükür, bu yönünü bemden değil, annesinden almış, çok sosyal, çok sevecen bir çocuk. Camdan foklarla flört etti, penguenlere ellerini uzattı, köpekbalıklarıyla oynadı. Hiçbirşeyden korkmuyor, bu da beni biraz endişelendiriyor açıkçası.

Koca marinası ve kumlu plajlarıyla deniz kıyısını geçip, Antibes'in merkezine ulaştık. Melissa annesinin karnındayken buralara gelmiştik. O zaman gezdiğimiz yerleri bu kez canım kızımla bir kez daha gezdik, o zaman neler hissettiğimizi anlattık ona.

Gerçekten de hamileliğin ilk günlerinde doktorumuz ciddi bir düşük olasılığının olduğunu söylemişti. Bu Tehlike hamileliğin on üçüncü haftasında sona eriyordu. Bu hafta da Antibes'de olduğumuz zamana denk gelmişti. Gezi boyunca yüreğimiz kıpır kıpırdı. Gezinin sonunda on üçüncü hafta kazasız bitmiş, hem Jelena, hem de ben derin bir nefes almıştık.

Şehir merkezinden tekrar denize doğru yürüdük. Yarı açık bir pazar ve güzelim eski bir kiliseyi geçip, artık tarihe malolmuş cazibeli evlerle sarılı dar sokaklardan geçtik.

Balinalar
Antibes'de, deniz kıyısında çok güzel bir şato var. Ünlü ressam Picasso da bu şatoda yaşamış, zaten bu gün bir Picasso müzesine ev sahipliği yapmakta bu muhteşem yapı. Etrafımda bir tur atarken geleneksel olarak yine aynı duygu kapladı içimi.

Çok uyanık adammış Picasso. Henüz hayatta iken ünlü olmanın avantajlarını sonuna kadar kullanmış. Örneğin ödemelerini hep çekle yaparmış. Çeki alan alacaklılar üzerimdeki orijinal imzayı muhafaza edebilmek için çeklerin büyük bölümünü bankaya vermemişler, böylece de Picasso'nun da cebinden bir kuruş çıkmamış.

Karnımız acıkmaya başlamıştı. Merkeze dönüp, atlı karıncanın hemen yanındaki restorana oturduk. "Lokal" bir fransız şarabı ile mükemmel lezzetli bir akşam yemeği yedik. Yemeği beklerken sevgili kızımızın yeni bir özelliğini keşfettik. Melissa atlı karıncaya deli oluyordu. Annesiyle bir kaç tur bindiler.

Antibes
Restoranın yanında küçük bir bar vardı, bahçesinde de tek bir garson. Cezayir, Tunus ya da Fas'tan gelmişti. Güler yüzlü, konuşkan bir tip. Jelena ile bizi İngilizce konuşurken duyduğu içen İngilizce girdi lafa.

"Hoş geldiniz ama çok üzgünüm, happy hour yeni bitti, ikinci içki artık bedava değil" dedi. Happy hour olup olmadığının farkında bile değildik. İngilizce konuşmasına karşı bir jest, ben de Fransızca "C'est la vie", yani sağlık olsun diye cevap verdim.

Birer pina colada söyledik. Beş dakika sonra ikisi de geldi. Garson bize "Patronumla konuştum, happy hour'u bir kaç dakika ile kaçırdığınız için ikinci içkileriniz bedava" dedi. Hemen ikincileri de söyledik tabi :)

Antibes
Hemen ardımızdan, altmış yaş üzeri iki Amerikalı kadın yan masamıza oturdu. Hani şu cougar türünden. Bizim garson bize şöyle bir işim çıktı gibisinden bakıp güldü, charmer'larını çalıştırdı ve masalarına yöneldi "Bonsoir mesdammes, what would you like to drink?"

Ertesi gün programımızda Cannes vardı, hani şu film festivali ve sahillerinde üstsüz güneşlenilen şehir.


Cannes'a geldiğimizde güneş yükselmiş, Melissa için zararlı bir hale gelmişti. UV korkusuna, geçen gelişimizde keşfettiğimiz Haagen Dazs dondurmacısında bir iki saat öldürdük, sonra kızımıza iki tane elbise aldık ve özel plajlardan birine girdik. Plajdaki her bebek gibi üstsüz güneşlendi canım kızım. Artık Cannes'a gidip üstsüz güneşlenmedim demez.

Cannes
Bu gezimizin kesin bir tespiti, sevgili Melissa'nın denizi çok sevdiğini anlamamız oldu. Bir iki geni farklı olsaymış, rahatlıkla deniz kızı olurmuş canım kızım.

Plaj sonrası, festivalin yapıldığı auditorium'a geçip, Melissa ile Belmındo'nu el izi yanında, kırmızı halının üstünde falan klasik Cannes fotoğrafları çektik. Melissa bir atlı karınca daha buldu, ona da bindik mecburen.

Akşam yemeği için tekrar Antibes'e döndük. Bir önceki gün gözümüze kestirdiğimiz Çin restoranına girdik. Çinli garsona bebek arabasını da gösterip bize rahat edeceğimiz bir masa bulur musun diye sordum.

Sorduğuma da pişman oldum.

Cannes
Koca restoranda bizden başka sadece bir masa daha var. Bomboş yani. Bizim garson başladı bir sağa, bir sola bakmaya. Bakışlarıyla masaları tek tek gözden geçirip, hangisi uygun olur diye ölçüyor, biçiyor.

Armut gibi ayaktayız, bu bir eli çenesinde, halen düşünüyor. Sadece ızdırap bitsin diye kenarda bir masayı gözüme kestirip, bak şuraya oturalım dedim.

Bu hala düşünüyor.

Ne Jelena, ne garson anlıyor, başlarım masasına mealinden Türkçe bir küfür edip, gittim oturdum masaya. Jelena da beni takip etti.

Başlangıç biraz çileli olsa da bitiş mutluydu. Mükemmel lezzetli bir yemek olmuştu.

Yemek sonrası yine Kuzey Afrikalı garsonun barına gittik. Bu sefer happy hour'u kaçırmadan pina coladalarımızı içtik. Melissa günün ardından yorulmuş, uyumaya başlamıştı. Biz de uzun süredir ilk kez karı-koca baş başa birşeyler içebildik.

Bir sonraki yazımızda İtalya'ya, bu kez Liguria sahiline gidiyoruz.

Şimdilik kalın sağlıcakla.

20 Eylül 2016 Salı

Nur İçinde Yatsın Tarık Akan

Peri masallarıyla hayatın gerçekleri arasında çok basit bir fark vardır arkadaşlar.

Peri masallarında herşey kusursuzdur, iyiler hep iyi, doğrular hep doğrudur. İyiler hep kazanır, kötüler hep kaybeder. Prens, prensesi alır, ölene kadar mutlu yaşarlar.

Gerçek hayat ise biraz zig-zaglı geçer. Ne herkes tam iyidir, ne de tam doğru. Ne iyiler her zaman kazanır, ne kötüler her zaman kaybeder. Kimi zaman "prenses" evde diye, eve gitmek istemezsiniz falan.

Peri masalları çocuklar içindir. Onlar hayatı anlama yolunda basit dersler verir, faydalı birkaç bilgi edinmelerini sağlar. Çocuklar büyüyünce peri masalı dinlemeyi bırakırlar. Çünkü anlama yetenekleri hayatın karmaşıklığını kaldıracak kadar gelişmiştir.

Büyüdüklerinde peri masalını dinlemeyi bırakmayan tek topluluk Türklerdir.

Şimdiye kadar anlamada zorlandığım bir çocuksu saflığı vardır milletimin. Hayatın gerçeklerini görüp anlamak yerine, gerçekle ilgisi olmayan, peri masallarını aratmayan, acayip, doğa üstü bir dünyada yaşarlar.

İnandıkları zırvalara akıl sır ermez. Dünyanın en çarpık, zevksiz yapılaşmasının ırzına geçtiği memleketleri onlara göre bir cennettir. Avrupanın yarısını kaybetmiş Osmanlılar, onlara göre dünyanın en büyük, en başarılı devletidir. Malkoçoğlu, elli kişinin arasına dalar, hepsini kılıcına dizer, benim insanım bunda bir sorun görmez. Ölürken Che Guevaranın cebine Atatürk'ün nutkunu koyar, Swatch firmasına "Keroz" model, dokuzu beş geçe "kuku" yapan bir saati yaptırır, Norveçlilere kıçın sıkıştığında Türk gibi düşün atasözünü söyletir, falan...

Bu masal dünyasında yaşarken de, Türklerin Avrupaya bahşettiği tek "atasözünün" Türk gibi sigara içmek olduğunu bilmez.

Çocukça bir saflık işte, destansı, masalsı zırvaları sever benim milletim.

Halbuki, gerçek hayat bu kadar siyah-beyaz değildir, çoğunlukla grinin tonlarında geçer. Bir insan ne tam iyi, ne tam doğrudur. Dinamiktir insanın gelişmesi. Bir evrim şeklinde ilerler. Yaşadıkça hata yapar, hata yaptıkça öğrenir, öğrendikçe gelişiriz. Hepimiz hata yapar, ileride aklımıza geldikçe utandığımız haltlar ederiz.

Çünkü hepimiz insanız.

Biz insanızdır da, kahramanlarımıza aynı kendimize tanıdığımız insan olma hakkını vermeyiz.

Kahramanlarımız pürüzsüz olmalıdırlar. Hata yapamazlar, insani, dünyevi işlere karışamazlar. Asildir onlar.

Sanki Atatürk, anasının karnından "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" diye bağırarak çıkmıştır.

Gerçekte, kim bilir kimin bahçesinden kaç meyve çalmış, kaç tane kız kovalamıştır çocukluğunda Atatürk.

Yobazlar Atatürk kadın sever, Atatürkçüler de yok, bunlar hep yalan der. Çünkü kadın sevmek biz fani insanlara helal, kahramanlara haramdır.

Erkekler için konuşuyorum, neresi ayıp kadın sevmenin? Malum kesimin dışında biz erkekler kadın sevmez miyiz? Atatürke kadın severmiş diyen yobaz evine gidince karısıyla ne yapıyor? Tövbe, tövbe... Hatta bıraksan dört karıyla gurup seks yapacak. Ama Atatürk yaptığı zaman, cıssss!

Erkek olarak kadın seviyoruz derken, kadınlara tecavüz etmediğimize göre, kadınlar da bu işe hayır demiyor demektir, öyle değil mi?

Ama normal çalışmıyor işte şark kafamız. İçerde bir yerde kısa devre yapıyor.

Bu Tarık Akan'ı kaybetmemizin arkasından sosyal medya ve TV'de okuyup izlediklerim yüzünden başınızı ağrıtıyorum.

Öyle coşmuş ki aslan sosyalistler, zannedersiniz Tarık Akan değil Vladimir Lenin ölmüş, bunlar ağıt yakıyor.

Büyük devrimci, Silivri kahramanı, Yol, Maden, haydi sol eller havaya...

Durun ya...

Tarık Akan benim çocukluğumun kahramanı, en çok sevdiğim aktördür.

Ama onu ne devrimci, ne madenci olarak hatırlarım. Tarık Akan benim için filmlerin yakışıklı, kızların hayran olduğu, hayta, serseri, dürüst karekteridir.

Ben onu sol elini havaya kaldırırken değil, Halit Akçatepe'ye tekme atarken hatırlarım, nasıl Rahmetli Kemal Sunalı da öyle tek yol devrim şeklinde değil, Şener Şene bakıp "Eşşoğlueşek" dediği sahneyle hatırlıyorsam.

Bunu söylerken, Tarık Akan'ın sonradan yine gurur duyduğum ilerici, devrimci kişiliğine evrilmiş olduğunu da unutmam. Bir sanatçıdan beklediğimiz de zaten devamlı kendini geliştirip ilerlemsi değil midir? Çocukluk kahramanımdan zaten bundan azını bekleyecek değilim.

Ama höst bre sosyalistler. Yazdıklarınızı okuyan, Tarık Akanı uzaylıların, kırk yaşında sol eli havada dünyamıza ışınladıklarını zannedecek.

Diyeceğim o ki, bir insana insanlığı çok görmeyin.

Tarık Akanın devrimci filimlerinden çok hayta filmleri var. Ünlü olma sebebi de Özgür Gündem değil Ses dergisinin yarışmasını kazanması. Tamam, Maden'i, Yol'u hatırlayın ama Hababam Sınıfıyla Canım Kardeşim'i de yok saymayın.

Yıllar önceydi, ben diyeyim 1977, siz deyin 1978. Rahmetli annem Hafta Sonu gazetesini okuyor, benim yaşıtlarım ve eskileri hatırlar, dedi-kodu gazetesi. Bir küfür çıktı ağzından, duymaya alışık olmadığım ağarlıkta, "Nasıl benim çocuğuma vurdun sen" diye.

Habere bir baktım, abimle Tarık Akan kavga etmiş. Ama ciddi kavga, ikisinin de kaşı gözü gitmiş.

Otuz beş yıl sonra İsviçre'de, ikinci şarap şişemizin sonuna doğru ilk defa sordum abime, nasıl oldu diye.

Tarık akan gece kulübünde yan masadaki kızlara fıstık atmış, abim de atma deyince dışarı çıkıp, dan dun girmişler birbirlerine. Yarım saat kavga etmişler gecenin bir köründe.

Bilmiyorum siz nasıl düşünürsünüz, ancak kızlara fıstık atmak pek de öyle devrimci bir hareket sayılmaz.

Ama fazlasıyla insani bir hareket.

Siz hiç denediniz mi bilmiyorum ancak ben benzeri saçmalıkları birden fazla yaptım, bir kaç kere de ağzımı burnumu kırdırdım.

Ben yapınca oluyor da, Tarık Akan'a niye yakışmasın?

Nur içinde yatsın Tarık Akan.

Siz de peri masallarını bırakıp hayata dönün aslan sosyalistler. Benim neslim Tarık Akanla büyüdü, ama sol el havaya nameleriyle değil, Canım Kardeşimle, Damat Feritle. Onları da hatırlayın.

Sağlıcakla kalın...

17 Eylül 2016 Cumartesi

Doktor Musun?

Antalya'da check-in yapıyoruz, şöyle 25 yaşlarında bir görevli. Pasaportlarımızı aldı, Melissa Türk pasaportuyla seyahat ediyor, o yüzden Jelena benim ve Melissa'nın İsviçre kimliklerini de verdi, vizeye gerek olmadığını göstermek için.

Adam Jelena'ya döndü, siz İsviçre'de yaşamıyor musunuz? diye sordu. Jelena'da benim normalde İsviçreye vize ihtiyacım yok, ondan vermedim kimliğimi dedi.

Bu arkadaş, olsun, verin, görmemizde fayda var dedi. İlk defa başımıza geliyor, hadi dedik...

Sonra adam tezgahtan uzanıp Melissa'ya baktı. Canım kızımı İsviçredeyken sivrisinekler vahşice yemiş, kızarıklar yeni yeni geçiyordu.

Sivrisinek ısırığı dedik. Adam bir daha baktı, bu su çiçeğine benziyor, açın göbeğini bir bakayım dedi.

Kanım tepeme çıktı.

Doktor musum lan sen? diye bağırdım.

Ben çıkışınca "beyefendi" moduna girdi. Hayır değilim beyefendi, ama yolcuların güvenliği için bakmamız lazım falan diye birşeyler geveledi.

Git bir doktor getir, ona gösteririm ancak dedim.

Doktor 60 yuro para ister dedi. Tehdit ediyor eşşoğlueşek, ya ben bakarım göbeğine ya da para ödersin diye...

Pasaportları kaptığım gibi operasyon bürosuna gittik.

Hayatımın en büyük rezilliğini çıkardım. Neyse ki operasyon şefi makul bir adammış, olayı yatıştırdı. Sonuçta bir hemşirenin bakmasına razı oldum ve uçağa bindik.

Kıssadan hisse, bir check-in memuru aklına gelirse kendini bir doktor sayıp bir yolcuya teşhis koyabiliyor. Hayır derseniz doktora gidip 60 yuro ödemek zorumda kalabiliyor, bu arada uçağa binerken de check-in de biletinizi, pasaportunuzu gösterip, ardından göbeğinizi açıp okey alıyor ve geçiyorsunuz.

Allah bu heriflerin belasını versin. Böyle bir ilkelliği her halde en son Auschwitz'de doktor Mengele yapıyordu.

Sun Express'e de, Lufthansa'ya da, THY'ye de yazacağım.

6 Eylül 2016 Salı

İtalya'ya... Melissa Bir Yaşında!

Sevgili kızımız Melissa'nın ailemizin bir parçası olmasından bu yana, neredeyse bir yıl geçmişti. Bizi on sene bekletmiş, ancak beklediğimize de değmişti sonunda. Durum böyle olunca, sevgili 🐝Mezzy🐝'nin ilk doğum günün nerede ve nasıl kutlanacağı oldukça önemli bir hale gelmişti.

Eşim Jelena her gün yeni bir fikirle geliyor, bu fikirler bizi evde, diğer çocuklarla planlanmış bir doğum gününden, Maltaya, Korsikaya, Sırbistana ya da Türkiyeye götürüyordu.

Melissa'nın nerede olduğumuzu, ne yaptığımızı farketmeyeceğini tabi ki biliyorduk, çabamız, sadece ona ilk doğum günü için, sonradan bakıp hayalinde canlandıracağı özel bir anı bırakmaktı.

Sonunda İtalya'ya gitmeye karar verdik.

İsviçrede yaşamanın çok önemli bir avantajını yine zevkle kullandık arkadaşlar. İtalyaya gitmeye karar verdik cümlesini n'olur ukalaca söylenmiş, "Ayy, n'apalım, biz de İtalyaya gittik işte" şeklinde almayın. Paris, Münih, Milano, Venedik, Verona, Piza, Floransa, Güney Fransa, Alsas, Mont-Blanc bize hep altı saatlik araba menzilinde. İzmir-İstanbul'dan daha kısa yani. Vize, mize de gerekmediği için sadece "hadi gidelim" kararına bakıyor.

Neyse, düştük yola...

Saint-Bernard tünelinden İtalya sınırlarına girdik ve Aosta vadisine inen o güzelim manzaralı yoldan ilerlemeye başladık.

Sağolsun, İtalyanların geleneksel iki yüz metre içinde sizi önce 20 km, sonra 80 km, sonra 10 km sonra 70 km saat hız sınırlaması getiren, uyulması imkansız trafik işaretlerine güldük, neşemiz yerine geldi.

Abartmıyorum, 10 km'lik hız sınırlaması var. Amaçsız bir şey bu. Eğer bir yolda 20 km ile gitmek tehlikeli diye trafiği 10 km'ye düşürüyorsan, kapa o yolu kardeşim. Normal bir insan saatte 5 km hızla "yürür". 10 km hız arabalar için ne demek siz anlayın.

Bir de bu işaretlerin bazıları öyle direğin üzerinde falan değildir. Yolun kenarına, yere öylece koyarlar, bazen bir taşa, bazen bir ağaca dayayıp bırakırlar. Şans işi görürsünüz yani.

İtalyanların başka bir huyu da, mesela 130 km'lik yolda on metrelik bir çalışma var diye sizi 80 km'ye düşürecek bir işaret koyarlar. Ancak çalışmanın bittiği yere bu sınırlamayı kaldırıp, hız sınırını tekrar 130 km'ye yükselten işareti koymaya tenezzül etmezler. Çoğunlukla hislerinizle hareket etmeniz, "Çalışma sanki bitmiş gibi, demek ki hız sınırlaması kalkmıştır" şeklinde bir sonuca ulaşıp yeniden hızlanmanız gerekir.

Bu durumlarda genelde arkamda yüzü sinirden kıpkırmızı, deli gibi korna çalan, selektör yapan bir İtalyan sürücüsü sayesinde anlarım hız sınırlamasının "kalktığını".

Ne de olsa İsviçre terbiyesi aldık bunca senedir. İşaret yoksa basmam hemşerim!

İsviçre bu terbiyeyi, dünyanın en etkin yoluyla verir insana. Öyle ehliyeti iptal et, hapse at falan değil. Binlerce frank ödeyerek öğrenirsiniz dersinizi. Bir daha da yapmazsınız. Yoksa ben araba kullanmayı Türkiyede öğrenmiş adamım. Normal koşullarda kim takar Yalova kaymakamını ya da İtalyanların hız levhalarını, di mi?

Yine ilginç bir gözlemimi aktarayım arkadaşlar. Kuzey ve orta İtalya'nın tüm otoyollarına, neredeyse her beş yüz metrede bir 50 km hız sınırlama levhası koymuşlar. Ancak hemen her yerde, hatta normal hız sınırı olan 130 km levhalarımdan daha çok.

Kırık İtalyancamızla anladığımız, bu 50 km sınırlamasının kar yağdığı zamanlarda geçerli olduğu.

Ben çok muğlak buldum bu işi. Öncelikle kar yağması biraz fazlaca genel bir kavram. Kar hafif serpiştiriyor da olabilir, lapa lapa yağıp yolu kapıyor da. Ya da bir kar fırtınası örneğin. Bu koşulların tümünde, hele otoyolda 50 km gibi sabit bir hız limiti saçma geldi bana. Karın yağma hızı, rüzgar, vs. ye göre sürücüler hızlarını ayarlarlar. Bunun için de 50 km tabelasına gerek yoktur. Kim bilir hangi mantıkla harcamışlar yüz binlerce Yuroyu bu işaretler için...

Bir minik tekziple İtalya trafiği konumuzu kapatalım. Hız birimi olarak okunması kolay olsun diye "xx km" yazdım ama hepiniz fizik okudunuz, hız eşittir uzaklık bölü zaman, yani km/saat dir hattızatında.

Yolculuğumuzun sonrası olaysız geçti diyebilirim. Hedefimiz olan Verona kentine akşamın erken saatlerinde ulaştık, ertesi günün yorucu olacağını bildiğimizden erken yatıp dinlenelim dedik.

Dedik de...

Artık sadece iki kişi olmadığımızı unutmuştuk.

Sevgili kızımız Melissa, biraz da yolda uyumanın verdiği ekstra enerji ile "uyumamaya" karar verdi.

Tam bir saat ışıklar açıldı, kapandı
Odada bebek yatağı yoktu. O yüzden kendi yataklarımızın yerini değiştirerek Melissa için güvenli bir uyku alanı oluşturduk. Ancak, demek ki bu kararımızı Melissa'ye doğru bir biçimde tebliğ edememişiz ki, Melissa bu alanı dans pisti olarak kullanmaya başladı.

Bir süre Rock'n'Roll'dan sonra, Melissa başucundaki ışık düğmelerini keşfetti. Artık oda bir disko gibiydi. Tam bir saat o ışıklar bir stroboskop gibi açıldı, kapandı.

Sabah dörde doğru Melissa uyumaya karar verdi.

Biz de İtalyadaki ilk günümüze biraz yorgun da olsa başlamak üzere bir kaç saat uyuyabildik.

İtalya, Fransa ile birlikte Avrupa'da görmekten en çok haz ettiğim iki ülkeden biridir arkadaşlar. Bütün ülke neredeyse bir açık hava müzesi gibidir. Sınırda bilet kesseler yeri yani. Hem tarih, hem de doğası ile dünyada eşi bulunmayan bir ülke. İtalyanlar da bu zenginliklerini korumak için çok başarılı olmasa da, bize göre kat kat fazla çalışıyorlar.

Uzun yıllar önce İtalyayı ilk gördüğümde çok kızmıştım. Her sütunun önünde bir araba, bir kamyon park etmiş, güzelim binalar, anıtlar şehrin kalabalığında, trafiğin içinde kaybolmuş gitmişti.

Ayıp lan dedim, insan bu hazineye sahip çıkmaz mı?

Sonra İtalyanın gerisini de gezip görünce anladım ki, ülkenin her tarafı anıt, tarihi bina, tarihi eser. Bunların hepsinin etrafına bir kordon çekip müze haline soksalar, İtalyanlara yaşayacak yer kalmayacak. Ondan beridir kızmıyorum :)

İtalyayı anlamak için İtalyanları anlamak gerek arkadaşlar, İtalyanları anlamak için de biraz onları tanımak.

Dünyanın gelmiş geçmiş en önemli devleti Roma İmparatorluğu dersek, herhalde çok yanılmış olmayız. Günümüzün batı medeniyetinin tümü, Amerikalısı, Almanı, İspanyolu, köklerinin yüzde seksenini Roma İmparatorluğunda bulur.

Geri kalan yüzde yirmisi de Yunan diyelim. Aslen Yunan kültürünün bu günkü batı medeniyetinde ağırlığı bence yüzde yirmiden fazladır ama işin içinde Hristiyanlık olmadığı için modern batı insanı uygarlığa etkisi bakımından Yunan medeniyetini biraz altlarda sınırlar. Günümüzün demokrasi, bilim, ekonomi, felsefe gibi temel kavramları hep Yunandan gelmedir.

Ancak konumuz İtalya ve İtalyanlar olduğu için Yunan uygarlığını sonraki yazılara bırakalım.

Roma İmparatorluğunun önemi kapsadığı alanın büyüklüğünden çok, bu günkü anladığımız anlamdaki ilk devlet olmasındadır. Şehirleşmiş, merkezi, ancak demokrat (sayılabilecek) bir yönetim ve bununla gelen yayılma ile hayatta kalma başarısı Roma İmparatorluğunu eşsiz kılar. Yok oluşundan sonra bile, Türkler de dahil, diğer uluslar değişik zamanlarda kendilerini Roma İmparatorluğunun varisleri, yöneticileri falan ilan etmişlerdir.

Roma İmparatorluğunun başka önemli bir özelliği ise Hristiyanlığı Avrupaya yaymasıdır. Gerçi Hz. İsa'yı çarmıha Romalılar germiştir ama sonradan Hristiyanlığı yayarak bunu telafi etmişlerdir. Bu gün Katolisizmin merkezi Vatikandadır ve dünyanın HER yerindeki Katolik Papazlar, Psikoposlar ve Kardinaller emirlerini buradan alır.

Ortadoksluğun merkezi İstanbulu alarak biz Türklerin de Katoliklerin bu egemenliğime katkıda bulunmuşluğumuz vardır.

Ancak bana sorarsanız, İtalyanların en önemli başarısı Roma İmparatorluğundan ziyade Rönesansı başlatmalarıdır.

Rönesans'dan önce tüm Avrupa aile bağları nedeniyle soylu sayılan bir sınıf tarafından yönetiliyordu. Halkın ortak paydası dindi. İncil kimsenin anlamadığı Latincede yazıldığı için cahil halk papaz ne derse inanıyordu. Bakirelik, baş örtmesi gibi kavramlar fazlasıyla "in" durumdaydı. Kadınlar cadı diye canlı canlı yakılıyor, çocukların kafalarına şeytan girmiş, çıksın diye matkapla delik açılıyordu. Soylu sınıf, halkı din ile uyutup, ülkenin gelirini ceplerine atıyor, mutlu mutlu yaşıyorlardı (Neyse ki günümüzde böyle şeyler olmuyor :)

Floransadan başlayıp, tüm Hristiyan dünyasına yayılan Rönesans hareketi, bilim ve sanatla birlikte, para kazanan bir orta sınıf oluşturdu. İncil yerel dillere çevrilip basıldı ve yayıldı. İnsanlar dinlerini bırakmadı ve bilinçli biçimde ibadetlerini yaptılar. Bana sorarsanız, günümüz Hristiyanı, orta çağ Hristiyanına göre daha dindar, ancak, haç çıkarıp kafa kesmiyor, komşusu İsa'ya tapmıyor diye öldürmüyor.

Darısı bu gün aynı sorunu yaşayan Taoistlerin (!) başına...

Olayı toparlarsak, dinciliği Avrupanın başına saran da, kurtaran da İtalyanlar olmuş.

Bu iş öyle kolay olmamış tabii. Uzun yıllar ve tarifsiz acılar sonucunda Hristiyan dünyası bu geçişi tamamlamış.

Orson Welles'den biraz da İsviçreye taşla şu alıntı durumu özetliyor:

"İtalyada yıllar boyu dikta, terör, kan ve sefaletten sonra Galile'siyle, Mikelanj'ıyla, Leonardo da Vinçi'siyle Rönesansı çıkardılar, İsviçre beş yüz yıllık barış ve demokrasiden sonra çıkara çıkara guguklu saati çıkardı."

İşte böyle bir halk İtalyanlar.

İtalyanlar bugün Roma İmparatorluğunun parlak günlerinden çok uzaktalar, ancak hala Avrupanın önemli bir gücü durumundalar. Biraz keyiflerine düşkün, biraz da düzeni, planlamayı sevmeyen bir karekterleri var. Haa, bir de çok yüksek sesle konuşuyorlar. Sahilde falan otururken, arkadan "Pronto" lafını duyunca, artık huzur bitti diyebilirsiniz.

Ancak mutlu, neşeli, hayatla barışık insanlar.

Sözün kısası, tarihleri, müzikleri, yemekleri, şarapları ve insanları ile hiç durmadan ziyaret edilesi bir ülke İtalya.

Lago di Garda
İtalyada ilk günkü programımız bizi Garda Gölüne yani Lago di Garda'ya götürdü.

Devasa bir göl bu. Van gölünün üçte ikisi kadar bir alanı var. İtalyanın da en büyük gölü. Alplerin hemen dibinde, yemyeşil bitki örtüsü ve insanın işi gücü bırakıp yerleşmek isteyeceği cazibeli köy ve kasabaları var.

Garda gölü, yine yakınında bulunan Como gölüne göre biraz daha doğal, biraz daha sıcak geldi bana. Como, ünlü yıldızların evleri ile falan, deyimi uygunsa biraz daha seksi tabi.

Verona'dan bindiğimiz bir otobüs, bizi göl çevresindeki ilk durağımız Garda kentine getirdi.

Yola çıktığımızda Melissa'nın disko gecesinden dolayı hayli yorgunduk. Jelena, Melissa ile bir koltuğa, ben de koridorun karşısındaki koltuğa oturduk.

Canım kızım hemen etrafındakilerle "flört" etmeye başladı. Herkese bakıyor, gülüyor, mimiklerle bakın bana diyordu.

Eh... Bakmamak da mümkün değildi. Jelenanın ön ve arka koltuklarındaki emekli Amerikalı ailelerle minik bir sosyal gurup oluşmuştu. Onlar Melissayla kakara kikiri yaparken ben de biraz uyurum dedim kendi kendime.

Ön sıradaki çift, durakların birinde inmiş, yerine orta yaşlı başka bir çift oturmuştu. Bu çift kendi aralarında konuşuyor, yola, manzaraya falan bakıyorlardı. Başka bir deyişle Melissaya ilgi göstermiyorlardı, ki bu kabul edilemezdi.

Önce tüm gücüyle bağırmaya başladı canım kızım. Sesini annesinden almış, annesi de öğretmen olduğu için maşallah, dinletir kendini.

İlk çığlıkta şoför frene bastı, birşey mi oluyor diye döndü baktı. Öndeki çift de şöyle bir bakıp, "hi, çok şirin" gibisinden bir gülümsediler.

Melissa beklediği ilgiyi göremediğinden bu kez taktik değiştirip, daha etkili bir yönteme başvurdu ve kadının saçlarına yapışıp, çekmeye başladı. Deneyimle doğrulanmıştır, öyle bir çeker ki insanın saçını, gençliğe hitabeyi tersten okursunuz...

Jelena hemen atlayıp durdurdu tabi, ancak arada kadın gerçekten acı çekti. Jelena özür falan diledi, kadın da halden anlar biriydi, gülümseyip fazla uzatmadı.

Ancak Melissa'nın sorunu halen çözülmemişti. Ön sıra hala hakettiği ilgiyi göstermiyordu. Yeni bir saç çekme kalkışması anne tarafından engellendiği için başka bir yönteme başvurdu.

Oynaması için verdiğimiz su şişesini ve oyuncaklarını ön sıraya atmaya başladı.

Tamam dedim. Şimdi atacaklar bizi otobüsten.

Neyse ki yardımımıza şoför koştu ve "Garda" diye seslendi.

Hemen attık kendimizi dışarı. Melissa, eğlencesinin yarıda kesilmesinden pek de memnun olmamıştı, ancak hem Jelena, hem de ben, bir vukuat olmadan otobüsten inebildiğimiz için fazlasıyla sevinmiştik.

Dar sokakları ile tipik bir kuzey İtalya köyü
Garda, renkli binaları, dar sokakları ile tipik bir kuzey İtalya köyü olarak bizi şaşırtmadı. Cenova gezimizde size kuzey İtalya köylerini detayları ile anlatacağım, ancak şu an için hepsi birer cennet köşesi desek yeterli olur herhalde.

Garda'daki tek sorunumuz bir türlü denize ulaşamamak olmuştu. Bunun sebebi, bütün köyün sahilini baştan başa kaplayan pazardı. Çoğunluğu siyah, yüzlerce satıcı tezgah açmış, giyisi, biblo, hediyelik ıvır-zıvır, aklınıza ne gelirse satıyorlardı.

Buraya gelen turistlerin ilk amacının göl kıyısında gezmek olduğunu düşünürseniz, bütün sahili niye pazar yeri yaptıklarını anlamak zorlaşıyor tabii. Ne varki İtalyadayız ve böyle şeyler "olur" :)

Bir cafe'ye oturduk. Ben geleneksel Amerikan kahvemi söyledim ve garson da bana geleneksel olarak acıyan gözlerle baktı. Kahveyi suyla açmak, gerçek bir İtalyan'ın anlayabileceği bir kavram değil.

Garsonla lak lak ederken bir sonraki hedefimiz olan Lazise'den laf açıldı. Otobüsler nereden kalkıyor diye sorduk, garson da niye gemiyle gitmiyorsunuz dedi. Yolculuğu planlarken gemi ile gidip gidemeyeceğimize emin değildik, o yüzden otobüs diye şartlamıştık kendimizi.

Hemen iskeleye geçtik. Bu minik gemi gezisinin başka bir önemi ise Melissa için bir ilk olacağıydı. Canım kızım ilk defa deniz üzerinde yolculuk yapacaktı.

Gemiye bindik, Garda'yı geride bırakıp rotamızı Lazise'ye çevirdik.

Yeni iPad'in üzerinde Apple SIM diye bir Sim kart var. Dünyanın neresine giderseniz gidin, yerel ücrete yakın bir ücret ile Internet bağlantımız olabiliyor. O kadar pratik bir özellik ki bu, üç-beş günlük bir seyahat boyunca yirmi dolar gibi bir fiyata devamlı online olabiliyoruz. Dağların zirvesinde, denizin ortasında evdeymişiz gibi, sanal hayatımız sürebiliyor yani.

İPad ile gerçek zamanlı olarak Melissa'nın ilk denizcilik serüvenini belgeleyip sosyal medyaya post ettik :)

Motorumuz, yolda bir-iki gerçekten küçük köye yanaşıp yolcu aldı, biz de bu sayede de göl kenarında başka yerleri görebildik. Bu köylerin hepsi birbirinden güzel.

Lazise
Lazise ise bence gölün en cazibeli köyü. Zaman burada on yedinci yüzyılda falan durmuş. Ufacık bir limanı var. Burada, benim çocukluğumdan kalma gerçek ahşap, tombul kürekli, onlarca balıkçı kayıkları sıra sıra dizilmiş. Yine ufak bir meydanı ve etrafında insanın oturmaktan keyif alacağı cafeler, restoranları sıra sıra dizilmiş.

Geceyi uykusuz geçirdiğimden, sabahtan beri belki on kahve içmiştim. Gececileriniz bilir, hani belli bir noktadan sonra kahvenin zevki tamamen kaçar, boğazınızda, midenizde bir acılık bırakır ve siz de hoşunuza gittiğinden değil de sadece uyumamak için içersiniz ya... İşte o noktadaydım. Melissa da geceyi "uykusuz" geçirdiğinden, gayet rahat bir biçimde arabasında uyuyordu. Bütün gün uyuması hiç hoş değildi tabii. Bir sonraki gece için enerji topluyor demekti.

Lazisa'da dinlenmek iyi gelmişti
Lazisa'da dinlenmek iyi gelmişti, bir de üstüne bir şeyler yiyebilmiş, bir kaç saatlik daha enerji toplamıştık. Yeniden gemiye atladık. 🐝Mezzy🐝 artık tam bir Temel Reis olmuştu, deniz yolculuğu vız geliyor, tırıs gidiyordu.

Bir sonraki hedefimiz Sirmiome köyüydü. Sirmiome, Garda gölünün vitrin yerleşkesi. Yani Garda'ya gelen herkesin ilk önce gördüğü lolipop bir köy.

Muhteşem bir kalesi ve el işi mada örtüsü gibi her noktası tek tek işlenmiş sokakları, binaları var. Dünyanın tartışmasız en güzel köylerinden biri...

Sirmiome

Ancak böyle yerlerde midemi kaldıran bir adet var ki, artık gördüğümde, geri kalan güzellikleri hep ikinci plana düşüyor.

Bu lüks marka mağazaları kastediyorum.

Bin yıllık, her yanından tarih, cazibe akan güzelim bir bina, kapısının üstünde de bir Louis Vuitton, Channel, Armani tabelası... Gerisini siz tahmin edin artık.

Monte Carlo'da, şu ünlü casino'nun tam karşısında muhteşem bir park vardı. Havuzlarıyla, ağaçlarıyla Afrika gibi bir park.

Oranın da ırzına geçmişler...

Sirmiome
Parkın yarısı devasa, füturistik, balon kılıklı yapılarla dolmuş. Yine tabii Vuitton, Channel, Dior, vs... Herhalde Ruslar ve Çinlilerin parası bitince söndürüp başka yere taşırız diye balon gibi yapmışlar. Bir önceki yılbaşı yine oradaydık, yılbaşı nedeniyle süslemişler diye düşünmüştüm. Geçenlerde gittiğimizde anladım yılbaşı süsü olmadıklarını. İçim acıdı. Çok güzeldi bu parkın eski hali.

Bu marka butikler Jelena'yı benden daha az rahatsız etmekte haliyle :) Bir kadın olarak aralarında bir yakınlık var tabii. Ancak Jelena bile sıkıldı bu işlerden. Her yerde aynı şey olunca alış-verişin de zevki kaçıyor işte.

Garda'da nereye gidelim diye sorduğunuzda bu yüzden Sirmiome yerine Lasiza derim, ama siz yine de Sirmiome'yi atlamayın.

Uzun bir gün olmuştu ancak hala son bir ziyaret noktamız kalmıştı, Verona kenti.

Verona Kolezyumu
Yıllar önce Verona'da bir kaç saat geçirmiştim ve çok sevmiştim. Tüm İtalyada, Roma dahil en çok Romalıları hissettiğim yer desem yeridir. Koca bir kolezyumu var, etrafında da Asteriks romanlarından kaçmış gladyatörler geziyor. Eski merkez ise buram buram tarih kokuyor.

Ancak Verona deyince akla gelen ilk şey Romeo ve Jülyet.

Bildiğiniz gibi Romeo ve Jülyet, Türk olduğunu yakın zamanda idrak ettiğimiz Şeyh Pir, eski adıyla Shakespeare'in yazığı bir trajedidir. Hattızatında bu oyunun asıl ismi Rahmi ve Jülide'dir, ancak yılların yanlış bilgisi bir anda silinmiyor işte.

Jülyet'in evinin girişindeki grafiti
Romeo ve Jülyet Aslen eski bir İtalyan masalıdır, ancak bir İngiliz bunu şiir haline getirmiş, Shakespeare de baharatlayıp, garnitürleyip bir oyun haline getirmiştir.

Olay Verona'da geçer. Montague ve Capulet'ler, birbirine düşman iki ailedir (kan davası durumları, kökleri itibarıyla bilir bunları Şeyh Pir). Verona'nın prensi bu işe gıcık olur ve bunlara barışmalarını söyler. Bu arada Paris isimli bir kont Capulet'lerin kızı Jülyet'e sulanır ve onu ailesinden ister.

Montague'lerin oğlu Romeo ise Capulet'lerin Rosaline isimli bir akrabasına abayı yakmıştır. Melankoli yapıp, hayattan kopmaktadır. Bir umut, belki Rosaline'i görürüm diye Capulet'lerin balosuna gider.

Baloda bu kez Jülyet'i görüp, ona aşık olur.

Jülyet'in balkonu
Kaypak biri sizin anlayacağınız bu Romeo. Batı dünyası onu hep sadık romantik bir aşık şeklinde karekterize eder ancak gördüğünüz gibi her gördüğü kadına aşık olan bir haytadır. O baloda Jülyet yerine Leydi Gaga, yada Margaret Thatcher'ı görseydi ona aşık olacaktı. Romeo gibi bir arkadaşım vardı, bakkala giderken bir kız görür, cart açardı rakıyı.

Neyse...

Romeo'nun balodaki yamukluğuna uyanan kız tarafından bir dayı, palayı çekip Romeo'yu doğrayacakken, kız babası, hadi mesele çıkmasın diye dayıyı durdurur, kan dökülmesini önler.

Balo gecesi ise meşhur balkon sahnesi gerçekleşir.

Romeo, Capulet'lerin avlusuna sızar ve Jülyet balkondayken ona ilan-ı aşk eder. Gecenin sonunda evlenmeye bile karar verirler. Geçmiş zaman işte anasını satayım. Yok biraz zaman geçsin, yok biraz birbirimizi tanıyalım... Bir serenat ve tak, iş bitiyor böyle.

Ertesi gün de evlenirler.

Balodaki dayı, hala olaya kıldır. Romeo'yu düelloya davet eder, Romeo kabul etmez, yerine bir arkadaşını gönderir. Dayı arkadaşı şişler. Romeo da bu işe bozulur, o da dayıyı şişler.

Prens bu kavga işine bozulur, Romeo'yu Verona'dan sürer. Romeo, yine kaçak tabi, gelir ve Jülyet'le ilk gecelerini yaşarlar - kanlı çarşaf durumları.

Romeo ile evlendiğinden habersiz, Jülyet'in anası onu isteyen Kont Paris'le evermeye karar verir.

Jülyet bir plan yapar. Onu ölmüş gibi gösterecek bir ilaç alır. Bu arada Romeo'ya planı anlatmak için bir haberciyi yola çıkarırlar. Ancak Haberci Romeo'ya ulaşamaz. Jülyet'in gerçekten öldüğünü zanneden Romeo, önce Kont Paris'i şişler, sonra da Jülyetin yanında zehir içip "kendini" intahar eder.

Yalancı zehirin etkisi geçip, Jülyet uyandığında yanında Romeo'nun ölüsünü bulur, bu sefer kendini pıçaklayıp sahiciden ölür.

Hep plansızlık, programsızlık işte. Boş yere demiyorlar İtalyanlar koordinasyondan anlamaz diye...

Jülyet'in şu meşhur sözlerini de hatırlamadan geçmeyelim:

O Romeo, Romeo! Wherefore art thou Romeo?
Deny thy father and refuse thy name;
Or, if thou wilt not, be but sworn my love,
And I'll no longer be a Capulet.

Eyyy Romeo, Romeo, sen niye Romeo oldun?
Ya babanı, soyunu inkar et, ismini değiştir,
Ya da beni seveceğine yemin edersen,
Ben adımı değiştirip bundan kelli Capulet olmayayım.

Bu arada İngilizce bilen arkadaşlarıma hatırlatma, Şeyh Pir, zamana göre basit, avam bir İngilizce kullanırmış. How cool art thou? :)

İşte Jülyet'in evi bu gün Verona'da, ziyarete açık.

Önce bir tünelden geçiyorsunuz. Bu tünel, yıllardır aşıkların yazdığı grafiti ile dolu. Sonra da avluya geçiyorsunuz. Meşhur balkon sağ tarafta. Balkonun altında ise Jülyet'in bronzdan bir heykeli var.

Ne olduğunu bilmiyorsanız
Eğer ne olduğunu bilmiyorsanız, bu heykelin etrafında sapıkça bir ayinin gerçekleştiğini düşünebilirsiniz, çünkü herkes heykelin üzerinde bulunduğu kaideye çıkıp, "vıcık" diye Jülyet'in sağ memesini sıkıyor.

İtikat oymuş ki, sağ memesi sıkıldığında Jülyet, çiftlere mutluluk ve uzun bir ilişki veriyormuş. Benim gözlemime göre garip heykelin sağ memesi aşınmış, parlamış ve küçülmüş durumda. Ben uzun uzun sıktım. Artık bizi bir on sene daha götürür... :)

Bir taksi bizi otelimize getirdi. Uykusuz bir gecenin ardından yoğun tempolu bir gün tüm enerjimizi tüketmişti. 🐝Mezzy🐝 dahil hepimiz, hemen uykuya daldık.

Sabah gözümü açtığımda sevgili kızım mutlu mutlu bakıyordu bana. İlk doğum gününü kutlayacaktı. Bu günü ilerde hatırlaması mümkün olmadığından iş bize düşüyordu. Melissa'ya bu günden bol bol fotoğraf, anı ve en önemlisi sevgi bırakmalıydık.

Verona
Hemen kahvaltımızı bitirdik ve yola koyulduk. Canım kızım Melissa'nın ilk doğum gününü Venedik'te kutlayacaktık.

İtalya deyince çoğumuzun aklına gelen ilk yerlerden biridir Venedik. Yüz on küsür adanın üzerine kurulu bir şehir. Uzun bir süre de bir ülke-şehir olarak tarihe damgasını vurmuş. Hem de en zengin ülke-şehirlerden biri olarak.

Kuzeyli barbarlar bastırınca Venedikliler, barbarların eziyetine deymeyeceği, yani tarım arazisi olmayan, denizlerle kaplı olduğu için saldırması zor olan bu adalara yerleşmişler. Bu gerçekten minik adaların kıyılarına evlerini, birbirine bağlamak için de köprüleri yapınca bugünkü Venedik çıkmış ortaya.

Marko Polo isimli bir Venedikli Çin'e gidip İpek Yolu'nu kurunca, Avrupaya giden her türlü baharat İpek ve inci önce Venediğe gelmiş, buradan tanımı uygunda pazarlanmış. İnanılmaz bir para girmiş şehre.

Marko Polo, Asya'dan, ipek, baharat ve inci ile birlikte pişirmesi kolay, tadı lezzetli bir hamur işi tarifi de getirmiş. Venedikliler bu yemeği çok sevmiş ve önce İtalyaya, sonra da tüm dünyaya İtalyan Makarnası (Pasta) adıyla yayılmış.

Üzerine bir de Kudüse giden haçlıları, yarı yolda, o zaman Bizans'ın elinde olan İstanbulda durdurup bütün şehri yağmalatınca, Venedik iyice semirmiş.

Zamanın en büyük genelevi/evleri de Venedikteymiş. Otuz bin orospu! Günümüzün Amsterdam'ındaki Red Light'ı bile geride bırakır, siz düşünün.

Ancak renkli binaları, kanalları, gondolları ile Venedik cennet gibi bir şehirdir.

Venedik
Venedik bu gün bir turist kazanı. Normal bir günde adım atmak bir eziyet. Her yer insan ve herkes başka bir tarafa gidiyor. Venediğin dar sokakları ve her yüzelli metrede bir köprüleri, üstüne de bebek arabasını eklerseniz pek kolay bir ziyaret yapamadığımızı anlarsınız.

Olayı güçleştiren başka bir etmen de Çinli turist sayısının artması. Irkçılık yapmıyorum, yanlış anlamayın ama Çinliler genelde düz bir çizgide yürümezler. Haber vermeden zart zurt dururlar, siz de onlara çarparsınız. Herkes bir yöne giderken bir yada ikisi mutlaka ters yöne gider. Bir fotoğraf çekerken mutlaka alakasız yerde bir çinli girer kadraja.

Venedik
Venedik genelde Amerikalıların favorisidir, ancak bu kez Çinliler ve Ruslar daha fazla gibiydiler - yada Amerikalılar bağırmadan konuşmayı öğrenmişler :)

Şehre araba girmesi yasak. Belediye otobüsleri yerine belediye motorları, taksiler yerine gondollar var. Polisler bile motor ve jetski kullanıyor.

Biz de trenden indiğimizde belkide Venediğin en büyük köprülerinden birini geçerek şehre yönelmek zorunda kaldık. Jelena Melissa'yı almış, ben de bebek arabasını sırtlamıştım ki, iki-on'luk bir adam arabayı elimden kaptığı gibi sırtlayıp, koşarak köprüyü geçti. Ben gerek yok falan diye geveledim ama "No worry mister" falan deyip devam etti.

Köprünün öbür ucunda adam elini açıp "On Yuro" dedi ki, ben durdurmasam Jelena adama saldıracaktı. "İts fayn, beş Yuro mister" dedi, iki Yuro verdik de, kurtulduk.

Venedik
Saat biraz da erken olduğundan o tahammül edilmez kalabalık yoktu. O güzelim sokaklardan yürüye yürüye San Marko meydanına geldik. O devasa kulesi, güzelim katedrali ve sara binaları ile görülmesi şart bir yer. Meydanın hemen kenarında sevgililer köprüsü, sağında ise Venediğe gelen herksin resmini çektiği gondol parkı var.

🐝Mezzy🐝 ile her yerde bol bol resim çektik.

Daha sonra olmazsa olmaz, Hard Rock Cafe ritüelimizi tamamladık. Cafe'nin hemen yanında mini bir gondol marinası var. Çizgili tişörtleri ile gondolcuları ve gondolları görülmeye değer.

Canım kızıma ilk doğum günü hediyemi aldım
Biraz daha yürüyüp Rialto köprüsüne ve pazarına ulaştık. Burada canım kızıma ilk doğum günü hediyemi aldım. Buram buram Venedik konak inci bir şey. Biraz ileride de annesi ilk doğum günü hediyesini aldı 🐝Mezzy🐝'ye. Bal arılı bir Swatch :)

Yine buram buram Venedik bir restoranda doğum günü yemeğimizi yedik.

Venedikte çok güzel bir gün geçirmiştik.

Artık dönme zamanı gelmişti. Biz de tren istasyonuna doğru yürümeye başladık. Bu yeni iPad'den sonra hayatıma yeni bir fenomen girdi. Artık eskisi gibi Jelena'ya bağımlı olmamaya başladım. "Siri, götür kızım beni yürüyerek istasyona" deyince götürüyor. Jelena sağa dön deyince mesela, hayır doğru gideceğiz diye itiraz edebiliyorum artık :)

Venedik
Biletlerimizi makineden aldık ve bindik trene. Padova diye bir yerde aktarma yapmamız lazım. Padovaya gelince hemen indik trenden, iner inmez Verona treni hangi yoldan kalkıyor diye sorduk, 2 numara dediler. Hemen geçide koştuk, asansörle çıktık, bir tren hareket etmeye başladı. Jelena, şakadan bu olmasın bizim tren dedi.

Buymuş...

Biletlere baktık ki, iki tren arasında üç dakika mı me var. Hüseyin Bolt yetişemez valla. Gelen tren iki dakika geciksin, ikinci tren kaçıyor. İsviçrede olmaz pek de, İtalyada trenler bir iki dakika gecikiyor abi.

Neyse, kaldık mı biz Padova istasyonunda...

Sonra bir anons. Demiryollarında grev, trenlerin hepsi çalışmayabilir...

Hard Rock Cafe Venedik
Lan, n'oluyoruz? Kızımın doğum günü bugün!

Bir yarım saat, ona sor, buna sor, Veronaya bir sonraki trenin iki saat sonra kalkacağını öğrendik. Eh, ne yapalım, biraz Padova'da gezeriz dedik.

İstasyondan bir dışarı çıktık ki, dışarda bir beyaz yok. Bir siyah sokak satıcısının yanından geçerken sigarasından bir nefes çekip, puf diye yüzüme üfledi. Otuz sene sigara içmişliğim, yirmi sene de bilfiil sigara imalatında çalışmışlığım var. Bu "puf" sigara dumanı falan değildi.

Adam sırıtıp yüzüme baktı, istiyor musun abi gibisinden. Bu arada kaykaylı, tornetli başkaları etrafımızda dolaşmaya başladı.

Venedik
Jelena'yla aynı anda bir U çekip, istasyona geri döndük. Bir bankın üzerinde iki saat geçirdik ve Veronaya ulaştık.

Ertesi gün eve dönmek üzere yola koyulduk. İtalyadaki son durağımız Milano olacaktı.

Milano İtalyanın finansal başkenti arkadaşlar. Avrupanın ekonomik olarak ikinci büyük şehri. Dolce & Gabana, Prada, Gucci, Versace, Valentino gibi tasarım firmalarıyla dünyanın moda merkezi.

Ancak bana sorarsanız İtalyanın gerisiyle ilgisi olmayan bir şehir, ülkenin gerisi ile kıyaslandığında garabet bir yer. Ancak dünyanın geri kalanıyla kıyaslandığında hala güzel ve görülesi bir yer. İtalya'yı anlamak, hissetmek istiyorsanız geleceğiniz son yer. Evliyseniz (beylere) karınıza mutlaka seni götüreceğim deyip, gitmemek için herşeyi yapmanız gereken bir yer. The Da Vinci Code'u okuduysanız, ölmeden mutlaka görmeniz gereken bir yer.

Bilmem anlatabildim mi?

Milano
İşin şakası bir kenara, İtalya'da Milanoya benzer başka bir şehir görmedim. Dünün barbarları Lombardlar, başkentlerini, dünün efendileri Latinlere inat, bir gösteriş abidesi halinde inşa etmişler. Aklınıza New York gibi, Hong Kong gibi gökdelenli, modern bir şehir gelmesin, ancak devasa tarihi yapıları, geniş caddeleri ve tarifsiz anıtları ile Milano göz kamaştıran bir kent.

Kentin merkezi Duomo meydanı. Bu meydanın da en önemli abidesi Duomo Katedrali. Diğer Katolik katedrallere göre çok farklı. Ülkenin tek Gotik tarz katedraliymiş - anladığımdan değil ha :). Her tarafı bembeyaz mermer. Bitmesi beş yüz yıl almış, yarım millenium yani.

Hemen yanında ise dünyanın ilk alış-veriş merkezi Galleria Vittorio Emmanuel II var. Koca bir yapı! Damı cam, içi ise - ne siz sorun, ne ben söyleyeyim - Prada, Versace, vs... Muazzam koridorlarından birinde bir gurup insanın bir daire oluşturup, ortada topuğunun üzerinde dönen birini izlerken görürseniz şaşırmayın. İnanışa göre, yerdeki boğa resminin testisleri -öhö- üzerinde topuğunuzla üç spin atarsanız, şans getirirmiş.

Milano'nun bence en görülesi yeri ise Leonardo Da Vinci'nin The Last Supper duvar resmi. The Da Vinci Code'un teması bu resim üzerine kuruludur. Mutlaka görün. Bir de aklınızda olsun, öyle yürüyüp giremezsiniz. En az bir ay önce biletinizi almanız lazım.

Milano'nun bir de görülesi bir kalesi var. Yıllar önce burada kızıl derili bir müzik gurubunun konserini izlemiştim. Çok etkilemişti beni.

Hava çok sıcaktı, canım kızım Melissa ile Sadece bir şehir turu atabildik. Bir restoranda bizle birlikte İtalyan makarnası yedi, Duomo meydanında su içti.

Sevgili kızımın İtalya serüveni böyle. Gezi yazılarında biraz geride kaldım, beni bağışlayın.

Sevgi ile kalın...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...