3 Kasım 2016 Perşembe

Ligurya

Yıllar önce işyerinde, kahve odasında benle birlikte çalışan biriyle geyikliyordum. Ukalalıkta ona yaklaşan çok az insan gördüm ve bu güne kadar da henüz onu geçenine rastlamadım. Ama yönetim teknikleri, takım ruhu falan diye senelerce öğrettiler ya, muhabbetinden haz almasa da, İnsan dişini sıkıyor işte.

Neyse. Laf işten açıldı, hayattan devam etti, sonunda tatilde ne yapıyorsuna geldi.

"Bu sene Lombardiyaya gideceğiz" dedi.

Bir anda canlandıramadım gözümde "Lombardiya" diye bir yeri. Zaten karışık olan kafamda Conan çizgi romanıyla World of Warcraft oyunlarındaki yer isimlerini andırdı Lombardiya sözcüğü.

Yaptığım işin yanlış olduğunu bile bile, erkeklik bende kalsın diye sordum.

"Neresi bu Lombardiya canımcım?"

Büyük Allah mahçup etmedi tabii. Bu, derin bir nefes aldı ve başladı.

"İtalya tam anlamıyla bir federasyon sayılmada da yirmi tane administratif bölgeye ayrılır. Ligurya, Lazio, Piemonte falan şeklinde. Lombardiya bunlardan biri, oraya gideceğiz."

Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın, vıcık vıcık ukalalığı duymazdan gelip yine sordum.

"Lombardiyanın neresine gideceksiniz?"

"Lombardiyanın başkenti Milano - burada coğrafya dersi devam ediyor - orada bir hafta geçireceğiz."

Eşşoğlueşşek Lombardiya yerine Milanoya gideceğiz dese anlayacağım. Bu "Tatile karayolları onüçüncü bölgesine gidiyorum." demek gibi bir şey.

Bu arada adam İtalyan falan da değil ha. Alakasız bir ülkeden gelme.

Neyse, kötü komşu insanı mal sahibi yaparmış, biz de İtalyanın administratif bölgelerini öğrenmiş olduk bu hıyarın sayesinde. Hatta bir yazıda Milanoyu anlatırken çaktırmadan size de Lombardiyayı sattım.

Uzunca bir zamandır yaşın kemale erdiğini farkediyorum sevgili arkadaşlar. Ancak bazı özel günlerde bu matematiğe dökülünce durum daha da vahim oluyor. Ellinci yaş günü işte böyle bir nokta. Yarım yüz yıl yaşamış olduğunu idrak ediyorsun.

İşin çok fazla felsefesine girmeyelim, hassas konu yani...

İşte bu kritik ellinci yaş günüme bir kaç hafta kala eşim Jelena ne yapmak istersin diye sordu. Aksilik yapıp hiç bir şey yapmak istemiyorum, evde baş başa kutlayalım dedim.

Dünyanın en iyi insanıdır sevgili karım, içi rahat etmedi, bir İtalya gezisi planladı yarım yüzyılımın şerefine, "Ligurya Administratif Bölgesine" :)

Ligurya, İtalyanın kuzey batısında, uçları denize bakan, hilal şeklinde bir bölge. Kıyısında bulunan denize aklımda yanlış kalmadıysa Tiren denizi derdik Türkçede, ama uzun zaman geçti, çok güvenmeyin.

Liguryanın başkenti Cenova.

Herbiri kendine özel, dünya üzerinde birer cennet köşesi olan beş köyüyle Cinque Terre de Ligurya bölgesinde.

Liguryanın başka bir özelliği ise Pesto denilen sosu. Pesto, basil yani fesleğen otu, zeytin yağı, çam fıstığı, parmesan peyniri ve sarımsakla hazırlanan bir sos. Genelde makarna ile kullanıyor İtalyanlar. Yine Liguryadan Trofie dedikleri ayıklanmış karidese benzeyen bir tür makarna ile tadına doyulmaz. Ben deli olurum Trofie ve Pesto'ya hattızatında.

İşte bu motivasyonla koyulduk yola.

Col
Grand Saint-Bernard geçidine geldiğimizde, havanın da güzelliğinden faydalanıp, tünel yerine gerçek geçide doğru çevirdik rotamızı. Dağları, kaya formasyonları ve plantasyonu ile insanı etkileyen bir yer Grand Saint-Bernard geçidi.

İtalya ile İsviçre sınırında, 2,500 metre yükseklikte bir doğa harikası olan bu ünlü bölge, geçmişte bu geçidi kullananların zaman zaman çığ yüzünden, zaman zaman da soğuktan donup can verdikleri bir çok trajediye şahit olmuş.

Bölgenin en sevimli maskotları ise, dev boyutlarıyla lambur lumbur yürüyen Saint-Bernard köpekleri. Yirmi frank verip tünelden geçmenin olanaklı olmadığı eski günlerde bu kahraman köpekler birçok yolcuyu çığ altında donmaktan kurtarmış, onları selamete çıkarmışlar. Boyunlarına asılı sıcak çikolata fıçılarıyla gerçekten görenlerin içini ısıtıyorlar.

Tam sınır noktasında ise Col isimli bir köy var. Zaten Col sözcüğü Fransızcada "geçit" demek.

2,500 metre yükseklikte bitki örtüsü de farklılaşıyor tabii. İsviçre'nin o insanın gözünü kamaştıran koyu yeşil geleneksel geri planı, yerini sarımsı, ilginç bir bitki örtüsüne bırakıyor. Çok fazla ağaç da olmayınca, Alplerin o keskin, sivri zirvelerini açık olarak görünüyor.

Col
Col'da pırıl pırıl bir de dağ gölü var.

Mezzy'nin ilk görüşü olduğu için Col'da durup biraz yürüyelim istedik. Zaten köy o kadar küçük ki, ancak "biraz" yürüyebilirsiniz.

Ne kadar şanslıymışız ki, iner inmez Ben isimli devasa bir Saint-Bernard köpeği ile karşılaştık. Mezzy ile bir resim çekildiler. Sonrasında göl kenarına geçtik, bir beş dakika sonra da arabada, "Aosta Administratif Bölgesinde" Cenovaya doğru ilerliyorduk.

"Aosta Administratif Bölgesinden" sonra "Piemonte Administratif Bölgesine" girdik. Piemontenin başkenti Torino, Şaban Hakandan hatırlarsınız. Beni kahretse de, çok yaklaşmamıza rağmen Lombardiyadan geçmedik.

Akşamın erken saatlerinde Cenovaya ulaşmıştık. Cenovada ne nerdedir bilecek kadar zaman geçirmişliğimiz vardı. Valizleri odaya bırakıp hemen kendimizi Piazza de Ferrari'ye yani Ferrari Meydanına attık. Ortasında fışkiyeli havuzuyla muhteşem bir meydan. Sonra da Via Garibaldi üzerinde daha önce gözümüze kestirdiğimiz bir restorana oturduk.

Cenova
Garson ne istersiniz diye boş yere sordu. Trofie al Pesto dedik ikimiz de.

Üstüne bir şişe de Montepulciano şarabı gelince bütün yol yorgunluğumuz gitti, ama yerine elli yaş yorgunluğu geldi işte :)

Şimdiye kadarki en güzel doğum günü yemeğimi, yine şimdiye kadar tanıdığım en güzel iki kızla birlikte yedim. Umarım herkes ellinci doğum gününü benim kadar mutlu geçirir/geçirmiştir.

Ertesi sabah elli yaşımın ağırlığı ile uyandım. Otelimiz sıkıcı bir business-hoteldi. Kahvemizi burada içmektense gözümüzü karartıp Via Garibaldi'ye yürüdük ve açık havada, birkaç yüz yıllık muhteşem Doge Sarayının dibindeki bir cafede günümüze başladık.

Cenova beni çok etkileyen bir kenttir arkadaşlar. Roma İmparatorluğu sonrası bir şehir devleti olarak varlığını sürdürmüş köklü bir tarihi var. Bugün bile İtalyanın en aktif limanı Cenovada bulunuyor. Yüzyıllar boyu dünyanın dört bir tarafına mal gönderip ticaret yapmış Cenovalılar, yada doğru değişiyle Cenevizler.

Pesto soslu trofie
Ticaret yaptıkları yerlerden biri de bizim İstanbul. O yüzden yüzyılların cazibesini buram buram saçan antik Cenova limanında yürürken Galata mahallesi ve müzesini görmek şaşırtmadı beni. Aklım hemen İstanbuldan ayrılırken bize bıraktıkları bir kuleye, bir de kurulduğu yer itibarıyla isimlerini aldıkları futbol takımına gitti doğal olarak.

Cenovada doğmuş ünlü isimler arasında, evini de ziyaret edebileceğiniz Kristof Kolomb ve Paganini var. Kolomb'un evine birkaç yıl önce gitmiştim, yolunuz düşerse görün mutlaka.

Antik limanda ilginizi çekerse bir de çok güzel bir akvaryum var. Bol bol köpekbalığı ve diğer oşiyanik/amfibik hayvanatı yakından görmek mümkün. Akvaryumun karşısında ise eski günlerde olasılıkla depo, han, meyhane ve kerhane olarak kullanılan tarihi binalarla dolu çok güzel bir bölge var.

50!
Sözün kısası, her santimetre karesi tarih bir şehir Cenova.

Ancak bu gezideki hedefimiz Cenova değildi. Bölgenin klasiği, bizim de daha önceden mutat kereler gördüğümüz Cinque Terre de rotamızın dışındaydı. Bu gezimizin amacı Ligurya kıyılarındaki "hidden gems" yani saklı hazineleri bulmak, çok bilinmese de görmeye değer yerleri görmek şeklinde belirlemiştik.

Cenovanın tren garına girdik. İtalyaya özgü keşmekeşin, dağınıklığın arasında trenimizin peronunu ararken önünde durduğum duvarın içindeki oyuğa gözüm takıldı. İçinde asansör çağırmak için kullanılan, yukarı ve aşağı yönlerin bulunduğu iki düğmesiyle bir panel vardı, ancak asansörün kapısının olması gereken yere duvar örmüşlerdi. Bildiğiniz betonarme duvar.

İş olsun diye düğmelere bastım. Birkaç dakika sonra asansörün geldiğini işaret eden bir "ping" sesini duydum. İçimden güldüm, eğer asansörün içinde birileri varsa kapı açıldığında karşılarında bir duvar göreceklerdi :)

Camogli
Bir tren yolculuğu bizi Camogli köyüne götürdü. Uzun çakıldan bir sahil canlandırın gözünüzde. Sahili bir baştan diğer başa izleyen bir yol ekleyin, ve bu yolun karşısına da sarılı, yeşilli, kırmızılı, Kuzey İtalyaya özgü, balkonlarına çamaşır asılı, alt katlarında birer cafe ya da restoran bulunan, birbirine yapışık apartman bloklarını koyun, geri plana da yemyeşil dağları yapıştırın.

Alın size Camogli...

Yolun ucundaki kayalarla bezenmiş burunda belki de bir milenyum yaşında muhteşem bir kilise var, devamında ise küçük bir koy.

Bu güzelim manzarayı anlatmaya en azından benim edebi kabiliyetim yetersiz kalıyor. Oraya gidip görmek tek çare.

Camogli
Cafelerden birine oturup bu muhteşem manzaranın önünde kahvelerimizi yudumladık. Yol boyunca yürüyüp, kayalık burundaki kiliseyi geçtik ve küçük motorların sahildeki diğer köylere sefer yaptıkları iskeleye ulaştık. Yolumuza denizden devam edecektik.

Bir sonraki hedefimiz San Fruttuoso isimli bir yerdi. Biletçi motorların biri San Fruttuoso'ya gidiyor, diğeri de karşısından geçiyor. Hangisini istersiniz diye sordu.

Böyle soru mu olur dedik, tabii ki San Fruttuoso'ya giden motoru istiyoruz. Buraya kadar geldik, görmeyelim mi?

Siz bilirsiniz dedi ve biletlerimizi verdi.

Motora bindik. Motor derken gerçekten bir motordan bahsediyorum. Minicik bir şey. Koydan çıkıp açık denize geldiğimizde ceviz kabuğu gibi, sağa, sola, yukarı, aşağı bata çıka gitmeye başladık.

Melissa artık denizci sayılır, gemi tecrübesi var yani. Sevgili kızım motor sallandıkça kahkaha atmaya başladı. Çok sevmişti bu işi.

San Fruttuoso
Yolda bir iki küçük köyü geçtik ve San Fruttuoso'ya geldik.

Bu küçük koyda deniz gerçek anlamda iki renk almış. Yeşil ve koyu mavi. İnsanlar pırıl pırıl suda yüzüyor.

Ancak sahilden gayrı sadece bir restoranın terası var, o da şöyle bir elli metrekare bir yer.

Motorun bizi bıraktığı yerden Jelena Melissa'yı, ben de Melissa'nın arabasını bir yirmi metre yukarı taşıdık ve aynı formasyonda bir yirmi metre aşağı inerek bizi alacak motorun kalkacağı ikinci iskeleye geldik. Yukarı-aşağı irtifa değişikliğini saymazsanız beş metre ya ilerledik, ya ilerlemedik.

San Fruttuoso işte bu kadarcık bir yer :)

Siz siz olun, yolunuz düşerse biletçiyi dinleyip San Fruttuoso'yu sadece denizden görün.

Yazının başında size bu gezide Ligurya'nın gizli kalmış güzelliklerini göreceğimizi söylemiştim, ancak San Fruttuoso'dan sonraki hedefimiz bu tanıma pek uymayacak, çünkü motorumuzun bizi götürdüğü bu minik balıkçı köyünü dünyada bilmeyen yok desek yeridir herhalde.

En azından isminin geçtiği Andrea Bocelli'nin şu ünlü şarkısını duymuşsunuzdur, "I found my love in Portofino..."

Portofino
Portofino gerçekten fazlasıyla romantik bir yer arkadaşlar. Bir tarafında canlı, parlak renkleriyle bir kaç Ligurya sitili tarihi binanın, diğer tarafında da yemyeşil bir tepenin bulunduğu minicik bir koy canlandırın gözünüzde. Koyun içine de birbirinden güzel balıkçı teknelerini serpiştirin, alın size Portofino.

Bu cazibeli köye ilk gelişimiz olmasa da, deniz tarafından ilk kez geliyorduk. Bu da ziyaretimize ufak bir çeşni katmıştı. Eski günlerimizi yad edip, Melissa'ya biraz anılarımızı anlattık, sonra da onu köy içersinde gezdirdik.

Portofino
Akşam yemeyi için hemen marinanın dibinde bir restorana gittik. Jelena da, bem de yemeklerimizi söyledik. Garson, aynı zamanda da restoranın sahibi kadın bize etin yanında ne getireyim diye sordu. Makarna, pilav, patates falan gibisinden.

Ben bütün şirinliğimle Trofie getirebilir misiniz diye sordum. Kadın tabii ki dedi. İsteyenin bir yüzü kara, peki üzerine biraz da pesto koyarmısınız diye yalvaran gözlerle baktım.

Kadın güldü. Yemekler geldiğinde garnitür (ya da kenator - burada bir sevgili kardeşimin kulağını çınlatayım, hikayesi uzun, başka bir yazıya bırakalım) olarak değil, koca bir tabakta tepeleme Trofie getirip ortamıza koydu. Makarnalar Pesto içinde yüzüyordu :)

Portofino
Pestolu Trofie yanında konyak soslu bir et ve mükemmel bir Montepulciano ile tam bir jackpot vurduk. Restoranın adı Ristorante Stella. Portofino'ya gidip bu restoranda bir akşam yemeyi yememek insanlığa karşı işlenmiş bir suç! Bundan da kötüsü tabi Portofino'yu hiç görmemek.

Bu cennet köşesinde gezerken olasılıkla köyün her tarafına saçılmış binlerce turistin de içten içe mırıldandığı o şarkı bozuk bir plak gibi kafamın içinde çaldı, durdu.

"I found my love in Portofino...."

Fazlasıyla çileli bir otobüs yolculuğu bizi Portofino'dan alıp, Santa Margherita'ya getirdi. Santa Margherita gün boyu gezdiğimiz yerlerin en çok şehire yakını, yine de izlemeye doyamayacağınız bir manzarası var.

Santa Margherita
Santa Margherita'ya yıllarca önce sıcak bir yaz gününün, güneşin tam tepede olduğu zamanında gelmiş, bir öğlen yemeyi yemiştik. Yemek güzeldi ama o günden aklımda kalan tek şey mahşeri sıcak olmuştu.

O yüzden, bu güzelim kenti güneş batarken görmek çok iyi geldi. Sahil boyunca yürüyüp, otobüsün sıcağını üzerimizden attık. Güneş battığında ise bir trene atlayıp Cenovaya döndük.

Liguryadaki ikinci günümüzün ilk durağı Nervi köyü oldu. Sarp bir yamaca adeta kazınarak yapılmış bir köy. Bu yamaç boyunca bir kaç kilometre uzunluğumda bir keçi yolu yapmışlar, onun sayesinde kıyının tüm cazibesini görebiliyorsunuz.

Nervi
Hava sıcak olmasına rağmen Melissa'ya bir şapka satın alıp bütün patikayı yürüyerek geçtik. Yol üzerinde bol bol şato, cafe, restoran ve park var. Bir cafe'de sabah "kavemizi" içtik ve yolumuza devam edip Nervi köyünün merkezine ulaştık. Aynı şeyleri tekrar edip başınızı ağrıtmayayım, bir cennet köşesi bu köy.

Nervi için söylediğim herşey bir sonraki durağımız olan Boccadasse için de geçerli. Boccadasse'de bir yamacın üzerinde muhteşem bir kilise var. Oraya ulaştığımızda kendimizi bir İtalyan nikahının ortasında bulduk. Gelin ve damatı tebrik edip yolumuza devam ettik ve yamacın altındaki yine cennet köşesi bir koya indik. Rengarenk binaları ve balıkçı kayıkları artık Ligurya'da vaka-i adiye olmuştu.

Boccadasse

Bir cafe'de az biraz "soğuyup" Cenovaya geri döndük. Arabayı alıp son durağımız Piglip'ya ulaştık. Gezinin son Pesto'sunu yedik ve kesinlikle yeniden dönmek üzere Ligurya'ya veda ettik.

Bir sonraki gelişimiz olasılıkla Cinque Terre'ye olacak, çünkü 🐝Mezzy🐝 henüz oraları görmedi. Ancak bu bölge bir kere değil, defalarca gelip görülesi bir yer.

Sevgi ile kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...