22 Nisan 2014 Salı

Size Bu Satırları...

Haydi, hayatımıza biraz değişiklik getirelim ve yazımıza bu kez biraz afillice başlayalım. Hani büyük, ünlü ve aynı zamanda önemli yazarlar konuya girerken "Size bu satırları Leman gölünün kıyısından yazıyorum...", yada "Siz bu satırları okurken, ben bir şişe rakının içinde boğulmuş olacağım.." falan derler ya... Buna benzer bir başlangıç var aklımda işte.

"Size bu satırları..."

Nasıl melodramatik geliyor kulağa değil mi?

Yazmayanı yiyiyim. Koy gitsin...

Size de bu satırları bir kadeh Bordeaux (Bordo) şarabının eşliğinde, Honfleur'de, bir otel odasından yazıyorum.

Şimdi Honfleur neresi, orada ne işin var falan diye haklı olarak soracaksınız. Eğer olaya biraz da dikkatli ve kritik bakarsanız, daha da haklı olarak Bordeaux'nun Türkçe okunuşunu Bordo diye yazdın da Honfleur'ü niye yazmadın diye de merak edebilirsiniz.

Ne yapalım, yazıya, öyle "Bir şişe Bordeaux şarabı..." diye başlayınca olaya ortadan girmiş olduk. Girizgahı tam yapamadığımızdan konu da haliyle biraz havada kaldı. Eski bir arkadaşın deyişiyle "Bir cümlede o kadar fazla pencere açtım ki, hangisine bakacağınızı şaşırdınız.". Hattızatında, İngilizce'den çevrilmiş bu deyiş bile tam gediğine oturmadı, farkındayım...

Derin bir nefes alıp olayı toparlayalım.

Bir kere ne diye hıyarca yabancı kelimelerin Türkçe okunuşunu yazıyorum, oradan başlayalım.

Çünkü önemli olduğunu düşünüyorum.

CNN'in Türkiye muhabiri Ivan Watson'ın Tayyip Erdoğan'ın soyadını nasıl doğru telaffuz ettiğine dikkat ettiniz mi? Adam yumuşak g'yi hakkıyla telaffuz ediyor. Bu yumuşak g fenomeni sadece Türkçemizde vardır arkadaşlar ve yabancılar bu harfi çok zor anlarlar. Ivan, niye bunca zahmete girip doğrusunu öğrenmiş diye sorarsanız... Çünkü önem veriyor.

ABD büyükelçisi Ricciardone Söyleşilerini Türkçe yapıyor, Birleşik Krallık büyükelçisi Moore de aynı şekilde. Geçenlerde Ricciardone'yi Riçardone diye okuyorlar ama İngilizcede o "ç" okunuşunu göremiyorum diye yazacak oldum, hemen birisi cart diye geçirdi, "İsmin kökeni İtalyanca, doğru okunuşu Riçardone." şeklinde.

Yabancı kanallarda İngilizce konuşan Türklerin söylediklerini İngilizce altyazıyla veriyorlar. Çok aşağılayıcı olsa da ne yazık ki gerçek.

Yabancı sözcüklerin doğru telaffuzu önemli yani. İşte ben kulunuz da bu nedenle, karınca kararınca, yabancı sözcüklerin, fonetik olarak tam doğrusu olmasa da! Türkçe yazımıyla telaffuzlarını koymaya çalışıyorum. Bu hareketimin "kıl olunabilirliğinin" farkındayım, ancak lütfen kıl olmayın. Gerçekten kötü bir niyetim yok.

Yine dağıldık gidiyoruz. Nerden açıldı bu konu?

Honfleur'den....

Daha doğrusu niye bu sözcüğün Türkçe okunuşunu yazmadığımdan. Hatta bunca gereksiz gevezelikten sonra Honfleur konusunun nasıl geçtiğini bile unutmuş olmanız normaldir, o yüzden hatırlatayım. Hani "Size bu satırları Honfleur'den, bir kadeh Bordeaux şarabıyla birlikte yazıyorum." diye melodramatik bir giriş yapmıştım ya... Oradan.

Honfleur, Anflöğğğ diye okunuyor. Bir nevi Hülooğğğ gibi yani. Fransızca'daki "r" 'nin "ğğğğ" şeklindeki okunuşuna takılmadığımdan, yukarda, parantez içinde yazmış olsaydım, Anflör derdim.

Niye Hanflör değil de Anflör diye sorarsanız da, "h" harfi Fransızcada "mute" olan bir harftir. Varlığı yada yokluğu, sözcüklerin okunuşunu değiştirmez. Bu yüzdendir bütün dünya "Hotel" derken, biz bu sözcüğü Fransızca'dan arakladığımız için "Otel" deriz.

Honfleur, Fransa'nın Normandiya bölgesinde bir kent. Normandiya ise Fransa'nın kuzey batısında, hemen İngiltere'nin karşısında bulunmakta.

Normandiya eski bir dükalık. İsminden de anlaşılacağı üzere bu bölgede yaşayan insanlara Norman deniyor. Normanlar ise Vikingler, Keltler ve Galyalılar'ın karışımı bir halk. Her ne kadar, çizgi romandaki köyleri Normandiya'nın komşusu Britanya'da olsa da, Normanlar halk olarak Asteriks ve Hopdediks'in hemşerileri. Yine karışıklığı önleme bakımımdan Britanya, Fransa'da bir bölge, Büyük Britanya yani dilimizdeki İngiltere ile karışmaması bakımından belirtelim.

Normandiya mesela elma'dan yapılan Calvados (Kalvados) konyağının yapıldığı bölge. Hadi yine doğruluk açısından dilimize bir içki türü olarak geçen Konyak kelimesinin aslında bir içki türü değil, aynı isimli bölgede yapılan brandy'nin (brendi) ismi olduğunu söyleyelim. Yani Calvados bir konyak değil, doğru söylemiyle bir brandy'dir.

Ancak Normandiya dendiğinde herkesin aklına Calvados konyağı değil, İkinci Dünya Savaşı'nın dönüm noktası olan müttefik çıkarması gelir.

Çok üzücü birşey bence, bu cennetten bir parça bölgeyi, savaşla özdeştiştirmek. Herkes, Normandiya'ya gittiğinde, tanklar, toplar, mezarlıklar göreceğini düşünüyor - ve aslında tüm bunları da görüyor, ancak Normandiya bütün bu savaş mevzusu olmasaydı da, rahatlıkla gezilip görülmesi gereken bir yer olacaktı.

Daha da fazlası, bence bu savaş ağırlıklı tarihi, bölgenin doğal güzelliğini gölgelemiş.

Bu savaş konusuna sonraki yazılarda geleceğiz, ancak en azından bu yazı süresince, bu tatsız konuyu bir kenara bırakalım ve size Normandiya'yı savaş'ı karıştırmadan anlatmaya çalışayım.

Normandiya yolculuğumuza sabah saat altı'da başladık ve ilk durağımız Honfleur"e akşam saat dört'te ulaştık. Rotamız bizi ilk olarak İsviçre-Fransa sınırımdaki Valorbe (Valorb) kemtine, oradan Besançon'a (Bezanson), sonrasında Burgonya, Paris, ve Rouen (Ru'an) yoluyla da Honfleur'e getirdi.

Bütün Fransayı çaprazlamasına geçen oldukça uzun bir yol bu arkadaşlar. Bir günde araba ile gidilebilecek menzilin sınırlarında bir uzaklık. Neyse ki, şoförlüğü Jelena ile paylaştık ve dinlenmek için durmamıza gerek kalmadı. Jelena bir de arabayı yiyecek ve içecekle doldurmuştu. O yüzden yemek için de vakit kaybetmedik ve Paris'ten çıkıştaki iki saatlik tıkalı trafiğe rağmen, saat dört gibi Honfleur'e ulaşabildik.

Köpeğimiz Koni de bu yolculukta bizimle birlikteydi. Ağır bir hastalık geçirmişti ve Jelena'da, ben de, bir ara yaşayacağından umudumuzu kesmiştik. Neyse ki sağlığına kavuştu ve veterinerin de onayından sonra bizle gelebildi. Koni çok sever bizim gezilerimizi. Biz de arabayla gittiğimiz her yere götürürüz onu.

Honfleur'deki otelimiz
Honfleur'deki otelimiz Auberge (Oberj) denilen, bizim eski han'ların karşılığı bir konaklama yeriydi. Yani bir resepsiyonu bile olmayan, aslen insanların yemek için geldikleri ancak isterlerse bir oda kiralayıp, kısa bir süre kalabildikleri bir yer.

Avrupa'da çok popülerdir bu hanlar. Bizdeki ucuz ancak temiz olmayan oteller, yada Amerikan filmlerinde sadece yatağın sağlamlığının önemli olduğu moteller gibi tatsız yerler değil, aslında çok temiz, cazibeli ve sıcak mekanlardır.

Öyle kimsin, nesin, pasaport, kimlik, kredi kartı, depozit, idrar tahlili, doğum sertifikası falan demeden anahtarımızı alıp odamıza çıkmıştık bile. Koni'yi odada bırakıp hemen düştük yola. Şehir merkezine bir kilometreden kısa bir uzaklıktaydık. İki kelam edemeden, kendimizi şehrin göbeğinde bulduk.

Fransa, zaten dünyanın en güzel ülkelerinden biri, hatta belki de en güzelidir. O yüzden Honfleur için çok güzeldi dersem sürpriz olmayacaktır. Ancak Honfleür tarzı bir kenti Fransa'da ilk kez gördüğümü söyleyebilirim.

Mimari
Yapılar o kadar İngiliz-vari ki, neredeyse farkında olmadan Manş'ı mı geçtim diyor insan. Her ne kadar Birleşik Krallığı henüz ziyaret etmemiş olsam da BBC sağolsun, İngiliz Mimarisi üzerina karşılaştırma yapabiliyorum.

Koyu renkli tuğla/taş yüzleri ve siyah çatıları ile Normandiya tarzı taş binaların arasına serpiştirilmiş bu İngiliz tarzı yapılar, kente kendine özgü, çok cazibeli bir görünüm sağlamış. O kadar ilginç gelmişti ki, oldukça uzun bir süre etrafımı seyrettim.

Hanfleur Limanı
Kısa bir yürüyüş bizi Honfleur'ün en bilinen ve en cazibeli bölümüne getirdi.

Liman.

Honfleur'ün limanı şimdiye kadar gördüğüm en güzel limanlardan biri. Eski görünümünü korusa da halen aktif olarak kullanılmakta. Bu günlerde daha ziyada biraz kalbur-üstü yatların park yeri bir marina'ya dönüşmüş ancak eskiden büyük ölçekte ticaret için kullanılıyormuş.

İşin aslı, bu liman, kentin varoluş sebeplerinden biri.

Onbirinci yüzyılda yapılmış, onikinci yüzyılda da İngiltere'ye giden mallar için bir geçiş noktası olmuş. Yüzyıl savaşları boyunca Fransız ve İngilizler arasında birkaç kez el değiştirmiş ve savaşın sonunda artan ticaret sayesinde büyümüş. Onaltıncı yüzyılın başında ise Kanada, Afrika ve Azor adalarıyla yapılan ticaret sonucunda daha da zenginleşmiş.

Bugün, bölgenin ticareti, Honfleur yerine Le Havre (Lö Avr) kentindeki limandan yapılmakta.

Limanın girişindeki taş yapı
Liman bir koy içerisinde kurulu. Girişinde çok güzel, depo olduğunu düşündüğüm eski, taş bir yapı var. Bu yapının hemen yanına da eski iki tekne demirlemiş. Koyun etrafında ise rengarenk tarihi binalar. Zamanında birçok ressamın ilham kaynağı, bu sebeple de uğrak yeri olmuş bu güzelim liman.

Limandan içerilere girince sanki zaman tünelinden geçiyor ve kendinizi birkaç yüz yıl geçmişte buluyorsunuz. Kahverengi taş binalar, maviden kırmızıya rengarenk kapı, pencere ve panjurlar, Arnavut kaldırımlarını hatırlatan kaldırımlar, eski sokak lambaları, çitler ve bahçeler. Sanki bir ortaçağ filminin seti.

Yine Honfleur'ün merkezinde birbirinden güzel kiliseler var, benim en çok ilgimi çeken ise, merkezin biraz dışındaki Église Saint-Léonard (St. Leonard Kilisesi) oldu. Bu kilise, benim gördüğüm, duvarlarında fresk olan nadir Katolik kiliselerinden.

Normandiya, Orta Avrupa saatinde olsa da bir saat gerideki İngiltere yada Portekiz'le neredeyse aynı boylamda, o yüzden güneşin batması Nisan ayında bile saat dokuzu buluyor.

Rotamızı otele çevirdiğimizde saat ilerlemiş olsa da hala gün ışığı vardı. İkimizin de bir yere gidip, birşeyler içmeye mecalimiz kalmamıştı.

Bir markete girdik, ve hem Fransa'da olup, hem de Bordeaux'ya göreceli olarak yakın olmanın avantajını kullanarak, normalde bir restoranda otuz-kırk yuro ödeyeceğiniz bir şarabı birkaç yuro ödeyip satın aldık ve odamıza çıktık.

İşte hem size bu satırları yazıyor, hem de bu naçizane ucuz, "lokal" şarabın tadını çıkarıyorum.

Santé!

Ertesi sabah gün ışırken "çek-aut" yapıp yola çıktık. Bu kez arabayla Honfleur'ün limanından geçiyorduk. Sabah güneşi limanı o kadar güzel aydınlatmıştı ki, binaların tüm renkleri, bütün canlılıklarıyla ortaya çıkmıştı. Hemen kenara çekip, fotoğraf makinesini kaptım ve limanın çevresinde bir tur attım.

Resimler mükemmel olmuştu ancak beni beklerken, Jelena pazarcılarla kavga etmiş, arabayı ilerde bir yere çekmek zorunda kalmıştı.

Arabaya atlayıp Honfleur'ü geride bıraktık ve onbeş kilometrelik, olabildiğince "scenic" yani güzel manzaralı bir yolda gittikten sonra Normandiya'daki ikinci durağımıza ulaştık.

Deauville (Dovil), tam anlamıyla jetset, snob, ukala, bir o kadar da şatafatlı, ışıltılı, zengin bir kent. Fransız aristokrasisinin günümüzde pek bilinmeyen ancak geçmiş günlerde çok ünlü olan toplanma noktası. Cannes, Saint-Tropez, Monte-Carlo gibi Güney-Fransa kentlerinin popüler olmasından çok önce "in" olan Deauville, hala cazibesini koruyan bir kent.

Deauville'in ünlü şemsiyeli kumsalı
Uçsuz, bucaksız bir kumsal ve bu kumsalın etrafında çoğunluğu ahşap bir yaya yolu. Bu yoldan yürürken abartılı bahçelerden zar zor görünen lüks villalarla karşılaşıyorsunuz.

Plajın tam ortasında ise ünlü Normandiya Oteli ve bir sıra plaj kabinesiyle karşılaşıyorsunuz. Bu kabineler öyle abbas kabineler değil tabii. Herbirinin girişinde o kabineyi zamanında kimin kullandığı yazılı. Danny Glover'dan Steven Spielberg'e kadar bir dolu tanıdık isim var.

Kentin merkezinde ise açıkta çok kayda değer birşey yok. Deauville, çoğunlukla bol paralı ünlülerin özel hayatlarını geçirmeleri için varolmuş bir kent. Benzetmek gerekirse, Holywood'dan daha çok bir Beverly Hills yada Bel Air konumunda bir yer.

Ünlülere ayrılmış kabinler
Ancak Deauville denince akla ilk olarak çok önemli bir isim gelir. Gabrielle Bonheur Chasnel.

Yada bilinen adıyla Coco Chanel (Koko Şanel).

Deauville kenti, bu yirminci yüzyılın ünlü kadın figürünün hayatımda önemli bir rol oynamıştır.

Chanel, 1883'de, Saumur (Somur) kentinde, çamaşırcılık yapan bir anne ve nikahsız yaşadığı işportacılık yapan babadan bir çocuk. Aile bir gecekonduda yaşarken, baba şehir şehir gezip, pazarlarda elbise satmaya çalışıyormuş.

Chanel, doğumunun sonrasında nüfusa kaydolurken, anne hastayım diye, baba da seyahat ediyorum diye mazeret gösterip gelmemişler. Nüfus memuru da baktı ki ilgilenen yok, salla gitsin demiş, arada da Chanel'in soyadını "Chasnel" diye yanlış yazmış.

Baba, sonrasında annenin ailesinin n'olur evlen diye para vermesi sonucunda resmi nıkaha razı olmuş ve Chanel'in doğumundan kısa bir süre sonra evlenmişler.

İlerleyen yıllarda anne biri çok genç yaşta hayatını kaybeden beş çocuk daha yapmış ve sonrasında, Chanel daha beş yaşındayken bronşit'ten ölmüş. Başka bir deyişle, hayatının son beş senesinin herbirine bir çocuk sığdırmış.

Anne ölünce baba iki erkek çocuğu çiftliklerde işçi olarak çalışmaya, Chanel dahil üç kızı da Corrèze'de (Korez) bir manastıra göndermiş. Bu manastırda, rahibeler Chanel'e, ileride hayatının temeli olacak dikişi öğretmişler.

Chanel sekiz yaşına geldiğinde, bu yaşta artık burada kalamazsın diyerek manastırdan çıkarmışlar, o da Moulins (Mulen) kentinde, Katolik kadınların barındığı yurt benzeri bir eve taşınmış.

Manastırda öğrendiği dikiş sayesinde terzi olarak çalışmış, ek iş olarak da pavyonlarda şarkı söylemeye başlamış. Coco lakabının da sık söylediği "Ko Ko Ri Ko" - evet, bizim kukuriku, ve "Qui qu'a vu Coco" isimli iki şarkıdan geldiği düşünülüyor.

Ona sorduklarında, Coco'nun Fransızcada "metres" anlamına gelen "cocotte" (kokot) sözcüğününden türediğini söylemiş. Lakabına mistik ve cinsel bir boyut getiriyor bu açıklama tabii. Ancak Chanel'in geçmişini saklamak için uydurduğu hikayeler de dikkate alındığında, şarkı ismi teorileri biraz daha doğru görünüyor bence.

Chanel'in bir sonraki durağı Vichy (Vişi) kenti olmuş. Burada şarkıcılık kariyerinde ilerlemeye çalışmış, ancak cazibesi ile izleyenleri etkilese de, sesi aynı düzeyde etki gösteremediğinden doğru düzgün sahne alamamış.

Chanel bu aşamada hayatını Vichy'nin ünlü olduğu maden sularını dağıtarak kazanmış.

Moulins'e geri döndüğünde artık sahnede bir geleceğinin olmadığını görmüş, hayatını başka bir şekilde kazanması gerektiğini anlamış.

Chanel'in hayatını kazanmak için benimsediği yeni yöntem herkes tarafından bilinse de, pek açıkça söylenmez. Yaşamının bu dönemini, kibar biyografistler "Chanel Etienne Balsan'la (Etiyen Balzan) bir arada oldu. Sonrasında Chanel Etienne Balsan'ın arkadaşı Arthur Capel (Artur Keypıl) ile bir ilişkisi oldu. Arthur Capel, Chanel'e moda tasarımı işinde yardımcı oldu..." falan diye geçiştirirler.

İşin gerçeği tabii ki bu kadar masum değil. Chanel'in kendisi bile bile birçok kez bu ilişkilerinin kapsamını açıkça dile getirmişti.

İşin aslına dönersek Etienne Balsan varlıklı bir Fransızdı ve Chanel onun metresi, ya da kibar deyişiyle "kız arkadaşı" olmuştu. Chanel, Etienne'le yaşamında ilk defa lüks ve ışıltıyla tanışmıştı. Elbiseler, mücevherler, partiler, bildiğiniz şeyler yani...

Arthur Capel ise Etienne'in arkadaşıydı ve daha da önemlisi Etienne'den daha varlıklıydı. Chanel, derhal Etienne'i salladı ve Arthur'la birlikte oldu

İşte Chanel'in kariyerindeki dönüm noktalarından biri de bu ilişkisidir.

Arthur, Chanel'i Paris'te bir daireye yerleştirdi ve ona bir de şapka dükkanı açtı.

Chanel ve Arthur, Deauville'de sıkça birlikte zaman geçiriyorlardı. İlişkileri ise dokuz yıl sürüp, biraz romans koksa da, işin aslı ikisi de birbirlerine sadık değillerdi. Arthur zaten soylu bir İngiliz kadın bulup evlendi, sonra da bir araba kazasında öldü.

Chanel, daha Etienne'le birlikteyken şapkalarını tasarlıyordu. Bu tasarımların ünlenmesi ise tiyatro oyuncusu Gabrielle Dorziat'nın (Gabriel Dorzia) bu şapkaları önce Bel Ami sonra da diğer oyunlarında sergilemesi ile gerçekleşti.

Chanel'i Chanel yapan hamlesi ise, parasını tabii ki Arthur'un verdiği, Deauville'de açtığı mağaza oldu. Chanel bu mağazada ilk kez giysi tasarımlayıp satmaya başladı.

Kendi dizaynı bir elbiseyi giydiği soğuk bir günde üşüyüp, üzerine yine kendi dizaynı uzun kollu eski bir bluz'u geçirmişti. Bu bluz o kadar ilgi topladı ki, herkes nereden aldığını sordu. Chanel de eğer isterlerse kendilerine birer tane hazırlayabileceğini söyledi.

Sonrasında sorduklarında Chanel "My fortune is built on that old jersey that I’d put on because it was cold in Deauville.”, yani "Bütün kısmetim Deauville'de, hava soğuk diye üzerime geçirdiğim o eski bluz üzerine kurulu." demiştir.

İşte Chanel ve Deauville in hikayesi.

Chanel aynı başarıyı tekrarlamak amacıyla bir mağaza da Bask bölgesi yakınlarındaki Biarritz kentinde açtı. Bu mağaza da fazlasıyla başarılı oldu. Hatta, Chanel, Arthur'a yatırdığı parayı geri bile verdi. Chanel bu arada bir Rus soylusu olan Dük Dmitri Pavloviç ile de bir ilişkiye girdi.

Chanel artık bir couturiere (kütürier), yani tescilli bir modacı olmuştu.

Chanel'in 1920'lerdeki hamlesi, ilk defa kendi ismini kullandığı Chanel No. 5 parfümü oldu. Sonrasında - kadınlar daha iyi bilir tabii, ben görsem de tanımam, renksiz ceketiyle ünlü Chanel elbisesini tasarladı.

Chanel'in başarısı, kadınları korse gibi rahatsız giyisilerden kurtarıp, günlük, rahat, kullanışlı giysiler tasarlamasındaydı.

Söylemeye bile gerek yok herhalde, bu hanım kızımızın çok "aktif" ve bir o kadar da "renkli" bir aşk hayatı vardı. Dükler, iş adamları, nazi subayları, vesaire, vesaire.

Az biraz da faşist tarafı vardı Chanel'in. Nazi'lerin Yahudilere karşı hareketini açık olarak desteklemiş, işgal süresince bir Nazi subayı ile uzun bir ilişki yaşamış ve rivayete göre de Almanya hesabına casusluk da yapmıştı.

Fransız direnişi savaş sonrası onu sorguya çekse de hakkında resmi olarak bir suçlama yapılmadı.

Normaldir Avrupa'da böyle şeyler.

Ünlü bir büyüğümüzün de dediği üzere, dün dündür, bugün de bugün. N'olur, bir Naziyle ilişki kurup, üç beş önemli bilgiyi sızdırdıysa? Artık ünlü ve Fransa'nın bir sembolü, reklam kaynağı. Hattızatında Fransız direnişine üye kadınlar da Nazi subaylarıyla yatmadılar mı? Onlar da Nazi'lerden bilgi sızdırdılar zaten, ödeşmiş oldular değil mi?

İşte böyle.

Normandiya'dan savaş, barut, top, tüfek demeden anlatacaklarım bu kadar.

Hem Honfleur, hem de Deauville cennetten birer köşe arkadaşlar. Benim kalbim tabii ki Honfleur'le. Bu küçük kent o kadar güzel ki yüzlerce kez ziyaret edebilirim. Deauville, bana göre biraz fazla ışıltılı, ancak yine de görülmeye değer.

Sadece bu iki kenti görmek için buralara gelinir mi sorusuna çok emin bir evet diyemeyeceğim. Öyle Paris, Eyfel Kulesi, Empire State Building turistiyseniz gelmeyin derim, biraz hayal kırıklığı olabilir. Ancak gizli mücevherleri bulmaktan hoşlanan bir gezi zevkiniz varsa bu iki kent için özel bir gezi sizi mutlu edecektir.

Ancak eğer yüz kilometre yakınında iseniz, bu bölgeyi görmemek kriminal sayılır.

Kalın sağlıcakla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...