13 Nisan 2014 Pazar

İkinci Dünya Savaşı 101

İkinci Dünya Savaşı, Adolf Hitler Almanyasının 1 Eylül 1939 tarihinde Polonya'ya saldırmasıyla başlamıştı. Avrupa'yı Hitler'le aralarında bölüşmüş olan Ruslar ise 17 Eylül'de, Polonya'ya doğudan girdiler.

İngiltere ve Fransa, derhal Polonya'nın yanında yerlerini alıp, Almanya'ya savaş ilan ettiler. Ancak, savaş ilan etmiş olsalar da her nedense savaşmayı seçmediler. İşin aslı, kimse Almanya'nın ayağına basmak istemedi ve Polonya'ya yardım etmedi. Huyudur Avrupa'nın, biraz seçicidirler sözlerini yerine getirirken.

Hitler'in Panzer tankları ve Stuka pike bombardıman uçakları karşısında Polonya ordusunun atlı süvarilerinin direnme şansı yoktu. 27 Eylül'de, yani bir aydan az bir süre sonra Polonya, Almanya'ya kayıtsız, şartsız teslim oldu.

Almanları durdurmak neredeyse imkansızdı. Blitzkrieg, yani Şimşek adını verdikleri, motorize kara birliklerinin yoğun hava unsurlarıyla desteklendiği bu savaş taktiği ile çok kısa bir zaman içerisinde Polonya'yı ele geçirmişlerdi. Görünüşe göre de, pek durmaya niyetleri yoktu.

Ruslar ise kuvvetlerini Baltık devletlerine konuşlandırmış, Finlandiya'yı ise alenen işgal etmişlerdi. Finlandiya direndi, ancak 1940 yılında teslim oldu.

Kahraman Fransa ve İngiltere Rusların bu işgalini Almanlarla işbirliği olarak görseler de, yine savaşmayı seçmediler. Bunun yerine, daha da "kahramanca" bir hamle yapıp, Rusya'yı zamanın Birleşmiş Milletleri olan Milletler Birliğinden attılar.

Ruslar bugün bile bu travmanın etkisinden kurtulmuş değillerdir. Hala yatıp kalkıp, bu tarihi bozgun için yas tutmakta, bir ulusa nasıl bu kadar elim ve zalim bir ceza verilebilir diye hayıflanmaktadırlar

Hitler 1940 yılında Norveç ve Danimarka'yı işgal etti. Danimarka birkaç saat, Norveç ise sadece bir ay dayanabilmişti. İngilterenin denizden yaptığı bir saldırı dışında Fransa ve İngiltere yine kahramanca olanları seyretmişlerdi.

İngiliz halkı bunca kahramanlığa dayanamadı ve zamanın başbakanı Chamberlain'i (Çeymbırleyn) gönderip, yerine Churchill'i (Çörçıl) getirdi. Gerçekten de, Churchill'den sonra İngiliz ordusu anladığımız anlamda savaşmaya başlayacaktı.

Kahraman olduğu kadar bir deha deryası da olan Fransız hükümeti ise, sıranın kendilerine geldiğini anladığından, dehasına yakışır bir savunma projesi geliştirmişti. Bu projenin adı Maginot (Majino) hattıydı. Tamamen savunmaya yönelik, yer altında, trenlerin kullanıldığı, birbirine bağlı tüneller ve dev toplarla donanmış uçsuz bucaksız bir istikham kompleksi. Bu kurgu-bilim havasındaki muazzam hat neredeyse Fransa'nın tüm ulusal servetine mal olmuştu.

Hitler Fransa'ya karşı taarruzunu başlattıktan sonra Maginot hattı yerine ilk iş olarak Belçika, Hollanda ve Lüksemburg'u işgal etti. Sonrasında Belçika'dan Güneye, Fransanın içlerine girdi. Maginot hattı bu giriş noktasının doğusunda kalmıştı. Başka bir deyişle, Hitler, Fransa'nın tek savunma umudunu bir kurşun bile atmadan devre dışı bırakmıştı.

Birinci Dünya Savaşında onbaşı olan biri için hiç de fena bir taktik başarı değil sanki. Nitekim, Hitler eğer burada başarısız olsaydı, ilerleyen yıllarda, dünyanın gelmiş geçmiş en kanlı kasabı olma ünvanını elinden kaçıracaktı.

İşte bu harekat esnasında, ciddi olarak ilk defa Fransız, İngiliz ve Alman askerleri karşı karşıya gelmişlerdi. Alman ordusu bunların tozunu attı ve Dunkirk (Dankörk) isimli bir liman şehrine kadar kovaladı. Bu askerlerin, tam imha edilmek üzereyken, Hitler'in İngilizlerle savaşmak istememesi nedeniyle kaçmalarıma, *öhö*, geri çekilmelerine göz yumuldu.

Haa, yine atlamayalım, İngiltere bu arada İzlanda, Grönland gibi dünyanın alakasız bir ucundaki "hayli stratejik" hedefleri ele geçirerek, savaşta payına düşen kahramanlığı gösteriyordu.

İtalya ise Almanya'nın yanında Fransa ve İngiltere'ye savaş ilan etmiş, sonrasında güneyden Fransa'ya girmişti.

Fransız hükümeti işte bu noktada çok ciddi bir ikilemle karşılaştı. Ya kalkıp ülkesini işgal eden Alman ve İtalyanlarla savaşacak, ya da savaşmayıp Paris'teki sanat eserlerini kurtaracaktı.

Çok zor bir seçim olmuştu. Fransız hükümeti halkına Paris'teki sanat eserlerinin savaş gibi saçma bir sebeple heba olduğunu nasıl açıklayabilirdi?

İşte bu yüzden Fransa Almanlara teslim olmaya karar verdi. Yüzbinlerce Fransız askeri bir kurşun bile atmadan silahlarını teslim edip, kendi ayaklarıyla yürüyerek esir kamplarının yolunu tuttu.

Fransa'nın teslim anlaşması 22 Haziran 1940'da, Compiègne (Kompien) kentinde, bir tren vagonunun içinde imzalandı. Bu yerin seçimini, Hitler bizzat kendisi yapmıştı. Bu tren vagonu, 1918'de Birinci Dünya Savaşını Almanların yenilgisiyle bitiren ve Almanlara onur kırıcı şartları dikte eden anlaşmanın imzalandığı vagondu.

Hitler, Fransız delegasyonunu aşağılayarak şovunu tamamladı ve anlaşmanın imzalanmasını beklemeden ayrıldı. Alman tarafı anlaşmayı daha düşük düzeyde bir yetkili ile imzaladı.

Ne olursa olsun, Paris yakılıp yıkılmamış, sanat eserleri kurtulmuştu!

Rusya ise bu arada boş durmadı ve zaten askerlerinin bulunduğu Baltık Devletlerini, yani Estonya, Letonya ve Litvanya'yı resmen işgal edip topraklarına kattı. Buna karşılık artık yalnız kalan İngiltere'nin nasıl bir tepki verdiğini ben şahsen bilmiyorum. Rusyayı Enternasyonel Briç Klübünden yada Avrupa Basketbol Şampiyonasından ihraç etmiş olabilir.

Hitler işte bu noktada İngiliz hükümetine alenen bir barış teklifinde bulundu. Yani, pek barış gibi gelmese de kulağa, 'Biz birleşik krallığı yok etmek istemiyoruz.' falan gibi birşey.

Hitler zaten baştan beri İngilizlerle savaşmak istemiyordu. Stratejik olarak Britanya adasının pek bir önemi yoktu. Hitlerin istediği petroldü ve yakınlarda petrol ya Kuzey Afrika'da, ya Orta Doğu'da ya da Hazar Denizi çevresinde bulunmaktaydı.

İngilizler bu teklifi kabul etmediler.

Ego bakımından Churchill'i solda sıfır bırakabilecek Hitler de, barış teklifinin kabul edilmemesiyle İkinci Dünya Savaşı'nın belki de stratejik açıdan en anlamsız savaşını, yani bilinen adıyla The Battle of Brıtain'ı (Britanya Savaşı) başlattı.

Aylar boyunca Alman uçakları Fransa'dan kalkıp Britanya adasının güneyini şuursuzca, bombaladılar. İngilizler de menzil, yakıt ve yeni bulunan radar ile erken uyarı üstünlüklerini kullanarak gerçekten başarılı bir hava savunması yaptılar.

İngilizler kendilerini bu savaşın tartışmasız galibi görseler de, bence bu savaşın bir kazananı olmamıştı. Britanya Savaşı'nın bana göre önemi, Almanların ilk kez galip olamamış olmalarıydı. Demek Almanlar yenilmez değillerdi.

Savaşın ilerleyen yıllarının önemli aktörü ABD ise bu noktada savaşın dışımda kalmayı seçmişti.

ABD aslında tam anlamıyla savaşın dışında sayılmazdı. "Ortak bir dilin ayırdığı aynı halk" olarak İngilizleri, dolayısıyla da müttefikleri destekliyordu.

Daha da fazlası, savaş için gerekli malzemeyi önceleri "cash and carry", yani bas parayı, al malı yada "lend-lease" yani borç ver-kirala şeklinde İngilizlere ve sonrasında eski düşman, yeni müttefik, gelecekteki düşmanı Rusya'ya ve eski dost, yeni rakip Çin'e falan satıyordu. İngiltere, bu borcu 2006 yılına kadar ABD'ye geri ödemeye devam etmişti.

Bu malzemeyi götüren gemiler ise Atlas okyanusunda Alman denizaltıları U-Boat'lar tarafından taciz ediliyor, bir bölümü denizin dibine gönderiliyor, geri kalanlar da İngiltereye ulaşıp savaş için kullanılıyordu. ABD batan bu gemilerin yerine 'Liberty Ships" isimli, yenilerini yaparak bir endüstri bile oluşturmuştu.

Ticari bakımdan ABD için hiç de kötü bir ortam değildi bu, ancak Başkan Roosevelt bu tatlı oyunun sonsuza kadar sürmeyeceğinin farkındaydı. ABD, er yada geç savaşa girmek zorunda kalacaktı. Roosevelt, bu çerçevede güçlü bir donanma inşa etti.

Bu arada Güneydoğu Asya'da, Japonlar çoktan beridir egemenliklerini kurmak için Çin'le savaşıyordu.

Japonya, 1940 yılında İtalya ve Almanya ile birlikte Axis cephesini resmi olarak kurduklarını açıkladı. Bu ekibe Avusturya, Bulgaristan, Romanya, Hırvatistan, Slovakya, Arnavutluk, Macaristan gibi ülkeler savaş boyunca işgal edilmedikleri yada fikir değiştirip müttefiklere katılmadıkları bir süre boyunca dahil olmuşlardı.

Bu cephenin zayıf üyesi İtalya ve lideri Duce (Duçe-Dük) Mussolini, egosu ve Hitlere karşı beslediği kıskançlığı yüzünden abuk sabuk işlere kalkmıştı. Mesela Malta'yı kuşatmış, Mısır'a bulaşmış, Yunanistan'ı işgale kalkmıştı.

Yunanlıların yardım isteğine İngilizler olumlu yanıt vermiş, hem Akdeniz'de, hem de Kuzey Afrika'da İtalyanları geri püskürtmüşlerdi.

Hitler hem itibarı kurtarmak, hem de Romanya"dan gelen petrolün güvenliğini sağlamak için olaya müdahale etti. Önce, Kuzey Afrika'da başarılı bir karşı saldırıyla kontrolü ele geçirdi, sonrasında da Sırbistan ve Yunanistan'a saldırarak ve bu iki ülkeyi işgal etti.

Belgrad'daki sanat eserlerine çok takılmayan Sırplar, partizan taktikleriyle savaşın sonuna kadar ülkeleri için Almanlarla silahlı mücadelelerini sürdürdüler. Hitler ne yazık ki bu direnişin intikamını çok acı bir şekilde aldı. Elli bin kadarı toplama kamplarında olmak üzere yarım milyon Sırp, savaş süresince hayatını kaybetti.

Hitler'in bir sonraki hamlesi ise birçok kişiye göre Avrupa'da savaşın kaderini değiştiren en önemli kararı olarak tarihe geçti. Operasyon Barbarossa adı altında Nazi Almanyası, müttefiği ve saldırmazlık paktı imzaladığı Rusya'ya savaş ilan etti ve doğusunda bir cephe açarak ilerlemeye başladı.

1941 yılının sonunda ise savaşın kaderini değiştiren ikinci önemli olay gerçekleşti. Aklını peynir ekmekle yemiş Japon stratejistlerin planı dahilinde Tokyo'dan "Tora Tora Tora" kodlu emir üzerine, gizlice Japonya'dan hareket etmiş bir deniz gücü, Amerikan Pasifik filosunun bulunduğu Pearl Harbor (Pörl Harbır) limanına saldırdı.

Amerikan donanmasının büyük bölümü hasar gördü ve kullanılmaz hale geldi. Ne var ki, büyük bir şans eseri, saldırı esnasında Japonların asıl hedefi olan hiçbir Amerikan uçak gemisi limanda değildi.

En önemlisi, ABD artık resmi olarak savaşa dahil olmuştu.

ABD'ye herkes gibi ben de birçok konuda kızar, eleştiririm. Ancak işin ucunda idealleri uğruna savaşmak olduğunda, haklarını teslim etmek gerekir, zira bu millet gerçekten büyük bir tutkuyla savaşır. Hem tutarlı, hem de naiftirler. Rüzgarın estiği yöne göre yön değiştirmez, özellikle Avrupa ülkeleri gibi, bugün aydın, yarın caydın yapmazlar.

Pearl Harbor ve Asya'daki savaşı zaten hakkında yapılmış yüzlerce filmden, diziden falan biliyorsunuzdur. O yüzden, detaylarını bir Hawaii gezisi sonrasına bırakalım ve Avrupa'daki savaşa geri dönelim.

Kara Avrupası ve Kuzey Afrika neredeyse tamamen ya Axis'lerin, ya da İspanya gibi onlara sempati duyan yönetimlerin denetimindeydi. Amerika savaşa girmesine girmişti de, öyle elini kolunu sallayarak Avrupa'ya ayak basıp Almanlara saldıramazdı. Bir yerden başlaması gerekiyordu.

Bu başlangıç Kuzey Afrika olacaktı.

Kasım 1942'de, General George Patton (Corc Petın), otuz üç bin kişilik bir kuvvetle Fas'ın Kazablanka kenti yakınlarında karaya çıktı. Alman kontrolündeki Fransız hükümetinin kuvvetleri direndiyse de, Patton, onları kovaladı.

O güne kadar Kuzey Afrika, İtalyan, İngili ve Alman orduları tarafından kazan-kaybet biçiminde el değiştirmekteydi. Bu gel-git savaşları da iki komutanın ismini öne çıkarmıştı. Alman Mareşal Erwin Rommel (Ervin Rommel) ve İngiliz Mareşal Bernard Montgomery (Börnard Montgomri). Bunlardan ilki savaşın sonunda intahara zorlanacak, ikincisi ise aptallığı yada ukalalığının hangisinin daha baskın olduğu bugün bile tartışılan kararlarıyla, büyük kısmı kendi vatandaşı olan binlerce asker ve sivilin ölümünden sorumlu olacaktı.

Amerikan ve Alman orduları ilk defa Şubat 1943'de, Kasserine Geçidinde karşı karşıya geldiler. Bu karşılaşmada Alman kuvvetleri Amerikalıları sildi, süpürdü. Bunun üzerine birliğin komutanı gönderildi, yerine de Patton getirildi.

Patton gelir gelmez Amerikan birliklerinde radikal değişimlere gitti, disiplini sağladı, askerleri eğitimlerle savaşa hazırladı. İzlediyseniz, Patton adlı filmde bu devir alma süreci çok etkileyici bir biçimde karikatürize edilir. İnsanlara şu filmi izle, bu kitabı oku demekten hiç haz etmem ama bu önemli tarihi karekterin hikayesini anlatan bu filmi izlemenizi gerçekten tavsiye ederim.

Patton'ın bu tedbirleri, çok değil, bir ay içerisinde sonuç verdi ve Amerikan birlikleri El Guettar'da Almanlara karşı kayda değer bir başarı sağladı. İngilizlerle birlikte Amerikalılar Mayıs 1943'de Kuzey Afrika'yı tamamen ele geçirmişlerdi.

Bir sonraki hedef Sicilya olacaktı. Yine İngiliz ve Amerikan birlikleri 1943'ün Ağustos'unda bu adayı ele geçirdiler.

Sıra İtalyadaydı ancak savaştan ve Mussolini'den bıkmış olan İtalyanlar bir darbeyle Duce'yi indirdiler. Müttefik birlikler Eylül 1943'de İtalya'ya ayak bastı ve İtalyanlar da bu arada teslim oldular.

Ancak İtalya'da hala Alman askerleri vardı ve bu birlikler sıkı bir savunma pozisyonuna geçtiler. Kışın da gelmesiyle müttefiklerin ilerlemesi yavaşladı ve İtalya'nın alınması Haziran 1944'ü buldu.

İtalya'nın alınması aslında müttefikler için çok da öncelikli değidi.

Savaşın bitmesi ancak Almanya'nın yenilmesine bağlıydı.

Almanya'nın kapısı kuzey Avrupa'dan başlayacak bir işgalle açılacaktı. Bu işgalin atlama taşının İngiltere olacağı açıktı. Çünkü, Amerika'dan gelen birliklerin, uçakların ve gemilerin lojistik olarak toplanma yerleri Britanya adasıydı. Bunca askeri yığnağın mesela Sicilya'ya götürülüp oradan İtalya üzerinden Almanya'ya geçmesi imkansız, imkanlı bile olsa saçma olurdu.

Almanlar da bunu bildikleri için, İngiltere'nin tam karşısındaki Fransa kıyılarına bizzat Rommel'in koordinasyonuyla Atlantik Duvarı dedikleri bir savunma hattını inşa etmişlerdi.

Her iki taraf da olacakların farkındaydı. ABD, Britanya adasına asker yığıyor, Almanya da Fransa kıyılarına sığnaklar, koruganlar, tank tuzakları, mayınlar ve motorize birliklerle müttefikleri karşılamaya hazırlanıyordu.

İngiltere'de üstlenmiş savaş uçakları düzenli olarak ana karadaki Alman hedeflerini bombalasa da henüz Batı Avrupa'da müttefik askerlerin postal sesleri duyulmuyordu.

Almanıyla, İngiliziyle, Fransızıyla, herkesin beklediği, herkesin konuştuğu bir tek şey vardı.

İnvasyon, yani İşgal.

Hikayemizi şimdilik burada bırakıyorum. Yukarda anlattıklarım tarihe dayansa da benim İkinci Dünya Savaşını yorumlama biçimimdir.

Aynı fikirde olmayabilirsiniz, bu da normaldir, olabilir.

Yazıda bazı ülkeleri eleştirirken hedefim zamanındaki hükümetleriydi, halkı değil. Bir halkı şöyle yada böyle diye etiketleyen ırkçı bir yaklaşımım hiç olmadı. Bunca yazının içinden bir cümle alıp "Böyle düşünceyi sana hiç yakıştırmadım" şeklinde doktorluk yapmak isteyenlere peşinen duyururum

Gelelim bunca şeyi size niye anlattığıma. Amacım, tabi ki bir aksilik olmazsa, Cuma günü çıkacağımız Normandiya gezisinden izlenimlerimizi ve resimlerimizi paylaşmadan önce, dilimin döndüğümce çıkarma öncesi olayları özetleyip sizin için sahneyi hazırlamak.

Döndüğümüzde, çıkarma ve sonrasını da sıkılmazsanız anlatacağım.

Kalın sağlıcakla....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...