25 Ağustos 2019 Pazar

Prag - Kent Gezisi

Avrupa'da çok az kent İkinci Dünya Savaşı'nı yerle bir olmadan geçirebilmiştir sevgili arkadaşlar. Prag da bunlardan biri. Savaş esnasında ufak tefek bombardımana maruz kalsa da bunları göreceli olarak az hasarla atlatmış. Sovyetlerin elinden kurtulduktan sonra binalara bir boya atınca her yeri tarih, dünyanın en cazibeli kentlerinden biri çıkmış ortaya.

Old Town Square ve Old Town Hall
Prag'ın kalbi Old Town Square isimli meydanda atıyor sevgili arkadaşlar. Prag'ın Castle Town, Lesser Town, Old Town gibi tarihe dayalı bölümleri var. Bunların en eskisi de Eski Şehir anlamına gelen isminden anlayacağınız üzere Old Town.

Old Town Square ise şimdiye kadar gördüğüm en güzel meydanlardan biri. Bu meydandaki nev'i şahsına münhasır yapılara geleceğiz elbette ancak zevkli mimarileriyle farklı renklerdeki binaları, arnavut kaldırımları, cafe ve restoranları ile meydanın bir bütün olarak kendisi, insanı gerçekten etkiliyor.

Meydanın girişinde büyük bir kilise var. İsmi Saint Nicolas. Bir Ortadoks kilisesi. Oldukça büyük bir yapı, ancak meydana asıl havasını veren kilise Tyn kilisesi. Bu kilisenin kara, sivri iki kulesi herhalde Prag kartpostallarının yüzde sekseninin üzerinde bulunuyordur.

Old Town Square ve Tyn Kilisesi'nin Kuleleri
Tyn kilisesini görmek için özel bir nedenim vardı. Önceki birkaç yazıda size uzun uzun anlattığım Tycho Brahe'nin mezarı bu kilisedeydi. Hemen bu kiliseye koştuk, ancak kilisenin yanına geldiğimizde ufak bir sorunla karşılaştık.

Kilisenin kapısı yoktu!

Etrafında bir tur attık ama hak getire. Daha sonra meydandaki bir binanın içinden geçerek kiliseye girebileceğimizi keşfettik. Ancak kara bahtımız, kilise Pazartesileri kapalıymış. Ne yapalım, ertesi güne bıraktık.

Old Town Meydanının en görülmeye değer anıtı ise hiç kuşkusuz Old Town Hall binasının üzerindeki astronomik saat.

Astronomik Saat
Bu saat dünyadaki üçüncü en eski astronomik saat, ancak hala çalışan en eskisi. 1400'lü yılların başımda yapılmış, o gün, bu gün çalışmakta.

Astronomik saatle kast edilen aslımda günün herhangi bir saatinde ay, güneş, takımyıldızlar gibi çıplak gözle görülebilir astronomik cisimlerin yerini göstermesi. Bu saatin iki büyük daire şeklinde kadranı var. Üstteki daire saati, alttaki daire de ayları gösteriyor. Saati gösteren dairenin üzerinde güneşin gökyüzündeki yeri, dolayısıyla doğuşu ve batışı, hem de uzayıp, kısalan günleri de dikkate alarak doğru bir biçimde sembolize edilmiş. Bundan başka ayın safhaları ve burçları sembolize eden takımyıldızlar da işaretlenmiş. Ha bu arada saat kaç, onu da görmek mümkün tabi...

Her saat başı bu bu saatin altında oldukça büyük bir kalabalık toplanır ve ellerinde kameralarıyla saatin çalmasını beklerler. Saat çalmaya başladığında asıl kadranın üzerindeki iki pencere açılır ve Hz. İsa'nın on iki havarisi bu pencerelerin önünden geçerler.

Malum eskiden Prag deneyimim var, oturduğumuz yerden rahat rahat bu şovu izleyebilmek için karşısındaki bir restorana oturduk. Günün ilk şarabıyla beklerken elinde kamera, sırtında koca bir çanta, bir Jackie Chan tam önüme dikildi. Oğlum bak git falan oldum ama umrunda değil. Neyse ki restoranın sahibi son anda gelip kovaladı da saat başını kaçırmadık.

Altı yüz yaşında bir mekanik saatten bir Broadway şovu beklemeyin elbette, aksi halde hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Bu minik gösteri daha ziyade Prag ziyaretçileri için bir anı, bir ritüel niteliğinde.

Prag'daki ikinci durağımız yine bu kentin dünyaca bilinen Charles Bridge köprüsü oldu.

Charles Bridge
Charles Bridge, ya da orijinal ismiyle Karluv Most, Praglı Kutsal Roma İmparatoru Charles IV tarafından yapılmış, şehri ikiye bölen Vltava nehri üzerinde taş bir köprü. Bugün sadece yayalara açık. Bu köprünün en dikkat çeken özelliği ise her iki tarafındaki güzelim heykeller. Yine köprünün üzerindeki ressamlar, satıcılar ve müzisyenlerle insanı sürreal bir havaya sokuyor.

Köprünün Karşısında, sağ tarafında bir heykel oldukça ilginç. Ben bakınca başka bir şeye benzetemedim. Bıyıklı, göbekli, palalı bir akraba zindandaki Hristiyan mahpusları bekliyor. Heykellerin açıklamalarını Wikipedia'da okuduğumda bizimkilere bir referans göremedim ama yolunuz düşerse bir bakın, siz de benle aynı şeyi düşüneceksiniz.

Charles Bridge'in karşısı, kentin Mala Strana, yani Küçük Kent isimli bölümü. Burasını da görmeden anlatmak zor. Prag kalesi ve sarayının eteklerinde, ve tarih boyumca genelde soyluların, sanatçıların, bilim adamlarının yaşadığı bir bölge. Kırmızı kiremitli çatıları ve rengarenk binalarıyla müthiş cazibeli bir yer.

Mala Strana
Mala Strana'da da bir Saint Nicolas kilisesi var, bu da gerçekten güzel bir kilise.

Mala Strana'dan yukarı yürüdüğümüzde ise Prag'ın kalesine ulaşıyorsunuz. İsminin kale olduğuna bakıp, aldanmayın. Burası içinde saray binaları, kiliseler ve devasa bir katedralin bulunduğu minik bir şehir.

Saraya girerken geleneksel nöbet değişim törenine denk geldik. Açık mavi üniformalarıyla, süngülü, tüfekli Çek askerlerini izlemek ilginç geldi.

Saray kompleksi yine birbirinden güzel binalarla, kiliselerle dolu. Biz sarayın içini gezmedik ancak gezenler oldukça mutlu.

Sonra da Saint Vitus katedraline girdik. Bu katedrali ilk kez bir Indiana Jones video oyununda görmüştüm. Şehre hakim bir tepede, bütün Prag'dan görülebilen çok büyük bir yapı. Bir Katolik katedraline göre de fazlasıyla renkli, fazlasıyla aydınlık.

Sizlere habire kilise, katedral anlatıyorum, eğer Çek'lerin çok dindar olduğu gibi bir izlenim aldıysanız bu pek doğru olmayacaktır. İşin aslı Çek Cumhuriyeti, Avrupanın en yüksek, dünyanın da üçüncü en yüksek ateist nüfus oranına sahip ülkesi. Nüfusun yüzde kırkına yakını ateist.

Vitus Katedrali
Birçok kişi bunu Sovyet dönemindeki din yasaklarına bağlar ancak bu kesinlikle doğru bir varsayım olmayacaktır. Sovyet zamanlarında Çekoslavakya ile aynı konumda olan komşu Polonya, o kadar dindardır ki Hristiyanlığın Suudi Arabistanı sayılır. Komünizmin ağababası Rusya, ateist ülkeler sıralamasında ilk altıda bile değildir- hoş, Çin bu listede birinci, Japonya da Çek Cumhuriyeti'nin önünde ikinci durumda.

İşin aslı, Çekler Katolik kilisesine karşı başlatılmış Reform ve arkasından gelen otuz yıl savaşlarında çok önemli roller oynamışlar. Katı Katolik Avusturya-Macaristan imparatorluğu dönemindeki din baskısı da olaya tuz biber ekince insanlar hafif inançsız bir yaşama evrilmişler.

Saraydan çıkıp, Mala Strana'dan aşağı, tekrar Charles Bridge'e doğru yürüdük. Charles Bridge'in ayaklarının dibinde ise beni hayatımda o güne kadar görmediğim bir manzara bekliyordu. Yüzlerce turistin ortasında genç bir kız kendi başına yürüyordu. Ve bu kızın kaynanasının onu güzel mi diye hamamda görmesine de gerek yoktu, çünkü tamamen anadan üryan bir durumdaydı. Öyle erotik, sanatsal nü falan değil, tripıl eks, yani tüm manzara açıkta, utanmak, saklamak yok. Şaşkınlıktan resim de çekemedim, hoş çekseydim de Facebook paylaşmama izin vermezdi zaten.

Charles Bridge'deki Heykeller
Jelena çok kızar böyle şeylere, ben biraz daha liberalimdir. Yarım saat söylendi, ortalıkta çocuklar var, polis yok mu bu ülkede diye. Ben halimden çok şikayetçi değildim tabi... 😜

Old Town Square'e geri döndük. Meydanın tam ortasında, içlerinde insanlar, dev bir panda ile aynı büyüklükte bir kutup ayısı bulduk. 🐝Mezzy🐝 onlarla bol bol oynadı.

Sonrasında yine astronomik saatin yakınlarında bir restorana gittik, orada doğum günü yemeğimi yedik. Prag'da etler ve daha önce de yazdığım üzere şaraplar bir numara. Tatlı olarak da patenti bana alt, bir kaşık vanilya dondurmasının üstüne bir shot Becherovka döküp yedim. Becherovka, Çek'lerin milli içkisi. Sert bir alkol, içinde de ne oldukları sır kırk farklı baharat var. Tavsiye ederim. Genelde tonikle karıştırıp içiyorlar, buna da Be-Ton diyorlar. Anlamı aynı bizdeki ve aslen Fransızca'daki beton.

Otele giderken yolda bir Latino barı gördük. Orta Amerika'dan, Karayiplerden mükemmel Rasta müzikleri çalıyorlardı. Bir bardak şarapla 'nightcap' yaptık.

Otele gittiğimizde ise odada doğum günü için bıraktıkları dekoratif kuru yemişleri bulduk. Bu otele ilk gelişimizdi ama bağlı olduğu holding, Disneyland'e gittiğimizde kaldığımız otelin ait olduğu holdingle aynıymış, onların kayıtlarından doğum günüm olduğunu öğrenmişler. Teknoloji işte...

Yaşlanmanın üzüntüsünü mükemmel bir Çek şarabıyla bastırıp, uykuya daldık.

Old Town Square
Sabah kalktığımızda hemen Old Town Square’e, önceki gün göremediğimiz Tyn kilisesini görmeğe gittik.

Çok güzel bir kilise tabi, ancak içeride bir bekçisi var. Elimde kamerayı görünce hemen "No photo please!" dedi. Ben "No flash" falan demeye kalktım, dinlemedi bile "No photo please!".

Hatırlayacaksınız, buraya gelme amacım Tycho Brahe'nin mezarını görmekti. O yüzden herkes havaya, vitraylara, fresklere, heykellere falan bakarken ben yerlerde Brahe'nin kitabesini arıyorum.

Bulamayınca yine bizim bekçiye gittim, "Tycho Brahe'nin türbesi nerede?" diye sordum. Altarın yanındaki sütuna gönderdi beni. Bakındım, yine göremedim. Benim elektrik süpürgesi gibi yerlerde süründüğümü görünce dayanamadı, yanıma gelip, eliyle gösterdi. "Bir fotoğraf çeksem..." falan diye sızlanacak oldum, hemen “No photo please!” tabi. Ben de mezarın başında birkaç dakika geçirdim. Resim? Tabi ki çekmedim...

Tyn Kilisesi
Old Town Square'den bir kaç kilometre ötede Prag'ın Yahudi mahallesi var. Çek Yahudileri İkinci Dünya Savaşındaki trajediden elbette paylarını almışlar, ancak Polonya’nın aksine bu mahalledeki sinagoglar ve evler yakılıp, yıkılmadan günümüze ulaşabilmişler.

Bu mahallede Kafka'nın doğduğu evi ve Avrupa'daki en eski sinagogu görebilirsiniz.

Prag'daki son durağımız Wenceslas Square oldu. İsmi meydan olsa da aslında uzun, geniş bir cadde. Prag hakkında izlediğim bir belgeselde bir Praglı bu meydanda "Anneannem burada Nazileri, annem de Rus tanklarını yürürken gördü. Ben ise bu meydanda Mor Devrim’i (Sovyetlerin Çek Cumhuriyetinden ayrılması) yaşadım." diyordu.

Wenceslas Square Bana çok başka şeyleri hatırlatır. Bir iş toplantısı için geldiğim Prag'da, sabah kalktığımda takım elbisemin altına sadece birlikte seyahat ettiğim spor ayakkabılarımın olduğunu farketmiş, bu meydandaki bir Bata mağazasının camına yapışıp, tezgahtarlara n'olur açın diye yalvarmıştım. Elbette açmamışlardı, tam saatini bekleyip, sonra beni içeri almışlar, ben de ilk bulduğum bir çift ayakkabıyı satın alıp, toplantıya yetişmiştim. Ayakkabılar yılan mı, timsah mı, öyle egzotik, yanar-döner bir deriden yapılmışlardı, ve bütün gün onlarla bir p.venk gibi dolaşmıştım...

Prag işte böyle sevgili arkadaşlar. Çok fazla söze gerek yok. Hala görmediyseniz, hemen atlayın uçağa. Görmeden ölmek yazık olur.

Sevgi ile kalın ❤️

23 Ağustos 2019 Cuma

Prag - Otele Doğru

Prag havaalanında, ıvır zıvır ödemeler için yanımızda bir miktar Çek Krona'sı olsun dedik ve bir bankamatik bulduk. Hani aşağı yukarı yirmi dolar falan karşılığı bir miktar. Tam kuru bilmiyorum, hadi bir'e yirmi olsun dedim, kafamda beş yüz Krona gibi bir miktar var.

Jelena kartını makineye soktu, beş yüz Krona yok, olsun, biraz daha fazla alalım, yirmi yerine elli dolar karşılığı olsun dedik, bin iki yüz Krona'yı seçtik. Makine bize altı yüz Frank karşılığı, kabul ediyor musunuz? diye sordu.

Lan ne altı yüz Frankı? Bir Frank bir Dolar diye düşünün, canımızı alırlar altı yüz Franklık Kronayla sokakta gezersek...

Hemen iptal tuşuna bastık, neyse kart geri geldi. Acaba bin iki yüz diye yanlışlıkla on iki bin'e falan mı bastık dedim. İşlemi bu kez sıfırları ikimiz de ayrı ayrı sayarak bir kez daha yaptık. Yine aynı mesaj. Altı yüz Frank karşılığı...

Bir daha denedik, bu kez altı yüz Krona seçtik, yine altı yüz Frank karşılığı.

Kısacası, bankamatik ruhen biraz yıpranmış.

Başka bir bankamatikten, makul bir çevrimle beş yüz Krona aldık, şehre ulaşmak için otobüs duraklarına doğru yürümeye başladık.

Yanyana iki tane bilet makinesi var. Ben soldakinden bilet alıyorum, başka bir turist sağdaki makineye yaklaşıp, bilet almaya başladı. Gözüm takıldı, gülmemek için dilimi ısırdım.

Adamcağız sağ tarafımda pratik olarak bir bale şovu yapıyordu. Arkamda bir yerde yanlamasına durmuş, elini benim kolumun altından uzatıp, ekrana dokunmaya çalışıyor, kolumun üzerinden de kafasını uzatıp ekrana bakıyordu.

Çünkü makineler eski ankesörlü telefonlar kadar küçüktü ve abartmıyorum, iki makine birbirine o kadar yakındı ki, aralarında beş santim bile yoktu. Kısacası, iki insanın yan yana durup, bu makineleri kullanması olanaklı değildi, hele bunlardan biri benim hacmimdeyse..

Neyse, ben biraz sola çekildim, o da ikinci makineye sağ çaprazdan yaklaştı, ikimiz de birer balet narinliğiyle, kafalarımızı ve kollarımızı senkronize ederek biletlerimizi aldık.

Sonra otobüs geldi, hep beraber bindik. Ön tarafa, şoförün yanına gittim, adama "Şehir merkezi merede?" diye sordum. Anlamadım gibi başını salladı. "Centrum" dedim (yolunuz düşerse aklınızda olsun, Orta Avrupa'da 'Centrum' çok işe yarar). Şoför bana "Next Stop" dedi.

Arkaya, Jelena ile 🐝Mezzy🐝'nin yanına döndüm, Jelena'ya "Next Stop şehir merkeziymiş" dedim. Çek bir kız atladı, "Next Stop değil, Last Stop! Sonra da metroya bineceksiniz." Emin misin falan olduk, kız istasyon isimlerini bile söyledi.

Bir iki durak sonra otobüse haraşo-karoçe bir gurup Rus genç bindi. Hepsi tattoo, piercing falan, üzerlerinde de ilkokul önlüğü gibi birer Metallica t-shirt...

Facebook'ta görmüştüm, Metallica Prag'da çalacaktı, demek konser o günmüş.

Gurubun 'lideri' ön tarafa gidip, şoförle konuşmaya başladı. Şoför cam bir panonun arkasında, sesi pek gelmiyordu ama bizimki bayağı vokal, oturduğum yerden gayet net duyuyorum.

“Ver iz eyırport?”

"..."

"Yes eyırport"

"..."

"Next Stop... Haraşo!"

Bizi kurtaran Çek kız inmiş, şoförün Next Stop'larını nötralize edecek en kıdemli ben kalmıştım.

İngilizce "Bu otobüs havaalanına gitmiyor" dedim. Oğlan da ukala bir tonla "O zaman nereye gidiyor?" diye sordu. "Bilmiyorum" dedim. "Peki havaalanına gitmediğini nereden biliyorsun?" diye sordu, "Çünkü oradan geliyoruz" dedim.

Guruptaki kızlar şöyle bir kıkırdadı ama Rasputin hala pes etmiyor.

"Prag'da başka havaalanı var mı?" diye sordu.

Sinirim tepeme çıktı. De get la demek geçti içimden, sana yardım edende kabahat. İn next stop'ta da, gör annenin cinsel organını...

"Bilmiyorum" dedim, çevirdim başımı.

Aradan bir iki dakika geçti, alpha male utancından kendisi gelmedi, guruptan bir kızı yolladı

"Sör, havaalanına nasıl gideriz?"

"Ablacım" dedim, "Ben de buranın yabancısıyım, bilmiyorum. Ancak mantık diyor ki ilk durakta inip, caddenin karşısına geçer, aksi yöne giden otobüse binerseniz havaalanına gidersiniz. Çünkü şu anda ters yöne gidiyorsunuz..."

Teşekkür etti, geri döndü. Tekrar aralarında istişareye başladılar. Bunlar bir karar verene kadar zaten son durağa gelmiştik, hep beraber indik. Sonra ne yaptılar, bilmiyorum.

Bir metro bizi otelimize götürdü.

Otelimiz bir kaç yüz yıllık, güzelim bir binadaydı - gerçi Prag'da bir kaç yüz yıllık olmayan bir bina yok gibi. Dik bir merdivenden çıkıp, üzerinde zil bulunan bir kapıya ulaştık. Zilin üzerinde 'recepcia' yazıyordu.

Zile bastık, çalan zilin sesini duyduk. Bir kaç saniye sonra hoparlörden bir parazit geldi ve aynı çaldığımız zilin sesini hoparlörden bir kez daha duyduk. Anlamamıştık. Kapıyı bir ileri-geri zorladık, hala kitli.

Zili bir kez daha çaldık. Hoparlör yeniden açıldı ve aynı zil sesini bize geri çaldı. Kapıyı bir kez daha zorladık, nada...

İki Çinli kız geldi, plastik kartlarıyla kapıyı açıp, odalarına doğru yürüdüler. Kapı kapanmadan yakaladım, resepsiyona geçtik. Resepsiyonist kulaklıklarıyla müzik dinliyordu. Bizi karşısında görünce bayağı korktu. Sonra kendini toparladı, kulaklıklarını çıkarıp, "Otelimize hoş geldiniz" dedi.

Jelena hiç öyle mızmız biri değildir. İndiğimizden beri gördüklerine gıkını bile çıkarmamıştı ama artık dayanamadı, "Bugi, ne biçim bir yer burası?" dedi.

Kendi kendime gülümsedim. Gözünü sevdiğimin Çeko'su. 1993'te ilk gördüğümden beri hiç adetini bozmamıştı. Hiç bir şey beklendiği gibi çalışmaz ama sonunda mutlaka hedefinize ulaşırdınız...

Devam edeceğiz...

21 Ağustos 2019 Çarşamba

Prag - Prelüd

Çalışma hayatım boyunca bir çok kez Prag'a gittim. Bunların hemen hepsi toplantı, sunum, vesaire gibi birkaç günlük kısa ziyaretlerdi, yani bu şehirde çalışıp, yaşamışlığım hiç olmadı. Prag'ı şöyle ağız tadıyla kendi zevkim için gezememiştim desem yeridir.

Kısmet yirmi yıl sonrasına imiş.

Sevgili karım doğum günüm için bu geziyi ayarladı. Hedefin Prag olmasına çok sevinmiştim, çünkü her ikimizin de ayrı ayrı görüp, birlikte gitmediği nadir yerlerden biriydi Prag.

İşin aslı, özellikle bu sonbaharda planladığımız Balkan gezisinden sonra birlikte görmediğimiz çok az ülke ve şehir kalacak.

Bu eksik kalanlar listesinden aklıma ilk gelen ülkeler Macaristan, Polonya, Kazakistan, Romanya, Litvanya ve Slovenya - ha arada bir de Uruguay var. Burada bir köyde yarım gün geçirmişliğim olmuştu.

Toprağı bol olsun, eski patronum bir ara beni bir toplantı için Guatemala’ya gönderiyordu ki, eğer son anda iptal etmeseydik, bu ülke herhalde sonsuza dek benim görüp, sevgili karımla birlikte ziyaret etmeyeceğimiz bir ülke olarak kalacaktı.

Durum böyle işte. Bu vesileyle de sizlere ailemizle ilgili bu hayati bilgiyi aktarmış oldum!

Prag'a dönersek, sizlere hiç fazla lafı gevelemeden söyleyeyim. Prag, bırakın Avrupa'yı, dünyanın en güzel kentlerinden biridir. Paris, Londra ve Roma'dan sonra Avrupa'nın en çok turist çeken dördüncü kentidir. Bana sorarsanız, eğer bu yeni 'wannabe' Avrupalı ülkelerin soğuk savaş zamanlarından kalma hevesleri olmasaydı, Roma'yı da, Londra'yı da geçip, Paris'le kapışırdı.

Tarihi binaları, kiliseleri, yemekleri, biraları, şarapları bir kenara, Prag sözcüğün tam anlamıyla bir kültür ve sanat merkezidir sevgili arkadaşlar. Adım başı bir müze, bir klasik müzik konseri, bir bale, bir sokak gösterisi, Latin Amerika'dan Avrupa'ya, hayli enternasyonel bar ve restoranları, ve elbette söylemesi bile gereksiz, fazlasıyla renkli bir gece hayatı ile tadından yenmez bu kent.

Önem sırasına bakmadan, Prag'ı anlatmaya birası ile başlayalım.

Çek Cumhuriyeti dünyada kelle başına en çok biranın tüketildiği ülkedir sevgili arkadaşlar. Hattızatında biraları da güzeldir. Örneğin çoğumuzun Amarikalı zannettiği Budweiser, öz be öz Çek birasıdır. Bildiğim kadarıyla özellikle Avrupa'da bir çok ülkede marka haklarını kazandılar. Amerikalılar biralarını bu pazarlarda "Bud" markasıyla satmak zorunda kalıyorlar.

Çeklerin bira kültürüne en büyük katkısı ise Pilsner türü birayı bulmalarıdır.

Pilsen, Çek Cumhuriyetinde, tarihte de Avusturya-Macaristan imparatorluğunun sınırlarının içinde, bu günkü adı Plzen olan bir kent. Bira işinden hiç anlamam, dilimin döndüğü kadarıyla, Pilsner birası, lager denilen, biranın mayalandıktan sonra düşük sıcaklıklarda işlendiği türün açık renkli hali. İlk Pilsner bira da Pilsner Urquell ismiyle bu kentte üretilmiş.

Yeri gelmişken çok iddalı biracıların hemen tümünden Efes Pilsen'in çok kaliteli bir Pilsner olduğunu duydum, kayıtlarımıza geçmiş olalım.

Prag'da elbette Pilsner Urquell içmek mümkün, ancak bunun için Prag'a gitmeye gerek yok. Örneğin İsviçre’de her yerde bulunabiliyor. İlgimi çekmediği için dikkat de etmedim ama en azımdan Avrupa'da bu biraya erişmenin kolay olduğunu düşünebiliriz.

Prag'da ise kendi biralarını üreten bir çok bar ve bira bahçesi var. Eskilerde bu brewery'lere birkaç kez gitmiştim. Biranın tadını bana sormayın, ancak diğer içenler deli olmuşlardı. Ben çok sevmesem de ev yapımı birayı, bir biracıda, bira dekorasyonu ile içmek eğlenceli gelmişti.

Yolunuz düşerse Krakow’da da benzeri ev yapımı biraların satıldığı brewery'ler var. Bir gün ofiste çalışıp, akşamımda arkadaşlarla bunlardan birine gitmiştik. Ben çok hevesli değildim, gelin şarap içelim falan dedim, onlar da sadece bir bardak bira, sonra şarapçılara gideriz demişlerdi. Gittiğimizde gerçekten de bir bardak bira söylediler. Ancak gelen bardak her halde beş litre falan hacmindeydi. Tek elimle kaldıramamıştım! İnadına bütün gece içip, bitirmiştim tabi, ama otele dönerken arkadaşlardan destek almak zorumda kalmıştım...

Çek şarapları ise bir içim su!

Gerçek bir şarap kültürüne sahipler ve ucuz house wine'ları dahil, hemen bütün şarapları mükemmeldir. Tahmininiz üzere Prag ziyaretlerim boyunca bu güzelim şarapları elden geldiğince çok deneyip, tadlarını çıkardım.

Şarap konusunu kapatmadan söylemiş olayım, Çeklerin imparatorluk kankaları Macarların şarapları da birinci sınıftır sevgili arkadaşlar. Her ikisini de şiddetle tavsiye ederim. Bu yazıyı çok dağıtmayalım, başka bir fırsatta sizlere Budapeşte anılarımı ve Egri Bikaver şaraplarını da anlatırım.

Tanıyanlarınız teyid edeceklerdir, öyle çok müze gezmeyi seven biri sayılmam. Bu gidişimizde de bir müze gezmedik. Ancak eski ziyaretlerime dayanarak yüzlerce resim, heykel gibilerine ek olarak Prag'da başka çok ilginç müzeler olduğunu söyleyebilirim. Bir bunalım anında örneğin, bir işkence yöntem ve aletleri müzesini gezmiştim. Çarklar, iron maiden'lar, mengeneler, ve burada anlatıp içinizi kaldırmamak için detaylarına girmediğim yüzlerce başka işkence aleti.

Alın size başka bir müze. Sadece tabelasını gördüm, KESİNLİKLE GİRİP GEZMEDİM. Seks Müzesi! 😜

Bunların dışında yürürken gördüğüm Komünizm, Yahudi, Lego, Çek Biraları hatta bir Apple (bilgisayar) müzesi bile var.

Klasik müzik seviyorsanız Prag tam size göre bir yer sayılır. Her iki kenti de görmüş biri olarak söylüyorum, bence bu işlerin en iddalısı Viyana'yı bile sollar geçer. Kilise ve katedrallerde bile düzenli klasik müzik konseri veriyorlar. Bu işlerden anlayan bir arkadaşım Prag'da bir kaç sene geçirmişti. Klasik müziğe doyup, döndü.

Bu kültürel birikim, Prag'ın zengin tarihiyle yakından ilgili. Çok başınızı ağrıtmadan kısaca geçeyim, Prag tarihteki hani şu kristalleriyle ünlü Bohemia ülkesinin başkenti. Bohemia Moravia ve Silesia ile birleşip, yola bir dükalık olarak çıkmış, sonra da bir krallık olmuş, Kutsal Roma İmparatorluğuna katılmış. Bu Kutsal Roma İmparatorluğu, bildiğimiz Sezar'lı, Brütüs'lü Roma İmparatorluğu değil, o eski Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra onun mirasına konmayı hedefleyen bir Avrupa oluşumu. Neyse, Prag bu imparatorluğa imparator bile çıkarmış.

Bohemia krallığı daha sonra Avusturya-Macaristan imparatorluğunun bir parçası olmuş.

Bohemia Kralları bilime sanata çok önem vermişler, böylece Prag'da doğan ya da buraya gelip yerleşen sanatçı ve bilim insanları kentin kültürel ve bilimsel kişiliğini oluşturmuşlar.

Prag'da doğmuş, ya da burada yaşamış çok miktarda sanatçı var, ancak Prag denince akla gelen ilk isim Franz Kafka'dır.

Kafka, Prag'da doğmuş bir Yahudi, ancak ana dil olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dolayısıyla Almanca konuşuyordu. Bildiğiniz üzere Çekler Slavdır ve Çekçe de Slavik bir dildir. Rivayete göre Kafka Almancayı bir Çek aksanı ile konuşurmuş, ancak kendisini hiç bir zaman iyi seviyede Çekce konuşan biri olarak görmemiş. Kafka'nın yazılarında kullandığı dil çok kompleks, çok ağır bir Almancaymış - ben bilmediğim için değerlendiremiyorum, bazen Almanca'nın inceliklerini kullanarak bir sayfa uzunluğunda cümleler kurabiliyormuş. Almancayı aksanla konuşan biri için azımsanamayacak bir dil hakimiyeti, değil mi?

Kafka'nın çok ilginç bir hayat hikayesi var sevgili arkadaşlar. Eserlerini okumasanız bile biyografisine bir göz atın derim. Hiç evlenmemiş, hayatını hep kerhanelerde geçirmiş. Öyle çok libido bir adam da değilmiş, hatta beceremeyebilirim diye korku içinde yaşarmış.

Yazdıklarının hayrını yaşarken görmemiş. Zaten başladığı hiç bir romanını da bitirememiş, yazdıkların büyük bir bölümünü de yakmış. Geri kalan müsveddeleri Max Brod isimli bir arkadaşına öldükten sonra yakılması şartıyla vermiş. Neyse ki Brod bu isteğe uymamış ve insanlık bu dahi sanatçının eserlerini okuyabilmiş. Kafka yazdıklarının başka bir bölümünü de o zamanki kız arkadaşına yine öldüğünde yakılması şartıyla bırakmış. Kız da Brod gibi bu isteğe uymamış, ancak bu müsveddeler ilerleyen günlerde Gestapo'nun eline düşmüş, bir daha da bunları kimse görmemiş. Wikipedia'ya göre akademisyenler hala bunları bulacaklarını umuyorlarmış, nasıl yapacaklar en azından ben anlamış değilim.

Kafka her büyük sanatçı gibi bir dahi, her dahi gibi de biraz kafayı sıyırmış biriymiş. Ben bu insanların hayat hikayelerini tutkuyla okur, okudukça da biraz daha insan olduğumu hissederim. Kafka'nın eserlerini özelliklerde doksanlarda merak salıp, okumuştum. Tarzı bana biraz fazla ağdalı gelmişti - ben daha basitlik yanlısıyım. Ama unutmayalım, benim okuduklarım İngilizce çevrilerdi. İngilizcede, Almanca gibi bir sayfalık cümleler kuramazsınız. Bu da çevirmenin sırtına bir yorumlama yükü bindirir. Belki de benim ağdalı, karmaşık bulduğum tarz çevirmenin çaresizliğiydi. Bilinmez. Ancak önemli olan Kafka gibi insanların yaşamış ve yazmış olmaları, benim beğenmem değil. Kafka hiç kuşkusuz yirminci yüzyılın edebiyatına can vermiş bir sanatçıdır.

Sanattan bilme geçelim ve Prag'ın ev sahipliği yaptığı başka bir tarihi kişilikten söz edelim.

Tycho Brahe Danimarkalı bir bilim adamıydı. Bir astronomdu, ne yazık ki bir teleskopu yoktu çünkü onun yaşamımda henüz teleskop icad edilmemişti. Teleskopsuz bir astronom, stetoskopsuz bir doktora benzer. Zordur işi. Buna rağmen Brahe çıplak gözle teleskoplu astronomları kıskandıracak kadar hassas gözlemler yapmıştı. Bunlar arasında galaksimizde çıplak gözle görülebilen son süpernova da vardı.

Brahe zamanın Danimarka kralıyla, rivayete göre bir hatun mevzusundan dolayı kavga etmiş, Bohemia Kralı'nın davetiyle de Prag"a yerleşmişti. Brahe içmeyi de severmiş. Bir akşam, biraz da şaraptan sonra bir arkadaşıyla sen mi daha iyi matematikçisin, ben mi diye düelloya tutuşmuş. Rakibinin bir kılıç darbesi burnunun üst tarafını alıp, götürmüş. Brahe de kopan bu parçanın yerine metal bir plaka takmış.

Brahe'nin gözlemleri hassas olsa da bundan çıkardığı sonuçlar pek doğru değildi. Ay'ın Dünya'nın etrafında, gezegenlerin de Güneş'in etrafında döndüğünü doğru olarak saptamış, ancak dünyayı merkeze oturtup, güneşi dünyanın çevresinde döndürmüştü.

Neyse ki yanında yine dünyanın kaderini değiştirecek başka bir dahi vardı, asistanı Johannes Kepler. Prag'ın ev sahipliği yaptığı bu bilim insanı, ustası Brahe hasta yatağımda ölürken ona Güneş'in Dünya’nın çevresinde döndüğünü söylese de, o güneşin merkezde olduğundan emindi. Ustasının ölçümlerini kullanarak Güneş sisteminin mekaniğini doğru olarak hesapladı.

Tycho Brahe’nin mezarı tarih boyunca iki kez açıldı.

Bunun ilk nedeni Brahe'nin burnuna taktığı metal tabakanın altın mı, gümüş mü olduğunu anlamaktı. Ne var ki bu plaka ucuz pirinçten çıktı.

Mezarın açılmasının ikinci nedeni ise Brahe'nin hangi hastalıktan hayatını kaybettiğini bulmaktı. Bir çok kişi Brahe'yi, ölçümlerine ulaşabilmek için Kepler’in zehirlediğine inanıyordu. Ne var ki Brahe’nin idrar kesesinin patlamasından dolayı öldüğü anlaşıldı.

Prag'la ilişkilendirdiğim ve size bahsetmek istediğim son tarihi kişilik Aleksander Dubcek.

Dubcek'in öyküsü biraz netamelidir. Hızlı Çav Bella solcular, onu Sovyetlere baş kaldırdı diye sevmezler, Amarikan ajanı falan derler. Kendimi namuslu bir solcu olarak konumlandırdığımdan, ben Dubcek'in emperyal Sovyetlere karşı direnişini gerçek bir sol hareket olarak görürüm. Dubcek, Slovak'tı ve Çekoslavakya Komünist Parti’nin genel sekreteriydi. Aslında sadece halkı içn biraz daha fazla refah, biraz daha fazla serbestlik istiyordu.

Bunu da becerdi. Bazı ekonomik yetkileri yerel yönetimlere devretti. Düşünce ve ifade özgürlüklerini artırdı, seyahat kısıtlamalarını azalttı. Çek ve Slovak ulusları ayırıp bir federasyon oluşturdu.

Sen misin bu işlere kalkan... İki yüz bin Sovyet bloğu askeri ve binlerce tank Prag'a girdi. Bu işgale Prag Baharı ismi verildi - kıssadan hisse, isminin içinde "bahar" geçen her harekattan korkun. Mücadele sekiz ay sürdü ve sonuçta Dubcek'in bütün reformları geri çevrildi. Sadece çek ve Slovak devletleri kaldı. Dubcek sıradan bir memur görevine atandı, yerine bir kukla kondu.

Bir ulusun umutları ve özgürlükleri zorbaca bastırıldı.

Prag Baharı'na bir çok kişi aşırı romantik ve iyimser anlamlar yüklerler. Bana sorarsanız Prag Baharı'nın Mor Devrim ve Sovyetlerin çöküşüne bir etkisi hiç olmadı. İnsanlara moral, umut ya da mücadele gücü falan da vermedi. Olsa olsa bu mücadele için bol bol şarkı ve piyes yazılmasına neden olmuştur. İşin gerçeği, Prag Baharı 1968'de gerçekleşti. Sovyetler ise Çekoslovakya'yı 1991'de terk etti.

Dubcek Mor Devrim'i ve Sovyetlerin Çekoslovakya'yı terk etmelerini görecek kadar yaşadı.

Devam edeceğiz...

3 Ağustos 2019 Cumartesi

Saint-Nicolas-de-Bourgueil

Sevgili arkadaşlar, bu hafta sonu sevgili karımla kendimize bir şişe Saint-Nicolas-de-Bourgueil şarabı açtık. İsmi Bordo ya da Burgonya şarapları kadar yaygın olarak duyulmasa da, Saint-Nicolas-de-Bourgueil, şarap komünitesi tarafından güzel Fransız şarapları arasında değerlendirilir.

Saint-Nicolas-de-Bourgueil, ve yakın akrabası Bourgueil şaraplarının orijinleri Fransanın içlerindeki Loire nehrinin kıyılarıdır. Tamamen ya da çok yüksek bir oranda Cabernet Franc ya da bu bölgedeki ismiyle Breton isimli üzümden yapılırlar.

Cabernet Franc'ı meraklılarınız Bordo şaraplarından hatırlayacaktır. Bordo şaraplarının harmanı aslen Cabernet Sauvignon ve [Cabernet] Merlot üzümlerinden oluşur. Cabernet Sauvignon koyu, sert tatlı, Merlot ise meyve tatlı, kuvvetli aromalı, orta açıklıkta bir üzümdür.

Üzüm, tarımsal bir üründür ve her yılın hasadı tad ve aroma bakımından bir önceki yıla göre farklıdır. Bordo'daki şarap üreticileri eğer o senenin Cabernet Sauvignon'u kuvvetliyse, harmandaki yüzdesini düşürüp, üstünü Cabernet Franc ile tamamlar, çünkü Cabernet Franc Bordo harmanına nötüraldir. Eğer azalan Cabernet Sauvignon'u Merlot oranını artırarak tamamlasaydı, şarap bu kez olması gerektiğinden daha fazla aromatik ve meyve tatlı olacaktı. Cabernet Franc ile harmanı tamamlama yöntemi o yılın hasadında zayıf ya da kuvvetli gelen Merlot için de geçerlidir.

Bu söylediklerimden Cabernet Franc'ın tatsız tuzsuz bir üzüm olduğu sonucunu çıkarabilirsiniz ama bu doğru olmayacaktır. Cabernet Franc sadece Bordo harmanına nötüraldir. Eğer hiç tadı olmasaydı örneğin kuvvetli Cabernet Sauvignon yerine eklendiğinde Merlot dahil tüm harmanın tadını, kokusunu azaltıyor olacaktı. İşin aslı Cabernet Franc hayli kuvvetli bir tadı olan, meyveli bir üzüm türüdür. Bu da Saint-Nicolas-de-Bourgueil'yi hayli içilebilir, ilginç bir şarap yapar.

Bugün açtığımız Saint-Nicolas-de-Bourgueil'yi bir arkadaşınız getirmişti. Şişemiz biraz gençti ancak özellikle bir saat kadar karaflandıktan sonra mükemmel içilebilir hale geldi.

Kendi adıma konuşuyorum, Saint-Nicolas-de-Bourgueil benim tipim değil, ancak değişiklik olarak hiç de fena gitmedi. Başka bir değişle bir gece için hoşlaşabiliriz ama aramızda ciddi bir ilişki olması mümkün değil 😛

Hafta sonunuz güzel olsun 😍❤️🍷

3 Haziran 2019 Pazartesi

Selanik ve Üsküp

Egnatia caddesindeki otelimizi ararken kendimi kırk sene öncesinin Ankara'sında, Ulus semtinde falan zannettim. Caddedeki kalabalık, trafik, mağazalar, kebapçılar ve ellilerden kalma mimarileriyle binalar beni çocukluğuma götürdü.

Selanik'teyiz...
Selanik, aslen at arabaları için yapılmış dar caddeleri, birbirine yapışık binaları ile çok eski bir kent. İki bin üç yüz yıl önce kurulmuş, 1430'da da 1. Murat bu kenti almış.

Her Yer Tarih
Şimdiye kadar gördüğüm en cazibeli kentlerden biri. Her yerinden tarih fışkırıyor. Ancak Selanik'i benim gözümde fazlasıyla ilginç kılan, batı ile doğunun geçiştiği bir kent olması. Yani ne bir Roma kadar batılı, ne de bir İstanbul kadar doğulu bir kent. Örneğin birçok yapıyı önce Bizanslılar inşa ermiş, sonra Osmanlılar değiştirmiş, sonra da Yunanlılar yeniden dönüştürmüş. Her yerde Hristiyanlık öncesi agora, tapınak kalıntıları, Ortadoks kiliseleri, camiler, hamamlar, kuleler, zindanlar var.

Bu Yunanistan'a ikinci gelişim ve ilk gelişimde edindiğim özel bir izlenim, bu kez daha da güçlendi.

Yunanlılar bence Hristiyanlık öncesi uygarlıklarına gereken önemi göstermiyorlar. Önce Atina, şimdi de Selanik'te beklediğimden çok daha az antik Yunan'a ait ziyaret noktası bulabildim.

Unutmayalım, günümüzün uygarlığı, antik Yunan'a çok şey borçludur. Modern uygarlığın demokrasi, ekonomi gibi bir çok kurumu, matematik, geometri, astronomi gibi ilimlerin temelleri ve günlük konuşmalarımızda kullandığımız sözcüklerin önemli bir bölümü antik Yunan uygarlığından gelir. Bana sorarsanız Avrupa'nın yere göğe koyamadığı Roma uygarlığı, Yunan uygarlığının biraz sesi açılmış halidir. Roman tanrıları bile Yunan tanrılarının kopyalarıdır.

Buna rağmen her iki ulus da Hristiyanlığın etkisiyle politeist geçmişlerini biraz geri plana atmış gibidirler.

Bunda elbette Hristiyanların, aynı Müslümanlar gibi, önem taşıyan her tarihi binayı kendi ibadethanelerine çevirmelerinin de payı vardır. Örneğin Roma'daki Pantheon, sonradan kiliseye çevrilmiş bir tapınaktır.

Kiliseye çevrilmeyen Hristiyanlık öncesi binalar da bu dini dönüşümden nasiplerini almışlardır. Vatikan'daki St. Peter katedrali, çoğunlukla Kolezyum'un dış cephesinden alınan taşlarla yapılmıştır.

İşin aslı, ben Perge’de ve Aspendos’ta, Roma’da gördüklerimden daha fazla antik Roma kalıntıları görmüştüm.

Kiliseler, bayramlar gibi dini simgeler çoğunlukla dine sonradan eklenmiş simgelerdir. Hz. İsa yaşamı boyunca tek bir kilise görmüş değildir.

Ben kişi olarak bu ibadethanelerin biraz fazla önemsendiğini düşünüyorum. Hristiyanlar da, Müslümanlar da her vesileyle önemli saydıkları yerlere birer kilise, birer cami yapınca bazen işin tadı kaçırıyor.

Örneğin Bethlehem'de, Hz. İsa'nın doğduğu yer olduğuna inanılan noktada bir kilise (Church of Nativity) bulunur. Bence bu kiliseyi yapmasalarmış, bölge daha aslına sadık kalabilirmiş ve burayı ziyaret eden hacılar o günleri gözlerinde daha iyi canlandırabilirlermiş.

Benzeri şekilde Osmanlılar Atina’nın simgesi Akropolis’teki ünlü Parthenon tapınağının ortasına minaresiyle falan tam teşekküllü bir cami yapmışlar! Parthenon içinde bir cami, gerçekten insanın kulağına biraz tuhaf geliyor...

Bu önemsenmiş yerlere yapılmış ıbadethanelerin en ilginçlerinden birini Nazi’lerin Dachau kampımda görmüştüm. İsmi The Church of Reconciliation, yani Alman Protestanların Yahudilere uygulanan soykırım sonrası yaptığı barışma kilisesi. Bari kilise yerine bir sinagog yapsalarmış...

Selanik de bu geçişmelerden nasibini almış. Bahçelerinde minare kalıntıları olan kiliseler, içlerinde kiliseler bulunan Osmanlı kaleleri...

Güzelim bir agora meydanı var, ancak sadece bir-iki sütun kalmış. Selanik'te antik eserleri yıkıp, kilise yapanlara da çok kızmayalım derim çünkü biraz eşelersek, altından bizimkiler de çıkabilir hattızatında.

Durum işte böyle. Selanik, binlerce yıllık tarihini, kenti gezdikçe kaşık kaşık size tattırıyor.

Selanik dünyanın gerisi için pek çok farklı şey ifade edebilir, ancak çağdaş bir Türk insanı için Selanik en başta Atatürk'ün memleketidir.

Atatürk, Selanik’te doğmuş, yine bu kentte büyümüştür.

Hepimizin bildiği doğum yeri olan iki katlı pembe ev, bugün bir müze olarak hizmet veriyor.

Ancak hepsi bu!

Henüz hiç bir kaynakta ne ilk gittiği okulu olan Mahalle Mektebi, ne sonradan gittiği Şemsi Efendi İlkokulu, ne Selanik Mülkiye Rüştiyesi, ne Selanik Askeri Rüştiyesi, ne de kardeşi Makbule hanımla kargaları kovaladığı çiftliğin konumları ile ilgili bir bilgi bulabildim.

Şemsi Efendi İlkokulu
Atatürkçülükleri ile ilgili ağıtlar yakan, şiirler okuyan, ağlayarak ayılıp, bayılan sözde bilimsel araştırmacılar dahil kimse bu yerler nerededir, ne durumdadırlar bilmiyor.

Ben Şemsi Efendi İlkokulunun yerini kendi çabamla bir artı bir eşittir iki yaparak bulabildim. Bunun öyküsünü size önceki yazıda anlatmıştım.

Zaten otelden çıkar çıkmaz ilk işimiz Şemsi Efendi İlkokuluna gitmek oldu. Hala okul olarak kullanılan bu bina tertemiz, çok güzel bakılmış.

Beklenebileceği üzere bu okulun Atatürk'ün evine uzaklığı çok az. Yolda bir kilise ziyaret edip, bir de kahve molası vermemize rağmen yarım saatten az bir zamanda Atatürk'ün evine ulaştık.

Atatürk'ün Evi
Ev hem dışardan, hem içerden çok temiz ve çık bakımlı. Hiç bir ücret ödemeden gezebiliyorsunuz, ancak Pazartesileri kapalı.

Beni gerçekten hayal kırıklığına uğratan şey, içerideki eşyaların kaldırılıp, yerine fotoğraflı, metinli panoların konmuş olması. Çok kötü, çok başarısız bir karar bu bence. Bu müzeyi gezen birinin amacı Atatürk'ün doğduğu evi görüp, o zamanın havasını koklamak, yoksa onun Manastır'daki askeri okul günleri değil.

Yine de mutfak eşyalarıyla kalmış. Diğer odalarda da Atatürk'üm daha ziyade Cumhurbaşkanı iken kullandığı eşyalar var ama bunlar da zamanları bakımından Selanik'teki eve ait değil. Bence daha ziyade Anıtkabir'de, Dolmabahçe Sarayında falan sergilenmeliydiler.

Odalarda Atatürk'ün iki, Zübeyde Hanım'ın da bir balmumu heykeli var. Ali Rıza Efendi'nin niye bir heykeli konulmamış, anlamadım.

Üç katlı binanın en alt katında iki tane multi-medya odası yapmışlar ama biz ziyaret ederken sadece biri çalışıyordu.

Burada vatan, millet, sakarya yapmak istemiyorum. Bu evi yoğun duygularla gezdim. Uzun yıllardır yapmak istediğim bir şeydi bu.

Beyaz Kule
Sonrasında da Selanik'in o güzelim tarihinde, o daracık caddelerinde kaybolduk. Her köşe başında bir kilise, bir hamam, bir cami, bir bizans kalesi, bir antik Yunan tapınağının kalıntısı...

Yolda bir Yunan pastanesinde mola verdik. Tatlıları bizimkilerine çok yakın, ancak dondurmaları bir numara.

Ve sahile ulaştık.

Sahilin en göze batan yeri Beyaz Kule isimli, eski bir Osmanlı kalesi.Hemen altında da Trident isimli üç çatallı mızrağı ile deniz tanrısı Poseidon'ın heykeli. Poseidon'a biraz dikkat, çok yaklaşmayın yanına derim. Kadın, erkek bir dolu sevgilisi varmış. Afrodit'i götürmüş, hatta şu ünlü Medusa'ya tecavüz etmiş falan.

Posedion
Beyaz Kule'nin devamı ise sanki Karşıyaka sahili. Levhaları kaldırın, aradaki farkı zor hissedersiniz.

Bol bol deniz havası koklayıp Selanik'in belki de en büyük meydanına ulaştık.

Bu meydana gelince hemen düşüncelere dalıyor, insanların ayağı vardır, masaların da ayağı vardır, demek masalar insandır falan demeye başlıyorsunuz. Çünkü meydanın ismi Aristotelous, yani bizim bildiğimiz Aristo. Zaten meydanda bir heykeli de var.

Aristotelous Meydanı, barları ve restoranlarıyla çok güzel bir yer, ancak yemek ve şarap için seçtiğimiz mekan burada değil. Biraz ilerdeki Ladadika bölgesi çok daha cazibeli, çok daha Yunan bir yer. Önce bir barda ucuzdan pahalıya bir seri Yunan şarabı denedim. Kırmızılar arasında en hoşuma gideni Texni Alipias oldu. Ama bu söylediklerimi çok kesin bilgi olarak almayın. Sadece bir bar ve bir menüden bahsediyoruz. Şarap bakımından burada keşfedilecek ÇOK daha fazlası var.

Aristo
Barın hemen karşısında ise yine çok güzel bir restoran vardı. Orada da mükemmel bir biftek söyledim. Garson kıza biraz ağlayınca benim için yanına Tzatziki, yani cacık da koydu ki, bir şişe lokal house-wine ile tadından zor yedim.

Akşamki son durağımız Aziz Dimitri kilisesiydi. Eğer kilise gezmek isterseniz sizlere Ortadoks kiliselerini öneririm. Katolik kiliseleri karanlık ve hüzünlü, Protestan kiliseleri ise sade ve renksizdirler. Ortadoks kiliseleri ise sanki bir müze, bir resim sergisi gibidirler. Aydınlık, freskli duvarları, kendilerine has mimarileri ile çok ilginç, çok güzeldirler.

Selanik'teki Aziz Dimitri kilisesi ise şimdiye kadar hiç görmediğim tarzda bir Ortadoks kilisesiydi. Sanki Katolik ve Ortadoks tarzı arasında bir yerdeydi. Çok az fresk vardı ve bir Ortadoks kilisesine göre çok karanlıktı. Ben oldukça ilginç buldum.

Sadece Aziz Dimitri,de değil, ziyaret ettiğimiz tüm kiliselerde Jelena şortu ile rahat rahat dolaşabildi. İtalya, Fransa, Rusya hatta Sırbistan gibi başka yerlerde içeri bile almazlardı. Ben Selaniklilerin bu liberalliğini takdir ettim. Sevgili karım inançlı bir Ortadokstur ve sadece şort giydi diye buraları göremeseydi çok üzülürdü.

Ertesi sabah kahvaltıda sanki evde gibiydim. Aynı zeytin, aynı kaşar, aynı ekmek.

Birinci Kale
Selanik'teki son ziyaret noktalarımız iki tane Osmanlı kalesiydi. İlki bir garnizon, ikincisi ise bir hapisane, yani bir zindan olarak kullanılmış. Hatta ismi de Yedikule. Bu iki kale de çok iyi bakılmış, ziyaret edenler düşünülerek çok akıllıca aydınlatılıp, yürüme bölgeleri yapılmış.

Yol üzerinde bir AVM'de durup, bol bol alış-veriş yaptık. Jelena kendisine Yunanistan,da çok yaygın olan Frappe, yani soğuk Nescafe yapmak için bir mikser satın aldı. 🐝Mezzy🐝 için de bol bol oyuncak tabi...

Selanik'ten çok mutlu ayrıldık sevgili arkadaşlar. Yolunuz düşerse demiyorum, yolunuzu düşürün ve bu güzel kenti mutlaka ziyaret edin. Binlerce yıllık tarih başka çok az yerde Selanik'te olduğu kadar güzel bir biçimde görülebilir.

Yedikule
İşte bu duygu ve düşüncelerle Yunanistan'ı geride bırakıp, Makedonya'ya girdik. Hedefimiz bu güzel ülkenin başkentiydi.

Üsküp'e ya da orijinal ismiyle Skopje'ye daha girerken kendimizi biraz garip hissetmeye başlamıştık. Sadece bir histi belki ama sanki yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.

İki yolun kesiştiği bir noktada durup, bir yayaya şehir merkezi nerede diye sorduk. Adam hem sağı, hem de solu işaret etti! Burada bir dil problemimiz olmadığını da belirtmiş olayım. Biraz diş çekme işlemimden sonra sağ tarafa gitmemiz gerektiğini anladık.

Arabayı park ettik ve Vardar nehri boyunca yürümeye başladık.

Üsküp gibi bir şehri hayatımda ilk kez görüyordum sevgili arkadaşlar. Hatta bir süre gördüklerimin gerçek olduğuna inanmakta biraz güçlük çektim.

Birinci Köprü
Nehir boyunca ahşap, devasa korsan gemileri vardı.

Nehrin her iki tarafı bir sıra köprüyle birbirine bağlanıyordu.

Bunların ilkinde, belli ki Makedonya tarihinden yazarlar, çizerler, yoldaşların heykelleri sağlı sollu dizilmişti. Gördüyseniz gözünüzde daha iyi canlanacaktır, sanki Prag'daki Charles Bridge gibiydi.

İkinci köprü ise tarihte bir çağ daha geride kalmış, Romalı, Yunanlı imparator, gladyatör, sentriyon vesaire heykelleri ile doluydu.

Bu köprünün diğer ucunda siz deyin Apollo, ben diyeyim Venüs tapınağı kılıklı, bembeyaz, sütunlu, mütunlu devasa bir bina. Biraz ilerisinde yine Roman/Yunan kılıklı başka bir bina. Biraz daha ilerisinde barok başka bir bina...

En son köprü ise Sultan Murat'ın yaptırdığı Taşköprü. Köprünün her iki ucunda da birer meydan. İki meydan da heykellerle dolu.

Güleceğim, gülemiyorum.

Sanki bir film setinde gibiyiz!
İkinci Köprü

Amaç sanat mı diye geçti içimden ama Taşköprü dışındaki her bina, her heykel taklit, hiçbiri tarihi değil. Hani belki niyet iyi de, öyle her yere heykel dikmekle, oraya buraya Yunan tapınağı yapmakla sanatkar ruhlu olunmaz ki...

Bir de bunları yaparken biraz ucuza kaçmışlar.

O ilk köprüdeki yoldaşların heykellerini görünce hallerine acıyıp, insanın cebinden üç beş kuruş veresi geliyor. Herhalde bir üniversite öğrencisine yaptırmışlar. Heykel adamlar cüzzam kolonisi gibi, ağızları, burunları yamuk, vücutları orantısız.

En ağrıma giden de sanat olsun diye Taşköprü'nün ayaklarının birine, bikinisiyle suya atlayan bir kadın heykeli koymuşlar - ne alakaysa... Verin lan geri köprümüzü diyecektim...

Taşköprü ve Bikinili Kadın
Yine içlerinde burunlarından, kuyruklarından su fışkıran aslan heykelli havuzları, gladyatörlerle çevrili Büyük İskender heykelleriyle bezeli meydanı geçip, arabaya geri döndük.

Her şeyin abartısı hem iç bayıcı, hem sakil oluyor arkadaşlar. Makedonlar yazık etmişler başkentlerine bana sorarsanız. Bütün nehir kıyısını, öyle tiyatro sahnesine çevirip, korsan gemilerinin üzerine kırmızı Coca Cola şemsiyeleri koyunca komik oluyor işte.

Yolunuz Üsküp'e düşerse görün derim, dünya üzerinde başka yerde böyle bir şey yok.

Makedonya cennet gibi bir ülke, başkentleri ise ne yazık ki sınıfta kalmış.

Üsküp'ten sonra sınıra kırk dakikalık bir yolumuz kalmıştı. Kumanovo'yu geçip, Sırbistan'a girdik.

Havuzlar, Aslanlar, Heykeller
Akşam yemeği için Jelena'nın babasının tavsiyesi üzerine Vranje'nin biraz ilerisindeki Predejane civarında bir restoranda mola verdik.

Jelena ve Milan'ın bütün çocuklukları boyunca yaz tatilleri için gittikleri Yunanistan'dan dönerken yemek için durdukları bir restoranmış burası.

Kaymaklı köftesi meşhurmuş. Ancak Sırbistan'daki kaymak bizimki kadar tatlı değil, daha çok peyniri andırıyor. Benim ne onlardaki, ne bizdeki kaymakla aram vardır. O yüzden kendime bir biftek söyledim. Tabi ki, beş parmak kalınlığında tuğla gibi bir et geldi. O güne kadar yediğim en güzel etlerden biriydi. Orta Avrupa'ya özgü, altına bir dilim ekmek koymuşlardı, yanına da mantar ve pilav! Ortası kırmızı, dışı yanmış! Yanına da bir şişe Medvedja Krv, yani Ayının Kanı isimli bir Sırp şarabı. İlk defa deniyordum, sevgili karım tavsiye etmişti. Mükemmel bir tat. Mutluydum...

Canım kızımdan kırk sekiz saattir ayrıydık. Benim şimdiye kadar bir kaç kez, kısa da olsa ayrı kalmışlığım vardı ama Jelena için ilk oluyordu.

Ilyushin-76
Jelena'yı uyardım, bak yüzüne bile bakmayacak, hazırlıklı ol diye. Ve tabi ki 🐝Mezzy🐝 yüzümüze bile bakmadı. Çok üzülmüş, çok bozulmuştum. Ama c'est la vie, hayat böyle işte...

Ertesi gün şişelerce şarapla dolu çantalarımızı check-in yaptık. Niş havaalanında beni güzel bir sürpriz bekliyordu. Beyaz Rusya'ya ait bir Ilyushin-76 kargo uçağı. Bu uçağı çalışır halde ilk defa görüyordum.

Bu kısa Balkan turumuz işte böyle sona erdi sevgili arkadaşlar.

Dünyanın bu parçası hem doğası, hem tarihi, hem yemekleri, hem şarapları ama en önemlisi insanları ile çok özel, çok farklı ve benim de kendimi evimde hissettiğim bir yer.

Ölmez, sağ kalırsam Ekim ayımda bir Bosna gezimiz olacak. Arada az biraz Hırvatistan, ve tabi ki Sırbistan. Biraz da şansla hava da güzel olursa size anlatacak çok şeyim olacak.

Sevgi ile kalın ❤️

30 Mayıs 2019 Perşembe

Niş

Niş'ten ayrılmış, bizi güneye götüren otoyolun üzerinde ilerliyorduk. Altı sene sonra ilk kez Niş'e geliyordum.

Sevgili karımla Niş'te tanışıp evlenmiştik. Böylece eski bir osmanlı sancağı olan bu kent, önce benim, yıllar sonra da ailemize katılmış sevgili kızımın ikinci evi olmuştu.

Çok güzel günlerim geçmişti bu şehirde. İşim gereği çok gezmişliğim vardır, ondandır ki sağlıklı bir karşılaştırma yapabileceğimi düşünüyorum. Niş kadar rahat ettiğim, Niş kadar kendimi evimde hissettiğim başka bir yer olmamıştı.

Dalıp, biraz geçmişe gittim...

Yedi seneden fazla yaşadığım İsviçre'nin Saint-Prex isimli, kartpostallardan fırlamış bir köyündeki evimi kapatmış, eşyalarımı bir depoya kaldırmıştım.

Çalıştığım şirketin personel departmanına gidip Lozan ile ilişiğimi keserken, oradaki kızlardan biri "Buradan nereye?" diye sordu. "Niş" dedim. Kız bana acıyan gözlerle baktı, "Keşke bir kaç gün izin alıp, gitmeden önce buralarda biraz gezseydin" dedi. Bana, kurada Doğu Beyazıt'ı çekmiş yedek subay muamelesi yapıyordu.

Sevgili oğlum, köpeğim Yumuk'la Cenevreden uçağa binmiş, Belgrad'a ulaşmıştık. Buradan da araba ile üç saate yakın bir yolculuktan sonra Niş'e ulaşmıştık.

NATO bombardımanının yeni bittiği yıllardı. Bir Tomahawk seyir füzesinin isabet ettiği fabrika binasını yeni onarmışlardı.

Ofisteki ortam daha önce çalıştığım,Sovyet dönemi sonrası komünist bir düzenden liberal bir yönetime geçmeye çalışan diğer ülkelerle hemen hemen aynıydı. Kapalı ofis kapıları, "bilmiyorum" demenin kabul edilemez olduğu, birinin ne kadar hızlı konuşursa, o kadar yetkin sayıldığı tuhaf bir anlayış işte. Çok dert etmemiştim. Bu ortamda yolumu bulabilecek kadar deneyimliydim.

Beni asıl meraklandıran bir Türk olarak nasıl karşılanacağımdı.

Hayatını yurt dışında geçirenleriniz bilir sevgili arkadaşlar. Oralarda Türk olmak zaten zordur. Bunun üstüne, Müslümanların da önemli bir parçası olduğu etnik bir savaştan yeni çıkmış, bir de Türklerin beş yüz yıllık işgali altında anası ağlamış bir ülkede bakalım başıma neler gelecek diye düşünüyordum. Gözümde o günlerin popüler filmlerinde hiç eksik olmayan Sırp keskin nişancıları canlanıyor, beni garanti vururlar falan diyordum. Neyse ki geride Yumuk dışında başka bir bekleyenim yoktu. O da yaşını, başını almıştı zaten, gün sayıyordu. Bu söylediklerim sizlere çok fazla melodramatik gelebilir ancak gerçekten büyük bir parçam böyle hissediyordu.

İnsan yaşayınca anlıyor. Tek kusuru, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlarla ittifaka girmeyip, savaş sonrasında da Batı ile değil de, Rusya ile yakınlaşmak olan Sırp ulusu, bu savaş ve propaganda ile sadece bunların bedelini ödüyordu.

Ez cümle vurulurum herhalde diye gittiğim kenti, evim olarak bırakıp dönmüştüm İsviçre'ye. Sevgili oğlum ise sonsuza dek Niş'te kalacaktı...

Bizden tek farkları dinleri olan ve bundan kaynaklanan yobazlıktan arınmış bu güzel millet ile adetlerimiz, yemeklerimiz hatta küfürlerimiz bile ortaktı.

Sırbistan'dayken kılıma zarar gelmedi.

Avrupa'nın gerisinde defalarca soyuldum, kötü muamele gördüm, ağızımı, burnumu kırdılar. Ama tekrar edeyim, Sırbistan'da kimse ters bile bakmadı.

Üç sene geçirdiğim Niş'te çok güzel anılar, çok güzel arkadaşlıklar bıraktım.

İnsanlar beni evlerinde ağırladılar, doğum günlerine, aile toplantılarına çağırdılar. Kışın ortasında elektrik kesilmiş, ev buz gibiyken insanların evlerinde uyudum.

Niş, yine de Niş işte.

Bir gün Niş'in Bağdat Caddesi sayabileceğimiz Pobidina isimli caddesinde bir cafede oturuyorduk. Gümmm diye bir patlama oldu, ama öyle bir patlama ki, oturduğum sandalyeden havalandım. Ancak ben dahil, kimse havamızı bozmadık. Arkadaşlardan biri ne oldu diye telefonla sordu, sonra "Endişe edecek bir şey yok, diskoyu bombalamışlar" dedi 😛

Yine Jelena ile tanıştığımız ilk günün akşamı gittiğimiz mekanda iki gurup arasında kavga çıkmış, insanlar silahlarını çekip, birbirlerine girmişti.

Başka bir gün, trafik polisi durdurdu. Kırmızıda geçtin dedi. Ben de "Sorry" dedim. Elindeki koçandan bir ceza makbuzu çekti ve "Nema sorry next time" deyip, kağıdı elime tutuşturdu (Sonraki kez üzgünüm demezsin).

Düğünümüzün akşamı eve dönüyorduk. Arabayı Jelena'nın kardeşi Milan kullanıyordu, biz de taze zevcemle arka koltuktaydık. Takdir edersiniz, özellikle ben şahsım, fitil gibi sarhoştuk.

Polis bizi durdurdu.

Milan'ı indirip, alkol testi uyguladılar. Sonuç malum tabi. Jelena, "Uzatmayın kardeşim, görüyorsunuz, daha yeni evlendik, bırakın gidelim" dedi.

Polis umursamayıp, arkasını döndü ve gitti.

Bir beş dakika bekledik, ses yok.

Sonra Jelena gelinliğinin eteklerini toplayıp, arabadan indi, Marie-Antoinete misali, püskülleri yerde sürünmesin diye elbisesini kaldırıp, polislerin yanına koştu. Sonra da bir bağırma, ama ne bağırma!

Polisler Milan'ı bıraktı, sonra da arabaya gelip Milan'ı işaret ederek, "Ceza yazmayacağız ama arabayı bu haliyle kullanamaz" dediler.

Jelena yine bir "Miyavvv, Tısssss" oldu. Polisler de sonunda beni işaret edip, "Arabayı bu kullanırsa gidebilirsiniz" dediler. Ama ben hepsinden fazla sarhoşum!

Ne yapalım, bozuntuya vermedim, tuxedo ve papyonumla geçtim direksiyona, Milan da arka koltuğa, gelinin yanına.

Sorunsuz eve ulaştık...

Daha çok anlatacak şey var da, dağılmayalım şimdilik.

Niş, mimari olarak bir Orta Anadolu şehrini andırır. Estetik olarak belki de yaşadığım en çirkin şehirdir.

İlk geldiğim sene yollardaki delikler o kadar büyüktü ki, deliklerden rahatımız bozulmasın diye değil, içlerinde arabayı bırakmayalım diye kaçardık. Bir kaç kez arabam çamura saplanmış, şirketten gönderdikleri çekici ile çıkarabilmiştik.

Süpermarket sayılabilecek tek bir mağaza vardı. Orada da her şey her zaman bulunmazdı. Mesela (siyah) çay, kahve, içilebilir şarap falan geldiğinde şirketten arkadaşlar birbirimizi telefonla arar, bu maddeleri evde stoklardık.

Yollarda işaret, levha falan yoktu. Şehir içinde bir yerden bir yere nasıl gidilir, "bilmek" zorundaydınız.

Ancak insanlar umutlarını koruyor, yakından tanıdığımız yerin aksine, geri değil, ileri bakıyorlardı. Manasız hayallerin peşine düşmek yerine, hayatlarını daha iyi bir hale getirmenin mücadelesini veriyorlardı.

Bu da elbette ki sonuçlarını vermeye başlamış.

Bu gelişimde, Niş'te on'dan fazla süpermarket gördüm. Alış veriş için girdiklerimizin tümünde, neredeyse İsviçre'de ne varsa vardı. Yollar yapılmış, çukurlar kaybolmuştu. Sırplar vize serbestisi kazanmış, dünyada istedikleri gibi dolaşabiliyorlardı.

Hayat burada hala mükemmel sayılmazdı, ancak insanlar geri değil, ileri bakıyorlardı. Yarın kesinlikle bugünden iyi olacaktı.

Ancak bazı şeyler sanki hiç değişmeyecek gibiydi. Sizlere bir kaç örnek vereyim.

Sırbistan'a ilk geldiğinizde bütün erkeklerin karardığını görürsünüz. Özellikle genç yaştakiler giysilerinde hep siyah rengi tercih ederler. Niye diye sorduğumda bunlardan biri, aynı isimli Chuck Norris filmine atıfta bulunarak "İyiler siyah giyerler" demişti. Uzun bir süre geceleri bu ninjalardan birine çarpacağım diye aklım çıkmıştı.

Başka bir değişiklik ise, çok çam devirmeden nasıl söylerim diye düşünüyorum, hanımların bir anda güzelleşmeleri.

Slav ırkı zaten güzel bir ırktır ama Yugoslav ırkının dişilerinin çok daha özel bir cazibesi vardır. Elbette güzellik şahsa mahsus bir ölçüdür ve tabi sebeplerden ben kulunuz fa bu tartışmada hayli taraflıyımdır, ancak inanın bana, bu bölgenin kızları gerçekten bu ünvanı hakediyor.

Yine görünüşe göre Atatürk'ün yüz yıl önce becerdiği harf devrimi burada hiç gerçekleşmeyecek. Hernedense Sırplar Kril alfabesi için deli oluyorlar.

Ben gevezelik ederken, Niş'i geride bırakıp, Leskovac'a varmıştık. Niş'in hemen dibinde, çok güzel bir yerdir Leskovac. Akşamları bazen ne yapalım diye düşündüğümüzde, basar, Leskovac'a giderdik. Burada ABC isimli bir cafe ve bu cafede de Niş'te bulamadığımız espresso kahve bulunurdu.

Ancak Leskovac'ın en önemli komoditesi, her yıl burada tekrarlanan köfte festivalidir. Hele fazla kilo dersiniz yoksa tam gidilecek yer.

Bir kez Leskovac'ın meydanında gezinirken üzerinde musluğuyla bir fıçı satın almıştım. Jelena'nın babası da onu ev yapımı Rakiya (Meyve Brandy'si) ile doldurmuştu. Bu fıçıyı salonun baş köşesine koymuştuk. Önceleri salonda gezinirken bu fıçıdan bir "shot" rakiya alıp, kafama dikiyordum. Sonraları shot'ları bıraktım, direkt altına girip, ağızımı açarak içiyordum.

Otoyolda ilerlemeye devam ettik. Eskiden tek şeritli olan bu kısmı sınıra kadar tamamen otoyol yapmışlar. Gerçekten hem çok güzel, hem de çok rahat olmuş.

Sıradaki şehir Vranje'ye bir proje çalışması için gelmiştim. Bir depoda kamyonlara sigara yüklemiş, bir van ile dağıtıma çıkmıştım.

Vranje çok, çok küçük bir kent. Ben dolaştığımda meydanında tek bir restoranı vardı, başka da hiç bir şey yoktu. Şimdi nasıldır, bilmiyorum.

Sırbistan'dan çıkıp, Makedonya'ya geçmek üzere sınıra ulaştık. Her iki kontrol noktasında da kimsin, ne iş yaparsın sorularını cevapladık ve Makedonya'ya girdik.

Makedonya'nın en güzel şeyi bana sorarsanız bayrağı. Hele bir de Cimbom'luysanız, siz de seversiniz.

Makedonya, Yunanistan'dan gelen baskı sonucunda ismini Kuzey Makedonya olarak değiştirmiş. Yunanlılar Makedonya'nın bir Yunan simgesi olduğunu savunuyorlar. Çok haksız da sayılmazlar aslında. Tarihteki en ünlü Makedonyalı şahsiyet - ki Makedonlar buna da sahip çıkmaya çalışıyorlar, Büyük İskender'dir. Adam da öz be öz Yunanlı işte. Bu günün Slavik bir dil konuşan Makedon'larıyla bir ilgisi yok elbette.

Husumet sadece Makedonya ismi üzerine. Bildiğim kadarıyla her iki ülkenin de bir toprak talebi yok.

Makedonya ufacık, denize bağlantısı olmayan bir ülke, ancak yemyeşil, nehirleri ve gölleriyle çok güzel bir doğası var. Hatta az önce Vardar nehrini geçtik, Vardar nehrini Vardar Ovası türküsünden hatırlarsınız. Neyse, Vardar nehrini daha sonra Üsküp'te de göreceğiz.

Makedonya'ya yolunuz düşerse Ohrid gölünü görmenizi öneririm. 2007 yılında görmüştüm, çok güzel bir doğası var. Başkent Skopje, yani Üsküp de belki biraz ilginç gelebilir.

Yolumuzun Makedonya bölümü bitmiş, Yunanistan sınırını geçmiştik. Yunanistan içerisindeki kırk beş dakikalık bir araba yolculuğundan sonra ise de, asıl hedefimiz olan Thessaloniki, yani Selanik şehrine ulaşmıştık.

Devam edeceğiz..

23 Mayıs 2019 Perşembe

Bir Eski Zaman Öyküsü

Rüyasında, ak sakallı bir pirin, yanındaki beyaz tenli, sarı saçlı bir kızın elinden tutarak, "Bu kız senin kısmetin" dediğini söylemişti. Bunun üzerine görücüler yola düzülmüş, ona rüyasında gördüğünün benzeri sarışın bir kız aramaya başlamışlardı.

Açık saçları, beyaz teni ve mavi gözleri ile bu güzel kadına talip olduklarında, büyükannesi "Benim evlendirecek kızım yok" diye terslemişti. Ancak o zamanların adeti olarak, bu çıkışma, bir "Hayır" 'dan çok, ödenecek başlık miktarını yükseltmek için taktik bir hamle niteliğini taşıyordu.

Damatla gelinin arasında yirmi yaşlık bir fark vardı. Damat önce basit bir memur, sonra da birkaç kez denediği ticaret atılımlarında aradığını bulamamış, çok sevdiği karısına layık olduğunu düşündüğü yaşamı sağlayamamış olmaktan dolayı hayatı boyunca üzgün, mutsuz kalmıştı.

Gelin ise eski zamanların muhafazakar adeti, kocasını kısmeti saymış, kocası yaşadığı sürece ona sadakatini, bağlılığını koşulsuz göstermişti.

Yirmi yaşını biraz geçmiş, Ahmet Subaşı mahallesindeki evlerinin ikinci katındaki sobalı bir odada çocuğunun doğmasını bekliyordu.

Bu dördüncü çocuğu olacaktı. Yenikapı'da dünyaya getirdiği üç çocuk artık hayatta değildi. O zamanların gerçeği, çocukların önemli bir çoğunluğu gençliklerini göremeden hayatlarını kaybediyorlardı.

Dördüncü olsa da aslında tek çocuğunun kız olmasını istediğini söylüyordu. Zamanın annelerinin kız çocuk istemeleri adettendi. İşin aslı, için, için bir erkek çocuk istiyordu.

Ebe, "Gözün aydın, bir erkek çocuğun oldu" diye müjdeyi verdi.

Dördüncü çocuk güçlü ve inatçıydı. Hiç görmediği üç büyük kardeşinin akibetlerini paylaşmadı, büyüdü, serpildi.

Okulunun başladığı gün annesi tarifsiz bir heyecan içindeydi. Bir kadın olmasına rağmen okuma bilirdi, o yüzden de mahallede ona "Molla" derlerdi.

Çocuk, temiz elbiselerini giymiş, boynuna sırmalı çantasını geçirmiş, annesinin duaları ve gözyaşlarıyla evinin önünde bekliyordu.

Başlarında sarıklarıyla hocalar, ve artlarında iki sıra halinde dizilmiş öğrencilerden oluşmuş kafile evin önünde durdu. Yeni öğrenci sıranın en başına geçti ve kafile okula doğru yola çıkarken başta annesi, bütün mahallenin kadınları ağlıyor, dualar edip, yeni öğrenciye zihin açıklığı diliyorlardı.

Kafile okula ulaştığında yeni öğrenci, önünde açılı rahlesi ile hocasının önünde durmuş, onun gösterip seslendirdiği Arapça heceleri tekrar ederek ilk günün adetini tamamlamıştı.

Böylece de bir annenin hayatı boyunca kurduğu düş gerçekleşmişti.

Okulun ikinci gününde ise babası, sessiz sedasız, çocuğun elinden tutup, başka bir okula götürdü ve kaydını yaptırdı.

Bu ikinci okulun ismi Şemsi Efendi Mektebiydi...

Ali Rıza Efendi'nin bu kararı bir ulusun tarihini ve talihini değiştirecekti.

Eğer mahalle mektebinde kalsaydı küçük Mustafa en iyi olasılıkla bir imam olacakken, zamanın modern eğitimini veren Şemsi Efendi sayesinde hayali olan askerlik mesleği için ilk temellerini atmıştı.

Babamın kütüphanesinde binlerce kitabı bulunurdu, ancak kendimi bildim bileli, en görülebilir yerinde üç koca ciltlik bir seri kitap hep baş köşedeydi.

Şevket Süreyya Aydemir'in Tek Adam'ı.

Bu kitabı yaşlarım hala tek basamaklıyken okumuştum. Size yukarda anlattıklarımın çoğu da buradan zaten.

Sevgiki karımla bir Selanik gezisinin planını yaptığımızda Atatürk'ün evini ziyaret edeceğimiz için bir çocuk gibi heyecanlanmıştım. Aynı Zübeyde Hanım'ın rüyası gibi, benim için de çok önemli bir hedef haline gelmişti, bu önemli mekanı ziyaret etmek.

Selanik, üç sene yaşadığımız Niş kentine dört saat falan uzaklıktadır. Jelena da kaç kez bana, çocukluğu boyunca gittiği Yunanistan'a gitmeyi teklif etmişti, benim yüzümden gidememiştik.

Karımla Çin'e gitmeye beş dakikada karar verebilmişken, sonraları ne zaman hadi Selanik'e gidelim dediysem, hep "Başım ağrıyor, şimdi olmaz, sonra" dedi, durdu. Biraz üstelediğimde ise cevap hep aynı oldu. "Git, Duşan'la Civilization oyna..."

Neyse, on üç sene sonra bu kez o teklif etti, "Hadi Selanik'e gidelim" diye.

Ben de hazır girmişken Atatürk'ün izini takip etmek istedim. Ne yazık ki evi dışında mahalle mektebi, Şemsi Efendi Mektebi, dayısının evi, Selanik Mülkiye Rüştiyesi, Selanik Askeri Rüştiyesi, gibi yerlerin günümüzdeki adresleri hiçbir yerde yok.

Erol Mütercimler'e, Yılmaz Özdil'e falan yazdım, var mı buraların adresleri diye. Havalı çocuklar tabi, cevap bile vermediler. Hıyar herifler...

Sonra Hürriyet’in arşivinde bir habere rast geldim. Şemsi Efendi Mektebi bugün de ayakta falan diye yazmışlar. Adres yok ama Selanik İlköğretim 4. Bölge Müdürlüğü, 51. İlkokul ismiyle halen bir okul olarak işlevini sürdürüyormuş.

Adres için gugılladım, ama 'nada!'

Sonra Yunanlı bir arkadaşımız araya girdi, kızcağız onca işi arasında bu numaralı okulun adresini iki gün uğraşıp, buldu bizim için. Ona gerçekten müteşekkirim.

İşte böyle.

Görünüşe göre en azından Şemsi Efendi Mektebi'ni ziyaret edebileceğiz.

Bir kaç gün sonra Selanik'ten detayları yazarım sizlere.

Geceniz güzel olsun ❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...