3 Haziran 2019 Pazartesi

Selanik ve Üsküp

Egnatia caddesindeki otelimizi ararken kendimi kırk sene öncesinin Ankara'sında, Ulus semtinde falan zannettim. Caddedeki kalabalık, trafik, mağazalar, kebapçılar ve ellilerden kalma mimarileriyle binalar beni çocukluğuma götürdü.

Selanik'teyiz...
Selanik, aslen at arabaları için yapılmış dar caddeleri, birbirine yapışık binaları ile çok eski bir kent. İki bin üç yüz yıl önce kurulmuş, 1430'da da 1. Murat bu kenti almış.

Her Yer Tarih
Şimdiye kadar gördüğüm en cazibeli kentlerden biri. Her yerinden tarih fışkırıyor. Ancak Selanik'i benim gözümde fazlasıyla ilginç kılan, batı ile doğunun geçiştiği bir kent olması. Yani ne bir Roma kadar batılı, ne de bir İstanbul kadar doğulu bir kent. Örneğin birçok yapıyı önce Bizanslılar inşa ermiş, sonra Osmanlılar değiştirmiş, sonra da Yunanlılar yeniden dönüştürmüş. Her yerde Hristiyanlık öncesi agora, tapınak kalıntıları, Ortadoks kiliseleri, camiler, hamamlar, kuleler, zindanlar var.

Bu Yunanistan'a ikinci gelişim ve ilk gelişimde edindiğim özel bir izlenim, bu kez daha da güçlendi.

Yunanlılar bence Hristiyanlık öncesi uygarlıklarına gereken önemi göstermiyorlar. Önce Atina, şimdi de Selanik'te beklediğimden çok daha az antik Yunan'a ait ziyaret noktası bulabildim.

Unutmayalım, günümüzün uygarlığı, antik Yunan'a çok şey borçludur. Modern uygarlığın demokrasi, ekonomi gibi bir çok kurumu, matematik, geometri, astronomi gibi ilimlerin temelleri ve günlük konuşmalarımızda kullandığımız sözcüklerin önemli bir bölümü antik Yunan uygarlığından gelir. Bana sorarsanız Avrupa'nın yere göğe koyamadığı Roma uygarlığı, Yunan uygarlığının biraz sesi açılmış halidir. Roman tanrıları bile Yunan tanrılarının kopyalarıdır.

Buna rağmen her iki ulus da Hristiyanlığın etkisiyle politeist geçmişlerini biraz geri plana atmış gibidirler.

Bunda elbette Hristiyanların, aynı Müslümanlar gibi, önem taşıyan her tarihi binayı kendi ibadethanelerine çevirmelerinin de payı vardır. Örneğin Roma'daki Pantheon, sonradan kiliseye çevrilmiş bir tapınaktır.

Kiliseye çevrilmeyen Hristiyanlık öncesi binalar da bu dini dönüşümden nasiplerini almışlardır. Vatikan'daki St. Peter katedrali, çoğunlukla Kolezyum'un dış cephesinden alınan taşlarla yapılmıştır.

İşin aslı, ben Perge’de ve Aspendos’ta, Roma’da gördüklerimden daha fazla antik Roma kalıntıları görmüştüm.

Kiliseler, bayramlar gibi dini simgeler çoğunlukla dine sonradan eklenmiş simgelerdir. Hz. İsa yaşamı boyunca tek bir kilise görmüş değildir.

Ben kişi olarak bu ibadethanelerin biraz fazla önemsendiğini düşünüyorum. Hristiyanlar da, Müslümanlar da her vesileyle önemli saydıkları yerlere birer kilise, birer cami yapınca bazen işin tadı kaçırıyor.

Örneğin Bethlehem'de, Hz. İsa'nın doğduğu yer olduğuna inanılan noktada bir kilise (Church of Nativity) bulunur. Bence bu kiliseyi yapmasalarmış, bölge daha aslına sadık kalabilirmiş ve burayı ziyaret eden hacılar o günleri gözlerinde daha iyi canlandırabilirlermiş.

Benzeri şekilde Osmanlılar Atina’nın simgesi Akropolis’teki ünlü Parthenon tapınağının ortasına minaresiyle falan tam teşekküllü bir cami yapmışlar! Parthenon içinde bir cami, gerçekten insanın kulağına biraz tuhaf geliyor...

Bu önemsenmiş yerlere yapılmış ıbadethanelerin en ilginçlerinden birini Nazi’lerin Dachau kampımda görmüştüm. İsmi The Church of Reconciliation, yani Alman Protestanların Yahudilere uygulanan soykırım sonrası yaptığı barışma kilisesi. Bari kilise yerine bir sinagog yapsalarmış...

Selanik de bu geçişmelerden nasibini almış. Bahçelerinde minare kalıntıları olan kiliseler, içlerinde kiliseler bulunan Osmanlı kaleleri...

Güzelim bir agora meydanı var, ancak sadece bir-iki sütun kalmış. Selanik'te antik eserleri yıkıp, kilise yapanlara da çok kızmayalım derim çünkü biraz eşelersek, altından bizimkiler de çıkabilir hattızatında.

Durum işte böyle. Selanik, binlerce yıllık tarihini, kenti gezdikçe kaşık kaşık size tattırıyor.

Selanik dünyanın gerisi için pek çok farklı şey ifade edebilir, ancak çağdaş bir Türk insanı için Selanik en başta Atatürk'ün memleketidir.

Atatürk, Selanik’te doğmuş, yine bu kentte büyümüştür.

Hepimizin bildiği doğum yeri olan iki katlı pembe ev, bugün bir müze olarak hizmet veriyor.

Ancak hepsi bu!

Henüz hiç bir kaynakta ne ilk gittiği okulu olan Mahalle Mektebi, ne sonradan gittiği Şemsi Efendi İlkokulu, ne Selanik Mülkiye Rüştiyesi, ne Selanik Askeri Rüştiyesi, ne de kardeşi Makbule hanımla kargaları kovaladığı çiftliğin konumları ile ilgili bir bilgi bulabildim.

Şemsi Efendi İlkokulu
Atatürkçülükleri ile ilgili ağıtlar yakan, şiirler okuyan, ağlayarak ayılıp, bayılan sözde bilimsel araştırmacılar dahil kimse bu yerler nerededir, ne durumdadırlar bilmiyor.

Ben Şemsi Efendi İlkokulunun yerini kendi çabamla bir artı bir eşittir iki yaparak bulabildim. Bunun öyküsünü size önceki yazıda anlatmıştım.

Zaten otelden çıkar çıkmaz ilk işimiz Şemsi Efendi İlkokuluna gitmek oldu. Hala okul olarak kullanılan bu bina tertemiz, çok güzel bakılmış.

Beklenebileceği üzere bu okulun Atatürk'ün evine uzaklığı çok az. Yolda bir kilise ziyaret edip, bir de kahve molası vermemize rağmen yarım saatten az bir zamanda Atatürk'ün evine ulaştık.

Atatürk'ün Evi
Ev hem dışardan, hem içerden çok temiz ve çık bakımlı. Hiç bir ücret ödemeden gezebiliyorsunuz, ancak Pazartesileri kapalı.

Beni gerçekten hayal kırıklığına uğratan şey, içerideki eşyaların kaldırılıp, yerine fotoğraflı, metinli panoların konmuş olması. Çok kötü, çok başarısız bir karar bu bence. Bu müzeyi gezen birinin amacı Atatürk'ün doğduğu evi görüp, o zamanın havasını koklamak, yoksa onun Manastır'daki askeri okul günleri değil.

Yine de mutfak eşyalarıyla kalmış. Diğer odalarda da Atatürk'üm daha ziyade Cumhurbaşkanı iken kullandığı eşyalar var ama bunlar da zamanları bakımından Selanik'teki eve ait değil. Bence daha ziyade Anıtkabir'de, Dolmabahçe Sarayında falan sergilenmeliydiler.

Odalarda Atatürk'ün iki, Zübeyde Hanım'ın da bir balmumu heykeli var. Ali Rıza Efendi'nin niye bir heykeli konulmamış, anlamadım.

Üç katlı binanın en alt katında iki tane multi-medya odası yapmışlar ama biz ziyaret ederken sadece biri çalışıyordu.

Burada vatan, millet, sakarya yapmak istemiyorum. Bu evi yoğun duygularla gezdim. Uzun yıllardır yapmak istediğim bir şeydi bu.

Beyaz Kule
Sonrasında da Selanik'in o güzelim tarihinde, o daracık caddelerinde kaybolduk. Her köşe başında bir kilise, bir hamam, bir cami, bir bizans kalesi, bir antik Yunan tapınağının kalıntısı...

Yolda bir Yunan pastanesinde mola verdik. Tatlıları bizimkilerine çok yakın, ancak dondurmaları bir numara.

Ve sahile ulaştık.

Sahilin en göze batan yeri Beyaz Kule isimli, eski bir Osmanlı kalesi.Hemen altında da Trident isimli üç çatallı mızrağı ile deniz tanrısı Poseidon'ın heykeli. Poseidon'a biraz dikkat, çok yaklaşmayın yanına derim. Kadın, erkek bir dolu sevgilisi varmış. Afrodit'i götürmüş, hatta şu ünlü Medusa'ya tecavüz etmiş falan.

Posedion
Beyaz Kule'nin devamı ise sanki Karşıyaka sahili. Levhaları kaldırın, aradaki farkı zor hissedersiniz.

Bol bol deniz havası koklayıp Selanik'in belki de en büyük meydanına ulaştık.

Bu meydana gelince hemen düşüncelere dalıyor, insanların ayağı vardır, masaların da ayağı vardır, demek masalar insandır falan demeye başlıyorsunuz. Çünkü meydanın ismi Aristotelous, yani bizim bildiğimiz Aristo. Zaten meydanda bir heykeli de var.

Aristotelous Meydanı, barları ve restoranlarıyla çok güzel bir yer, ancak yemek ve şarap için seçtiğimiz mekan burada değil. Biraz ilerdeki Ladadika bölgesi çok daha cazibeli, çok daha Yunan bir yer. Önce bir barda ucuzdan pahalıya bir seri Yunan şarabı denedim. Kırmızılar arasında en hoşuma gideni Texni Alipias oldu. Ama bu söylediklerimi çok kesin bilgi olarak almayın. Sadece bir bar ve bir menüden bahsediyoruz. Şarap bakımından burada keşfedilecek ÇOK daha fazlası var.

Aristo
Barın hemen karşısında ise yine çok güzel bir restoran vardı. Orada da mükemmel bir biftek söyledim. Garson kıza biraz ağlayınca benim için yanına Tzatziki, yani cacık da koydu ki, bir şişe lokal house-wine ile tadından zor yedim.

Akşamki son durağımız Aziz Dimitri kilisesiydi. Eğer kilise gezmek isterseniz sizlere Ortadoks kiliselerini öneririm. Katolik kiliseleri karanlık ve hüzünlü, Protestan kiliseleri ise sade ve renksizdirler. Ortadoks kiliseleri ise sanki bir müze, bir resim sergisi gibidirler. Aydınlık, freskli duvarları, kendilerine has mimarileri ile çok ilginç, çok güzeldirler.

Selanik'teki Aziz Dimitri kilisesi ise şimdiye kadar hiç görmediğim tarzda bir Ortadoks kilisesiydi. Sanki Katolik ve Ortadoks tarzı arasında bir yerdeydi. Çok az fresk vardı ve bir Ortadoks kilisesine göre çok karanlıktı. Ben oldukça ilginç buldum.

Sadece Aziz Dimitri,de değil, ziyaret ettiğimiz tüm kiliselerde Jelena şortu ile rahat rahat dolaşabildi. İtalya, Fransa, Rusya hatta Sırbistan gibi başka yerlerde içeri bile almazlardı. Ben Selaniklilerin bu liberalliğini takdir ettim. Sevgili karım inançlı bir Ortadokstur ve sadece şort giydi diye buraları göremeseydi çok üzülürdü.

Ertesi sabah kahvaltıda sanki evde gibiydim. Aynı zeytin, aynı kaşar, aynı ekmek.

Birinci Kale
Selanik'teki son ziyaret noktalarımız iki tane Osmanlı kalesiydi. İlki bir garnizon, ikincisi ise bir hapisane, yani bir zindan olarak kullanılmış. Hatta ismi de Yedikule. Bu iki kale de çok iyi bakılmış, ziyaret edenler düşünülerek çok akıllıca aydınlatılıp, yürüme bölgeleri yapılmış.

Yol üzerinde bir AVM'de durup, bol bol alış-veriş yaptık. Jelena kendisine Yunanistan,da çok yaygın olan Frappe, yani soğuk Nescafe yapmak için bir mikser satın aldı. 🐝Mezzy🐝 için de bol bol oyuncak tabi...

Selanik'ten çok mutlu ayrıldık sevgili arkadaşlar. Yolunuz düşerse demiyorum, yolunuzu düşürün ve bu güzel kenti mutlaka ziyaret edin. Binlerce yıllık tarih başka çok az yerde Selanik'te olduğu kadar güzel bir biçimde görülebilir.

Yedikule
İşte bu duygu ve düşüncelerle Yunanistan'ı geride bırakıp, Makedonya'ya girdik. Hedefimiz bu güzel ülkenin başkentiydi.

Üsküp'e ya da orijinal ismiyle Skopje'ye daha girerken kendimizi biraz garip hissetmeye başlamıştık. Sadece bir histi belki ama sanki yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.

İki yolun kesiştiği bir noktada durup, bir yayaya şehir merkezi nerede diye sorduk. Adam hem sağı, hem de solu işaret etti! Burada bir dil problemimiz olmadığını da belirtmiş olayım. Biraz diş çekme işlemimden sonra sağ tarafa gitmemiz gerektiğini anladık.

Arabayı park ettik ve Vardar nehri boyunca yürümeye başladık.

Üsküp gibi bir şehri hayatımda ilk kez görüyordum sevgili arkadaşlar. Hatta bir süre gördüklerimin gerçek olduğuna inanmakta biraz güçlük çektim.

Birinci Köprü
Nehir boyunca ahşap, devasa korsan gemileri vardı.

Nehrin her iki tarafı bir sıra köprüyle birbirine bağlanıyordu.

Bunların ilkinde, belli ki Makedonya tarihinden yazarlar, çizerler, yoldaşların heykelleri sağlı sollu dizilmişti. Gördüyseniz gözünüzde daha iyi canlanacaktır, sanki Prag'daki Charles Bridge gibiydi.

İkinci köprü ise tarihte bir çağ daha geride kalmış, Romalı, Yunanlı imparator, gladyatör, sentriyon vesaire heykelleri ile doluydu.

Bu köprünün diğer ucunda siz deyin Apollo, ben diyeyim Venüs tapınağı kılıklı, bembeyaz, sütunlu, mütunlu devasa bir bina. Biraz ilerisinde yine Roman/Yunan kılıklı başka bir bina. Biraz daha ilerisinde barok başka bir bina...

En son köprü ise Sultan Murat'ın yaptırdığı Taşköprü. Köprünün her iki ucunda da birer meydan. İki meydan da heykellerle dolu.

Güleceğim, gülemiyorum.

Sanki bir film setinde gibiyiz!
İkinci Köprü

Amaç sanat mı diye geçti içimden ama Taşköprü dışındaki her bina, her heykel taklit, hiçbiri tarihi değil. Hani belki niyet iyi de, öyle her yere heykel dikmekle, oraya buraya Yunan tapınağı yapmakla sanatkar ruhlu olunmaz ki...

Bir de bunları yaparken biraz ucuza kaçmışlar.

O ilk köprüdeki yoldaşların heykellerini görünce hallerine acıyıp, insanın cebinden üç beş kuruş veresi geliyor. Herhalde bir üniversite öğrencisine yaptırmışlar. Heykel adamlar cüzzam kolonisi gibi, ağızları, burunları yamuk, vücutları orantısız.

En ağrıma giden de sanat olsun diye Taşköprü'nün ayaklarının birine, bikinisiyle suya atlayan bir kadın heykeli koymuşlar - ne alakaysa... Verin lan geri köprümüzü diyecektim...

Taşköprü ve Bikinili Kadın
Yine içlerinde burunlarından, kuyruklarından su fışkıran aslan heykelli havuzları, gladyatörlerle çevrili Büyük İskender heykelleriyle bezeli meydanı geçip, arabaya geri döndük.

Her şeyin abartısı hem iç bayıcı, hem sakil oluyor arkadaşlar. Makedonlar yazık etmişler başkentlerine bana sorarsanız. Bütün nehir kıyısını, öyle tiyatro sahnesine çevirip, korsan gemilerinin üzerine kırmızı Coca Cola şemsiyeleri koyunca komik oluyor işte.

Yolunuz Üsküp'e düşerse görün derim, dünya üzerinde başka yerde böyle bir şey yok.

Makedonya cennet gibi bir ülke, başkentleri ise ne yazık ki sınıfta kalmış.

Üsküp'ten sonra sınıra kırk dakikalık bir yolumuz kalmıştı. Kumanovo'yu geçip, Sırbistan'a girdik.

Havuzlar, Aslanlar, Heykeller
Akşam yemeği için Jelena'nın babasının tavsiyesi üzerine Vranje'nin biraz ilerisindeki Predejane civarında bir restoranda mola verdik.

Jelena ve Milan'ın bütün çocuklukları boyunca yaz tatilleri için gittikleri Yunanistan'dan dönerken yemek için durdukları bir restoranmış burası.

Kaymaklı köftesi meşhurmuş. Ancak Sırbistan'daki kaymak bizimki kadar tatlı değil, daha çok peyniri andırıyor. Benim ne onlardaki, ne bizdeki kaymakla aram vardır. O yüzden kendime bir biftek söyledim. Tabi ki, beş parmak kalınlığında tuğla gibi bir et geldi. O güne kadar yediğim en güzel etlerden biriydi. Orta Avrupa'ya özgü, altına bir dilim ekmek koymuşlardı, yanına da mantar ve pilav! Ortası kırmızı, dışı yanmış! Yanına da bir şişe Medvedja Krv, yani Ayının Kanı isimli bir Sırp şarabı. İlk defa deniyordum, sevgili karım tavsiye etmişti. Mükemmel bir tat. Mutluydum...

Canım kızımdan kırk sekiz saattir ayrıydık. Benim şimdiye kadar bir kaç kez, kısa da olsa ayrı kalmışlığım vardı ama Jelena için ilk oluyordu.

Ilyushin-76
Jelena'yı uyardım, bak yüzüne bile bakmayacak, hazırlıklı ol diye. Ve tabi ki 🐝Mezzy🐝 yüzümüze bile bakmadı. Çok üzülmüş, çok bozulmuştum. Ama c'est la vie, hayat böyle işte...

Ertesi gün şişelerce şarapla dolu çantalarımızı check-in yaptık. Niş havaalanında beni güzel bir sürpriz bekliyordu. Beyaz Rusya'ya ait bir Ilyushin-76 kargo uçağı. Bu uçağı çalışır halde ilk defa görüyordum.

Bu kısa Balkan turumuz işte böyle sona erdi sevgili arkadaşlar.

Dünyanın bu parçası hem doğası, hem tarihi, hem yemekleri, hem şarapları ama en önemlisi insanları ile çok özel, çok farklı ve benim de kendimi evimde hissettiğim bir yer.

Ölmez, sağ kalırsam Ekim ayımda bir Bosna gezimiz olacak. Arada az biraz Hırvatistan, ve tabi ki Sırbistan. Biraz da şansla hava da güzel olursa size anlatacak çok şeyim olacak.

Sevgi ile kalın ❤️

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...