30 Mayıs 2019 Perşembe

Niş

Niş'ten ayrılmış, bizi güneye götüren otoyolun üzerinde ilerliyorduk. Altı sene sonra ilk kez Niş'e geliyordum.

Sevgili karımla Niş'te tanışıp evlenmiştik. Böylece eski bir osmanlı sancağı olan bu kent, önce benim, yıllar sonra da ailemize katılmış sevgili kızımın ikinci evi olmuştu.

Çok güzel günlerim geçmişti bu şehirde. İşim gereği çok gezmişliğim vardır, ondandır ki sağlıklı bir karşılaştırma yapabileceğimi düşünüyorum. Niş kadar rahat ettiğim, Niş kadar kendimi evimde hissettiğim başka bir yer olmamıştı.

Dalıp, biraz geçmişe gittim...

Yedi seneden fazla yaşadığım İsviçre'nin Saint-Prex isimli, kartpostallardan fırlamış bir köyündeki evimi kapatmış, eşyalarımı bir depoya kaldırmıştım.

Çalıştığım şirketin personel departmanına gidip Lozan ile ilişiğimi keserken, oradaki kızlardan biri "Buradan nereye?" diye sordu. "Niş" dedim. Kız bana acıyan gözlerle baktı, "Keşke bir kaç gün izin alıp, gitmeden önce buralarda biraz gezseydin" dedi. Bana, kurada Doğu Beyazıt'ı çekmiş yedek subay muamelesi yapıyordu.

Sevgili oğlum, köpeğim Yumuk'la Cenevreden uçağa binmiş, Belgrad'a ulaşmıştık. Buradan da araba ile üç saate yakın bir yolculuktan sonra Niş'e ulaşmıştık.

NATO bombardımanının yeni bittiği yıllardı. Bir Tomahawk seyir füzesinin isabet ettiği fabrika binasını yeni onarmışlardı.

Ofisteki ortam daha önce çalıştığım,Sovyet dönemi sonrası komünist bir düzenden liberal bir yönetime geçmeye çalışan diğer ülkelerle hemen hemen aynıydı. Kapalı ofis kapıları, "bilmiyorum" demenin kabul edilemez olduğu, birinin ne kadar hızlı konuşursa, o kadar yetkin sayıldığı tuhaf bir anlayış işte. Çok dert etmemiştim. Bu ortamda yolumu bulabilecek kadar deneyimliydim.

Beni asıl meraklandıran bir Türk olarak nasıl karşılanacağımdı.

Hayatını yurt dışında geçirenleriniz bilir sevgili arkadaşlar. Oralarda Türk olmak zaten zordur. Bunun üstüne, Müslümanların da önemli bir parçası olduğu etnik bir savaştan yeni çıkmış, bir de Türklerin beş yüz yıllık işgali altında anası ağlamış bir ülkede bakalım başıma neler gelecek diye düşünüyordum. Gözümde o günlerin popüler filmlerinde hiç eksik olmayan Sırp keskin nişancıları canlanıyor, beni garanti vururlar falan diyordum. Neyse ki geride Yumuk dışında başka bir bekleyenim yoktu. O da yaşını, başını almıştı zaten, gün sayıyordu. Bu söylediklerim sizlere çok fazla melodramatik gelebilir ancak gerçekten büyük bir parçam böyle hissediyordu.

İnsan yaşayınca anlıyor. Tek kusuru, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlarla ittifaka girmeyip, savaş sonrasında da Batı ile değil de, Rusya ile yakınlaşmak olan Sırp ulusu, bu savaş ve propaganda ile sadece bunların bedelini ödüyordu.

Ez cümle vurulurum herhalde diye gittiğim kenti, evim olarak bırakıp dönmüştüm İsviçre'ye. Sevgili oğlum ise sonsuza dek Niş'te kalacaktı...

Bizden tek farkları dinleri olan ve bundan kaynaklanan yobazlıktan arınmış bu güzel millet ile adetlerimiz, yemeklerimiz hatta küfürlerimiz bile ortaktı.

Sırbistan'dayken kılıma zarar gelmedi.

Avrupa'nın gerisinde defalarca soyuldum, kötü muamele gördüm, ağızımı, burnumu kırdılar. Ama tekrar edeyim, Sırbistan'da kimse ters bile bakmadı.

Üç sene geçirdiğim Niş'te çok güzel anılar, çok güzel arkadaşlıklar bıraktım.

İnsanlar beni evlerinde ağırladılar, doğum günlerine, aile toplantılarına çağırdılar. Kışın ortasında elektrik kesilmiş, ev buz gibiyken insanların evlerinde uyudum.

Niş, yine de Niş işte.

Bir gün Niş'in Bağdat Caddesi sayabileceğimiz Pobidina isimli caddesinde bir cafede oturuyorduk. Gümmm diye bir patlama oldu, ama öyle bir patlama ki, oturduğum sandalyeden havalandım. Ancak ben dahil, kimse havamızı bozmadık. Arkadaşlardan biri ne oldu diye telefonla sordu, sonra "Endişe edecek bir şey yok, diskoyu bombalamışlar" dedi 😛

Yine Jelena ile tanıştığımız ilk günün akşamı gittiğimiz mekanda iki gurup arasında kavga çıkmış, insanlar silahlarını çekip, birbirlerine girmişti.

Başka bir gün, trafik polisi durdurdu. Kırmızıda geçtin dedi. Ben de "Sorry" dedim. Elindeki koçandan bir ceza makbuzu çekti ve "Nema sorry next time" deyip, kağıdı elime tutuşturdu (Sonraki kez üzgünüm demezsin).

Düğünümüzün akşamı eve dönüyorduk. Arabayı Jelena'nın kardeşi Milan kullanıyordu, biz de taze zevcemle arka koltuktaydık. Takdir edersiniz, özellikle ben şahsım, fitil gibi sarhoştuk.

Polis bizi durdurdu.

Milan'ı indirip, alkol testi uyguladılar. Sonuç malum tabi. Jelena, "Uzatmayın kardeşim, görüyorsunuz, daha yeni evlendik, bırakın gidelim" dedi.

Polis umursamayıp, arkasını döndü ve gitti.

Bir beş dakika bekledik, ses yok.

Sonra Jelena gelinliğinin eteklerini toplayıp, arabadan indi, Marie-Antoinete misali, püskülleri yerde sürünmesin diye elbisesini kaldırıp, polislerin yanına koştu. Sonra da bir bağırma, ama ne bağırma!

Polisler Milan'ı bıraktı, sonra da arabaya gelip Milan'ı işaret ederek, "Ceza yazmayacağız ama arabayı bu haliyle kullanamaz" dediler.

Jelena yine bir "Miyavvv, Tısssss" oldu. Polisler de sonunda beni işaret edip, "Arabayı bu kullanırsa gidebilirsiniz" dediler. Ama ben hepsinden fazla sarhoşum!

Ne yapalım, bozuntuya vermedim, tuxedo ve papyonumla geçtim direksiyona, Milan da arka koltuğa, gelinin yanına.

Sorunsuz eve ulaştık...

Daha çok anlatacak şey var da, dağılmayalım şimdilik.

Niş, mimari olarak bir Orta Anadolu şehrini andırır. Estetik olarak belki de yaşadığım en çirkin şehirdir.

İlk geldiğim sene yollardaki delikler o kadar büyüktü ki, deliklerden rahatımız bozulmasın diye değil, içlerinde arabayı bırakmayalım diye kaçardık. Bir kaç kez arabam çamura saplanmış, şirketten gönderdikleri çekici ile çıkarabilmiştik.

Süpermarket sayılabilecek tek bir mağaza vardı. Orada da her şey her zaman bulunmazdı. Mesela (siyah) çay, kahve, içilebilir şarap falan geldiğinde şirketten arkadaşlar birbirimizi telefonla arar, bu maddeleri evde stoklardık.

Yollarda işaret, levha falan yoktu. Şehir içinde bir yerden bir yere nasıl gidilir, "bilmek" zorundaydınız.

Ancak insanlar umutlarını koruyor, yakından tanıdığımız yerin aksine, geri değil, ileri bakıyorlardı. Manasız hayallerin peşine düşmek yerine, hayatlarını daha iyi bir hale getirmenin mücadelesini veriyorlardı.

Bu da elbette ki sonuçlarını vermeye başlamış.

Bu gelişimde, Niş'te on'dan fazla süpermarket gördüm. Alış veriş için girdiklerimizin tümünde, neredeyse İsviçre'de ne varsa vardı. Yollar yapılmış, çukurlar kaybolmuştu. Sırplar vize serbestisi kazanmış, dünyada istedikleri gibi dolaşabiliyorlardı.

Hayat burada hala mükemmel sayılmazdı, ancak insanlar geri değil, ileri bakıyorlardı. Yarın kesinlikle bugünden iyi olacaktı.

Ancak bazı şeyler sanki hiç değişmeyecek gibiydi. Sizlere bir kaç örnek vereyim.

Sırbistan'a ilk geldiğinizde bütün erkeklerin karardığını görürsünüz. Özellikle genç yaştakiler giysilerinde hep siyah rengi tercih ederler. Niye diye sorduğumda bunlardan biri, aynı isimli Chuck Norris filmine atıfta bulunarak "İyiler siyah giyerler" demişti. Uzun bir süre geceleri bu ninjalardan birine çarpacağım diye aklım çıkmıştı.

Başka bir değişiklik ise, çok çam devirmeden nasıl söylerim diye düşünüyorum, hanımların bir anda güzelleşmeleri.

Slav ırkı zaten güzel bir ırktır ama Yugoslav ırkının dişilerinin çok daha özel bir cazibesi vardır. Elbette güzellik şahsa mahsus bir ölçüdür ve tabi sebeplerden ben kulunuz fa bu tartışmada hayli taraflıyımdır, ancak inanın bana, bu bölgenin kızları gerçekten bu ünvanı hakediyor.

Yine görünüşe göre Atatürk'ün yüz yıl önce becerdiği harf devrimi burada hiç gerçekleşmeyecek. Hernedense Sırplar Kril alfabesi için deli oluyorlar.

Ben gevezelik ederken, Niş'i geride bırakıp, Leskovac'a varmıştık. Niş'in hemen dibinde, çok güzel bir yerdir Leskovac. Akşamları bazen ne yapalım diye düşündüğümüzde, basar, Leskovac'a giderdik. Burada ABC isimli bir cafe ve bu cafede de Niş'te bulamadığımız espresso kahve bulunurdu.

Ancak Leskovac'ın en önemli komoditesi, her yıl burada tekrarlanan köfte festivalidir. Hele fazla kilo dersiniz yoksa tam gidilecek yer.

Bir kez Leskovac'ın meydanında gezinirken üzerinde musluğuyla bir fıçı satın almıştım. Jelena'nın babası da onu ev yapımı Rakiya (Meyve Brandy'si) ile doldurmuştu. Bu fıçıyı salonun baş köşesine koymuştuk. Önceleri salonda gezinirken bu fıçıdan bir "shot" rakiya alıp, kafama dikiyordum. Sonraları shot'ları bıraktım, direkt altına girip, ağızımı açarak içiyordum.

Otoyolda ilerlemeye devam ettik. Eskiden tek şeritli olan bu kısmı sınıra kadar tamamen otoyol yapmışlar. Gerçekten hem çok güzel, hem de çok rahat olmuş.

Sıradaki şehir Vranje'ye bir proje çalışması için gelmiştim. Bir depoda kamyonlara sigara yüklemiş, bir van ile dağıtıma çıkmıştım.

Vranje çok, çok küçük bir kent. Ben dolaştığımda meydanında tek bir restoranı vardı, başka da hiç bir şey yoktu. Şimdi nasıldır, bilmiyorum.

Sırbistan'dan çıkıp, Makedonya'ya geçmek üzere sınıra ulaştık. Her iki kontrol noktasında da kimsin, ne iş yaparsın sorularını cevapladık ve Makedonya'ya girdik.

Makedonya'nın en güzel şeyi bana sorarsanız bayrağı. Hele bir de Cimbom'luysanız, siz de seversiniz.

Makedonya, Yunanistan'dan gelen baskı sonucunda ismini Kuzey Makedonya olarak değiştirmiş. Yunanlılar Makedonya'nın bir Yunan simgesi olduğunu savunuyorlar. Çok haksız da sayılmazlar aslında. Tarihteki en ünlü Makedonyalı şahsiyet - ki Makedonlar buna da sahip çıkmaya çalışıyorlar, Büyük İskender'dir. Adam da öz be öz Yunanlı işte. Bu günün Slavik bir dil konuşan Makedon'larıyla bir ilgisi yok elbette.

Husumet sadece Makedonya ismi üzerine. Bildiğim kadarıyla her iki ülkenin de bir toprak talebi yok.

Makedonya ufacık, denize bağlantısı olmayan bir ülke, ancak yemyeşil, nehirleri ve gölleriyle çok güzel bir doğası var. Hatta az önce Vardar nehrini geçtik, Vardar nehrini Vardar Ovası türküsünden hatırlarsınız. Neyse, Vardar nehrini daha sonra Üsküp'te de göreceğiz.

Makedonya'ya yolunuz düşerse Ohrid gölünü görmenizi öneririm. 2007 yılında görmüştüm, çok güzel bir doğası var. Başkent Skopje, yani Üsküp de belki biraz ilginç gelebilir.

Yolumuzun Makedonya bölümü bitmiş, Yunanistan sınırını geçmiştik. Yunanistan içerisindeki kırk beş dakikalık bir araba yolculuğundan sonra ise de, asıl hedefimiz olan Thessaloniki, yani Selanik şehrine ulaşmıştık.

Devam edeceğiz..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...