24 Şubat 2019 Pazar

Obez Balina

Jet motorlarının üretimiyle Amerika ile Avrupa, yada Amerikanın doğu kıyısı ile batı kıyısı arasında non-stop uçabilecek yolcu uçakları fikri bütün üreticilerin en önemli hedefi haline dönüşmüştü.

Bu görevi hakkı ile ilk kez bir uçak başarabildi.

Onu bir şarkıyla analım.

But my heart keeps calling me backwards
As I get on the 707
Riding high, I got tears in my eyes
You know you got to go through hell before you get to heaven

Big ol’ jet airliner
Don’t carry me too far away
Oh, big ol’ jet airliner
‘Cause it’s here that I’ve got to stay

Steve Miller bu şarkıda büyük, eski bir jet yolcu uçağıyla, aklını geride bırakıp, evinden uzaklara biraz isteksizce uçuyor.

Bu büyük, eski yolcu uçağı bir Boeing 707.

Boeing, uzun menzilli bombardıman uçağı B-52’nln sekiz motorumdan dördünü, gelmiş geçmiş en sağlam uçak gövdelerinden birine takıp, bu kıtalar arası yolcu uçağını tasarımlamış.

Ama öyle bir uçak yapmış ki, bugün yolcu modelleri hizmetten kalkmış olsa da, tanker, AWACS gibi askeri modelleri halen kullanılıyor. Bu uçaklar askeri hizmetin ağır ve hoyrat kullanımına rağmen, onları uçuran pilotlardan ileri yaşları ile hala taş gibi ayakta duruyorlar.

707 ya da ‘seven oh seven’ lar 1958’de yapılmaya başlanmış ve üretimleri 1979’da durmuş. 1970’lerde THY’de de uçmuş, ama çok uzun bir süredir ana akım hava yollarımda kullanılmıyorlar.

İşin en acı tarafı, bugüne kadar hiçbir 707 ile uçamadım. Bundan sonra da uçabilmemin görünürde bir imkanı yok.

Kıtalar arası uçuşların öncülüğünü Boeing 707'ler yapmış olsa da, büyük kitlelerin ucuz biçimde uzun mesafe seyahat etmelerini olanaklı kılan tam anlamıyla efsane bir uçak vardır.

Onu da bir şarkıyla analım.

Got on board a westbound seven forty seven
Didn’t think before deciding what to do
All that talk of opportunities, TV breaks and movies
Rang true, sure rang true

Ne yapacağını çok da fazla düşünmeden doğuya uçan bir yedi-kırk yediye binmiş. TV'de izlediklerinden orada çok iyi fırsatlar olduğunu düşünmüş. Sonra gittiğinde de ne para ne karı... Kaliforniya'nın güneyine hiç yağmur yağmazmış, o yüzden sızlanıyor.

Konumuz doğuya uçan yedi-kırk yedi, yani Boeing 747. Herkesin bildiği adıyla da Jumbo Jet.

Gördüğüm en güzel uçak desem yeridir. Dört motoru, devasa gövdesi, hemen öndeki first class ile pilot kabininin bulunduğu ikinci katı ve geniş, kondorlu yolcu kabini ile bir kız gibi gökyüzünde süzülür.

Yüzlerce yolcuyu çok uzun mesafelere taşıyabilir. Şarkıda örneğin, kahramanımız Amarika'nın doğu kıyısından batı kıyısına, olasılıkla New York'dan Los Angeles'a uçuyor. Çok uzun, üç saatlik bir zaman dilimidir bu uzaklık. Türkiya ile Portekiz ya da İngiltere arası, meridyen hesabıyla sadece iki saattir, siz hesaplayın.

Jumbo ile ilk tanışmamız bundan otuz sene öncesinde olmuştu. TWA'in bir 747-200 modeliyle Atlantik’i geçmiştim. İyi de etmişim. Artık bu klasik modeller hepten hizmetten kaldırıldı.

Sonrasında her fırsatta, planları bir kaç gün erteleme ya da öne çekme pahasına 747-400'lerle uçtum. Hele birinde Frankfurt'tan Seul'e, business class'ta ilk sırada uçmuştum, ki bilenler bilir, Kamil Koç'ların 302'lerindeki iki numarası gibi bu uçağın en güzel koltuğudur. Pilot kabini üst katta olduğu için business class'ın en ön sırası uçağın tam burnundadır ve burun konisi mağara gibi önünüzde açılır. Uçakta değil, bir sinema salonundaymışsınız izlenimini verir.

Başka bir kez aynı koltuğu bir Buenos Aires uçuşu için almıştım ama Luftwafe öndeki boşluğu bir dolap ile kapamıştı ve bu duruma çok içerlemiştim.

Boeing 747'ler 1970'lerde ticari uçuşlarına başladılar ve bugün hala üretiliyorlar.

Şimdi yavaş yavaş konumuza girelim.

Boeing 747, Boeing firmasını ihya etmiş, yarım asır boyunca ona milyarlar kazandırmış rakipsiz bir uçaktır.

Hal böyle olunca Avrupalılar da bu büyük uçak pazarından pay kapmak için harekete geçtiler.

Avrupalılar nedense "en" 'lere çok meraklıdırlar.

Bu yüzden 747'den biraz küçük olsa da hala büyük ancak çok daha uzun menzilli, hatta dünyanın "en" uzun menzilli uçağı A-340'ı yaptılar.

Bu uçak hiç yere inip, yakıt ikmali yapmadan dünyanın yarısını geçebiliyordu.

Ancak bunun bir bedeli vardı. Neredeyse uçan bir tanker olan bu uçak, ihtiyacı olan yakıtı taşımak için de ekstra yakıt taşımak zorunda kalıyordu. Bu sebeple hiç de ekonomik değildi. Emirates gibi hava yolları, Londra'dan Sydney'e uçmak isteyen yolcuları ekonomik iki motorlu uçaklarla Dubai'ye taşıyıp, orada bir gün ağırlayıp, Sydney'e, Singapur'a, Hong Kong'a vesaire, rahat, yol yorgunluğunu atıp dinlenmiş ve Dubai'nin shopping mall'larında para harcamış bir biçimde taşıyabiliyorlardı.

A-340 da bu nedenle ölmeye mahkum bir uçak haline geldi. Airbus bu noktada akıllı bir hamle yaptı ve A-340'ın iki motorunu atıp, gövdesi neredeyse A-340 ile aynı A-330'u üretti. Bu uçak belki "en" uzun menzilli uçak olmadı ama aptal gibi tonlarca yakıt taşımak için tonlarca yakıt yakmadığımdan, A-340 konforunu hava yollarına çok daha ucuz bir platformda sağlayarak Airbus'a "en" çok para kazandıran uçaklardan biri oldu.

Bu "en" tutkusunun havacılıktaki en acıklı kurbanı ise Concorde'dur.

Bu uçak dünyanın "en" hızlı yolcu uçağıdır. Gerçek bir mühendislik harikasıdır. Dünyanın bence gelmiş geçmiş en güzel görünümlü uçaklarından biridir.

Sesin iki katından fazla bir hızda uçar. Bu hızın yol açtığı sürtünme yüzünden o kadar ısınır ki, havada boyu yirmi santim uzar. Yere indiğinde ısıdan dolayı pencereleri hala sıcaktır. O kadar yüksekten uçar ki, yolcular dünyanın eğimini görebilir. Londra'dan kalktığı saat, New York'a indiği saatten daha ileridir, yani saat sabah sekizde Londra'dan kalkıp, New York saatiyle sabah yedide inmiş olur.

Ancak bir benzin canavarıdır. Sadece kapıdan pistin başına gitmek için iki ton yakıt yakar.

Daha da kötüsü, ses hızının üzerinde uçtuğunda çok gürültü yapar, hiç kimse de haklı olarak tepesinden Concorde geçerken camının, çerçevesinin kırılmasını istemez. Bu yüzden de sadece okyanus üzerinde ses hızının üzerine çıkabilir. Bir uçağı hem düşük, hem yüksek hızlarda ekonomik uçacak şekilde tasarımlayamarsınız. Concorde da doğal olarak yüksek hızlara optimize edilmiştir. Ses hızının altında uçarken tam bir felakettir. Bundandır ki okyanus üzerinde değilken bütün avantajını kaybeder. Amerika ve Avrupa üzerinde sesten hızlı uçamadığı için kullanılamaz.

Düşünün, Zürih'ten New York'a gideceksiniz. Aktarma sonrası Heathrow'da transfer, kontrol, güvenlik, kapıda yarım saat, uçakta yarım saat, taksi, vesaire bir yarım saat daha ve alın size dört saat. Üç saatlik Concorde uçuşunu da ekleyin, oldu mu size yedi saat?

Buna bir de hedefiniz New York değil ise Amerika içi uçuşu eklediğinizde on iki, on üç saati buluyorsunuz. Halbuki Boeing 747, 767 ya da özellikle 777 ve 787 gibi Concorde'a göre kat be kat ekonomik bir uçakla, non-stop altı-yedi saatte dangadanak final destinasyonunuza ulaşabilirsiniz. Hem daha az zamanda, hem de ÇOK daha ucuza.

Al takke ver külah, enflasyon, erken bilet falan, gidiş-dönüş bir kişi için Paris-New York uçuşu 15 bin dolardı. Biz daha geçen Cenevre-New York gidiş dönüş, üç kişi için toplam bin iki yüz dolar ödedik.

Kısacası Concorde ölü doğmuş bir uçaktı.

Yapan devletlerin sübvansiyonuyla sadece İngiltere ve Fransa kullandı, zarar etmelerine rağmen namımız yürüsün deyip, hizmette tuttular. Sonra da benim gibi havacılık tutkunlarını üzüntüye boğarak hizmetten kaldırdılar.

Söylemek bile gereksiz, Concorde ile hiç uçmadım. Personelin rahatını fazlasıyla ön planda tutan eski şirketim bile Concorde ila yapılacak iş gezilerini haklı olarak imkansıza yakın koşullara bağlayan bir kısıtlama getirmişti.

Neyse. Concord'a da Michel Sardou'dan bir şarkıyla veda edelim.

Le soleil, la nuit,
Tout concorde.
New York et Paris,
Tout concorde.
L’espace et le temps,
Les larmes et le sang,
Tout concorde.

Gün ışığında, gecede, hep Concorde. New York, Paris, hep Concorde, uzayda, zamanda, gözyaşında, kanda, hep Concorde!

Bugünlerde, Avrupa havacılığı bu "en" merakına acılı bir kurban daha verdi.

Airbus, A-380 modelinin üretimini sonlandıracağını açıkladı.

Boeing'in 747 ile yakaladığı güzel kardan pay almak isteyen Airbus, 747'den çok daha büyük, tüm gövde boyunca iki katlı, 800 yolcu taşıyabilen devasa bir uçak tasarımladı.

Ancak A-380, kız gibi Boeing 747'nin yanında obez bir balina kadar çirkin kalmıştı.

Bu uçakla uçan pilotlar teknolojisini yere göre koyamasalar da, izlediğim bir kaç belgesele dayanarak söyleyebilirim ki bu uçak bir bakım faciasıydı. Uçağı uçabilir halde tutmak havayollarını çıldırtıyordu.

A-380 tam olarak dolduğunda ekonomik sayılabilecek maliyetlerle uçabiliyordu, ne var ki gerçek hayatta bu uçağı doldurmak o kadar da kolay değildi.

Yukarda Concorde'u anlatırken değindiğimiz "hub" modeli, yani yolcuları sağdan soldan hub şeklinde kullanılan merkezi havaalanlarına getirip bir uçağa tıkıştırmak Concorde gibi sesin iki katında uçan hızlı bir uçakla bile uzun sayılırken ses hızının altında uçan A-380 için nasıl çalışabilirdi?

Bir de yüzlerce yolcuyu indirip, bindirmek ÇOK uzun zaman alıyordu. Bu kadar yoğunluğu bir çok havaalanı kaldıramayacak durumdaydı.

İki motorlu ekonomik ve uzun menİlli uçaklarla her yerden her yere uçmak mümkünken, sadece A-380'le uçtum deme için hangi akıllı yolcu saatlerini kaybetmeyi kabul ederdi?

A-380'e prensipte sadece Fellahlar ilgi gösterdi. Dubai hub'ını kullanarak bu uçakları doldurabileceklerini düşündüler, o bile olmadı.

Bir çok havayolu A-380 yerine Boeing'in ekonomik başarısı 777 modeline yöneldi.

Dünyanın "en" büyük yolcu uçağı A-380'de yolun sonuna geldi, hem de elli yaşındaki rakibi Boeing 747 hala üretimde kalırken.

A-380 için yazılmış bildiğim bir şarkı yok. Belki onu bir yalelli ile anabiliriz, ona da söz yazmak gerekmiyor malumunuz..

Şimdi tek hedef, havayolları bu zarar makinesini tamamen çöpe atmadan, onla bir kere uçabilmek.

Sevgi ile kalın.

19 Şubat 2019 Salı

Mutluluğun Matematiği

Facebook arkadaşlarımı konuşulan dile, ortak konulara göre bir kaç listede topladım. Örneğin müzik ile ilgili bişeyler yazdığımda, ilgilenmediği için sadece sinirini kaldıracağına emin olduğum kişileri baymamak amacıyla paylaşımı görebileceklerin dışında tutmaya çalışıyorum. Yine Türkiye dedikodularını Türklere saklıyor, Türkçe paylaşımları sadece Türkçe konuşanlarla sınırlı tutuyorum.

Bu ayrım sayesinde de biraz istatistik yapma şansım oluyor.

Türk-yoğun listelere baktığımda elbette bir iki istisna dışında hep sinir görüyorum. Akepe’ye kızanlar, Atatürk methiyeleri, ülkede kötü giden herşey, hükümetin ettiği tutarsız laflar genellikle melodramatik bir fotoğrafın üstüne, çoğu zaman berbat bir Türkçe ile yazılıp paylaşılmış. Hayat pahalılığı, gelecek korkusu, haksızlıklar, tutarsızlıklar, şehitler, ekonomi, dış politika, eğitim, seçimler, hileler, hülleler ağır bir sağanak biçiminde yağıyor - lütfen İsviçreden sallamak kolay, yiyiyorsa gel burada yaşa demeyin, bu yazılanların çoğunlukla doğru ve haklı olduğunu düşünüyorum ancak biraz sabır, bu konuya daha sonra geleceğiz.

Yabancı yoğun listelerdeki paylaşımlar ise bir iki Fransız arkadaşın arada salladıkları hafif doz siyaset dışında neredeyse hiç siyaset içermiyor. Çoğunlukla müzik, şarap, dağcılık, bisiklet, kayak, resim, arkadaş toplantıları, vs.

Geçenlerde buralı biriyle geyikliyorduk, konu Orta Doğu'ya, biraz da Türkiye'ye geldi. Arkadaş bu ülkelerde gezinmiş biri, biraz da yerinde gözlemlediği için sordu:

"Türkiye'de insanlar hep kaşları çatık, hep gergin, hep agresifler. Nedir bunun sebebi?"

Hemen bir artı bir yapıp, hiç düşünmeden cevapladım.

"Ülkenin haline baksana, insanlar bu koşullarda mutlu olabilir mi?"

Sonrasında konu dağıldı, başka şeyler konuşmaya başladık.

Ancak arkadaşım gittikten sonra kafamın içinde bir kenara kaldırdığım bu konuya geri döndüm.

Acaba gerçekten ülkenin koşullarının kötülüğünden dolayı mı hep mutsuzduk?

2004 yılında tatil için Brezilya'daydım. Salvador Da Bahia kentine akşamın geç bir saatinde ulaşmıştık. Tam otele gidip uyumayı düşünürken beraber seyahat ettiğim arkadaşımla kendimizi bir karnavalın ortasında bulduk. Ne karnavalı, kimin karnavalı bilmiyorum, zaten oralarda deliye her gün karnaval.

Saat sabahın üçü, gözüm genç bir kadına takıldı. Giysileri gerçekten kötü, ucuz şeyler, belli ki parası yok. Göğsünün üzerinde, boynuna asılmış daha zar zor birkaç aylık bebeği, o saatte mutlu mutlu dans ediyordu. Sonra kocası da geldi. O da dilenci gibi giyinmiş, bakımsız, fakir biri. Elinde bir şişe kaşasa dedikleri rom, önce kendisi şişeden bir fırt aldı, sonra karısına bir fırt ikram etti, karısını dudaklarımdan aşkla öptü, beraber dans etmeye devam ettiler.

Yine ertesi akşam Bahia'nın geleneksel bir restoranında yemek yiyiyoruz. Geleneksel restoranın geleneksel masaları kelimenin tam manasıyla geleneksel araba yolunun dangadanak ortasında. Abartmıyorum. Arabaların geçebilmesi için sadece yolun birazına masa koymamışlar. Karşı kaldırımda da sokak çalgıcıları, ama davuluyla, saksafonuyla tam tekmil bir caz orkestrası, tatlı tatlı Mendes, Jobim falan çalıyor.

Hediye kolyem
Saçları neredeyse kazınmış kadar kısa, incik boncuk satan on iki, on üç yaşında bir çocuk yaklaştı masamıza. Dikkatli bakınca farkettim, erkek değil bir kız çocuğu.

Ben refleksle sağol, istemiyorum dedim, arkadaşım ise getir bir bakayım dedi, sonra da parasını verip bir kolye aldı.

Kız ticareti tamamladıktan sonra benim yanıma geldi, bir kolye seçip, boynuma taktı.

"This is yours mister, keep it" dedi.

Az önce istemiyorum deyip terslemiş gibi olduğumdan içime dert olmuştu zaten, hemen cüzdanımı çıkarıp parasını vermeye kalktım. Gülümsedi, omuzuma dokunup...

"No momey, this is from me to you" deyip uzaklaştı.

O zamanın Brezilya'sı yeminle bu günkü Türkiye'den kat kat kötü. İnsanlar aç. Organize suç gırla gidiyor. İşsizlik, enflasyon, parasızlık, adaletsizlik, fuhuş, şiddet... İnsanlar tenekelerden yaptıkları gecekondularda yaşıyorlar.

Ama insanlar mutlular.

Sadece Brezilya değil, gördüğüm diğer bir kaç Latin Amerika ülkesini de referans alarak söylüyorum, çoğu mutlu, hem de gerçekten mutlu. Hayattan zevk alıyorlar.

Hem de ortalama bir İsviçreliden bile daha fazla mutlular.

Durum böyle olunca çok düşünmeden doğru kabul ettiğim, Türklerin yaşam koşullarının kötülüğünden dolayı mutsuz oldukları teşhisim kafamda yavaş yavaş çatırdamaya başladı.

Peki koşulların kötülüğü değilse neydi Türkerin mutsuzluğunun nedeni?

Bu soruyu doğru şekilde cevaplamak için tarihin en kesin sonuç veren bilim dalına başvurdum.

Matematik!

Eğer mutluluğu matematiksel olarak bileşenlerine ayırıp, tanımlayabilirsem, Türklerin kronik mutsuzluğunu açıklayabilirim dedim kendi kendime.

Ve aşağıdaki formüle ulaştım.

Mutluluk = Zevkler / Hoşnutsuzluklar x 100

Aslında aynı formülü Mutluluk = Zevkler - Hoşnutsuzluklar şeklinde de yazabilirdik ama ortaya çıkan mutluluğun bir kilo, elli santim falan gibi bir ölçü birimi olması gerekirdi.

Hoşnutsuzluk = -Zevk dersek, her ikisinin de aynı birimle ölçüldüğünü varsayabiliriz. Böylece Mutluluk = Zevkler / Hoşnutsuzluklar yazdığımızda pay ve paydadaki aynı ölçü birimleri birbirini götürür, 100 ile çarparak da ölçü birimi olmayan üniversal bir mutluluk yüzdesi hesaplamış oluruz.

Yazdığımız formülden mutluluğun iki komponentten oluştuğunu gördük. Zevkler ve Hoşnutsuzluklar.

Türkiye'de işler kötü gidiyor dediğimizde işte bu iki komponentten hoşnutsuzluğu kast etmiş oluyoruz.

Yani Hoşnutsuzluklar sayısının içinde işsizlik, ekonomi, gelecek korkusu, eğitim, dış politika, yaşam biçimi gibi endişelerin tümü bulunur.

Elbette bunlara ülkeye bağlı olmayan gönül kırıklıklarını, karı dırdırını, koca dayağını, kaynana müdahalelerini, patronun aşağılamalarını, terfi edememeyi, kıskançlığı, arkadaş kavgalarını falan da eklemek gerekir.

İşte burada ilginç ve sıradışı bir önerme yapacağım.

Diyeceğim ki, yaşadığı ülke, cinsiyeti, dini, ırkı, dili, geliri, statüsü, titri ne olursa olsun bu hoşnutsuzlukların toplamı her insan için aynıdır.

Gerçi zevk ve hoşnutsuzlukların ortak ölçü birimini bilmiyoruz dedik, ama hadi derdimizi daha iyi anlatabilmek için bu afaki birime "Mut" diyelim ve atıyorum bir Norveçli için de, bir Türk için de, bir Suriyeli göçmen için de hoşnutsuzlukların toplamı her zaman 1000 Mut olmuş olsun.

Oğlum manyak mısın, mesela yüksek geliri, toplumsal bilinci, bireylerin eşitliği, ülkesinin temizliği, düzeni ile bir İsviçrelenin "Mutsuzluğu" ülkesi savaşta, evi yıkılmış, çoluğu çocuğu aç açıkta bir Suriyeli göçmenki ile nasıl aynı olur?

Bir İsviçreli ofis arkadaşım vardı. Ofise başka birini görmeye gelen bir kaç kişi - o zamanlar ofiste sigara içmek serbestti, aynı anda sigaralarını yaktılar diye o gece uyuyamadı. Bu kabul edilemez bir düşüncesizlik ve saygısızlıktı. Ofis hafifçe dumanlanmıştı. Böyle toplantıda sözümü kesti, sabah bana bonjur demedi diye ağlayan, uykusu kaçan, sinirlenen bir çok kişiyi şahsen tanıyorum.

Burada duyarsızlık yapmak istemiyorum, elbette Suriyeli göçmenin sorunlarının sonuçları çok daha ciddi ve önemlidir, ancak sonuçta o Suriyeli göçmen de benim Swiss arkadaşım da gece yatağına yattığında aynı geceyi uykusuz geçirmiş oluyor.

Her iki insan da bence aynı derecede mutsuzdur.

O yüzden formülümüzü aşağıdaki gibi revize edebiliriz.

Mutluluk = Zevkler Mut / 1000 Mut x 100

Anahtar noktaya geliyoruz.

Bir insanı mutlu eden hoşnutsuzlukları değil - çünkü her insan farklı şeyler için olsa da aynı derecede hoşnutsuzdur, hayattan almayı becerebildiği zevkleridir.

Daha da ileri giderek ikinci bir önerme yapayım, mutlu olabilmek için zevklerin hoşnutsuzluklardan daha fazla olması da gerekmez. Kısaca %25 gibi bir mutluluk oranı insanın kendisini mutlu sayması için yeterlidir.

Mutlu İnsan = Zevkler Mut / 1000 Mut x 100 >= 25

Denklemi çözersek:

Zevkler >= 250 Mut

Ya da:

Zevkler >= 1/4 Hoşnutsuzluklar

Yani hayattan zevk almak, alabilmeyi bilmek! Mutsuzluklarımızın dörtte biri kadar mutlu olabilirsek öldüğümüzde yüzümüzde bir gülümseme kalır.

Arzuhalim işte budur.

Türk milleti olarak mutsuz olma sebebimiz ülkenin hali değil, hayattan zevk almayı bilmememiz ya da unutmuş olmamızdır.

Çevremde birçok kişi bu hayattan zevk almama sorununu dine bağlar. Ben aynı görüşte değilim.

Sorun bence din değil, muhafazakarlık ismini verdiğimiz bu anlaşılmaz, anlamsız, tanımı meçhul, kaynağı şaibeli, çağdışı yaşam şeklidir.

Aydını, cahili, ilericisi, gericisi, kimse bu muhafazakarlığa bağışıklı değildir.

Karşı cinsiyeti yirmi beş yaşında tanımış, kafasındaki şablonlarla evlenmiş, hayatı birbirlerine zehir etmiş, kırk yaşında da boşanmış çok 'aydın' tanıyorum.

Akşam dışarı çıkıp bir kadeh şarap içmeyi gericisi günah, aydını zararlı sayarken gidip dörtte biri dibine kadar doymuş yağlı kebapları yiyen, siroz yerine kalp krizinden ölen ya da ölecek olan çok er kişi var aramızda.

Bu akşam karımla güzel vakit geçireyim diye traş olmak, üzerine doğru düzgün bir şeyler giymek yerine at hırsızı gibi pijamayla oturan bir çok erkek, dışarı çıkarken değil, eve kocasının yanına geldiğinde makyaj yapıp, güzel bir şey giymek yerine altına gri eşofmanı geçirip çekirdek çitleyen bir çok da kadın tanıyorum. İleri, geri, aydın, cahil, hüloooğğğ, çav bella, aynı hepsi.

Yine hayatta başka kadın ve erkeklerin olduğunu kırk yaşından sonra farkedip azan, evde iki çocuğu bırakıp, liseli aşığı oynayan bol bol aile babaları, aile anaları var.

Gönül yarasını, böyle şeyleri kaldıracak, iki gün sonra da unutacak on altı yaşında yaşamak yerine kırk yaşında yaşayıp tırlatan, ya karıyı, olmazsa kendini vuran/vurabilecek milyonlarca 'muhafazakarımız' var.

İşte İsviçreli ile, Norveçli ile aramızdaki fark bu.

Hepimiz aynı derecede mutsuz olsak da onlar hayattan zevk almayı becerebiliyorlar. Müzik yapıyor, resim yapıyor, kayak yapıyor, bisiklete biniyor, dağlara tırmanıyor, denizlerde yüzüyor, tiyatroya gidiyor, hatta tiyatro yapıyor, sinemaya gidiyor, evlendiğinde pijamayla TV seyretmeyip, fit olmak için egzersiz yapıyor, arkadaşlarıyla toplanıp, iki kadeh içkisini içiyor, stres atıyor, kısacası hayattan zevk alıyor.

Böylece mutluluk seviyeleri %25'in üzerine çıkıyor.

Facebook’a da özlü söz, Türk milleti, atam sen kalk ben yatam değil hayattan aldığı zevkleri koyuyor.

Elbette yukarda saydığım aktiviteleri yapan birçok fellow Türk kişiyi tanıyorum ama tartışmayı uzatmamak için söylemiş olayım, çoğu bunları hayattan zevk alacak kadar yapmıyorlar.

Arzuhalim budur, kızmayın bana. Niyetim kötü değil, sadece fikrimi zikrettim.

Herkes mutlu olsun ❤️

13 Şubat 2019 Çarşamba

Yaşlandım Ama Ölmedim - Yeni iMac

Yaşlandığınızı nasıl anlarsınız?

Ben geçenlerde bilgisayarıma baktığımda anladım.2011 yılında almıştım onu. Zamanında canavar gibi bir Mac'di. Sekiz sene sonra hala çalışıyordu ama bir sütçü beygiri gibi.

Hızlı zamanlarımda senede üç kez bilgisayar değiştirirdim - kendim yapardım o zamanlar. Ağzımın tadında olsun diye her parçasını da tek tek seçerdim, zevkle işletim sistemini kurar, fine tune ederdim.

Sekiz senelik bilgisayara bakıp, boşver lan (burada sansür var), kim uğraşacak şimdi yeni bilgisayarla, onu install et, bunu düzelt falan diye diye bu güne geldim.

İşte o an yaşlandığımı anladım.

Sonra kendi kendime yaşlı olabilirsin ama daha ölmedin, kaldır kıçını dedim, kendime yeni bir iMac aldım.

Bilgisayar işinde sekiz senelik bir teknoloji farkı yontma taş devriyle İnternet çağı arasındaki| farka benzer. Yeni bilgisayarı kurduktan sonra uzun bir süre hangi aksam eskiye göre "kaç kat" hızlı çalışıyor, onu hesaplamakla uğraştım.

Aranızda sekiz yıl bekleyip, benim kadar dramatik bir upgrade yapanınız yoktur eminim ama yine de deneyimimi sizlere anlatayım, eğer yeni bir iMac almaya niyeti olanınız varsa belki bir fikir verir.

Şu sıralar bir bilgisayar almak için gerçekten iyi bir nedene ihtiyaç var sevgili arkadaşlar. Amacınız İnternet surfing, email, biraz da oyun oynamaksa eskisi gibi bilgisayar başına çökmeye gerek yok. Birçok kişi bugünlerde sadece bir cep telefonu ile bu işleri ve çok daha fazlasını rahat rahat yapabiliyor.

Yok minicik bir ekrana bakmaktansa biraz daha ağızınızın tadıyla bir IT deneyimi yaşamak isterseniz, iPad tanrıların bir hediyesi durumuna dönüşüyor. Yatakta, banyoda, tuvalette, yolda, uçakta, gemide, uzay mekiğinde, her yerde keyifle emaillerinizi okuyabilirsiniz. İşin aslı ben iPad üzerinde Photoshop ile bilgisayarda yapabildiklerimin en az yüzde ellisini rahat rahat yapabiliyorum. Yine iPad üzerinde yazılarımı yazabiliyor, dizi ve diğer filmlerimi izleyebiliyor, en önemlisi müzik dinleyebiliyorum. Eskiden koca iki hoparlör, amfi, kasetçalar, pikap falan gibi aletleri bir araya getirip, evdekileri uyandırmadan sesi biraz daha açabilir miyim diye düşünürken, şimdi beş küsür bin şarkıyı iPad'e koyup, bluetooth bir kulaklıkla mükemmel müziğe doyuyorum.

Kısacası bir bilgisayar alıp, başına çökmek için gerçekten geçerli bir sebebiniz olması gerekiyor.

🐝Mezzy🐝 dahil hepimizin birer iPad'i var. Jelena ile bazen evde birbirimizi Facetime'lıyoruz! 🐝Mezzy🐝'nin iPad'i için yirmi dolara Amazon'dan lastik bir çerçeve aldık. Ama Alman nasıl yaptıysa 🐝Mezzy🐝 o iPad'i üst kattan aşağı attı, çizilmedi bile. Çizgi filmlerdeki gibi üzerinde tepiniyor, duvara fırlatıyor, iPad duvara çarpıp zıplıyor ve geri düşüyor. Yine bir çizik bile yok.

Kısacası iPad, yada başka bir tablet gündelik işler için yetiyor da artıyor.

Ben iMac'i programlama, web tasarımı ve fotoğraf editlemesi için kullanıyorum. Aktif olarak çalışan beş tane web sitemiz var, bunları da bir iPad ile ayakta tutmam olanaksız. Ucuzluktan aldığım bir portable Macbook Pro'm var ama fotoğraflar için 27 inçlik büyük bir ekran gibisi yok.

İşte bu duygu ve düşüncelerle yeni iMac'in kutusunu açtım. Boyu eski iMac ile aynı olsa da yeni iMac o kadar incelmiş ki, acaba arkaya başka bir parça mı takılıyor diye bakındım.

Evet, yeni iMac çok daha ince, ancak bu incelik bir CD Drive'a patlamış. Yeni iMac'lerde çoktandır bir CD Drive yok.

Bu çağda ne yapacaksın bir CD Drive'ı diye sorarsanız, arabamda hala bir CD Changer var, ona CD yazmak için kullanıyorum. N'apayım, sizler gibi USB Stick'li, Bluetooth'lu bir müzik sistemi yok arabada. İşin komiği araba daha yeni yüz bin'i devirdi, yani bir on sene daha rahat rahat kullanabiliriz. Arabayı değiştirmeye de kıyamıyorum, çok seviyorum falan. Ha bir de yenisi çok pahalı deyip bırakalım, konumuz araba değil 😛 Sözün kısası bir süre daha CD yazmaya devam etmek gerekecek.

Aşağıda bir yerde on beş sene önce aldığım external bir CD Writer vardı. Neyse ki yeni iMac ile çalıştı, ben de CD sorunumu halletmiş oldum.

Ancak işler yeni iMac'i prize takıp, çalıştırınca değişti. Bu iMac'in "Retina" bir ekranı var ki, eskisine göre beni birkaç çağ atlattı.

Bana sorarsanız bir 27 inch iMac ekranı, paranın satın alabileceği en güzel görüntü veren ekranlardan biridir. Ancak üstüne bu ekran bir de "Retina" olunca olay nirvana seviyesine ulaştı böyle.

Hemen bu Retina işini anlatayım size kısaca.

Biliyorsunuz, dijital cihazlarda bir görüntü pixel isimli noktalardan oluşur. Bu pixel'ler ne kadar küçük olursa o kadar az farkedilir ve görüntü de o kadar yumuşak olur.

Bir Retina ekranda bu noktalar o kadar küçük, o kadar yoğundur ki gözlerimizle normal bir bakma uzaklığından bu noktaları seçemeyiz.

Kısa bir örnek, ekranı Retina olmayan eski iMac'de her inch üzerinde 109 pixel var. Retina iMac'de ise bu sayıyı her inch üzerinde 218 pixel'e yükselmiş. Hemen iki katı yoğunluk diye atlamayıp, iki boyutlu düşünelim, Retina iMac'lerde yoğunluk eskilerine göre dört kat artmış.

Bu ölçü birimine ppi, yani pixels per inch derler. Retina 27 inch iMac'lerdeki 218 ppi aslında çok yüksek sayılmaz. Bir iPhone X'de mesela bu sayı 458 ppi'a çıkar. iPhone X'in 5.8 inch'lik küçük ekranında bu yoğunluğun getirdiği pixel sayısıyla uğraşmak mühendislik bakımından çok zor değildir. Ancak Apple eğer 458 ppi'lık aynı yoğunluğu iMac'in 27 inch'lik ekranında kullansaydı belki yoğunluk 16 kat yükselecekti ama garip grafik kartı da zilyonlarca pixel ile uğraşmak zorunda kalacak ve herhalde garip bilgisayarı bir buzdolabında soğutmak gerekecekti.

Ez cümle, 218 ppi... Good!

Yeni ekran bu haliyle 5120 x 2880'lik, kısaca 5K'lık bir çözünürlük sağlıyor ki, bu en baba 4K video'dan bir 1000 pixel daha yüksek. İşin aslı kendi ekranının üstüne, yeni iMac'e bir 5K yada iki 4K ekran daha bağlayabiliyorsunuz.

Ez cümle, yeni iMac ile ekran ve çözünürlük sıkıntımız yok.

Yeni iMac ile iki yenilik daha geldi. Biri klavye, öbürü mouse.

Yeni klavyenin ayrı bir rakam tuşu ve PC'lerden alıştığımız Home, End, PgUp, PgDn, Delete galan gibi tuşları var. Eski klavye küçüklüğüyle estetik olarak güzel dursa da, yeni klavye çok daha kullanışlı.

Ancak gecenin sürprizi, hem klavye, hem de mouse artık pil gerektirmiyor. Yanlış anlamayın ikisi de kablolu değiller, sadece içlerinde bir yerde şarj edilebilir pilleri var.

Eski klavyeyi, özellikle mouse'u kullananlarınız bilir, her iki haftada falan bir pil değiştirmek gerekirdi. Yeni mouse için Apple iki ay şarja gerek yok diyor. Henüz iki ay olmadı bilgisayarı alalı, ancak kurum esnasında non-stop 18 saat kullanımdan sonra mouse'un pili %90 dan %87'ye düştü. Yani şarj evladiyelik.

İşin daha da güzel tarafı klavye ve mouse'un nasıl şarj edildiği.

Her ikisinin de üzerinde birer Lightning Port'u var. Yani iPhone'u şarj ettiğiniz port. Bir iPhone kullanıyorsanız, zaten her daim iMac'e takılı bir Lightning kablosu vardır. Yapacağınız tek şey iki ayda bir bunu mouse'a takmak. Bir iki dakikalık şarj bir günlük kullanıma yetiyor, tüm pil de iki saatte doluyor.

Ez cümle, klavye ve mouse, Hallelujah!

Evde müzik, video, fotoğraf falan gibi paylaşılabilir medya için NAS denilen bir file server kullanıyorum. Bütün fotoğraflar ayrıca iMac'e bağlı bir external hard disk üzerine backup'lı. Bu backup diski de cloud'a backup'lıyorum. Biraz paranoya ama olsun o kadar.

Yukarda bahsettiğim hard disk iMac'e bir USB port üzerinden bağlı. Diskin kendisi USB 3.0 dedikleri standarda sahip olsa da sütçü beygiri iMac'in üzerinde sadece USB 2.0 portları var. O yüzden bu diske bir şeyler yazmak el yazısıyla kitap çoğaltmak gibi bir şey.

Yeni iMac'in üzerinde İse koç gibi dört tane USB 3.0 portu var. Backup hard disk uçuyor!

Biraz rakamlarla konuşmak gerekirse USB 2.0 saniyede 50 Megabyte, USB 3.0 ise saniyede 625 Megabyte bilgi taşıyabiliyor. Yani benim backup disk on kat falan hızlandı!

Çok detayına girmeden bir fikir verme bakımımdan bir harf çoğunlukla 1, "ç", "ğ" gibi egzotik harfler için de 2 Byte yer kaplar. 1 Megabyte = 1024 Kilobyte, 1 Kilobyte de 1024 Byte'dır. Kısaca USB 3.0 saniyede 1024x1024x625 harf taşıyabilir (aslında biraz daha az, çünkü 625 Megabyte/saniye'lik kapasitenin birazı disk ile bilgisayarın gönderilen verini doğru gidip gitmediğini anlamak için haberleşmelerinde kullanılır - bak gönderiyorum, tamam gönder, yakala, tuttum, ne yollamıştın, şunu yolladım, tamam doğru gibi).

Yine çok sık kullandığım fotoğraf makinelerindeki SD kartların okuyucusu da içerden başka bir USB portu ile bilgisayara bağlanır. Bu port aynı harici portlarda olduğu gibi eski iMac'da bir USB 2.0, yenisinde de bir USB 3.0 portudur,

SD kartlarının çoğu USB 3.0'ın 625 Megabyte/saniyelik kapasitesinin tümünü kullanacak kadar hızlı olmadıklarından yeni iMac'de on kat daha hızlı çalışmadılar ama yine hissedilebilir kadar hızlı veri transferi yapıyorlar.

Çok bir işe yaramasa da yine dahili bir USB port'a takılı, ekranın tepesindeki kamera da hem daha hızlı, hem de biraz daha yüksek çözünürlükte çalışıyor. Teorik olarak çözünürlüğü 720'den 1080p'ye çıkmış ama 27 inch ekranı omuzunuza alıp, çocuğunuzun doğum gününü videoya çekmeyeceğinize göre bu yenilik pek hayatınızı değiştirmeyecektir. Bu kameranın FaceTime yada Messenger chat'leri için kabul edilebilir bir görüntü vermesi bence yeterlidir. 720p de bu iş için çok bile.

Printer, scanner gibi USB 2.0 için bile yavaş cihazlarda herhangi bir hızlanma doğal olarak beklemiyordum, olmadı da.

Gelelim yeni iMac'in en karışık ama en eğlenceli bağlantı noktasına.

Yeni iMac'in arkasında iki tane Thunderbolt 3 port'u var. Apple ile Intel'in ortak çalışması bu manyak portun hızı 40 Gigabit/saniye yani 5 Gigabyte/saniye, yani 5 x 1024 = ~5100 Megabyte/saniye. USB 3.0'ın 625 Megabyte/saniyelik hızını hatırladınız mı?

Thunderbolt 3 ile sadece USB tarzı veri değil, dijital ekran bağlantısı yapmak da mümkün. Yukarda bahsettiğimiz ikinci ve üçüncü ekranlar da bu portlara takılıyor zaten.

Thunderbolt 3 bir USB-C bağlantısı kullanıyor. Herkes bu USB-C'yi bir USB protokolü zannediyor ama USB-C sadece konnektörün yani kablonun ucunun ismi.

Çok yakın zamanda Apple, Samsung, HP, vs., herkes, her yerde bu USB-C bağlantısını kullanacak. Bu fiş hem çok sağlam, hem de üzerinde bol bol elektrik var - kabloları ağızınıza almak gibi bir huyunuz varsa dikkat. Birçok cihaz artık duvardaki pirize takılı ekstra bir adaptöre ihtiyaç duymayacak.

Bu porta Thunderbolt olmayan bir USB 3.1 cihaz bağlamak da mümkün. Bu durumda port hızını otomatik olarak USB 3.1"in 1.25 ya da 2,5 Gigabyte/saniye hızına düşürüyor.

Aynı porta bir USB 3.0 ve aşağısı bir cihazı bir adaptörle bağlamak da mümkün ama bunun için aklıma yatan bir senaryo bulamıyorum. Belki beş external USB 3.0 hard diskiniz varsa, dört USB 3.0 portunun tamamını kullanıp, beşincisini bir adaptörle Thunderbolt portuna takabilirsiniz ama çok fantezi yapıyoruz burda...

Yeni iMac'i ise SSD ismi verilen, eski hard disklerin mekanik/manyetik veri saklama sistemlerinin aksine verileri elektronik olarak saklayan bir disk ile almaya karar verdim. İlk çıktığı günlerde biraz canımı yakmış olsalar da SSD'ler artık olgunlaştılar ve çok daha güvenli hale geldiler. Bu diskler özellikle boot denilen bilgisayarın ilk açılışı anında anormal hızlı çalışıp, bir kaç saniye içerisinde bilgisayarı kullanıma haIr hale getirirler. Yine genelde veri tabanı kullanan uygulamalarla çok hızlı çalışırlar.

256 Gigabyte ve 1 Terabyte'lık SSD seçeneklerinden 256 Gigabyte olanını aldım. Çünkü 1 Terabyte SSD'li model annesinin evlilik töreni kadar pahalıydı.

Eski iMac’de 1 Terabyte hard disk vardı. Bir kaplumbağa kadar yavaştı ama bana bol bol hard disk alanı sağlıyordu. Ben de bu müsrifliğe fazlasıyla alışmıştım, 256 Gİgabyte bir anda gözüme çok küçük geldi.

Gittim, kendime 130 Dolara 500 Gigabyte'lık bir external SSD aldım, onu da Thunderbolt portlarından birine taktım. USB 3.1 gibi çalışan bu disk, portun hızını 5 Gigabyte/saniyeden 1.25 Gigabyte/saniyeye düşürdü, ama kim takar, SSD'nin maksimum hızı zaten 500 Megabyte/saniye. Bu bile eski iMac'in asli hard diskinden çok daha hızlı.

Böylece yer sorunumu çözmüş oldum.

Maliyet düşürme amaçlı aldığım bu disk bana başka bir olanak daha sağladı. SSD external olduğu için cebime atıp, bütün dosyalarımı yanımda gezdirebiliyorum. Boyu da parmak kadar zaten, bir adaptöre de ihtiyacı yok, tam seyahatlik...

Dikkat ettiyseniz size hiç işlemciden, grafik kartından falan bahsetmedim. İşlemci eski iMac'de olduğu gibi bir quad-core, hızı da 400 Mhz daha yüksek. Yeni teknoloji biraz daha hızlı, biraz daha az sıcak, ama ayaklarımı yerden kesmedi işin açıkçası.

Grafik kartı tabi ki, iki 5K ya da bir 5K ve iki 4K ekranı destekleyecek kadar güçlü. Bir de çok derinine girmeden, Metal isimli bir teknoloji sayesinde uygulamalar grafik işlemcisini doğrudan kullanabiliyor, bu da başta yeni işletim sistemi Mojave, Photoshop gibi sınırlı sayıda bir iki programı hızlandırabiliyor. Yine de çok fazla heyecan yok bu cenahta.

Bellek olarak 16 Gigabyte aldım, ancak iki boş bellek slot'ı var, gerekirse beş dakikada 32 Gigabyte'a çıkabilirim. Eski iMac 12 Gigabyte'dı, şu an bile artı 4 Gigabyte hayatımı kolaylaştırdı.

Yeni iMac wi-fi için 802.11ac protokolünü kullanıyor. Yine 802.11ac bir router ya da access point'iniz varsa sizi çok çok memnun eden hızlara ulaşabilirsiniz. Ne yazık ki ben her iki iMac'i de ethernet portu üzerinden kablo ile network'e bağladım, o yüzden 802.11ac gibi önemli bir yenilik beni çok fazla heyecanlandırmadı.

Yeni iMac'in hoparlörleri kulağıma daha kaliteli geldi. Bilgisayar üzerinden müzik dinliyorsanız ilginizi çekebilir.

Başka güzel bir sürpriz işletim sistemiyle geldi. Sipariş formunda bile işletim sistemi için Sierra diyordu, geldiğinde bir baktım, yeni Mojave'yi install etmişler. Beni yarım günlük eziyetten kurtardılar.

Mojave'nin karanlık teması çok ilgimi çekti. Üretkenliğe katkısı Apple'ın beklediği kadar olur mu bilmiyorum ama otuz senelik beyazımsı parlak temadan sonra en azından farklı geldi. Evdeki NAS ile iletişimi bana biraz daha hızlı, biraz daha güvenli geldi. Uygulamaların hepsi tabi ki eskiye göre çok daha hızlı çalışıyor ama bunun kredisinin ne kadarı Mojave’ye verilir bilemiyorum. Bu hızlanma daha ziyade yeni hardware'in bir sonucu bana sorarsanız.

Başınızı çok ağrıtmadım umarım.

Apple bence Jobs'ın disiplininden çok çok uzakta, ama halen mükemmel kullanışlı ve estetik olarak güzel ürünler çıkarabiliyor. Bu yeni iMac beni mutlu etti.

Geçenlerde bir Windows 10 Virtual Machine yapayım dedim, bir anda deja-vu oldum. O driver yok, bunun update edilmesi gerekiyor, o key'i düzelt, bu dll'i bul, bu hotfix'i run et, forumları ara, makine yüzelli kere boot etsin, installation'ın tam ortasında crash, vs....

Apple hala güzel!

7 Şubat 2019 Perşembe

Ülkeme Yakışan Aydın

Yıl 1989'du doğru hatırlıyorsam. Ziraat Bankası'nın Bankacılık Okuluna kabul edilmiştim. Okul Ankara'daydı ama iş olsun diye yatılı kalmayı seçmiştim. Oda arkadaşım da gırgır olsun diye arşivden mi, depodan mı, bir yerden bankanın kurucusu Mithat Paşa'nın bir resmini bulmuş, tam yataklarımızın karşısına asmıştı. Dokuz ay boyunca Mithat Paşa'yla uyuyup, Mithat Paşa'yla uyanmıştık. Hiç resmini gördünüz mü, bilmiyorum, sakallı, suratsız, meymenetsiz bir adam.

Neyse...

Şu sıralar bilgisayar başında çalışırken arkada Youtube'da Halk TV, KRT, Tele1 falan çalıyorum. Geçenlerde seçtiğim program bitti, Youtube'un otomatik olarak seçtiği sonraki video başladı, ben de başka bir program aramaya üşendim, bıraktım, devam etsin.

Merdan Yanardağ, Ceyda Karan, bir de Mehmet Ali Güler bir tartışma programında konuşuyorlar. Bu Merdan Yanardağ denen adamdan hiç haz etmem. Televizyon kanalının sahibi mi, müdürü mü, öyle bir şey, her programında ekibindekilere tepeden, hıyar hıyar konuşur, "Oğlum bul bunun haberini", "Koy bunun KC(?)'sini" falan şeklinde.

Önce ABD'ye bir peşrev çekip, #direnmaduro olduk haliyle, sonra laf döndü dolaştı, Ziraat Bankası'na geldi.

Bu Merdan Yanardağ kalkıp,"Yazık oldu yılların bankasına. Ziya Paşa kurmuştu, şimdi haline bak" falan gibi bir laf etti.

Anama küfür edilmiş gibi hissettim kendimi. Ne Ziya Paşa'sı ya? Koç gibi sakallı, suratsız Mithat Paşa kurdu memleket sandıklarını. Sonra da iyi günde zor günde bir Ziraat Bankası oldu ülkemde.

Bir de Ziya Paşa ne alaka? Tanzimat Fermanı değil ki bu, altı üstü bildiğin Ziraat Bankası.

Yine de aradan otuz sene geçmiş, bilmediğim, unuttuğum bir şeyler olabilir dedim. Gugılladım, Ziya Paşa ile Ziraat Bankasının tek alakası Ziraat Bankası'nın Ziyapaşa Şubesi! Bankanın web sayfasına gittim, tarihçelerini, milestone'larını falan bir daha okudum. Ziya Paşa, Miya Paşa yok!

İşin aslında devamı da vardı. Bu bankayı kuran Ziya Paşa dediğinde araya M. Ali Güler girdi, “Kurucusu galiba Mithat Paşa idi” gibi bir laf etmeye kalktı. Yanardağ derhal bunun ağzının payını verdi “Hayır! Ziya Paşaydı” diye. Hem de azarlayıcı bir tonla.

Sonra da bir düşündü, içine bir kurt düştü. İşi sağlama almak için “Mithat Paşa bankanın kurucusu değil ama ilk genel müdürüydü" dedi. Sonra iş biraz daha kaka sardı. Tanzimat döneminde genel müdürlük diye bir ünvanın olmadığına uyandı. "Yani genel müdürlüğün o zamanki karşılığı" falan gibi bir laf etti. Etraftakiler "CEO" 'su falandır diye espiri yaparken bu gargaraya getirip, konuyu değiştirdi.

Ancak, ukalalığa bakar mısınız? Adam yılmıyor, kanının son damlasına kadar çırpınıyor. Battıkça çırpınıyor, çırpındıkça daha da derine batıyor.

Tam anlamıyla ülkeme yakışan aydın.

Ağızından Ziya Paşa çıktı ya, bizim Mithat Paşa'yı "Yavlum Mithat" yapıp, "kurucu" Ziya Paşa'nın yaverliğine genel müdür titriyle atadı. Mazallah, ağzından "Bankanın kurucusu Namık Kemal'di" gibi bir şey çıksaydı, koca şaire Vatan Yahut Silistre oyununda memleketi çiftçiye verilecek uzun vadeli düşük faizli krediler kurtaracak dedirtirdi.

Bir daha tekrarlıyorum, ülkeme yakışan aydın tarifi: Elli gram ukalalık, bir çorba kaşığı hıyarlık, yarım kilo inat, üç sap klişe, kaba ateşte pişirilip, hayali tabaklarda çav bella eşliğinde servis edilir. Sol eller havadayken, sağ eldeki kaşıkla yenir.

Bir tivit attım. Hak getire tabi. Bu insanlar "Ben yanılmışım" falan dererler mi?

Başka bir gün yine Youtube'da halleniyorum.

3Gen isimli bir ekonomi programı var. Üç ekonomist ülke ekonomisine bakıyorlar. Fena da değiller. Bir anti-ukalalık filtresiyle gayet dinlenebilir oluyorlar.

Bunlardan biri Selçuk Geçer. Hararetli bir devletçi vs. piyasa ekonomisi tartışmasının bir noktasında "Size bir örnek vereceğim. Alın eski Yugoslavya'yı mesela" dedi, ve devam etti.

"Daha kominist bir ülke bile değildi!"

Lan oğlum ne diyorsun sen? Eski Yugoslavya'da insanlar Komünist Parti'ye kayıtlı doğarlarmış. Eski Sovyetler Birliğinden bile daha kominist bir ülkeymiş Yugoslavya. Trump'ın karısı Melania'nın babasının KP üyesi olduğunu keşfeden bir çav bella muhabir, onun zoraki parti üyesi yapıldığını anlamadan "Komünist Partisi üyesi emekçi babanın kızı Melania, kapitalist dünyanın först leydisi oldu" şeklinde bir haber bile yapmıştı 😛

Karım dahil yüzlerce ex-Yugoslav tanıyorum. Yugoslavya komünist değilmiş desem, önce beni bir doktora götürüp, muayene ettirirler, sonra da ülkeden sınırdaşı...

Yugoslavya soğuk savaş süresince Varşova Paktı'nın bir üyesi değildi, belki onla karıştırdı, bilmiyorum.

Ama Yugoslavya'ya komünist değildi demek baştan aşağı zırva...

Buna kibarca durumu anlatan bir tivit attım. Oblivion! Ne bir itiraz, ne bir ikrar. Eh, yukardaki aydın tarifini tekrarlamayayım bir kez daha.

Aslında bu aydınların hemen hepsinde bulunan anlaşılmaz bir saplantı daha var sevgili arkadaşlar.

Dilbilimine, daha doğrusu yabancı sözcüklerin etimolojilerine karşı tarifi zor, tuhaf bir tutku!

Ama bunca tutkuya rağmen çoğu Türkçeyi bile doğru düzgün konuşamadan, yabancı sözcüklerin anlamlarını hayasızca kıçlarından uyduruyorlar.

Buna o kadar çok örnek var ki, burda sıralasam mideniz ağrır.

Neyse, Selçuk Geçer aynı programda Yugoslavya sözcüğünün Büyük Slavlar demek olduğunu idda etti.

Yugo kelimesini İngilizce Huge'a mi benzetti, bilinmez. Ancak bir kaç kez, hem de üstüne basa basa "Bakın YYYUGO- SLAVYA, yani BÜYYÜK SLAVLAR" diye tekrarladı, durdu.

Halbuki Niş'te geçirdiğim üç sene boyunca kim bilir kaç yüz kere otoyolda "Niš Jug" yani "Niş Güney" çıkışını aldım. Kısaca "Jug" yani "Yug", "Güney" demek. "Jug-o-Slavija" yani "Yugoslavya" da "Güney Slav'ların ülkesi"...

Bir tivit daha attım, kapı duvar tabi...

Artık her zırvaya bir tivitle karşılık veriyorum.

Bugün Can Afaklı Macron'a hitaben yazılmış Fransızca bir mektubu okuyordu.

"Monsenyör Makron" diye başladı.

Ne diyor bu ya? Papa'yla mı konuşuyor dedim.

Sonra uyandım.

Mektup olasılıkla "Monsieur Macron" diye başlıyordu. Bu "Monsieur" bizim "Mösyö", ama olmayınca olmuyor işte 😛

Bir tivit daha attım, şimdilik ses yok tabi.

Ama bu ilk husumetimiz değil Can Ataklı ile. Onu epeydir taciz ediyorum, ve gerçekten çok kızdırdım. Bir denk gelirse sonum kötü sizin anlayacağınız.

İşte böyle.

Birgün ortadan kaybolursam sanmayın ki size küsüp Facebook'u bıraktım. Anlayın ki bunlardan birinin eline düştüm.

Geceniz güzel olsun...

20 Ocak 2019 Pazar

İki Savaş

Sevgili karıma bazen hafif eziyetli bir şeyi yapabilir misin diye sorarlar.

Onun da klasik bir cevabı vardır.

Ben iki savaş geçirdim, bunu mu yapamayacağım...

Gerçekten de bizim neslimiz biraz şanslıdır, öyle on iki Eylül öncesini, güneydoğuyu falan yaşadık ama gerçek bir savaş görmedik.

Jelena daha yirmili yaşlarının başında, anasız, babasız, öğretmenlik yaptığı Priştina üniversitesine giderken tankların arasından, tepesinde kurşunlar uçuşurken yürümüş, Niş'te her gece dan, dun bomba yağarken, tepesinde Tomahawk'lar uçuşurken, ülkede bırakın bebek mamasını, şeker bile bulunmazken gençliğini yaşamış.

Benim karım pabuç bırakmaz yani öyle her şeye.

Netekim, diş doktoru hesapta kırk beş dakika sürecek ameliyata başlayıp, diş etlerinin içinde iki tane kist bulunca alalım mı bunları ama biraz zor olabilir sana diye sormuş.

Bırak zorluğu, anestezi kalmadı dese boşver devam et diyecek Kalamiti Ceyn 👩

Demiş de...

Ameliyat üç saat sürmüş.

Eve bir geldi ki, zannedersiniz sokak kavgasından çıkmış, o haliyle iki valiz, bir sırt çantası, bir de 🐝Mezzy🐝 ile karşıladım onu.

Birgün başıma bir iş gelirse gözüm arkada kalmaz, 🐝Mezzy🐝 emin ellerde. Umarım bir gün onun başına bir iş gelmez. Onun yarısı kadar mukavemetim olur mu, emin değilim ❤️

14 Ocak 2019 Pazartesi

EOS R - 5

Uzun bir süredir yazıyoruz, artık EOS R hakkında söylediklerimizi toparlayıp, bir sonuca ulaşmanın zamanı geldi sevgili arkadaşlar.

EOS R kimin için uygun bir kamera?

Hayatını fotoğrafçılıkla kazananları bu yazacaklarımın dışında tutuyorum. Onlar zaten ne istediklerini bilen insanlar ve karar vermek için bu yazıya gereksinimleri yok. Lafım, kendim gibi bu işi bir hobi olarak yapanlara.

EOS R, her standarda göre hiç de ucuz olmayan bir yatırım.

Ben hobi için para harcamaya karşı biri değilim, yeter ki bu para bilinçli olarak harcansın.

Fotoğrafçılık içerisinde kamera sadece bir araçtır sevgili arkadaşlar.

Bir çok kişi iyi bir kameraya para harcayıp, güzel fotoğraf çekeceğini düşünür. Bu Picasso'nun kullandığı fırçaları kullanıp, onun gibi resim yapabilmeyi, ya da bir televizyon tamircisinin tornavidasını alıp, bozuk televizyonunuzu onarabilmeyi beklemeye benzer.

Resim yapmak için elbette fırça gerekir ve iyi bir fırça da ressama elbette daha fazla yardımcı olur ama işin gerisinde çok daha fazlası vardır. Sanat, bilgi, yetenek, deneyim, vs... Öyle bastır parayı, al pahalı bir kamera, sonra da güzel fotoğraf çek olmuyor işte.

Apperture, shutter speed, ISO, exposure compensation, metering, drive ve auto focus gibi basit fotoğraf konseptlerini bilmiyorsanız (bu ayıp değil), yani kameranızı hep otomatik modda kullanıyorsanız, EOS R size göre değil demektir.

İşin aslı sadece EOS R'a değil, başka hiç bir kameraya ihtiyacımız yoktur. Kendinize bir iPhone X alın, otomatik modda bir EOS R'dan çok daha güzel fotoğraflar çekersiniz.

Fotoğrafçılığa ilgi duyuyor ve biraz derinine inmek istiyorsanız yine EOS R yerine ucuz bir DSLR kamera ile başlayın derim.

Herkes başlarken heveslidir ama aradan biraz zaman geçtiğinde yeni hobisinden hoşlanmayabilir. Bu durumda üç bin beş yüz dolar yerine üç yüz doları çöpe atmak daha akıllıca olacaktır. Eğer bu fotoğraf işi sizi sararsa kendinize bir EOS R alırsınız.

Eğer elinizde birden fazla özellikle full-frame Canon lensiniz varsa hiç sağa sola bakınmadan kendinize bir EOS R alın. Mutlu olursunuz.

Eğer Nikon ya da Sony gemisinde iseniz, ya da ileri Canon DSLR'larınız varsa bu noktada kendinize ve kameraların özelliklerini yani spesifikasyonularına bakmanız gerekir.

Çok bela bir iştir bu. Hiç bir kameranın bütün spesifikasyonları bir diğerinden daha üstün değildir. Bazıları iyi, bazıları kötüdür. Burada da anahtar hangi spesifikasyonun sizin için daha önemli olduğudur.

Benzeri kameralar arasında sadece EOS R'ın sensöründe görüntü sabitleme özelliği yoktur. Bazı lenslerinin de üzerinde bulunmasına rağmen, hem Sony, hem Nikon kameralar görüntü sabitleyen sensörlere sahiptir. Canon ise farklı olarak görüntü sabitleme sisteminin tümünü lensin üzerinde bırakmış.

Canon USA'den Rudy Winston diyor ki, "Görüntü sabitleme yöntemi, lensin türüne göre farklılık gösterir. Geniş açılı bir lens ile telefoto bir lens üzerinde etkin bir sonuç alabilmek için, farklı sabitleme tekniklerinin kullanması gerekir. Canon olarak bu yüzden görüntü sabitleme sistemlerini lenslerin üzerinde bıraktık."

Ben Canon'ın çok uzak olmayan bir zamanda sensörlerine bu sistemi koyacağına neredeyse eminim ama hadi şimdilik Rudy'e inanmış olalım.

Burada problem her Canon lensin üzerinde bir görüntü sabitleme sisteminin bulunmaması.

Hem de özellikle, bir de fazlasıyla pahalı, sabit odak uzaklıklı prime lenslerde bu özellik bulunmaz. Bu lensleri sensör üzerinde görüntü sabitleme özelliği bulunan bir kameraya takabilseniz, bir anda bu güne kadar arayıp da bulamadığımız süper kullanışlı bir kombinasyon oluşur.

Başka bir açıdan bakarsak, önceki yazılarda anlattığım üzere Canon'ın yeni RF Mount'u kamera ile lens arasında kurduğu çok gelişmiş bir haberleşme sistemiyle, eğer varsa, lensin üzerindeki görüntü sabitleme sistemini Nikon ve Sony'e göre çok daha iyi kullanır.

Nitekim RF 24-105 f/4L IS'in görüntü sabitlemesi hem lenslerinde, hem de sensörlerinde görüntü sabitleme sistemleri bulunan Nikon ve Sony'e göre çok daha etkin çalışıyor.

Şimdi gelin de karar verin.

Görüntü sabitleme sizin için önemli mi?

Hemen önemli olması gerekir tabi diye atlamayalım. Eğer astro fotoğrafçılığı ile ilgileniyor ya da ürün fotoğrafları çekiyorsanız çoğunlukla bir tripod üzerinde çalışıyorsunuz demektir ve bu özellik sizi ilgilendirmez. Hatta tripod ile kullanırken, lenslerin üzerindeki görüntü sabitleyiciyi kapatmanız bile gerekebilir.

Üzerinde görüntü sabiteme özelliği bulunmayan lensiniz var mı?

Bu sorunun cevabı çoğunlukla evettir. Herkesin bir yerinde en az bir 50 mm f/1.8, yani bir nifty-fifty bulunur.

Ne var ki doğru soru üzerinde görüntü sabitleme özelliği olmayan bu lensleri ne sıklıkla kullandığınızdır.

Ben Adobe Lightroom üzerinde bir rapor oluşturdum. Buna göre üzerinde görüntü sabitleme olmayan lenslerle çektiğim fotoğraflar toplamın yüzde birinden daha az.

O zaman da iş bu yüzde biri mi görüntü sabitlemesine kavuşturalım, yoksa yüzde doksan dokuz için daha yetkin bir görüntü sabitlemesi mi kullanalıma geliyor ki, benim için cevabı çok kolay bir soru bu.

Ancak hayatını bir 50 mil prime ile geçiren insanlar tanıyorum. Onlar için sensör üzerinde bulunan bir görüntü sabitleme sistemi çok çok daha önemli olacaktır.

Bu tür sorular hemen hemen her özellik için sorulmalı.

EOS R'ın benim içimi gıcıklayan bir özelliği, yüksek ISO değerleri ile çok verimli çalışabilmesi. Eski kameramda en çok ISO 3200'e çıkarken EOS R ile ISO 12800'ü aynı verimle kullanabiliyorum. Net iki f-stop fark! Bu da eski kamera üzerindeki f/4 lensi EOS R üzerinde f/2 gibi kullanmamı sağlıyor. 24-105 f/2L IS kulağa hiç de fena gelmiyor bana sorarsanız!

Bir kaç kez ISO 40000"e kadar çıktım. Bu fotoğrafların kusursuz olduğunu idda etmiyorum elbette, ama özellikle sosyal medya kullanımı için mükemmele yakınlar. Bir önceki hesapla, ISO 40000, eski kameradaki maksimum ISO 3200 f/4 lensi ~f/1.2 yapıyor, inanabiliyor musunuz?

Eğer düşük ışıklı ortamlarda flaşsız resim çekiyorsanız EOS R'ı tercih edebilirsiniz. Yok fotoğraf çekerken flaş kullanıyorsanız bu özellik sizi ilgilendirmez bile.

Hoş EOS R'ın üzerinde bir flaş yok zaten.

Gördünüz mü bir anda flaş girdi işin içine. Öyle insanlar var ki, kameralarının üzerindeki o flaş hiç kapanmaz. Gece, gündüz, içerisi, dışarısı, o flaş hep patlar (Grand Canyon'u flaşıyla aydınlatmaya çalışanları gördüm). Eğer flaş-obsesif biriyseniz üzerinde flaş olmadığı için EOS R'dan nefret edeceksinizdir. Tek seçeneğiniz harici bir flaş kullanmak, sonra da ona da ayrı pil tak falan... Sinir edecektir sizi.

Eğer kameranızı burst modunda özellikle bir telefoto lens ile kullanıyorsanız, yine EOS R'dan nefret edeceksinizdir. Benim Lightroom raporum bu özelliği yine yüzde bir'den daha az kullandığımı söylüyor.

İşin aslı, bu düşük seviyeli kullanımın bile dişe dokunur bir bölümü düşük ışıkta işe yarar bir netlik elde edebilmek için ya tutarsa mantığıyla çektiğim fotoğraflar. EOS R'ın yüksek ISO performansıyla bu tür çekimlere çok daha az ihtiyacım olacağını düşünürsek, EOS R'ın gerçekten kötü burst performansı benim hayatımı fazlaca değiştirmeyecektir. Ancak başka biri için bu özellik çok önemli olabilir tabi.

Video-centric bir workflow'unuz varsa EOS R'dan uzak durun derim. Bu kameranın üzerindeki video özellikleri sadece basit anlamda ortamı film edebilmek için tasarlanmış.

İşin komik tarafı, EOS R, rakiplerinin arasında self video çekimlerinin yapılabileceği tek kamera, çünkü öne bakabilen bir ekranı var. Ne Sony, ne Nikon bu işi yapabiliyor. Youtube için video hazırlıyor, ya da yürürken kendi videonuzu çekmek istiyorsanız EOS R kendi klasmanında tek seçenek!

Yine kendinize doğru soruları sorduğunuza emin olun. EOS R'ın 4K özellikleri çok çok basit ama ben 4K video çekiyor muyum? EOS R sadece 720p de sesi kaydetmeden yavaş çekim yapıyor ama ben yavaş çekim özelliğini kullanıyor muyum?

Diyeceğim o ki hemen spec'lerin cazibesine kapılmayın.

Bir Excel sheet açıp, iki kameranın özelliklerini yan yana koyup, karşılaştırmayı herkes yapabilir. Önemli olan bu özelliklerin sizin için ne kadar önemli olduklarını da karar verme sürecine katabilmek.

Ve bol bol okuyup, pratik yapmak.

Geri planı flulaştırma, yani bokeh oluşturmanın üç yöntemi vardır. Bunların en bilinen ve en çok uygulananı da hızlı bir lens, yani apperture açıklığı kullanmaktır.

Ancak bu yöntemlerin arasında en pahalısı da budur.

Bir kaç saatlik okumayla, bir kuruş bile harcamadan, daha hızlı bir lensle ulaşabileceğinizden çok daha iyi flu geri planlar yapabilirsiniz (konumuz bu değil ama odak uzaklığını artırarak ve kamera nesne/nesne geri plan oranını düşürerek de aynı sonuca ulaşılabilir).

Kompozisyon, renkler, paternler, parlaklık gibi konular üzerinde bilginizi artırarak, bir EOS R'a binlerce dolar harcamadan, iPhone'unuzla kat kat güzel fotoğraflar çekebilirsiniz.

Spesifikasyonlara tav olup, bu işe on binlerce dolar yatırmış insanlar tanıyorum. Bunlar hep konuşur ama çektikleri bir fotoğrafı göremezsiniz.

Bir ara sevgili annem mutfağı yumurta haşlama makinelerinden, yoğurt makinelerine, mutfak robotlarından elektrikli kahve değirmenlerine kadar bir çok aletle donatmıştı. Bunları ya bir kere kullanmış, ya da hiç kullanmamıştı. Aynı hesap...

Bu tuzağa düşmeyin derim.

Ama illa para harcayacağım derseniz EOS R'ı şiddetle tavsiye ederim. Söylediğini yapan, eşek gibi çalışıp, çatır çatır, hem de çok güzel fotoğraflar çeken mükemmel bir kamera.

Piyasaya sürüleli altı ay bile olmadı, Nikon Z'lerin auto focus sisteminin balon olduğu çıktı ortaya. Lensleri, her zaman olduğu gibi, bilmem ne modelin bilmem ne yılından önce ise yavaş çalışıyor, beş aks üzerinde çalışan sensör sabitlemesi üçe düşüyor falan...

Sony için 'ZQPY', Nikon için 'QDXY' bellek kartı almanız gerekiyor. Nikon'a bir battery grip aldığınızda portre çekmek için ayrı bir düğmesi yok, Nikon'un ilk çıkardığı Z Mount lensleri öyle vasat ki, neredeyse okullarda fotoğrafçılık dersini geçmek için bile yeterli olmayacaklar. 'Sony' üzerinde 'Canon' lens kullanmak için bir 'Sigma' adaptör almanız gerekiyor, lensler ya çalışıyor, ya yavaş çalışıyor, ya hiç çalışmıyor falan...

EOS R'da yok böyle şeyler.

Sevgi ile kalın...

13 Ocak 2019 Pazar

EOS R - 4

Canon EOS R'ın yeniliklerini sayfa sayfa inceleyebiliriz, ancak fotoğraf severlerin hayatını değiştiren en önemli özelliği hiç tartışmasız EVF'i yani elektronik görüntü bulucusudur.

Kamerayı gözünüze yapıştırdığınızda, fotoğrafın kapsadığı alanı gösteren sisteme viewfinder derler. EOS R'ın üzerinde bulunan viewfinder geleneksel DSLR kameralarda bulunan bir ayna-prizma sistemiyle objektife bağlı optik bir sistem değil, görüntü sensörüne bağlı yarım inç boyunda, çok detaylı minik bir ekranla çalışan elektronik bir sistemdir.

Kısacası kamerayı gözümüze yapıştırdığınızda minik bir TV ekranına bakıyor olursunuz.

Canon EOS R'ın viewfinder'ına ilk kez baktığımda o güne kadar bir kamerada gördüğüm en net, en parlak, en güzel görüntülerden birini gördüm.

EOS R, EVF sistemini kullanan ilk kamera değil, hatta EVF sistemini kullanan ilk Canon yapımı kamera da değil. Ancak EVF sisteminin benim gördüğüm, kabul edilebilir hızda ve doğallıkta kullanıldığı ilk kamera.

İlk EVF'ler oldukça yavaştı, yani kamera ya da fotoğrafın içeriği biraz hızla hareket ettiğinde görüntü atlıyor, bozuluyordu.

EVF'ler aslında birer video ekranıdırlar demiştik. Her video sisteminin de refresh rate yani yenileme hızı denilen bir değeri bulunur. Bu değer ekrandaki görüntünün saniyede kaç kez yenilendiğini gösterir. Refresh rate düştükçe hareket kesikli, yapay bir hale gelir.

İlk EVF'lerin refresh rate'leri normalden düşüktü. Kamera gözünüzdeyken hafifçe sağa yada sola döndüğünüzde ekran karışıyor, düzelmesi bir kaç saniye alıyordu. Bu da oldukça can sıkıcı bir hale gelebiliyordu. Düşünün, çocuğunuzun bahçede oynarken fotoğrafını çekmeye çalıştığınızda, her kımıldadığınızda görüntü karışıp yeniden normal hale gelmesi zaman aldığında, anı kaçırıp, istediğiniz fotoğrafı çekemeyenileyordunuz.

İlk EVF'ler düşük ışıklı ortamlarda da birer felaketlerdi. Yine görüntüleri bozuk, kesikli, üstüne bir de bol bol gürültülü, yani kumluydular.

Bu EVF'lerin çözünürlükleri, yani detayları düşük, renkleri donuk, gerçekten farklıydılar.

Ne olursa olsun, herkes geleceğin EVF'ler olduğunu biliyor, bu kaçınılmaz teknoloji de hızla gelişmeye devam ediyordu.

EVF'leri full-frame ve APS-C sensörlü kameralarda yaygın olarak ilk Sony kullandı. Yakın zamana kadar geliştirmeye devam etti ve A7/A9 kameralarının son sürümlerinde bu teknoloji artık rahatça kullanılabilir hale geldi. Sony'nin pro demekten nefret ediyorum ama ciddi kameraları diyelim, satışları Canon ve Nikon'u geçti.

Canon ve Nikon için EVF'lerin hükümranlığının başlangıcı elbette bir sürpriz olmadı, zaten bekliyorlardı. Onlar da yastığın altına sakladıkları silahlarını çıkarıp ateşe başladılar. Nikon Z serisi, Canon da EOS R kameralarını piyasaya çıkardı.

OVF kullanan DSLR kameralar bugün itibarıyla misyonlarını tamamlamış durumdadırlar. Teknoloji ölmüş, ortadan kalkması sadece zamana kalmıştır. Bu hemen yarın olacak değildir elbette, yıllar alabilir, ancak mutlaka gerçekleşecektir.

Peki nedir bu EVF'in kerameti?

Gelin beraber bakalım.

OVF'lerin bunca yıl dayanmalarının nedeni fotoğrafçıya temiz, net bir görüntü verebilmeleriydi. Görüntü için doğrudan lensi kullandıklarından, lensin üzerindeki odaklama ayarının istenene ne kadar yakın yapıldığını da gösteriyorlardı.

Ancak OVF'ler fotoğrafın çekildiğinde hangi parlaklıkta olacağını gösteremiyorlardı, çünkü bu parlaklık lens üzerinde değil, kameranın içinde oluşuyordu.

EVF'ler netlik gösterimini OVF'ler kadar kusursuz yapabilecek duruma geldiler. Netlik ayarlarına ek olarak OVF'lerin gösteremediği parlaklık değerini de göstermeğe başladılar çünkü görüntü için lense değil parlaklığın oluştuğu sensöre bakmaktaydılar. Kısacası fotoğrafı çekmeden fotoğrafın nasıl olacağını tamamen görmek mümkün oldu.

Bunun çok ilginç sonuçları oldu tabi.

Karanlık bir ortamda OVF size gözünüzün gördüğü karanlığı, yani parlaklık seciyesini gösterir. EVF ise karanlığı kompanse etmek için kamera üzerinde belirlediğiniz parlaklık değerleri sayesinde çok daha aydınlık bir görüntü verir. Disneyland'de, karanlık ride'larda EOS R'ı bir gece görüş dürbünü gibi kullanarak, bütün ışıklar açıkmış gibi gezindim.

EOS R'ın bu özelliğini yazıya dökmek çok zor. Fırsatınız olduğumda bu kamerayla karanlık bir gecede sokaklara bir bakın. Güneşli bir günde geziyor gibi olacaksınız.

EVF'ler OVF sistemindeki ayna/prizma elementlerini ortadan kaldırdı ve bunun birden fazla sonucu oldu sevgili arkadaşlar.

Bir kere kamera hafifledi. Prizmalar, aynalar ve bunları hareket ettiren sistem cam ve metalden yapılır. Bunlar da haliyle ağırdırlar.

Kameralar daha sessiz çalışmaya başladı. Bir DSLR'ın fotoğraf çekerken çıkardığı gürültü bu aynanın kapanıp açılması ve shutter perdesinin hareketinden kaynaklanır. Bu sistem rahatsız edecek kadar çok gürültü çıkarır. EVF sistemlerde aynanın hareketi ortadan kalkmıştır. Şimdilik perde sesi kalmış olsa da çok yakında bu perde de ortadan kalkacaktır. Bu günlerde elektronik perde ile sıfır gürültülü fotoğraf çekebiliyoruz, ancak elektronik perdeler henüz mekanik perdeleri kaldıracak kadar hızlanmadı. Bu da sadece bir zaman meselesi tabi.

Mekanik hareketler bir titreşim yaratır. Aynanın hareketinin olmadığı EVF sisteminde kamera daha az sarsılır, fotoğraflar da daha net çıkar.

EVF'ler aslında birer TV ekranıdır demiştik sevgili arkadaşlar.

Görüntünün elektronik olarak gösterildiği bu sistemde sadece lensin gördüğü manzara ile yetinmek zorunda değilsinizdir. Teorik olarak lensin görüntüsünün üzerinde porno film bile oynatabilirsiniz.

OVF'lerde bakınca lensin gördüğü görüntünün üzerinde araya konulmuş Auto Focus sisteminin noktalarını kenarında ise üzerinde basit parlaklık değerlerinin yazılı olduğu ilkel bir dijital göstergeyi görüyorduk.

EVF ise bunun üzerine neler koyup göstermiyor...

Bir kere kamera üzerindeki değerlerin bir çoğunu görebiliyorsunuz. AF modu, Drive, ISO, Apperture, Shutter Speed, vesaire, vesaire. Wi-Fi açık mı, onu bile söylüyor.

Ancak iki değer var ki, benim hayatımı değiştirdi.

Bunlardan ilki EVF üzerinden "fotoğrafı çekerken" görebildiğiniz bir histogram.

Eski 60D'm bile bir histogram gösterebiliyordu ama sadece arka ekranda. Arka ekranı da kimse resim çekerken kullanmayıp, OVF'e baktığı için histograma sadece fotoğrafı çektikten sonra ulaşmak mümkündü. O zaman da çok geç oluyordu ve aynı fotoğrafı doğru parlaklık ayarlarıyla yeniden çekebilecek olabilseniz bile hava güneşli ise arka ekranda yine bir şey görebilmek imkansız olabiliyordu.

Ne işe yarar bu histogram derseniz, arzedeyim.

Histogram, fotoğrafın parlaklığını gösteren bir grafiktir. Yatay ekseni üzerinde en karanlıktan en aydınlığa fotoğrafın gösterebileceği parlaklık değerleri, dikey eksende de fotoğraf üzerinde bu parlaklık değerine sahip kaç nokta olduğu bulunur.

Kamera üzerinde parlaklığı artıracak değerler kullandıysanız, yani objektifi açıp (apperture), poz süresini (shutter speed) artırdıysanız, ya da ISO değerini yüksek tuttuysanız, bu grafik sağa doğru kayar. Bu esnada bir'den fazla maksimum parlaklığa sahip nokta görürseniz demektir ki highlight denilen parlak noktalardaki detayların bir bölümü kaybolmuştur. Bu grafiği sola çekmek için parlaklığı olası bir kaç yöntemden birini kullanarak düşürmeniz gerekir. Aynı şekilde parlaklık ayarları olması gerekenden düşükse bu kez grafik sola kayar ve bir'den fazla maksimum karanlık değerine sahip noktalar oluşur. Bu kez de shaddows denilen karanlık noktalarda detayları kaybetmişsiniz demektir.

İdeali, görüntüde minimum ve maksimum parlaklığa sahip hiç bir nokta bulunmamasıdır. Eğer varsa da bunun fotoğrafçının bir tercihi olması, ayarlardan doğan istem dışı bir sorun olmaması gerekir.

Doğru parlaklıkta resim çekebilmek için histogram çok, çok önemli bir göstergedir. EVF üzerinde bir histogram görebilmekten dolayı ne kadar mutluyum, anlatamam.

EVF'in bana ikinci yardımı ise bir düzey göstergesini resmin üzerine koyması.

Eğri çekilmiş bir fotoğraf kadar çok az şey gözümü rahatsız eder sevgili arkadaşlar. Facebook ya da Instagram üzerinde arkadaşlarımın çektiği eğri bir ufuk çizgisi, ya da sağa, sola yatmış binalar gördüğümde bazen resmi Photoshop'da düzeltip, geri onlara göndermemek için kendimi zor tutarım.

Çok nadir durumlarda bu eğrilikler istemlidir, yani estetik, sanatsal nedenlerle bilerek konur, ancak eğri çekilmiş bin fotoğrafın dokuz yüz doksan dokuzunda bu eğrilik istemsiz, farkında olmadan ya da umursanmadığından bulunur.

EOS R, fotoğrafı çekerken bir seviye göstergesi ile, iki eksende kamerayı ne kadar doğru tuttuğunuzu EVF üzerinden size gösterir. Böylece doğru seviyeli resimler çekip, sonradan düzeltmek zorunda kalmazsınız.

EVF'lerin başkaca bir özelliği, kare içerisinde seçtiğiniz bir bölümü büyütüp, size göstermeleri. Bu, netliği yakalamak, ya da bir gurup resminde örneğin özel birini gözü açık mı, emin olmak için çok faydalıdır. EOS R, bir noktayı beş ya da on kez büyütebiliyor. Eski OVF'ler ile hiç bir şekilde olanaklı olmayan bir özellik bu.

EVF ile çekilmiş resimleri yeniden izlemek mümkün. Arkadaki ekrandan rahat rahat görürüm, niye EVF'e bakayım diye sorarsanız, yine güneşli günler diyeceğim. EVF'in çözünürlüğü arkadaki ekrandan çok daha yüksek. Bu sayede resimleri çok daha fazla detayları ile izlemek mümkün.

EOS R'da, EVF'ten bakarak video da çekebiliyorsunuz. OVF'lerde bu da mümkün değildi.

Auto Focus kullanmak istemediğiniz, Auto Focus sonrasında netliği daha detaylı ayarlamak istediğiniz, ya da ben mazoşistim, ilgi çekmek istiyorum motifleriyle Auto Focus'u desteklemeyen bir lens kullandığınız zamanlarda bu işi EVF üzerinden yapabiliyorsunuz.

Elbette bu iş için yukarda da bahsettiğimiz görüntü büyütme yöntemini kullanabilirsiniz, ancak EOS R size daha hassas, nokta atışlı olanaklar sunuyor.

Focus peeking isimli bir yöntemle o anki odakta bulunan, yani en net bölgenin kenarları renkli bir biçimde gösteriliyor.

Focus guide isimli bir sistem de aynı Auto Focus'da kullanılan karelerden birini netlemek istediğiniz bölgeye getirdiğinizde, odak noktasının seçtiğiniz alanın önünde mi, arkasında mı olduğunu, hatta netleme halkasını hangi yöne çevirmeniz gerektiğini bile gösteriyor.

Yine EVF üzerinde netlemenin kaç metre için yapıldığını da görmek mümkün, ama sadece RF lensleri ile.

EVF üzerinde değişik Auto Focus modlarını da rahatlıkla izleyebiliyorsunuz.

Auto Focus, EOS R üzerinde tek tek fotoğraf çekilen senaryolarda, şimdiye kadar gördüğüm en hassas ve hızlısı. Burst modunda ise her kare için ayrı ayrı Auto Focus yapmak istediğinizde, bir saniyede çekebileceğiniz kare sayısı sekiz'den kağıt üzerinde beş'e, pratikte iki'ye kadar düşebiliyor. Spor müsabakalarını ya da kaplanları ve kuşları çekiyorsanız çok hoşlaşmayabilirsiniz.

Auto focus yöntemleri içerisinde beş küsür bin noktaya taşıyabileceğiniz focus karesi, bu karenin bir alanı kaplayan büyük halleri, insan yüzünü ve isterseniz doğrudan gözleri izleyebiliyorsunuz.

Internet üzerinde yaa, bu göz izleme o kadar hassas değil falan diye geleneksel bir gürültü var ama ben bu yüz ve göz izleme sisteminin fazlasıyla hassas ve yeterli buldum. Çok da memnunum. Bu arada göz takibini burst modunda yani devamlı fotoğraf çekiminde kullanamıyorsunuz. Buna da miyavlıyorlar, sanki portre çekerken burst moduna geçip, kamerayı karşıdaki insanın yüzüne çevirip, pırrrrr diye saniyede sekiz fotoğraf çekecekmişsiniz gibi...

İşte böyle...

Fotoğrafçılık meraklıları anlayacaktır, viewfinder kameranın üzerindeki en büyük ve en önemli yardımcınızdır. EOS R'ın viewfinder'ı benden on üzerinden on, geçer not aldı.

Sevgi ile kalın.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...