2 Temmuz 2017 Pazar

Rejim Değiştirme Oyunu

Panama, Granada gibi gerçekten ölçek olarak mikroskobik bir iki ülkeyi saymazsak, Amerikanın rejim ya da sınır değiştirmeye kalkıp da eline yüzüne bulaştırmadığı bir örnek gerçekten zor buluruz.

Sağdan sayalım.

Kore'de sıçtılar, Hem kendi girdikleri savaşı utanç verici bir biçimde kaçarak, yenilgi ile tamamladılar, hem de onlara şükür ki Kuzey Kore bugün dünyanın baş elası.

Vietnamda da sıçtılar, yine kendi girdikleri savaşta yenildiler, üstüne Kore gibi Güney Vietnam falan bile çıkamadı bu savaştan. Tek başına Kuzey Vietnam, "Kuzey" kelimesini attı sadece.

Küba"da Batista'yı desteklediler, Fidel ölene kadar dünyanın belki de en komünist ülkesi olarak kaldı. Orda da sıçtılar, sonra ambargoydu, izolasyondu, parmak kadar ülkeden sinirlerini çıkardılar.

Irak'ı kışkırtıp, İran'la savaşa soktular, bugün Irak diye bir devlet teoride bile zor var. İran yarısını aldı, Amerika birazını Kürtlere bırakabilir miyiz de bize bir üs çıksın diye uğraşıyor.

Amerika'nın gelmiş geçmiş en kötü başkanı Obama Suriye"de öyle bir sıçtı ki, Ruslar bir daha gitmemek üzere Akdeniz'e çöreklendi.

Şimdi de Fellah'ların peşindeler, bakalım altından ne çıkacak. Sırada ise İran ve biz varız.

Bunları şu Robin isimli arkadaşın kehanetlerine istinaden yazıyorum. Türkiye bölünebilir falan demiş de...

Aslında bu konuda haklı, Türkiyenin bölünme olasılığı yok değil hatta çok da az sayılmayabilir - keşke olmasa tabi ama...

Ancak bu sarsakça oynadıkları rejim ve sınır değiştirme oyunu, geçmişte örnekleri göründüğü üzere pek de onların istedikleri gibi bitmeyebilir.

Benden uyarması...

30 Haziran 2017 Cuma

Öyküler I

Babam annemle tanıştığında hava kuvvetlerinde pilotmuş. Bir süre Annem Ankara'da, babam Merzifon'da, şark hizmetinde devam etmişler. Rivayete göre annemi Ankara'da görmek için bir jet uçağını kaçırıp Merzifon'dan Ankaraya uçmuş, bir iki saat geçirip kimseye çaktırmadan geri dönmüş. Ama dediğim gibi rivayet işte 😛

Sonra evlenmişler, daha sonra da ben gelmişim. Gözümü Merzifon'da açmışım, kah hava üssünün içinde, kah kenarında beş yaşıma kadar yaşamışım, oralarda büyümüşüm.

O küçücük halimle F-5'lerin, T-33'lerin, helikopterlerin içinde hem gözlerim, hem kulaklarım bunların sıfatlarına ve gürültülerine o kadar alışmış ki bu gün bile gözlerim bir kapansın, yanımda top patlasa uyanmam. Uçakta türbülansmış, inişmiş, kalkışmış hiç iplemem, hele yanımda kimse yoksa uçak daha kalkmadan vurur kafayı uyurum.

1997 ile 2000 yılları arasında yılın büyük bölümünü iş nedeniyle Lozan dışında geçirdim. Hemen her Pazartesi Krakow'a uçar, Cuma günü de geri gelirdim. Sadece ben değil tabi. Çalıştığım şirketin birçok departmanından envai çeşit insan da bu Pazartesi-Cuma rutinini yapardı. Dalgasını bile geçerdik, Cenevre-Zürih uçuşumda kahvaltıyı bitirelim, Zürih-Krakow uçuşumda staff meeting (personel toplantısı) var diye.

Krakow'a indiğimizde herkes kendi sorumluluk bölgesine dağılır, işimizi yapmaya başlardık. Perşembe akşamları ise haftanın finali olduğundan, nasıl söyleyeyim, biraz uzun, biraz alkol-yoğun olurlardı.

İşte. bu "yoğun" Perşembe akşamları yüzünden cuma günkü uçuşumuz da Pazartesi günkü gelişimize göre çok daha "sessiz" geçerdi. Ben uçağa biner binmez uyumaya başlardım. O zamanlar Krakow-Zürih seferlerini zaten el kadar, pervaneli Saab'lar yaparlardı ve geniş uçaklardaki gibi ara koridorlar olmadığı için hemen her zaman pencere kenarına denk gelirdim. Kafamı uçağın duvarına dayar, Zürih'e kadar gözümü açmadan uyurdum.

Bir çok kez uçak iner, diğer yolcular uçağı terkeder ve şirketten kimse geçerken uyandırmamışsa, hostesler dürterek "Zürihe geldik" diye uyandırırlardı. İkinci senenin sonuna doğru bu hattın gediklisi bazı hosteslerle ismen bile tanışmıştık, hostesler "Mösyo Nalcı, onarive" demeye başlamışlardı😛

Yine bir Cuma, uçağın içinde kalkışı bekliyorduk. Yaşayanlarınız bilir, Polonya'nın iklimi çok serttir. O gün de öyle bir yağmur ve rüzgar var ki, uçak durduğu yerde sallanıyor. Hani biraz daha hızlı esse, uçağı ters çevirecek. Camdan baktığınızda dışarısı görünmüyor, simsiyah bulutlar ve su damlacıkları.

Uçağın iki pervanesi arı vızıltısı gibi bir ses çıkararak dönüyorlar.

İkinci pilot anonsunu yaptı "Ladies and gentelmen, due to adverse weather condırions..." Yani kötü hava koşulları sebebiyle kalkamıyoruz. Adam Amerikalı, aksansız İngilizce konuşuyor. "Rüzgar bilmem kaç knot'ın üzerine çıkarsa kalkış yapılamaz..."

Tam bu anda bir Lufthansa B-737 vızzz diya kalktı.

Bizimki yeniden aldı mikrofonu eline. Hoş, almasa da kibrit kutusu kadar uçakta zaten herkes duyuyor. Kabin kapısı ardına kadar açık, ben de ilk sıradayım zaten, LCD'leri okuyabileceğim biraz zorlasam.

"This is against regulations. They shouldn't have taken off. Maybe they found a window..."

Bu yaptıkları kurallara aykırı, kalkmamaları gerekirdi, belki bir ara rüzgarın hızı düşmüştür diyor.

Biraz sonra gürrrrr diye bir Austrian Airlines uçağı daha kalktı. Uçaktakiler yavaş yavaş homurdanmaya başlamıştı. Herkes eve dönmek istiyordu. Bizimki pist başına geldi, kalkış sırası bizimdi. Uçak rüzgar ve yağmurdan durduğu yerde sallanıyordu.

Bizimki yeniden aldı mikrofonu eline. "Ladies and gentlemen, I know you are getting impatient but this is for your safety..."

Tam bu anda kapıdan kaptanı duydum "I'm going man!...". İkinci pilot da anonsunu tamamlıyordu "...this is for your safety.... Damn we are going!, Ladies and gentlemen, we're taking off!"

Pervaneler hızlanıp, arı vızıltısından sivrisinek vızıltısına terfi ettiler. Bir on saniye geçmemişti ki havadaydık. Demek rüzgar tam karşıdan esiyordu ki uçak kısa zamanda kalkış için gerekli hava süratine ulaşmıştı.

Böyle durumlarda kalkış kolay olur da, kalktıktan sonrası biraz maceralıdır, hele küçük uçaklar için.

Yerden elli metre kadar yükselmiştik ki uçak, uzun bir halının ucundan tutup yukarı-aşağı salladığınızda halının üzerinde kalmış tozlar gibi silkelendi. Bir iki yolcu "Böğğğğğ" diye torbalarını kapıp, yanlarına yıkıldı.

Sonrasını hatırlamıyorum. Yeniden uyumuşum. Zürih'te "Mösyö! Onarive..." ile uyandım😛

***

Yıl 2003'tü herhalde. Bir arkadaşla Brezilya'da tatildeydik. Rio'da gerçekten "uzun" bir akşam geçirmiş, iki saatlik uykuyla hava alanına gelmiştik. Manaus'a, yani Amazon'un göbeğine uçacaktık, ancak uçak Brasilia'da aktarma yapacaktı.

Monitörlerden kapımızı bulduk, boarding pass'lerimizi gösterip bekleme bölgesine oturduk. Sonra boarding başladı. Kapı önünde sıraya girdik, boarding pass'lerimizi verdik, görevli onları alıp önce kontrol etti, sonra da cırt diye yırtıp, koltuk numaramızı gösteren ufak kuponları bize geri verdi.

Otobüse binip uçağa gittik. Brezilya'da uçaklar aynen bizdeki gibi. Herkes ayakta, kimi ileri, kimi geri gitmeye çalışır, çocuklar koşuşturur, insanlar oturup beklemek yerine dolapları açar, çantalarından ıvır-zıvır çıkarır falan...

Koltuklarımıza gidene kadar her halde bir on dakika geçti, tam oturacağız, baktım ki koltuklarda başkaları oturuyor.

Hem uykusuzluk, hem de koridordaki eziyet canıma yetmişti. Yerimde oturan adamı dürtüp, "Sir" dedim, "Bu koltuklar bizim".

"Sizin koltuk numaranız kaç?" diye sordu. "17A ve 17B". dedik. "Bizimkiler de 17A ve 17B" dedi.

Tabi hemen boarding pass'eri çektik. Son bir daha göz ucuyla baktım, çuvallayıp rezil olmayalım diye, koç gibi 17A.

Hemen pişti yaptım tabi.

Adamlar da şaşırdı, onlar da kendi boarding pass'lerini bizim gözümüze soktular. "17A, 17B".

Burası Kamil Koç değil ki, bilgisayardan çıkmış biletler. Biletçi kız dalıp da mükerrer koltuk numarası vermiş olamaz. Aklım almadı o an nasıl aynı koltuk numaraları olabilir her ikimizde de...

Sonra adamlardan biri "Şu boarding pass'ini bir daha versene" dedi. Verdim. Bülent Nalci, 17A Flight 123ABC, Brasilia.

Adam bir daha baktı ve başladı gülmeye.

"Bu uçak Fortaleza'ya gidiyor. Sizin biletiniz Brasilia'ya!"

Kendimi o sarışın şakalarından birinin içinde zannettim. Burası Afyonkarahisar otobüs terminali değil ki elini kolunu sallayarak kapısını açık bulduğun her uçağa binesin... Bir hava alanında istesen de yanlış uçağa binemezsin. Girişte başlarlar bilet kontrolüne, uçağın kapısına kadar sürer. Biletinin olmadığı bir uçağa girebilmek çok ciddi bir güvenlik ihlalidir.

"Ne Fortaleza'sı?" dedim. "Brasilia uçuşu için kapı A-12 diye okuduk, oraya da geldik"

"O kapı değişti, yeni kapı numarası anons ettiler duymadınız mı?"

Duyduk babacım da biz salağız, o bakımdan yanlış olduğunu bile bile yine bu kapıya geldik.

"Ne anonsu? Biz anons falan duymadık"

Diğer yolcular da başladı mı gülmeye... Ömrümde çok az bu kadar utanmışımdır. Bir anda avanak turist olduk, ben de, arkadaşım da.

Yine savaşarak uçağın kapısına geri gittik ancak geçtiğimiz her sıradaki yolcular bize gülüyorlardı. "Brasilia'ya gidiyorlarmış...", "Fortaleza uçağına yanlışlıkla binmişler...", "Ha, ha, ha..."

"Ama bizim boarding pass'lerimizi kontrol edip kapıya aldılar, otobüse binmeden bir daha kontrol edip bilet kısmını yırttılar. Bizim bu uçağın içine kadar gelemiyor olmamız gerekirdi..." falan dedim ama hep içimden tabi.

Terminale döndüğümüzde anonslar yıkıyordu ortalığı. "Bülent, Thomas, Brasilia uçuşu için son çağrı..."

Bir hafta sonra bizi Avrupaya götürecek Trans-Atlantik uçuşumuz yine bu hava alanından dört saat "erken" kalktı! Tesadüfen hava alanına erken gelmiştik, yoksa uçağımızı kaçıracaktık...

Yine kıtalararası uçtuğumuz DC-10, çocukluğumun Seyranbağları dolmuşlarından daha kötü durumdaydı.

Herhalde bu nedenlerden Varig isimli havayolu firması artık aramızda değil, yıllar önce iflas etti.

Bu tatilden bir kaç yıl sonra Jelena ile bir Brezilya seyahati daha yapmıştık. Bin küsür dolar fazla ödeyip o zaman hala işlevini sürdüren Varig yerine Luftwaffe ile uçmuştuk. Uçaklar en azından söylendiği saatlerde kalktı 😛

***

Eski Sovyet devletlerinin dünyaya açıldığı ilk zamanlar, yani 1990'ların ikinci yarısı. Acil bir nedenle iş için Kazakistana gitmem gerekti. Sekreterimiz uçuşu ayarladı, biletlerimi verdi ve bana imar inmez ofise git istersen, ilk günü tamamen kullanabilirsin dedi.

Güzel haberdi bu. Genelde iş gezilerinde ilk gün yolda harcanır, en iyisinden akşama doğru bir-iki saat ofiste kalabilir, o da zaten kakara kikiri ile geçerdi. İlk günü tamamen ofiste geçirmek bir gün önce dönmek demekti ki, o zamanlar Kazakistan pek de popüler bir turist destinasyonu sayılmazdı.

Biletlere bir baktım, uçak saat sabah üçte iniyor. Genelde işbaşı saatinin dokuz olduğunu düşünürseniz, direkt ofise gitmek nasıl olur, çok da anlamadım, ancak üstelemedim de.

Viyana aktarmalı uçuyorum, Cenevre uçağı da sabahın altısında kalkıyor. Geceyi mecburen Cenevrede, hava alanının dibinde bir otelde geçirdim.

Viyanada ise mutlu haberi verdiler. Business Class overbooked. Kazakistan da öyle Paris değil ki başka havayolu ile uçasın. Biraz miyavladım ve Austrian adamları sen merak etme, biz sana Business Class servis yaparız dediler.

Uçağa bindik. O zaman uçuşlarda sigara içiliyor, beni ekonominin en arkasındaki sigara içilen sıraya oturttular. Sağ ve sol yanım boş. Bir hostes koltuk arkasındaki masayı indirip üzerine bir masa örtüsü yerleştirdi. Bir bardak şampanya ikram etti.

Etrafımdaki ekonomi yolcuları durumu anlamamışlardı. Kendilerime de aynı servis yapılacak diye bekliyorlardı ama tahmin edersiniz sonucu artık...
Böylece hayatımın en görgüsüz yolculuğunu yaptım😛

Ekonomi yolcuları geri planda kutu içindeki yemeklerini yer ve homurdanırken kişisel hostesim yemek boyunca başımda bekledi, bana menü verip siparişimi aldı, şarap listesinden şarabımı seçtim, yemek üstüne bir konyakla kahve ve sigaramı içtim. Sonrada tabi ki kesintisiz uyudum.

Hostesin dürtmesiyle uyandım. İniyorduk. Koltukları dik, masaları kapa muhabbeti.

Sonra da pilotun anonsu.

"Sayın yolcular, pist yüzeyi engebeli, o yüzden inerken "biraz" sarsılabiliriz, endişe etmeyin!"

Lan ne demek pist düz değil? Koca A-310'lar iniyor, düzeltememişler mi pisti?

Böyle bir anonsu hayatımda ilk ve son defa Almaty'de duymuştum.

Uçak indi ve gerçekten çocukken suyun üzerinde sektirdiğimiz taşlar gibi pat! pat! pat! diye zıplayıp durdu.

Ama tam durdu!

Öyle taxiway'e, aprona, kapıya falan gitmeden, zart diye indiğimiz pistin ortasında durdu. Pilot kontağı kapadı, ışıkları söndürdü, dead in the water derler ya, bir anda hayalet uçak olduk.

Karanlıkta beklemeye başladık.

Karanlık uçağın içinde miğferi, otomatik tüfeği falan tam teşekküllü bir Kazak cengaveri filmlerde operasyon yapan SAS komandolarının lazer pointerleri gibi bir el fenerini yolcuların yüzünde hızlı hızlı gezdirerek, rap rap en arkaya geldi, durdu.

Yolcular en önden başlayıp, teker teker uçaktan inmeye başladı. Yarım saat falan sonra sıra ancak bana gelmişti.

Ön kapıya geldiğimde daha uçaktan dışarı adımımı atamadan gözlerimin içine projektör gibi bir fener, göbeğime de bir Kalaşnikov namlusu dayanmıştı.

"Documents!"

Verelim abi, kızma....

Pasaportuma baktı ve namluyu indirip geç diye işaret etti. Terminale geldiğimizde herhalde pasaportumu bir on kere daha göstermiştim. Her iki metrede bir banko, her bankoda "Documents!". Sonradan öğrendim, bunlardan geçerken pasaportun arasına beş-on dolar koymak adettenmiş. Cahillik işte, üç saat sürdü havaalanından çıkmak.

Sonunda sekreterin niye direkt ofise gidebilirsin dediğini de anlamıştım. Saat sekize geliyordu.

Misafirhaneye gidip bavulu bıraktım. Bir duş, bir traş, ofise giderim derken traş takımının parça parça olduğunu gördüm. Resepsiyonu aradım, kız Türk, bir kazakla evli, Türkçe konuşuyoruz.

"Nerede traş bıçağı ve traş köpüğü bulabilirim?" diye sordum. Kız güldü. "Bulamazsın" dedi, "Ayrıca traş olmana da gerek yok, ofiste kimse farketmez" dedi.

Bir duş almak için odaya gittim, masanın üzerinde bir not buldum.

"Soğuk su her gün Amerikan elçiliği tarafından radyasyon içeriği için kontrol ediliyor, ama sıcak su bu kontrolün dışımda. O yüzden duş yaparken ağızınızı açmayın"

İki hafta soğuk duş almıştım😜

Takım elbiseyi, kravatı falan bıraktım, bir kot, bir tişört giydim, odadan çıktım. Şoför beni bekliyordu.

"Welcome to Kazakhstan!" dedi...

***

Kazakistan'da (o zamanlar) taksi yoktu. Ya da başka bir açıdan bütün özel arabalar birer taksiydi. Rusça'da taçka derler. Yolun kenarında durup elinizi kaldırırsınız, ıslık çalarsınız falan ve geçen arabalardan biri durur. Şuraya gidiyorum dersiniz, pazarlık yapar, anlaşırsanız ve atlarsınız adamın arabasına, sizi gideceğiniz yere götürür.

Mükemmel pratik bir sistem, ancak Rusça bilmiyorsanız işe yaramıyor. Misafirhaneden çıkıp şehre gittiğimizde misafirhanenin ve dolayısıyla şoförün menzilinden çıktığımız için tek çare bu taçkalarla oraya buraya gitmekti.

Malik İsimli Kazak bir arkadaşla çalışıyorduk. Üniversiteyi Moskovada okumuş, bizim İstanbul Türkçesi gibi Moskova Rusçası konuşuyordu. Restoranda garsonlar siparişi hazırol'da alıyorlardı, anlayın. Sağolsun hep o bir taçka bulur, beni misafirhaneye yollardı.

Fabrikada yemek çok kötüydü. Her biri en az yüz kiloluk kadınlar hazırlıyor, asker usulü tepsilere dan diye kepçeyi boşaltıyorlardı. Herkes bu kadınlara "Mother Russia" diyordu. Zaten herşeyi yiyemeyen problem çocuk ben, bu yemekleri namümkün yiyemiyordum.

O gün ofiste işimiz uzayacaktı. Malik'e "Hadi gel öğlen yemeğini dışarıda yiyelim" dedim. Aklımda şaşlık dedikleri şiş kebabı ve sebzeli pilav vardı. Koca bir kazanda, bir restoranın bahçesinde pişerken görmüştüm.

"Tamam" dedi, "Sen bekle, bir taçka bulup geliyorum".

"Ya.." dedim, "Gerçekten hiç mi taksi yok bu memlekette?"

Malik "Bir taşıma servisi var ama hiç denemedim" dedi.

"Gel çağıralım bir tane, hem de denemiş oluruz" dedim.

Eğer bu taksi servisi gerçekten çalışırsa Malikin yanımda olmadığı zamanlar da sağa sola gidebilmek mükemmel olacaktı. Yoksa hepimiz misafirhanede sabah akşam aynı insanları görmekten kafayı yiyecektik.

Malik bu "taşıma" servisini aradı, bir on dakika sonra da otomatik tüfekli, kurt köpekli güvenlik görevlilerin arasından geçip, fabrikanın önüne çıktık.

Kapının önünde her halde bir on beş metre boyunda simsiyah camlı koca bir limuzin bekliyordu. General üniformalı, şapkalı şoför bize kapıyı açtı.

İçeri girdik. Buz dolabımda viskisi, air freshner kokusu ve müziği ile tam bir p.venk arabası!

Şoför İngilizce "Bir şeye ihtiyacınız var mı?" diye sordu, ama "Can I help you with anything?" derken "anything" kelimesi fazlasıyla manalı bir biçimde "🎵anything🎶" şeklinde geldi kulaklarımıza. Bu "anything" 'i kuzeyden güneye her şey ile değerlendirebileceğimizin farkında ola ola "şaşlık" dedik.

"Siz bilirsiniz" dedi ve bizi restorana götürdü.

Eve dönüş zamanı gelmişti. Son akşam Malikle oturup, üçüncü sınıf bir şişe Rus votkasını bitirmiştik. Ayakta zor duruyordum. Malik bir taçka buldu, "Hırrr!", "Harrr!", "Gırrr!", "Haraşo" şeklinde pazarlığı tamamlayıp - Rusça kulağa ilk başlarda bu şekilde gelir, havaalanına kadar kaç Tenge'ye anlaşmışlarsa onu da peşin verdi. Görüşmek üzere deyip ayrıldık.

Bir on beş dakika gittik ve sonra arabanın motoru canhıraş sesler arasında durdu.

Ben arka koltuktayım, şoför indi, bana biraz hırlayıp "davay" dedi. Ayakta duracak halim yok, indim arabadan. Başladık arabayı itmeye.

Arabayı yolun kenarında bıraktık. Şoför bagajı açıp kirli bir bidonu aldı ve kıçını dönüp gitti. Ben de gecenin kör karanlığında, Kazakistanın kim bilir neresinde, bir yolun kenarında pipi gibi kaldım.

İlk başlarda uçağı kaçırmasam bari derken, zaman geçtikçe acaba bu günü kıçımı kaptırmadan atlatabilecek miyim'e geldim.

Aradan bir saat falan geçmişti ki bizim adam elinde bir bidon benzinle geldi. Ben arkadan iterken, bu motoru çalıştırdı, hırt-pırt kırk beş dakika gittikten sonra hava alanını bulabildik.

Uçakta bu kez gerçek Business Class kabinindeydim ama inanın, bir bardak su bile içmedim. Viyana'ya kadar deliksiz uyudum.

***

Size uçak maceralarımı anlatmaya devam edeceğim arkadaşlar. Bunlardan bazılarını başka yazılarda aynen ya da daha az detayla anlatmış olabilirim. Okudu yada hatırladı iseniz, ikinci baskı için özür dilerim.

Şimdilik bu kadar. Bizi izlemeye devam edin😛

22 Haziran 2017 Perşembe

Duopoli

Şu Kuzey Kore üzerinden uçan Amerika'nın süpersonik bombardıman uçağı B-1'i yapan Rockwell International firması bugün artık aramızda değil.

Amerikan donanmasının hava gücünün bel kemiği olan F/A 18 Hornet'leri yapan McDonnell Douglas firması da bugün yok.

Yine Amerikan hava kuvvetlerinin bel kemiği olan F-15 C Eagle ve F-15 E Strike Eagle uçaklarını yapan aynı firma, McDonnell Douglas. Yani "nada", yok ortalıkta.

Aynı firma nakliye filosunun bel kemiği C-17 Globemaster'ları da yapıyordu.

Şu bizde de bulunan F-16 Viper'ları yapan General Dynamics firması da yok artık.

İncirlikten bol bol kalkan, tank katili dedikleri A-10 Warthog'ları yapan Fairchild Republic de yok ortada.

Kısacası Amerikan Hava Kuvvetlerinin envanterinde bulunan uçakların çoğunu orijinalde yapan firmalar ortadan kalkmış durumda. Ya iflas, ya uçak yapmayı bırakmış, ya da Boeing veya Lockheed tarafından satın alınmış durumdalar.

B-21 bombardıman uçağından başka projesi olmayan Northrop-Grumman'ı saymazsanız ABD savunma sanayisi Boeing ile Lockheed arasında bir duopol olmuş durumda.

Duopoli kötü şeydir arkadaşlar. Verimsizdir, rekabet yoktur, gelişim, yeni ürün falan hep azdır, zor gelir.

Bütün dünyada sular ısınırken ABD bir savaş tehdidini iki firmayla karşılamayı göze alamaz bence.

Trump amca sanki kesenin ağızını açıp, bu defense contractor yani savunma şirketlerini biraz yağlayacak gibi.

Gidişat biraz kaka...

20 Haziran 2017 Salı

Uygarlık

Uygarlığın sonuçlarını taklit ederek uygar olmaya çalışan acayip bir millettir Türk milleti. Bir de bu işi yaparken o kadar yüzüne gözüne bulaştırır ki, çoğu zaman komik, aptal durumlara düşer.

Yıl doksan bir miydi, doksan iki miydi bilmiyorum, baba Bush Ankaraya gelecekti. Eh, koca "Amarika" başkanı geldiğine göre ona uygar gözükmemiz lazımdı. O yüzden birileri gitmiş, Amarika'yı görmüş birilerine sormuş anlaşılan ki, Esenboğa'dan şehire gelen ve şehir içinde Bush'un gideceği her yolun sağ ve sollarına sarı çizgi çekmişlerdi.

Bu sarı çizgi işi Amarika'ya özgü bir şeydir arkadaşlar, ve ben çok kullanışlı bulurum. Yol kenarlarını ve gidiş gelişli yolları birbirinden ayırır. Solunuzda sarı çizgi varsa soldaki şerit ters yönden gelenlere, beyaz çizgi varsa sizle aynı yöne gidenlere ayrılmıştır.

Avrupa'da daha hiç görmedim bu usulü. Eğer geliş-gidiş bir refüj ile ayrılmamışsa ya asfalta gidiş yönünü gösteren oklar çizerler, ya da levhalarla hangi şerit ne yöne gidiyor, gösterirler.

Ancak konumuz Amarika, Evropa karşılaştırması değil.

Uygarlık bir gereksinimden yoka çıkıp, böyle bir çözüm bulmuş. Gereksinim hangi şeridin ne yöne gideceğini bilme, çözüm de sarı-beyaz çizgiler (ya da oklar, levhalar, vesaire).

Uygarlık bu gereksinimi üretebilmek işte. Ancak biz uygarlığı uygarlara benzemek olarak algıladığımız için, uygarlığı yolları sarıya boyamak şeklinde uygulamaya çalışıyoruz. Halbuki en azından o günlerin Türkiye'sinde yolları bırakın sarıya, gök kuşağının renklerinden puantiyeye de boyasanız, her şeritte, her yöne giden araç, hayvan ve insan bulabilirdiniz.

Uygarlık, ez cümle bir şeridin hangi yöne gittiğini bilme ihtiyacı, yoksa asfaltı sarıya boyama eylemi değil.

Benzeri bir örnek şu sıralar, özellikle sosyal medyada karşıma çıkıyor. 1930-40'lardan kalma, üzerlerinde etekli Türk kadınlarının bulunduğu siyah beyaz resimler paylaşılıyor. Bazen bu resimlerin yanında, günümüzden türbanlı imam-hatip öğrencilerinin bulunduğu kontrast yaratma amaçlı resimler de paylaşılıyor.

Mesaj ise çok açık. Elli yıl önce çok uygardık, bakın şimdi ne hale geldik.

Çünkü etek giymeyi uygarlık zannedip, etek giymeyince ilkelleştiğimizi düşünüyorlar.

Halbuki uygarlık etek giymek değil. Etek giymek sadece bir sonuç.

Uygarlık, etek giymenin cinsel referanslara bağlanmadığı, kadın bacağının sex shop'larda satılan oyuncaklardan biri değil de, yürümeye yarayan bir organ olduğunun anlaşılıp özümsenmesi (bu tabi ki kadın bacaklarının estetikliklerine zul getirmiyor, ama kadınların elleri de estetik olarak güzeldir, ne var ki bir mini-eldiven giyme problemimiz yok, anladınız her halde).

Cumhuriyet kadınlarının resimlerine dönersek...

Bu resimlerdeki etekli kadınların uygarlığa ve cumhuriyete bağlılıklarından kuşkum yok - öz annem de bunlardan biriydi, sadece bunu ülkenin uygarlığının bir ölçüsü yapmayı yanlış buluyorum. Yoksa o günlerde de, bu günlerde de bu etekli cumhuriyet kadınlarına "orospu", "yollu", "kaşınıyor" falan diyen bir kitle var. Hatta o günlerde bu kitle daha büyüktü. Mevcut iktidarın ayrımcı politikalarına şükürler olsun, bugün kim ne daha iyi görüyoruz ve en azından ülkenin yüzde ellisinin uygar olmasa da uygar olmayı istediğini biliyoruz.

Şimdi bu resimleri iyi niyetle paylaşmış bir çoğunuz bana kızıyorsunuz biliyorum, ama ne yapayım, düşündüğümü söylemez, işin kolayına kaçıp, çoğunlukla birlikte goygoyculuğa soyunursam, büyüdüğünde kızıma ne yüzle bakarım?

Ülkemizde hala mini etek, şort falan giymek gidilecek ortamı düşünerek bir karar vermeyi gerektiriyor. En uygar geçinenlerimiz bile mini etekli arkadaşlarını gördükleri de dışta bozuntuya vermeseler de, içlerinden "İlah mısın, nükleer silah mısın?" diye geçiriyor. Çomarları ise zaten biliyorsunuz.

Uygar bir ülkede ise kadın içinden gelip, kendine yakıştırdığında giyip çıkıyor işte.

Uygarlık etek giymek değil, bu sadece uygarlığın bir sonucu. Uygarlık, etek giymenin sekse davet olmadığını anlayıp, özümsemek.

Bunlar gibi bir çok örnek sıralamak mümkün.

Bir dönem uygarlığı yüksek bina yapmak olarak değerlendirdik, şehirleri paçavraya çevirdik.

Lozan'ın merkezinin en yeni ve en yüksek binalarından biri Tour Bel-Air dedikleri, sarı, çok katlı bir yapıdır. Ancak herkes nefret eder bu yapıdan. Yeniliği 1900'lerin başında yapıldığımdan. Şehirin gerisi ise çok daha eskidir.

Ancak bu "eski" şehirde bir tekerlekli sandalye ile kesintisiz her yere gidebilir, umuma açık her binanın istediğiniz katına çıkabilirsiniz.

Uygarlık yeni bina yapmak değil, bu sadece uygarlığın bir sonucu. Uygarlık, bu binaları yaşanabilir hale getirmek.

Sonra uygarlık güzel araba kullanmak dedik, güzel arabaları ülkemize getirdik, ama bunlar için yol yapsak da, park yeri yapmadık. Bu arabaları, atalarımızın atlara binmesinden daha hoyrat, daha düzensiz, daha kuralsız kullandık.

Anlamadık ki arabalar uygarlığın bir sonucu, onları insan gibi kullanmak uygarlığın kendisi

Uygarlıkla gelen herşeyin bokunu çıkardık. İnternet üzerinden okey oynamayı karı kız bulmaya, sosyal medyayı yalan söylemeye, online alışverişi dolandırıcılığa, Photoshop'ı sahteciliğe çevirdik.

Batıdan yarışma programlarını, yaşam koçluğu gibi kavramları aldık, hepsini maymuna döndürdük.

Uygar olmadığımız için, uygarları taklit ettik, çok daha kötü olduk.

Bu ülke uygarlığın ne demek olduğunu öğrendiğinde uygar olacak. Yoksa, uygarların yaptıklarını yaparak değil.

Uygarlığın en temel işlevlerinden biri konuşmaktır. Türkiye işe buradan başlamalı.

Uygar bir konuşma, dinleme anlama ve cevap verme şeklinde gerçekleşir. En uygar geçinen Türk arkadaşlarımın çoğunluğu dahil, lafım kesilmeden bir cümleyi tamamlayabildiğim çok azdır. Karşımdaki insan benim söylediğimden çok, altta kalmadan bana nasıl laf yetiştireceği ile ilgilidir.

Uygar bir yaşamda saygı vardır. Birlikte yaşadıkları eş, arkadaş, komşu, iş arkadaşlarının kişisel alanları, yaşamları, düşünceleri önemli ve saygıdeğerdir. Yaşam esnasında bunlara dikkat gösterilir.

Uygar bir yaşamda başkalarının fikirlerine saygı vardır. İnsanlar düşüncelerşni kısıtlama olmadan söylerler. Aynı diki konuşmayan, aynı inanca sahip olmayan, aynı cinsel tercihi bulunmayan insanlar istediklerini söyleyebilir, başkalarının özgürlüklerini kısıtlama düzeyine gelmedikçe istediklerini yapabilirler.

"Herkes düşüncesini söyleyebilir ama..." diye başlayan cümleler kullanılmaz.

Kadınlar dövülmez, kadın diye hayatta ilerlemeleri engellenmez.

İş hayatım boyumca çok diyebileceğim miktarda homoseksüellerle çalıştım. Hemen hepsi hayatımı zorlaştırdılar. Anlaşması zor insanlardır. Farklılıkları yüzünden toplum onları biraz kenarda bırakmıştır. O yüzden hepsi tetiktedirler. Devamlı seks içerikli şakalar yapar, her lafı cinsel tercihlerine getirirler. Onlarla zaman geçirmekten en ufak zevk almam.

Ancak uygarlık onların da kabulünü gerektirir. İnsanlık daha da uygarlaştığında belki onların üzerindeki baskı da azalacak, daha makul, daha anlaşılabilir hale gelecekler. Kimbilir.

İşte böyle.

Uygarlık kolay iş değil. Uygar geçinen bizlerin bile hatrı sayılır bir çaba göstermesi gerekiyor.

Daha da uygar bir dünyada yaşamak dileği ile...

15 Haziran 2017 Perşembe

Bazen Hayat...

Karım Jelena uyuduğu yastık üzerinde çok hassastır arkadaşlar. Evlendiğimizden beri abartmaksızın yirmiden fazla yastık almış, denemiş, hiçbirinde rahat edemeyip bir kenara atmıştır.

Melissa'ya hamile olduğunu öğrenir öğrenmez yaptığımız ilk iş öyle çocuk odası, arabası falan değil, bir hamile yastığı almak olmuştu. Hani şu muza benzeyen büyük yastıklardan. Bir gün kullanıp hemen geri götürdü. Rahat edememişti. Sonrasında uzun bir süre eve her iki günde bir yeni bir yastık geliyor, sonrasında ya mağazaya geri gidiyorlar, ya da bodrumdaki yastık mezarlığına transfer oluyorlardı. Sonunda istemeye itemeye bir tanesine razı oldu.

Bu kadar kritik bir konu sizin anlayacağınız.

İsviçreye taşındığımız ilk yıl boyunca Jelena'nın yastık misyonu sürdü. Sonrasında İsviçre Ortopedi bilmemnesi onaylı, kafanızı koyduğunuzda ortopedik olarak kafanızın şeklini alan, ama çok içeri göçmeyip, doğru yükseklikte duran, yapımımda kullanılan özel bir madde sayesinde kafanızın yastığa deyen kısmını havalandırıp, terlemeyi önleyen funky bir yastık buldu. Görgüsüzlük olsun diye değil, olayın ciddiyetini anlatmak bakımından söylüyorum, iki yüz frankın üstünde de bir para verdi - yedi yüz lira diye düşünün.

Uyumak için yatağa bile ihtiyaç duymayan ben neandertal kulunuz hala anlamam bu hassasiyeti, ancak evli olan hemcinslerim de teyit edeceklerdir ki, zaman zaman bazı şeyleri çok kurcalamadan başınızı sallayıp, kabul hanenize yazarsınız.

Ben de öyle yaptım.

Aradan ben diyeyim sekiz, siz deyin dokuz sene geçti ve geçenlerde bu yastığı aldığımız firmadan bir mektup geldi.

"Bilmem kaçıncı kuruluş yıldönümümüz dolayısıyla yaptığımız hediye dağıtımımda bir haftalık tatil kazandınız, gelin, tatil voucher'ınızı verelim."

Tanrı biliyor ya, pazarlama zırvası deyip, dikkat bile göstermedim.

Ertesi gün Jelena, "Bugi, bunlar ciddi herhalde, beni telefonla da aradılar" dedi.

Mektubu bir daha okuduk. Kayıtsız, şartsız, hiçbir satın alma zorunluluğu olmadan tatil ve yanında başka hediyeler...

İki gün önce verdikleri adrese gittik.

Jelena zaten yatağı değiştirmek istiyordu. Yataklarına, salon takımlarına falan baktık. Hafif bir "hadi alın" baskısı var ama, İsviçre klası, gerçekten hiç bir zorlama yok. Bir kaç yıl önce Meksika'da bir time share kampanyası hatırlıyorum da Jelena neredeyse polis çağıracaktı "hadi alın" ısrarından sonra.

Hiç bir şey almadan toplantıyı bitirdik.

Tatil gerçek. Kıbrıs'ta, uçak bileti, otel falan hep onlardan, sadece vergileri biz ödüyoruz. Seyahat Kasım'da. Zamanımızı ayarlayabilirsek gideceğiz, size Kıbrıs'ı anlatırım bol bol. Güneyini tabi...

Tatilin yanında iki şişe Bordo şarabı, kaz ciğeri, bıçak takımı gibi hediyeler de verdiler. Şarapların ömrü çok uzun olmadı tahmin edeceğiniz üzere.

Tatlı bir sürpriz olmuştu.

Dün Jelena yine biraz şaşırmış bir biçimde geldi. "Bugi, sağlık sigortasından aradılar. Son dört yıldır pirimleri hiç aksatmamışız, hiç de para talep etmemişiz. Bize beş yüz frank indirim yapıyorlar" dedi.

Güldük. Herhalde yakında öleceğiz, ondan böyle şeyler başımıza geliyor diye şakaya da vurduk işi.

Öğrencilik zamanımda ilginç bir yaz geçirmiştim. Annemle babam yazlığa gitmiş, ben Ankara'da kalmıştım. Bana bir ay için verdikleri paranın hepsini bir haftada harcamış, arkadaşların evlerinde yiyip, içiyordum.

Son paramla bir piyango bileti almıştım.

Cart, amorti çıktı. Değiştirip yeni bir bilet aldım. Amortinen bir üstü çıktı. Bir yemek üstüne de bir plak almış, paranın gerisini yine bir çeyrek bilete yatırmıştım.

Yine amorti çıktı. Yeni bir bilet almış, ona da amorti üstü birşeyler çıkmıştı.

İnanın bir yaz boyunca bir kaç yemek, bir kaç plak geride kalmış, bu minik ikramiyelerle günlerimi geçirmiştim.

Arada bir oluyor işte.

Sevgi ile kalın...

11 Haziran 2017 Pazar

Terörist Piyasası

Şu sıralar herşeyin bir "piyasası" var, biliyorsunuzdur. Parası olup, daha fazla olsun isteyenler sabah kalkarlar ve başka hiçbir işe kalkmadan hemen bu piyasalarda ne oluyor ona bakarlar.

Altının onsu bilmem kaç dolar, yuro dolar paritesi bilmemne, brent petrolün varili bilmem kaç dolar, dov cons indeksi bilmem ne...

Bu günlerde bu piyasalara yeni bir tane daha eklemek farz oldu.

Teröristler piyasası.

Öyle yatırım, ticaret falan kararlarını vermeden önce finansal marketlere, para piyasalarına, vesaire bakarken bir de bu terörist piyasasına bakmanız gerekecek.

Bu gün itibarıyla hangi ülke terörist?

Dün terörist olmayan ülke, piyasalar açıldığında sabah seansında teröristliğe yükselip, kapanışta da terörizme destek veren ülke konumuna falan düşebilir, aman dikkat.

Saddam teröristti, kitle imha silahları var diye indirdiler, çıka çıka uçurtmadan hallice bir drone çıktı. Yerine getirdikleri mezhepçi Maliki, Irak'ın yarısını İrana verdi, bunun yüzünden Işid hortladı, Maliki terörist olmadı.

Gariban iran şer ekseniydi, sonra nükleer programını bıraktı, batıyla dost oldu, orta doğunun parlayan yıldızı oldu, aney, bir gün kalktık, gene terörist olmuş.

Işid de terörist ama can düşmanı İran. Işid'in büyümesinin nedeni Şiilerle savaşması. Ama Işid'de terörist, İran da terörist.

On yıllardır kendi halinde gaz satıp, kazandığı parayı duyduğu her markaya yatıran Katar, bir sabah uyandığımızda cart terörist olmuş.

Bu katar birkaç gün öncesine kadar yapmadığı neyi yaptı da terörist oldu?

11 Eylül'de ölenlerin ailelerine, teröristleri desteklediği için tazminat ödemesini beklediğimiz Suudi Arabistan bir günde kader kurbanı, beyaz melek!

PKK terörist, PYD terörist değil. Sınırda bir Kürdü, elinde keleşiyle gezerken durdurun.

"Lan sen terörist misin?"

"Abi valla terörist değilim, PYD'liyim ben"

"Lan, sakın sen PKK'lı olmayasın?"

"Abi o nasıl söz? Vallah PYD'liyim. Al bak sana PYD muskamı göstereyim."

"Haaa. Muskan varsa demek ki PYD'lisin gerçekten. Biz de aman bu terörist falan olmasın dedikti. Haydi 🎶 lorke 🎵 lorke 🎶.."

Ama güvenmeyin bu işe, her sabah kalktığınızda bakın terörist piyasasına. Haberiniz bile olmadan, bir bakmışsınız o gün PYD terörist, PKK stratejik kuvvet. Sonra bir PKK'lıya denk gelir, ona terörist muamelesi yaparsınız, mahçup olursunuz.

Ez cümle bu işin kakası çıktı, artık bir ciddiyeti kalmadı.

Eskiden tarihi muzafferler yazar derdik, şimdilerde teröristi muzafferler tanımlar diyeceğiz.

İran terörü destekliyor, Amerika terörü destekliyor, Rusya terörü destekliyor, Türkiye terörü destekliyor, Katar terörü destekliyor, İsrail terörü destekliyor, Suudiler terörü destekliyor, Afganistan terör barındırıyor, Esed teröristlere arka çıkıyor, Maliki teröre yol açıyor, Haşimi teröre terörle karşılık veriyor, Davutoğlu El Nusra'yı destekliyor, Trump PYD'ye silah veriyor...

Sıkıldım ya! Herkes kendisinden başka herkese terörist diyor, terörü destekliyorsun diyor.

Biriniz de doğrunun işinize gelen bir parçasını değil, tümünü söyleyin de biz de anlayalım...

9 Haziran 2017 Cuma

Orta Doğu'da Bu Son Olanları Anlayamıyorum

Orta Doğu'da bu son olanları anlayamıyorum arkadaşlar. Aslında şu sıralar dünyada olup biten birçok şeyi anlayamıyorum ama bu başka bir konu.

Bu Katar'ın başına gelenler bence çok ciddi. Ancak niye oluyor, nasıl oluyor ve ne olacak, işte orada beynim duruyor.

Milliyetimin tabiatına aykırı olsa da, ben biliyorum, şu yüzdendir falan diye bir iddada bulunmadan aklıma gelen bir kaç farklı teoriyi sizlerle paylaşmak istedim.

Konumuz Katar'a ne oluyor...

Teori Bir: Uyu Bebeğim!

11 Eylül'de Amerikalılar ilk defa terörü görüp yaşadılar. İlk defa Amerikan toprağımda, hem de oldukça sansasyonel bir şekilde Amerikan vatandaşları yaşamını yitirdi.

Amerikan halkı haklı olarak bir karşılık verilmesini istiyor ve bekliyordu.

11 Eylül saldırılarını planlayan da icra eden de, arkasındaki örgütün kökeni de Suudi Arabistandı.

Ne var ki Suudi Arabistan'a bir karşılık vermek hiç de sevimli bir alternatif değildi. Dünyanın petrole ihtiyacı vardı, ancak İran yaptırımlar altında, Irak Saddamlı bir durumdayken bir de Suudi Arabistan petrolünü piyasadan çekmek tatsız sonuçlara yol açabilirdi.

Üstüne, fellahların bütün para ve yatırımları da ABD fon ve şirketlerimde idi.

Baby Bush hükümetinin çoğu zaten fellahlarla aynı yataktaydılar.

Acele bir düşman bulup, fellahları göz önünden kaldırmak gerekiyordu.

Garip Afganistan'ı buldular. Düşman Afganistan'dı artık. Bu fakir ülkenin tüm varolduğu zamanda elde ettiği gelirden çoğunu bir kaç ayda harcayıp, üsler kurdular, uçaklar uçurdular, askerler gönderdiler. Boş arazileri, dağı taşı bombaladılar.

11 Eylülün intikamı alınmıştı.

Amerikan halkı tabi ki bu zırvayı yuttu. Ne Afganistanı, ne Arabistanı bilir bu kendi içine kapalı, dünyadan bihaber halk. Ülkenin isminin sonu "istan" 'dı ya, yeterdi bunlara. Düşmanı yendiler, vatanlarını kurtardılar. Terörizm dünyadan silinmiş, GI Joe bir kez daha muzaffer olmuştu.

Katar teorisine dönersek...

Suudi Arabistan'ın üzerindeki terörizme destek suçlamaları artık saklanamaz hale geldi. Obama zamanında başladı bu. 11 Eylül kurbanlarına fellahları dava etme kanunu geçirildi. Ülkelerinde artan terör saldırılarından sonra, Alman, İngiliz ve diğer batı ülkeleri, hop, noluyoruz, bu adamlar aleni terörü destekliyor demeye başladılar.

Acele bir kurban lazımdı, Katarlı fellahları attılar ortaya, çünkü Trump Suudi fellahları seviyordu.

Bu senaryo gerçek ise Amerikan halkı bu peri masalını yer mi?

Hiç tereddütsüz yer.

Bilmezler çünkü kim kimdir. Katar'ı, Suudi Arabistanı farklı devlet zannederler. Her şeyiyle aynı bir halkın iki ailesinden bahsedildiğini anlamazlar. Bilmezler ki bir Teksaslı ile Bostonlu arasındaki fark, bu sözde iki ulusun halkları arasındaki farktan kat be kat fazladır.

Suudi Arabistan'ın Katar'a terörist demesi, bir sürahideki bir damlanın başka bir damlaya sen benden daha ıslaksın demesine benzer.

O zaman bu senaryo gerçek olabilir mi?

Çok olası değil bence.

Katar'a terörist deyip kaka atmak, sonra da bu ülkeyi "kapamak" Amerikanın işine gelmeyecektir.

Çünkü Amerikanın bu ülkede devasa bir askeri üssü var. Katarın yeni sahibiyle - mesela Suudilerle - anlaşacağını düşünsek bile, ambargolu, yaptırımlı, hatta belki de savaşlı geçiş sürecinde bu üs tam ağız tadıyla kullanılmaz hale gelebilir.

Kürtlerin vereceği üs henüz hazır değil. İncirlik ise malum, artık çok güvenli bir yer sayılmaz Johnny'ler için. Suriyede Ruslar yatıya gelmişken Katar'daki bu üssü kaybetmek hiç de sevimli olmaz.

Katar'ı kaybetmek Avrupa için de bir felaket olur, ama bu konuya sonra geleceğiz.

Teori İki: Müslüman Biraderler

Batı, Orta Doğuda İngilizlerin bok yemesinden doğan bu Arap diktatörlüklerinin ilelebet sürmeyeceğinin farkında idi. Mazallah, Türkiyede 1920'lerde olduğu gibi bir halk hareketi sonucunda bu diktatörler kontrolsüz bir biçimde devrilirse, bati petrolsüz kalabilir, üstüne bir de Atatürk gibi bir lider gelirse, petrolü almak öyle kolay olmayabilirdi.

Batı işte bu diktatörlerin yerine geçmesi için, çok fazla demokratik olması gerekmeyen, hala dine dayalı ama batıya zorluk çıkarmayacak bir hareket başlattı. Sözde "Ilımlı İslam", "Siyasal İslam" ya da bilinen isimleriyle Müslüman Kardeşler hareketi batının tam desteği ile gelişti. RTE, daha milletvekili bile değilken ABD'de ağırlandı, Obama zibidisi ilk yurt dışı gezisini Türkiyeye yaptı, bizimkini BOP eş başkanı ilan etti falan. Diktatöryel olmayan bir ülke İslami bir rejim ile nasıl yönetilir, onun demonstrasyonunu yapacaklardı.

Bu Ilımlı İslam projesi ilk Mısır'da kaka sardı. Mursi efendi ölü seviciliğini anayasaya koydu, Mübarekten daha diktatör bir diktatör oldu. Üstüne bizimki de hafiften otoritaryan falan olunca anladılar ki bu Ilımlı İslam sadece bir diktatörü götürüp, başka bir diktatör getirecek.

İşin aslı, MK hareketi bir tane bile diktatörlüğü yıkamadı. Yıktığı tek şey laik bir Müslüman ülkenin demokrasisi oldu.

İşte bu teoriye göre Katar meselesi MK'e karşı başlatılan bir mücadele. Katar eğer gerçekten MK'i destekliyorsa, bu hareketin finans kaynağını kesmek akıllıca bir hareket olurdu Amerika için.

MK hareketi fellah krallara ve monarşik rejimlerine direkt bir tehlike teşkil eder. Bu milyarlarca dolarlık silah pazarlıklarına SA ve körfez emirlikleri tarafından MK'in tasfiyesi de bir istek olarak eklenmiş olabilir.

Bu teori gerçek olabilir mi? Olabilir, bana sorarsanız.

Teori Üç: Priviet Tovariş!

En uçuk teorim bu arkadaşlar.

Bildiğiniz üzere Rusya Avrupaya doğal gaz satmakta. Avrupa sesini biraz yükselttiğinde ya gazı kesiyor, ya fiyatı ile oynuyor/oynamakla tehdit ediyor.

Kısa dönemde Avrupa tamamen çaresiz. Rusya'dan aldığı bu gazım yerine kullanabileceği bir başka enerji kaynağı yok.

İşte bunu değiştirmek için Rusya ile birlikte Katar'dan da gaz almaya karar vermişler. Hatta boru hattı Türkiye'den falan da geçecekmiş.

Eğer bu gerçekleşirse, Rusya'nın Avrupa üzerindeki bu enerji tehditi suya düşecek, en azından etkisi azalacaktı.

Avrupanın çıkar bir yol bulması bugünlerde Amerikayı da pek mutlu etmiyor.

O yüzden Rusya, Amerika ile anlaşarak bu Katar işini tezgahlamış olabilir.

İşte uçuk-kaçık üç teori size. Bunları hep aklımdan uydurdum. Doğrulukları hakkımda en ufak bir emare, kanıt, vesaire yok.

Ama en azından beynimizi çalıştırmış olalım...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...