30 Haziran 2017 Cuma

Öyküler I

Babam annemle tanıştığında hava kuvvetlerinde pilotmuş. Bir süre Annem Ankara'da, babam Merzifon'da, şark hizmetinde devam etmişler. Rivayete göre annemi Ankara'da görmek için bir jet uçağını kaçırıp Merzifon'dan Ankaraya uçmuş, bir iki saat geçirip kimseye çaktırmadan geri dönmüş. Ama dediğim gibi rivayet işte 😛

Sonra evlenmişler, daha sonra da ben gelmişim. Gözümü Merzifon'da açmışım, kah hava üssünün içinde, kah kenarında beş yaşıma kadar yaşamışım, oralarda büyümüşüm.

O küçücük halimle F-5'lerin, T-33'lerin, helikopterlerin içinde hem gözlerim, hem kulaklarım bunların sıfatlarına ve gürültülerine o kadar alışmış ki bu gün bile gözlerim bir kapansın, yanımda top patlasa uyanmam. Uçakta türbülansmış, inişmiş, kalkışmış hiç iplemem, hele yanımda kimse yoksa uçak daha kalkmadan vurur kafayı uyurum.

1997 ile 2000 yılları arasında yılın büyük bölümünü iş nedeniyle Lozan dışında geçirdim. Hemen her Pazartesi Krakow'a uçar, Cuma günü de geri gelirdim. Sadece ben değil tabi. Çalıştığım şirketin birçok departmanından envai çeşit insan da bu Pazartesi-Cuma rutinini yapardı. Dalgasını bile geçerdik, Cenevre-Zürih uçuşumda kahvaltıyı bitirelim, Zürih-Krakow uçuşumda staff meeting (personel toplantısı) var diye.

Krakow'a indiğimizde herkes kendi sorumluluk bölgesine dağılır, işimizi yapmaya başlardık. Perşembe akşamları ise haftanın finali olduğundan, nasıl söyleyeyim, biraz uzun, biraz alkol-yoğun olurlardı.

İşte. bu "yoğun" Perşembe akşamları yüzünden cuma günkü uçuşumuz da Pazartesi günkü gelişimize göre çok daha "sessiz" geçerdi. Ben uçağa biner binmez uyumaya başlardım. O zamanlar Krakow-Zürih seferlerini zaten el kadar, pervaneli Saab'lar yaparlardı ve geniş uçaklardaki gibi ara koridorlar olmadığı için hemen her zaman pencere kenarına denk gelirdim. Kafamı uçağın duvarına dayar, Zürih'e kadar gözümü açmadan uyurdum.

Bir çok kez uçak iner, diğer yolcular uçağı terkeder ve şirketten kimse geçerken uyandırmamışsa, hostesler dürterek "Zürihe geldik" diye uyandırırlardı. İkinci senenin sonuna doğru bu hattın gediklisi bazı hosteslerle ismen bile tanışmıştık, hostesler "Mösyo Nalcı, onarive" demeye başlamışlardı😛

Yine bir Cuma, uçağın içinde kalkışı bekliyorduk. Yaşayanlarınız bilir, Polonya'nın iklimi çok serttir. O gün de öyle bir yağmur ve rüzgar var ki, uçak durduğu yerde sallanıyor. Hani biraz daha hızlı esse, uçağı ters çevirecek. Camdan baktığınızda dışarısı görünmüyor, simsiyah bulutlar ve su damlacıkları.

Uçağın iki pervanesi arı vızıltısı gibi bir ses çıkararak dönüyorlar.

İkinci pilot anonsunu yaptı "Ladies and gentelmen, due to adverse weather condırions..." Yani kötü hava koşulları sebebiyle kalkamıyoruz. Adam Amerikalı, aksansız İngilizce konuşuyor. "Rüzgar bilmem kaç knot'ın üzerine çıkarsa kalkış yapılamaz..."

Tam bu anda bir Lufthansa B-737 vızzz diya kalktı.

Bizimki yeniden aldı mikrofonu eline. Hoş, almasa da kibrit kutusu kadar uçakta zaten herkes duyuyor. Kabin kapısı ardına kadar açık, ben de ilk sıradayım zaten, LCD'leri okuyabileceğim biraz zorlasam.

"This is against regulations. They shouldn't have taken off. Maybe they found a window..."

Bu yaptıkları kurallara aykırı, kalkmamaları gerekirdi, belki bir ara rüzgarın hızı düşmüştür diyor.

Biraz sonra gürrrrr diye bir Austrian Airlines uçağı daha kalktı. Uçaktakiler yavaş yavaş homurdanmaya başlamıştı. Herkes eve dönmek istiyordu. Bizimki pist başına geldi, kalkış sırası bizimdi. Uçak rüzgar ve yağmurdan durduğu yerde sallanıyordu.

Bizimki yeniden aldı mikrofonu eline. "Ladies and gentlemen, I know you are getting impatient but this is for your safety..."

Tam bu anda kapıdan kaptanı duydum "I'm going man!...". İkinci pilot da anonsunu tamamlıyordu "...this is for your safety.... Damn we are going!, Ladies and gentlemen, we're taking off!"

Pervaneler hızlanıp, arı vızıltısından sivrisinek vızıltısına terfi ettiler. Bir on saniye geçmemişti ki havadaydık. Demek rüzgar tam karşıdan esiyordu ki uçak kısa zamanda kalkış için gerekli hava süratine ulaşmıştı.

Böyle durumlarda kalkış kolay olur da, kalktıktan sonrası biraz maceralıdır, hele küçük uçaklar için.

Yerden elli metre kadar yükselmiştik ki uçak, uzun bir halının ucundan tutup yukarı-aşağı salladığınızda halının üzerinde kalmış tozlar gibi silkelendi. Bir iki yolcu "Böğğğğğ" diye torbalarını kapıp, yanlarına yıkıldı.

Sonrasını hatırlamıyorum. Yeniden uyumuşum. Zürih'te "Mösyö! Onarive..." ile uyandım😛

***

Yıl 2003'tü herhalde. Bir arkadaşla Brezilya'da tatildeydik. Rio'da gerçekten "uzun" bir akşam geçirmiş, iki saatlik uykuyla hava alanına gelmiştik. Manaus'a, yani Amazon'un göbeğine uçacaktık, ancak uçak Brasilia'da aktarma yapacaktı.

Monitörlerden kapımızı bulduk, boarding pass'lerimizi gösterip bekleme bölgesine oturduk. Sonra boarding başladı. Kapı önünde sıraya girdik, boarding pass'lerimizi verdik, görevli onları alıp önce kontrol etti, sonra da cırt diye yırtıp, koltuk numaramızı gösteren ufak kuponları bize geri verdi.

Otobüse binip uçağa gittik. Brezilya'da uçaklar aynen bizdeki gibi. Herkes ayakta, kimi ileri, kimi geri gitmeye çalışır, çocuklar koşuşturur, insanlar oturup beklemek yerine dolapları açar, çantalarından ıvır-zıvır çıkarır falan...

Koltuklarımıza gidene kadar her halde bir on dakika geçti, tam oturacağız, baktım ki koltuklarda başkaları oturuyor.

Hem uykusuzluk, hem de koridordaki eziyet canıma yetmişti. Yerimde oturan adamı dürtüp, "Sir" dedim, "Bu koltuklar bizim".

"Sizin koltuk numaranız kaç?" diye sordu. "17A ve 17B". dedik. "Bizimkiler de 17A ve 17B" dedi.

Tabi hemen boarding pass'eri çektik. Son bir daha göz ucuyla baktım, çuvallayıp rezil olmayalım diye, koç gibi 17A.

Hemen pişti yaptım tabi.

Adamlar da şaşırdı, onlar da kendi boarding pass'lerini bizim gözümüze soktular. "17A, 17B".

Burası Kamil Koç değil ki, bilgisayardan çıkmış biletler. Biletçi kız dalıp da mükerrer koltuk numarası vermiş olamaz. Aklım almadı o an nasıl aynı koltuk numaraları olabilir her ikimizde de...

Sonra adamlardan biri "Şu boarding pass'ini bir daha versene" dedi. Verdim. Bülent Nalci, 17A Flight 123ABC, Brasilia.

Adam bir daha baktı ve başladı gülmeye.

"Bu uçak Fortaleza'ya gidiyor. Sizin biletiniz Brasilia'ya!"

Kendimi o sarışın şakalarından birinin içinde zannettim. Burası Afyonkarahisar otobüs terminali değil ki elini kolunu sallayarak kapısını açık bulduğun her uçağa binesin... Bir hava alanında istesen de yanlış uçağa binemezsin. Girişte başlarlar bilet kontrolüne, uçağın kapısına kadar sürer. Biletinin olmadığı bir uçağa girebilmek çok ciddi bir güvenlik ihlalidir.

"Ne Fortaleza'sı?" dedim. "Brasilia uçuşu için kapı A-12 diye okuduk, oraya da geldik"

"O kapı değişti, yeni kapı numarası anons ettiler duymadınız mı?"

Duyduk babacım da biz salağız, o bakımdan yanlış olduğunu bile bile yine bu kapıya geldik.

"Ne anonsu? Biz anons falan duymadık"

Diğer yolcular da başladı mı gülmeye... Ömrümde çok az bu kadar utanmışımdır. Bir anda avanak turist olduk, ben de, arkadaşım da.

Yine savaşarak uçağın kapısına geri gittik ancak geçtiğimiz her sıradaki yolcular bize gülüyorlardı. "Brasilia'ya gidiyorlarmış...", "Fortaleza uçağına yanlışlıkla binmişler...", "Ha, ha, ha..."

"Ama bizim boarding pass'lerimizi kontrol edip kapıya aldılar, otobüse binmeden bir daha kontrol edip bilet kısmını yırttılar. Bizim bu uçağın içine kadar gelemiyor olmamız gerekirdi..." falan dedim ama hep içimden tabi.

Terminale döndüğümüzde anonslar yıkıyordu ortalığı. "Bülent, Thomas, Brasilia uçuşu için son çağrı..."

Bir hafta sonra bizi Avrupaya götürecek Trans-Atlantik uçuşumuz yine bu hava alanından dört saat "erken" kalktı! Tesadüfen hava alanına erken gelmiştik, yoksa uçağımızı kaçıracaktık...

Yine kıtalararası uçtuğumuz DC-10, çocukluğumun Seyranbağları dolmuşlarından daha kötü durumdaydı.

Herhalde bu nedenlerden Varig isimli havayolu firması artık aramızda değil, yıllar önce iflas etti.

Bu tatilden bir kaç yıl sonra Jelena ile bir Brezilya seyahati daha yapmıştık. Bin küsür dolar fazla ödeyip o zaman hala işlevini sürdüren Varig yerine Luftwaffe ile uçmuştuk. Uçaklar en azından söylendiği saatlerde kalktı 😛

***

Eski Sovyet devletlerinin dünyaya açıldığı ilk zamanlar, yani 1990'ların ikinci yarısı. Acil bir nedenle iş için Kazakistana gitmem gerekti. Sekreterimiz uçuşu ayarladı, biletlerimi verdi ve bana imar inmez ofise git istersen, ilk günü tamamen kullanabilirsin dedi.

Güzel haberdi bu. Genelde iş gezilerinde ilk gün yolda harcanır, en iyisinden akşama doğru bir-iki saat ofiste kalabilir, o da zaten kakara kikiri ile geçerdi. İlk günü tamamen ofiste geçirmek bir gün önce dönmek demekti ki, o zamanlar Kazakistan pek de popüler bir turist destinasyonu sayılmazdı.

Biletlere bir baktım, uçak saat sabah üçte iniyor. Genelde işbaşı saatinin dokuz olduğunu düşünürseniz, direkt ofise gitmek nasıl olur, çok da anlamadım, ancak üstelemedim de.

Viyana aktarmalı uçuyorum, Cenevre uçağı da sabahın altısında kalkıyor. Geceyi mecburen Cenevrede, hava alanının dibinde bir otelde geçirdim.

Viyanada ise mutlu haberi verdiler. Business Class overbooked. Kazakistan da öyle Paris değil ki başka havayolu ile uçasın. Biraz miyavladım ve Austrian adamları sen merak etme, biz sana Business Class servis yaparız dediler.

Uçağa bindik. O zaman uçuşlarda sigara içiliyor, beni ekonominin en arkasındaki sigara içilen sıraya oturttular. Sağ ve sol yanım boş. Bir hostes koltuk arkasındaki masayı indirip üzerine bir masa örtüsü yerleştirdi. Bir bardak şampanya ikram etti.

Etrafımdaki ekonomi yolcuları durumu anlamamışlardı. Kendilerime de aynı servis yapılacak diye bekliyorlardı ama tahmin edersiniz sonucu artık...
Böylece hayatımın en görgüsüz yolculuğunu yaptım😛

Ekonomi yolcuları geri planda kutu içindeki yemeklerini yer ve homurdanırken kişisel hostesim yemek boyunca başımda bekledi, bana menü verip siparişimi aldı, şarap listesinden şarabımı seçtim, yemek üstüne bir konyakla kahve ve sigaramı içtim. Sonrada tabi ki kesintisiz uyudum.

Hostesin dürtmesiyle uyandım. İniyorduk. Koltukları dik, masaları kapa muhabbeti.

Sonra da pilotun anonsu.

"Sayın yolcular, pist yüzeyi engebeli, o yüzden inerken "biraz" sarsılabiliriz, endişe etmeyin!"

Lan ne demek pist düz değil? Koca A-310'lar iniyor, düzeltememişler mi pisti?

Böyle bir anonsu hayatımda ilk ve son defa Almaty'de duymuştum.

Uçak indi ve gerçekten çocukken suyun üzerinde sektirdiğimiz taşlar gibi pat! pat! pat! diye zıplayıp durdu.

Ama tam durdu!

Öyle taxiway'e, aprona, kapıya falan gitmeden, zart diye indiğimiz pistin ortasında durdu. Pilot kontağı kapadı, ışıkları söndürdü, dead in the water derler ya, bir anda hayalet uçak olduk.

Karanlıkta beklemeye başladık.

Karanlık uçağın içinde miğferi, otomatik tüfeği falan tam teşekküllü bir Kazak cengaveri filmlerde operasyon yapan SAS komandolarının lazer pointerleri gibi bir el fenerini yolcuların yüzünde hızlı hızlı gezdirerek, rap rap en arkaya geldi, durdu.

Yolcular en önden başlayıp, teker teker uçaktan inmeye başladı. Yarım saat falan sonra sıra ancak bana gelmişti.

Ön kapıya geldiğimde daha uçaktan dışarı adımımı atamadan gözlerimin içine projektör gibi bir fener, göbeğime de bir Kalaşnikov namlusu dayanmıştı.

"Documents!"

Verelim abi, kızma....

Pasaportuma baktı ve namluyu indirip geç diye işaret etti. Terminale geldiğimizde herhalde pasaportumu bir on kere daha göstermiştim. Her iki metrede bir banko, her bankoda "Documents!". Sonradan öğrendim, bunlardan geçerken pasaportun arasına beş-on dolar koymak adettenmiş. Cahillik işte, üç saat sürdü havaalanından çıkmak.

Sonunda sekreterin niye direkt ofise gidebilirsin dediğini de anlamıştım. Saat sekize geliyordu.

Misafirhaneye gidip bavulu bıraktım. Bir duş, bir traş, ofise giderim derken traş takımının parça parça olduğunu gördüm. Resepsiyonu aradım, kız Türk, bir kazakla evli, Türkçe konuşuyoruz.

"Nerede traş bıçağı ve traş köpüğü bulabilirim?" diye sordum. Kız güldü. "Bulamazsın" dedi, "Ayrıca traş olmana da gerek yok, ofiste kimse farketmez" dedi.

Bir duş almak için odaya gittim, masanın üzerinde bir not buldum.

"Soğuk su her gün Amerikan elçiliği tarafından radyasyon içeriği için kontrol ediliyor, ama sıcak su bu kontrolün dışımda. O yüzden duş yaparken ağızınızı açmayın"

İki hafta soğuk duş almıştım😜

Takım elbiseyi, kravatı falan bıraktım, bir kot, bir tişört giydim, odadan çıktım. Şoför beni bekliyordu.

"Welcome to Kazakhstan!" dedi...

***

Kazakistan'da (o zamanlar) taksi yoktu. Ya da başka bir açıdan bütün özel arabalar birer taksiydi. Rusça'da taçka derler. Yolun kenarında durup elinizi kaldırırsınız, ıslık çalarsınız falan ve geçen arabalardan biri durur. Şuraya gidiyorum dersiniz, pazarlık yapar, anlaşırsanız ve atlarsınız adamın arabasına, sizi gideceğiniz yere götürür.

Mükemmel pratik bir sistem, ancak Rusça bilmiyorsanız işe yaramıyor. Misafirhaneden çıkıp şehre gittiğimizde misafirhanenin ve dolayısıyla şoförün menzilinden çıktığımız için tek çare bu taçkalarla oraya buraya gitmekti.

Malik İsimli Kazak bir arkadaşla çalışıyorduk. Üniversiteyi Moskovada okumuş, bizim İstanbul Türkçesi gibi Moskova Rusçası konuşuyordu. Restoranda garsonlar siparişi hazırol'da alıyorlardı, anlayın. Sağolsun hep o bir taçka bulur, beni misafirhaneye yollardı.

Fabrikada yemek çok kötüydü. Her biri en az yüz kiloluk kadınlar hazırlıyor, asker usulü tepsilere dan diye kepçeyi boşaltıyorlardı. Herkes bu kadınlara "Mother Russia" diyordu. Zaten herşeyi yiyemeyen problem çocuk ben, bu yemekleri namümkün yiyemiyordum.

O gün ofiste işimiz uzayacaktı. Malik'e "Hadi gel öğlen yemeğini dışarıda yiyelim" dedim. Aklımda şaşlık dedikleri şiş kebabı ve sebzeli pilav vardı. Koca bir kazanda, bir restoranın bahçesinde pişerken görmüştüm.

"Tamam" dedi, "Sen bekle, bir taçka bulup geliyorum".

"Ya.." dedim, "Gerçekten hiç mi taksi yok bu memlekette?"

Malik "Bir taşıma servisi var ama hiç denemedim" dedi.

"Gel çağıralım bir tane, hem de denemiş oluruz" dedim.

Eğer bu taksi servisi gerçekten çalışırsa Malikin yanımda olmadığı zamanlar da sağa sola gidebilmek mükemmel olacaktı. Yoksa hepimiz misafirhanede sabah akşam aynı insanları görmekten kafayı yiyecektik.

Malik bu "taşıma" servisini aradı, bir on dakika sonra da otomatik tüfekli, kurt köpekli güvenlik görevlilerin arasından geçip, fabrikanın önüne çıktık.

Kapının önünde her halde bir on beş metre boyunda simsiyah camlı koca bir limuzin bekliyordu. General üniformalı, şapkalı şoför bize kapıyı açtı.

İçeri girdik. Buz dolabımda viskisi, air freshner kokusu ve müziği ile tam bir p.venk arabası!

Şoför İngilizce "Bir şeye ihtiyacınız var mı?" diye sordu, ama "Can I help you with anything?" derken "anything" kelimesi fazlasıyla manalı bir biçimde "🎵anything🎶" şeklinde geldi kulaklarımıza. Bu "anything" 'i kuzeyden güneye her şey ile değerlendirebileceğimizin farkında ola ola "şaşlık" dedik.

"Siz bilirsiniz" dedi ve bizi restorana götürdü.

Eve dönüş zamanı gelmişti. Son akşam Malikle oturup, üçüncü sınıf bir şişe Rus votkasını bitirmiştik. Ayakta zor duruyordum. Malik bir taçka buldu, "Hırrr!", "Harrr!", "Gırrr!", "Haraşo" şeklinde pazarlığı tamamlayıp - Rusça kulağa ilk başlarda bu şekilde gelir, havaalanına kadar kaç Tenge'ye anlaşmışlarsa onu da peşin verdi. Görüşmek üzere deyip ayrıldık.

Bir on beş dakika gittik ve sonra arabanın motoru canhıraş sesler arasında durdu.

Ben arka koltuktayım, şoför indi, bana biraz hırlayıp "davay" dedi. Ayakta duracak halim yok, indim arabadan. Başladık arabayı itmeye.

Arabayı yolun kenarında bıraktık. Şoför bagajı açıp kirli bir bidonu aldı ve kıçını dönüp gitti. Ben de gecenin kör karanlığında, Kazakistanın kim bilir neresinde, bir yolun kenarında pipi gibi kaldım.

İlk başlarda uçağı kaçırmasam bari derken, zaman geçtikçe acaba bu günü kıçımı kaptırmadan atlatabilecek miyim'e geldim.

Aradan bir saat falan geçmişti ki bizim adam elinde bir bidon benzinle geldi. Ben arkadan iterken, bu motoru çalıştırdı, hırt-pırt kırk beş dakika gittikten sonra hava alanını bulabildik.

Uçakta bu kez gerçek Business Class kabinindeydim ama inanın, bir bardak su bile içmedim. Viyana'ya kadar deliksiz uyudum.

***

Size uçak maceralarımı anlatmaya devam edeceğim arkadaşlar. Bunlardan bazılarını başka yazılarda aynen ya da daha az detayla anlatmış olabilirim. Okudu yada hatırladı iseniz, ikinci baskı için özür dilerim.

Şimdilik bu kadar. Bizi izlemeye devam edin😛

1 yorum:

  1. Bu makaleyi okumak üzereyseniz kendinizi şanslı sayın çünkü size veya bir arkadaşınıza faydalı olacaktır, Dr Ajayi adında özel bir adamı takdir etmek istiyorum, o kutsanmış bir büyü tekeri ve gücüne bizzat tanık oldum, tanıyacağım onun hakkında bir arkadaşı aracılığıyla bir piyango büyüsüyle büyük kazanmaya yardım etti, karım boşanmak istediği için evliliğimde sorun yaşıyordum ve iptal etmesi için ona yalvardım ama o reddetti, bunu arkadaşımla tartıştım ve bana Dr Ajayi'nin piyangoda büyük kazanmasına nasıl yardımcı olduğunu anlattı ve Dr. Bana Dr Ajayi'nin numarası verildi ve ona boşanma durumumu anlattım, yapmam gerekenleri söyledi ve bir hafta içinde eşim eve döndü ve huzur içinde yaşıyoruz. Bir büyü tekerinin yardımına ihtiyacınız varsa, Dr Ajayi sözlerini tutacaktır Whatsapp / Viber: +2347084887094 VEYA E-posta: drajayi1990@gmail.com

    YanıtlaSil

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...