28 Nisan 2014 Pazartesi

Normandiya, Omaha ve Utah Kumsalları

Bir çıkarma harekatının en önemli unsuru, çıkarma harekatının kendisidir. İstihbarat, direniş, Denizden yada havadan yapılan bombardıman, paraşütçüler, hep bu çıkarmanın başarıya ulaşması için ortaya konan ikincil çabalardır.

Dünya tarihinin en kapsamlı çıkarma harekatı olan Normandiya, 24 bin paraşütçünün inmesiyle başlamıştı. Bunu 160 bin askerin kıyıya çıkması izleyecekti. Bu 160 bin askeri kıyıya çıkarabilmek için 200 bine yakın deniz personeli seferber olmuştu. Sadece kuvvetleri Normandiya'ya getirmek için 5 bin gemi ve bin uçak kullanılmıştı. Askerleri taşımayıp da, harekat öncesi sağı solu bombalayan binlerce uçağı saymıyorum bile.

Bütün bunların hepsi, Fransa sahillerinde, işgal kuvvetlerinin Avrupaya girebilmesini sağlayacak güvenli bir alan oluşturmak içindi!

Plana göre, Amerikan kuvvetleri Utah ve Omaha kumsalları olarak adlandırılan iki bölgeye çıkacaklardı.

Bunlardan Omaha kumsalı küçük sayılabilecek iki köy arasında, evlerin seyrek olarak dağıldığı bir bölgeydi. Utah ise en batıda, yerleşim merkezlerine göreceli olarak uzakta sessiz, sakin bir kumsaldı. Yeterli sayıda çıkarma teknesi bulunduktan sonra, son anda çıkarma planına alınmıştı.

Omaha kumsalına ulaştığımızda saat akşam altı civarlarıydı. Otelimizi, daha önceki gezimizde de kaldığımız için kolayca bulduk. Zaten bulamamak da imkansız, çünkü kelimenin tam anlamıyla Omaha kumsalının sıfır noktasında, Amerikan anıtının tam dibinde. İsmi, D-Day House. Küçük, mütevazi bir Auberge.

Auberge D-Day House
Auberge'in sahibi karı-koca, bizi aradan neredeyse beş sene geçmiş olsa da hatırladılar ve Koni'yi düşünerek giriş katında bir oda verdiler. Biz de hemen Koni'yi odaya park edip, eşyaları bıraktık ve gün batımını yakalamak için kendimizi sahile attık.

Çıkarma günü olanları bilmeseniz, Omaha kumsalı güneş batarken romantik bir yer gibi bile görünebilir gözünüze. Akşam saatlerinde, gel-git'in sonucunda çekilen suların ıslattığı üç yüz metre genişliğinde kumların üzerinde parlayan güneş ışıkları ve sonrasında yine bir üç yüz metre kadar altın renkli kumsal. Kumsalın sonunda iki metre yüksekliğinde kayalık bir alan, üzerinde tek tük villaların bulunduğu, yemyeşil bir düzlük ve yirmibeş-otuz metre yüksekliğinde sarp bir yamaç. Omaha kumsalının sekiz kilometre uzunluğu boyunca bu manzara neredeyse hiç değişmiyor.

Omaha Beach
Güneşin kırmızısı, altın renkli kumlar ve yemyeşil tepeler, karınızın yada kocanızın elini tutup melankoli yapmak için birebir.

Romantizm tamam da, siz, siz olun, arkanıza yüzbin asker alıp, sakın bu sahile çıkarma yapmaya falan kalkmayın, hele bir de karşınızda, gelmiş geçmiş en iyi askeri taktisyenlerden biri olan Alman Mareşal Erwin Rommel varsa.

Bu arada bir uyarı geldi, Erwin Rommel'in isminin okunuşunu yanlış yazıyorsun diye. Hemen arzedeyim, İn doyç şıprasse, "w" harfi bizdeki "v" gibi okunur. Hattızatında Erwin Rommel Alman olduğundan, ismini Almanca'da okunduğu şeklinde yazmak doğru olacaktır. O yüzden Erwin, İngilizce okunuşuyla Öruin değil, Almanca okunuşuyla Ervin oldu.

İşte Erwin Rommel bu kumsalın tüm romantizmini bozup, onu 6 Haziran 1944 günü karaya çıkan Amerikan askerleri için bir cehenneme çevirdi. Öyle bir savunma planladı ki, İkinci Dünya Savaşının en zorlu, en kanlı mücadelelerinden biri bu kumsalda geçti.

Alman savunması Müttefikleri daha içerilere ilerleyemeden, kumsalda durdurmak üzerine kurulmuştu. Bu nedenle Normandiya'nın içlerinde yerleşik bir savunma hazırlanmamış, engeller ve koruganlar kumsallar çevresine yoğunlaştırılmıştı.

Denizden karaya doğru gidersek, ilk savunma hattı, sular çekildiğinde tam kıyı hattında kalacak, birkaç metre eninde ve boyunda, Belçika Kapısı diye adlandırılan çelik iskelelerdi. Bu iskelelerin temel amacı, tankları durdurmaktı ve herbirinin tepesine mayınlar bağlanmıştı.

Belçika Kapılarının, karaya doğru otuz metre ilerisinde ise, yönleri denize çevrili kütükler kuma gömülmüştü. Her üç kütükten birine de bir anti-tank mayını bağlıydı. Hedef, yine tankları durdurmaktı.

Kıyı tarafına doğru bir otuz metre sonra da, denizden kara yönüne dikleşen, yine uçlarına mayın bağlı rampalar yerleştirilmişti. Hedef, altı düz olan çıkarma teknelerini, bu rampalar üzerine çıkarmak ve sonunda ya devirmek, yada mayını patlatmak suretiyle etkisiz hale getirmekti.

Bir sonraki savunma hattında ise, kumsalın geri kalanını kaplayan kirpi isimli metal engeller bulunuyordu. Kumsalla tepelerin arası önce dikenli tellerle kaplanmış, sonra da mayınlanmıştı. Tepelerin yamaçlarına da mayın döşenmişti.

Almanların kumsalda beş bölüklük bir kuvveti vardı. Kaba bir hesapla bin asker diyelim. Bunlar 15 savunma noktasında toplanmışlardı. Kumsal boyunca altmış hafif top ve sekiz tanksavar topu yerleştirilmişti ancak piyade saldırısına karşı en etkili silah, yine de Alman MG-42 ağır makineli tüfekleri olacaktı. Bu silahlar günümüz teknolojisinin eriştiği bu ileri noktanın standardlarına göre bile, hala en ölümcül makineli tüfeklerden biri sayılır.

Aslında Omaha kumsalının çıkarma bölgesi olarak doğru bir seçim olmadığını anlamak için pek de öyle askeri ilgiye ve bilgiye gerek yok bana sorarsanız.

Bir kilometre boyunca engellerle dolu bir kumsal üzerinde tam teçhizatlarının ağırlığı altında yürüyen askerlere karşı otuz metre yüksekten, "high ground" yani yüksekte bulunmanın avantajıyla ateş yağdıran, gırtlaklarına kadar savunma için hazırlanmış bir birlik.

Bu kumsala çıkmak, üzerinde, "Ben hıyarım, Gel beni vur." yazılı bir levhayla Alman askerlerinin karşısına çıkmak gibi birşey.

Ne acıdır ki, Omaha kumsalının çıkarma bölgesi olarak seçilmesi gibi yanlış kararlar, doğru savaş stratejilerinden ve askerlerin kahramanlıklarından çok daha fazla hayat kaybıma meden olmuştur.

Isaac Asimov, tarih boyunca savaşlarda daha fazla insan kaybının nedenlerini, teknolojinin, aptal generallerin yanlış kararları yüzünden ortaya çıkacak ölümleri artırmasına bağlar.

Her yerde olduğu gibi, dünyanın her ordusunda da, işinin ehli olmayan, performansı ile değil de, cinsel, sosyal, maddi, kısacası, askerlikle doğrudan ilişkisi olmayan kriterlerin uygulanması sonucunda ilerlemiş komutanlar bulunur. Bu işler sadece ordulara değil, hayatın her kolunda böyledir. Yanlış insanlar, ilerlemenin bir yolunu bulurlar.

Yanlış insanlar, tabiatları gereği doğru şeyleri yapamazlar. Doğru şeyleri yapmadıkları için de hedeflerine ya hiç ulaşamazlar, ya da ellerindeki olanakları verimsiz bir biçimde kullanarak, gereğinden fazla enerji ve normalden uzun bir zaman içerisinde "başarılı" olabilirler.

Bu insanlar milliyetleri yada tecrübeleri ne olursa olsun, seri imalatla bir makineden çıkmış gibi birbirlerine benzerler. Bilgisiz, korkak, karar vermekte çekingen, yavaş ve yetersizdirler. Aynı zamanda agresif, yalancı, güvenilmez ve tehlikelidirler. Böyle olmasalardı zaten bulundukları yerlere gelemezlerdi.

Böyle insanlar iş dünyasında şirketlerine para ve iyi insan gücü, politikada ülkelerine itibar, halklarına refah, insan ilişkilerinde ise karşıdakilere huzur kaybettirirler.

Savaşta ise bedel en ağırıdır. İnsan hayatı...

Omaha kumsalındaki çıkarma ve genelde tüm Normandiya Savaşı'nın tarihi olayları, kahraman askerlerin tarih yazmasından çok, aptal komutanlar kararlarının ortaya çıkardığı sonuçlardır.

Bunu aklımızın bir köşesine yazalım ve çıkarma sabahına dönelim.

Çıkarma öncesi beş bin uçak, çıkarma yapılacak kumsallardaki Alman savunmasını bombalamak üzere havalandı. Binlerce ton bomba kullanıldı. Bombardıman çok etkili olmuştu. Can kaybı büyüktü.

Bir inek katliamı yaşanmıştı!

Çünkü karar vermeye yetkin olmayan, ancak karar verme rütbesine yükselmiş ve karar vermesi beklenen bir aptal, zorunda kaldığı için hemen oracıkta bir karar vermişti.

Buna göre bombardıman uçakları bombalarını planlanandan otuz saniye sonra bırakacaklardı. Bu uygulamanın sebebi, havanın kapalı olması ve görüş uzaklığının kısalığından, yanlışlıkla dost kuvvetlerin bombalanma riskini azaltmaktı.

Saatte en az dört yüz kilometre hızla uçan bir uçak için otuz saniyelik yol uzun bir mesafedir arkadaşlar. Bu yüzden, atılan bombaların hemen hepsi, Alman kuvvetlerinin mevzilendiği tepeleri aşıp, arkalarındaki çayırlarda otlayan Fransız ineklerine isabet etti. Bu başarılı harekatın sonucunda, inekler, sahile çıkan güçler için artık birer tehlike oluşturamayacaktı.

Omaha'da savunmada görevli bir Alman askerine bir televizyon programında sorduklarında, "Uçaklar o kadar çoktu ki, gökyüzünü göremiyorduk. Hepimiz öleceğimizi düşündük. Ancak bombalar düştüğünde rahat birer nefes aldık. Hiçbir bomba bize isabet etmemişti." diyordu.

Hava bombardımanını savaş gemileri ve kruvazörlerin uzun toplarıyla yaptığı topçu ateşi takip etti. O gün harekatta görevli bir Amiral de dahil olmak üzere birçok militer tarihçi, bu topçu ateşinin yetersiz olduğu üzerinde hemfikirdir.

Bombardımanı çıkarma teknelerimden izleyen ve olaylardan haberi olmayan zavallı askerler ise sahile güvenli bir biçimde çıkabilecekleri için sevinmişlerdi.

Bu askerlerin tümüne, sabah kahvaltıda jambon ve yumurta verilmişti. Patlayana kadar yediler. Yine karar verme üstadı bir aptal, karınları tok, sırtları pek askerlerin daha iyi savaşacaklarını buyurmuştu.

İşte hepimizin ilk bakışta önemsiz diye bir kenara atacağımız bu ayrıntı, belki de Omaha kumsalındaki ölümlerin en önemli nedeni olacaktı.

Deniz çok kabarmış, dalgalar hırçınlaşmıştı. Beşik gibi sallanan ufak çıkarma teknelerime bindirilen bu askerlerin bir çoğunu, dolu mideleriyle deniz tutmuştu.

Birçoğu kusmaya başladı. Başınıza gelmiştir, bilirsiniz. Midenin içinde ne varsa çıktıktan sonra insan ayakta duramaz. Başı döner, eli ayağı kesilir. İşte bu askerler, bu haldeyken kendilerini düşmanın önüne atıp savaşmak zorunda kaldılar. Kim bilir kaçı eğer deniz tutmasaydı, boğulmayacak ya da kendisini daha iyi koruyabilecek ve düşman kurşunlarına hedef olmayacaktı.

Bu sayı ne üzücü ki hesaplanması mümkün bir sayı değildir arkadaşlar. Bir asker boğulduysa, ölüm sebebi kayıtlara boğulma, vurulduysa vurulma olarak geçer. Deniz tutmasının etkisi ne yazık ki kayıtlarda bulunmaz.

Çıkarma saat altı gibi başladı.

Çıkarma tekneleri sahile yanaşıp ön rampaları indiğinde, ölümcül bir ateş başladı. Askerler daha araçtan çıkamadan ölüyordu. Kimisi teknenin önünden çıkmak yerine yan duvarlarına tırmanıp aşağıya atladı. Bunların bir bölümü düşme sonucunda sersemledi, suya girdikleri anda da ağırlıklarını zamanında atamadıkları için boğuldular.

Teknelerden çıkan askerler, yarı bellerine kadar suyun içinde yürümek zorunda kalıyorlardı. Su içinde yavaş hareket etmeleri sebebiyle, Alman MG-42'ları için kolay birer hedef oluşturmaktaydılar.

Bazı askerler hedef küçültmek için suyun altına daldılar, ancak mermilerin su altında da yollarına devam edebildiklerini zor yoldan öğrendiler. Suya bir metre yakından giren her mermi öldürücü olabiliyordu.

İlk dalgada sahile çıkan askerlerin birçoğu öldü, ancak çıkarma devam ediyordu. Sağ kalmayı başarabilenler, sahildeki engellerin arkasında, üzerlerine yapan mermilerden korunmaya çalışıyorlardı. Eminim ki, birçok Amerikan askeri, Almanlara, bu engelleri sahile koydukları için minnettar kalmıştı.

Ancak, ortada, eski dil ile organize bir taarruz, yani saldırı yoktu. Sahil can pazarı olmuş, herkes kıçını kurtarmaya çalışıyordu. Neredeyse hiç bir birlik kumsalda çıkması gerektiği noktaya çıkamamıştı. Birlikler dağılmış, herkes bulduğu bir engelin arkasında saklanmış bekliyordu.

Özellikle kıyıda suyun rengi kırmızıya dönüşmüştü. Kol, bacak gibi vücut parçaları sahile vuruyordu.

Omaha kumsalında bir facia yaşanıyordu!

Savaş gemileri ve kruvazörler, dost kuvvetleri hedef almamak için topçu ateşlerini sahilin sağ ve soluna yoğunlaştırmış, kumsaldaki Amerikan askerleriyle savaşan Alman savunma noktalarına neredeyse hiç atış yapmıyorlardı.

Bir kara savaşının en önemli unsurlarından biri olan tanklar da ortada görünmüyorlardı.

Tanklar bir savaşın kaderini değiştirecek kadar önemli unsurlarıdır arkadaşlar. Bir tank, tek başına yüzlerce piyadeyi durdurabilir. Bir kere zırhı sayesinde özel olarak yapılmış tanksavar silahları dışında piyade silahlarından etkilenmez. İkincisi hızlıdır. Üçüncüsü, kuru, ıslak, yağmur, çamur her yerde gider. Binaların duvarlarını yıkıp içlerinden geçebilir, önüne çıkan ağaçları, direkleri yıkıp yoluna devam edebilir. Dördüncüsü, tankların çok önemli bir ateş gücü vardır. Toplarıyla binaları yıkabilir, makinalı tüfekleriyle piyadeyi etkisiz hale getirebilir.

İşte bu yüzden, Amerikalılar, sahile çıkacak askerlerine tank desteği vermeyi öncelikli hale getirdiler. Zihni sinir tarzı bir Müttefik projesi sonucunda ortaya DD Tank denen acayip bir tank çıkmıştı.

DD tankları suda yüzebiliyorlardı. Öyle su altında kısa bir süre kalan tanklar gibi değil, kelimenin tam anlamı ile su üzerinde yüzüyorlardı. Etraflarında kutu benzeri bir kap batmamalarını, pervaneleri de su içinde hareket etmelerini sağlıyorlardı.

Ancak ne iş olsa yaparım deyip de hiçbir işi doğru yapamayanlar misali, bu tank ne tam anlamıyla bir tank, ne de tam anlamıyla bir gemiydi. Test edildiği sakin sularda yüzebilmiş, hatta Utah yada Gold/Sword kumsallarında başarılı biçimde karaya çıkabilmişti.

Ancak Omaha Omahaydı. İlk dalga DD Tanklarının ikisi hariç hepsi azgın suda battı. Kalanları da kullanılmaz hale geldi. İlk dalga sonrası, kâh yüzerek, kâh çıkarma tekneleriyle getirilen az sayıda tankı da Alman savunması etkisiz hale getirdi.

Burada tankları konuşurken aslında sormamız gerekli soru Alman tanklarının nerede olduğu.

Alman tankları, Amerikan tanklarından her bakımdan bir çağ ilerde araçlardı. Almanların tankları gemiyle getirip sahile yüzdürmek gibi bir dertleri de yoktu. O zaman, neredeydi bu Alman tankları?

Bu sorunun cevabı ise yine yetkin olmayan bir generalin verdiği aptalca bir kararda. Bu general ise "en general", yani Hitler'in ta kendisi. Hitler, bütün Alman tank kuvvetlerini doğrudan kendisine bağlamıştı. Hitler'in emri olmadan hiçbir tank birliği inisiyatif alamıyordu.

Fiziksel olarak Almanya'da bulunan biri, binlerce kilometre uzaktaki tanklara nasıl kumanda edebilir, siz düşünün. Aptallığın egoyla marine edilmiş hali işte insana böyle kararlar verdirebiliyor.

Çıkarma günü, Normandiya'daki Alman komutanlar harekatın başladığını görünce Panzer birliklerini devreye sokabilmek için Hitlerin karargahını aramışlar. Aldıkları cevap ise "Führer uyuyor, onu uyandıramayız." olmuş.

Kör şans işte. Hitler, iki uyku ilacı atıp yatmak yerine Ewa'yla aganigi yapıyor olsaydı Normandiya çıkarması başarısız olabilirdi. Panzerlerin sonucu değiştirebileceği görüşüne sahip stratejistlerin sayısı hiç de az değil.

Sonra madem emirleri ben veririm ayakları atıyorsun, birisi arayınca cevap ver değil mi kardeşim?

Şimdi diyeceksiniz ki Normandiya'da hiç mi akıllı bir Alman komutan yokmuş ki, inisiyatif alıp Panzerleri savaşa sokmamış.

Yine kör şans işte. O gece yıldızlar, Hollywood'a kahramanlık malzemesi yaratabilmek için dizilmişti sanki.

Çıkarma günü Rommel Normandiya'da değil, Almanya'daydı. Karısının doğum gününü kutluyordu. Rommel'in bir altındaki general ise Berlin'de savaş oyunlarına katılıyordu. Bir bilse, oyunun yerine asıl savaşın Normandiya'da olacağını, gitmezdi herhalde.

Geride kalanların da, "Uyandırın Führer'i", yada "Getirin lan Panzerleri" demeyi yememiş işte.

Tek adam işleri böyle gördüğünüz gibi. Tarihten ders çıkarıp, bu güne uygulamak isteyenlere duyurulur...

Saat on sıralarında, Amerikan birliklerinin komutanı General Omar Bradley, Omaha harekatını durdurmayı düşünüyordu. Sonrasında, göreceli olarak küçük gövdeleri olan ve bu sebeple sahildeki sığ sulara yaklaşabilecek destroyerlere sahildeki askerleri toplarıyla destekleme emri verdi.

İki destroyer sahile bir kilometre kadar yaklaşıp, kumsaldaki askerlere kan kusturan Alman savunma birliklerine nokta atışı yapmaya başladı. Bu arada Amerikalı Norman Cota isimli bir general de sahile, birliklerin yanına çıkmıştı. Kumsalda ateş altında sinmiş askerleri toparladı, onlara hedef gösterdi ve koordineli bir saldırı başlattı.

Savaşın akışı değişmişti. Uzun borular içersinden hedefine giden torpidoların da yardımıyla, Alman savunma noktaları çökertilmiş, birlikler Omaha kumsalından anakaraya çıkmaya başlamışlardı.

Tarihi muzafferler yazar dedik ya, malum, günümüzde eskisi gibi bu işi yapacak Homeros benzeri tarihçiler yok. Modern dünyanın muzaffer tarihçisi işini Hollywood üstlenmiş durumda. Yazdıkları tarih de tabii ki muzafferlerin tarihi.

Kaçımız Saving Private Ryan'ı yada Band of Brothers'ı seyretmemişizdir? Hepimiz Omaha kumsalını, Sherman tanklarını, Easy Company'i, Teğmen Winters'ı biliriz. Brothers'ı seyretmemişizdir? Hepimiz Omaha kumsalını, Sherman tanklarını, Easy Company'i, Teğmen Winters'ı biliriz.

İşte bu hafif kişiselleştirilmiş tarihte, herkes Omar Bradley'nin nasıl doğru bir kararla desteoyerlere sahile ateş emri verdiğini anlatır ancak kimse, "Be adam, dört saat boyunca sahildeki adamların cayır cayır can verdiğini gördün de bu emri vermek için niye dört saat bekledin." diye sormaz.

Çünkü Amerikan kültürü kahramanları sever. Bir kararla herşeyi değiştiren efsanevi liderler ister. The Longest Day filminde, Omaha Kumsalını kurtaran adam General Norman Cota'dır. Bradley'in geç de olsa destroyerleri göndermesi vızz diye geçer, duymayız bile.

Yine Bradley'de, bana göre bir evrak memuru kadar bürokratik bir kişiliği olsa da, Amerikalılara göre bir kahramandır. İşin gerçeği, Bradley, bir stratejist, bir asker değildi. Tamamen yanlış yerde, ehli olmadığı bir işi yapmaktaydı.

Danışmanlığını kendisinin yaptığı Patton filminde bunu bizzat Bradley'nin kendi karekterinden duyarsınız "George, ben bu işi [savaşı] yapmak zorunda olduğum için yapıyorum, sen ise sevdiğinden.".

Ancak bana göre saat altıdan ona kadar, kumsalda hayatını kaybeden askerler yüzünden Divan-ı Harp'te yargılanması gerekirken, Hollywood'un kahramanı olmuştur.

Gerçekten, dört saat boyunca burada dalga dalga askerleri gönderip onları kırdırmak yerine, Bradley'nin niçin on kilometre batıda Utah kumsalında bir kurşunun bile atılmadığı noktadan karaya çıkmadığını bugün bile anlamam. Herhalde onca planı değiştirme derdini ve riskini almak istemedi. Olanları görüp anlayabilecek askeri kapasitesi olsaydı, eminim, çok daha önce davranır, binlerce asker de Omaha kumsalımda ölmezdi.

Son bir noktayı daha belirtip, Omaha çıkarmasını tarihe bırakalım.

Eğer Hollywood bir savaşla ilgili film yapmaya başlamışsa anlayın ki Amerikalılar işi ellerine, yüzlerine bulaştırmışlardır. Normandiya, Market Garden, Battle of Bulge, Kore, Vietnam ve son olarak da Körfez.

Eğer film yoksa, bilin ki savaş planlandığı gibi gitmiş, sonlanmıştır.

Omaha Beach
İşte bunları düşünürken, Jelena'yla beraber, bu kumsalı, bir ucundan bir ucuna yürüdük. Omaha sahili tenha, hiçbir eğlencesi, ışıltısı olmayan bir yer. Sekiz kilometre boyunca kumsalda gezen bir iki kişiden başka kimseyle karşılaşmadık.

Güneş batıda olup orta Avrupa zamanını kullandığımızdan saat dokuzda yeni yeni batmaya başlamıştı. Hava da soğuyordu. Okyanus rüzgarı içimize işlerken, Jelena Otele döndü, ben de bir kaç günbatımı fotoğrafı çektim.

Omaha kumsalı tabii ki görülmesi gerekli bir yer. Hemen yakınlarındaki Amerikan Mezarlığı da insanın duygularına dokunacak kadar güzel ve bakımlı. Hatırlarsanız, Saving Private Ryan, bu mezarlıkta başlar ve biter.

Omaha kumsalındaki anıtın hemen ilerisinde çok güzel bir müze var. Bahçesindeki orijinal kısa topuyla bakımlı bir Sherman tankı, içeride de mankenlerle canlandırılmış savaş dekorlarıyla sergilenen bir dolu askeri malzeme var.

Amerikan ordusunun, D-Day'de çıkarma yaptığı ikinci kumsal Utah.

Utah Beach
Utah kumsalının uzunluğu beş kilometre kadar. Genişliği ise, Omaha kumsalında olduğu gibi, gel-git fenomeni yüzünden saat kaçta orada olduğunuza göre değişiyor. Çıkarma saatinde suların çekilmiş olduğunu düşünürsek, herhalde bir üç yüz metre diyebiliriz.

Kumsalın sonunda da insan boyundan kısa, tepe sayılabilecek bir yükselti var. Bu yükselti, savunan kuvvetlere bir avantaj sağlayamayacak kadar kısa.

Utah kumsalı, Normandiya'da gezdiğim beş kumsalın içerisinde, bence çıkarmaya en uygun olanı.

Zaten çıkarma esnasında da en az direniş ve dolayısıyla da en az kayıp bu kumsalda olmuş. Hemen herşey planlandığı gibi gelişmiş, Amerikan birlikleri bir dirençle karşılaşmadan, kolayca karaya çıkabilmişti.

Çıkarma gününde 20 bin asker ve 1700 araç Utah kumsalından Normandiya'ya çıktı. Amerikalıların kayıpları 300'den azdı. Bu çok küçük bir rakam arkadaşlar. Utah kumsalına çıkış provalarında bile daha fazla kayıp verilmişti.

Sherman Tankı ve sahildeki tank engelleri
Utah kumsalına çıkan birliklerin komutanı General Theodore Roosevelt, Jr., ABD başkanı Theodore Roosevelt'in oğluydu. Defalarca birlikleriyle birlikte karaya çıkma isteği resmi kanallardan komutanı tarafından red edilmişti. Israrı sonunda sonuç verdi ve Roosevelt Jr. karadaki en yaşlı asker ünvanını aldı. Birliklerini yakından gözledi, tek tek hedeflerini gösterdi.

Roosevelt Jr. ilginç bir askerdi. Örneğin General George Patton'la papaz olmuşlardı. Sebebi ise, Patton'ın, Roosevelt Jr.'ın zaman zaman üniformasını tam olarak resmi yönetmeliklerde belirtildiği şekilde giymemesine kıl olmasıydı.

Unutmayın kı Patton, askeri doktorlara hastanede miğfer giyme zorunluluğu getirecek kadar askeri disiplini seven bir komutandı. Doktorlar, "Miğfer kafamızdayken nasıl steteskop kullanalım?" diye sorduğunda, Patton "Miğferinize kulak hizasında iki delik açın." demişti.

Roosevelt Jr., yine çok ünlü ve önemli bir general olan Omar Bradley ile de takışmıştı. Sebep olarak Bradley, Roosevelt Jr.'ın birliklerini "gereğinden çok sevmesini" göstermişti.

Roosevelt Jr. çıkarmadan bir ay sonra Sainte-Mère-Église yakınlarında bir kalp krizi geçirdi ve hayatını kaybetti.

Bugün, yolunuz Utah kumsalına düşerse, yine yüklüce miktarda anıtla birlikte, bir Sherman tankı, birkaç top, bir-iki tane Almanların kumsallara yerleştirdiği tank engeli ve bir de müze görebilirsiniz. Bu müzeyi bir önceki gelişimde gezmiş ve beğenmiştim.

Bir de kumsalın hemen yanıbaşında bir bar var. Bu barın içini çok güzel bir biçimde İkinci Dünya Savaşından kalma eşyalarla süslemişler. Barda birasını içen bir GI mankeni bile koymuşlar. İlginç geleceğinden eminim, mutlaka görün.

Kumsalın kendisi ise... sonuçta kumsal işte.

Birkaç sene önce ziyaret ettiğimde hava çok güzeldi ve çiftler kumda piknik yapıyor, öyle Love Story tarzı durumlar oluyordu. Bir de çıkarmanın öyle olaysız geçmesini eklerseniz, Utah kumsalından açıkçası çok fazla etkilenmemiştim.

Bu kez, neyseki hava kasvetliydi ve aralıklarla da olsa ciddi şiddette yağmur yağıyordu. Bir de ortalıkta öyle el tutan, öpüşen çiftler olmayınca, sahili bu kez savaş ağırlıklı bir ruh haliyle gezebildik.

Sainte-Marie-du-Mont
Yine Utah kumsalının hemen biraz içerisinde bulunan Sainte-Marie-du-Mont köyü de görülmeye fazlasıyla değecek bir yer. Köy hem güzel, hem de 101'inci Paraşüt Tümeni burada sıkı bir mücadele geçirmiş. Band of Brothers dizisinin ikinci bölümü neredeyse tamamen bu köyde geçer.

Merkezinde devasa bir katedral var, ancak benim favorim yine askeri eşya satan dükkanlar. Bir kaç bin Yuronuz varsa orijinal bir Alman Luger'i yada SS arması alabilirsiniz.

Bir sonraki yazıda ingiliz çıkarmasıyla devam edeceğiz.

26 Nisan 2014 Cumartesi

Normandiya, Pointe du Hoc

Normandiya çıkarmasına bir çok yerde D-Day (Di dey) derler. Niye diye merak edeniniz, cevabı şöyle. "D", İngilizcede gün anlamına gelen "Day" sözcüğünün baş harfidir. D-Day'ı Türkçeye çevirebilseydik, G-Günü falan dememiz gerekirdi.

Bu terimin, her şeyin olacağı, tamamlanacağı, değişeceği, en önemli günü sembolize eder. Dananın kuyruğunun koptuğu gün olarak da düşünebiliriz.

Aslında bu D-Day terimi, sadece Normandiya çıkarması için de kullanılmaz. Başka herhangi bir önemli günü de sembolize etmek için kullanılabilir. Ancak bu terim, Normandiya çıkarmasıyla o kadar özdeşleşmiştir ki, artık neredeyse çıkarmanın alternatif bir isimi haline dönüşmüştür.

Tamamlamak açısından, nasıl dananın kuyruğunun koptuğu gün için D-Day deniliyorsa, dananın kuyruğunun koptuğu saat için de H-Hour (Eyç Aur) terimi kullanılır demiş olalım ve çıkarma gününe dönüp, hikayemize devam edelim.

Bir çıkarma harekatının en önemli amaçlarımdan biri, harekatın ilerleyen safhalarında, sıradaki kuvvetlerin karaya çıkabileceği güvenli bir alan oluşturabilmektir. Bu alanın bir adı bile vardır, Beachhead (Biiçhed), yani Kumsal başı derler İngilizcede.

Bu güvenli alanı oluşturabilmek için de harekatın ilk safhalarında savaş, çıkarma yapan kuvvetlerin saldırıp, bölgedeki düşman güçlerini elimine etmesi gerekir. Harekatın en çok kan dökülen kısmıdır bu, çünkü düşman genelde savunma için hazırlıklıdır.

Savunma yapan taraf tarafından önceden koruganlar kurulmuş, sığnaklar inşa edilmiş, siperler kazılmış, stratejik noktalara ağır silahlar yerleştirilmiştir.

Saldıran taraf ise genelde taşıyabileceği hafif silahlarla karaya çıkar, kendisini bu hazırlıklı düşmanın önüne atar.

Saldıran tarafın başarısı ve kayıplarının azlığı, çıkarmadan önce savunma yapan tarafın savunma önlemlerini ne kadar etkisiz hale getirebildiği ile doğrudan orantılıdır.

Bu yüzden hemen her zaman, çıkarma öncesinde, düşman savunmasını zayıflatmak için havadan ve denizden yoğun bir bombardıman yapılır.

Günümüzde lazer yada GPS güdümlü bir bomba birkaç metre hassasiyetle hedefini bulabilmekte. Ne var ki, İkinci Dünya Savaşı günlerinde bu bombardımanın hassasiyeti hiç de bugünkü gibi değildi. Örneğin bir fabrikayı havadan bombalamak için onlarca uçak, yüzlerce bomba kullanıyor, atılan bunca bombadan birinin hedefe isabet edeceği umuluyordu.

Amerikalıların çıkması için planlanan Omaha ve Utah kumsallarının ortasında, bir yamaçın üzerinde Almanların işte böyle önemli bir savunma noktası vardı. Keşif uçaklarının çektiği fotoğraflar, bu noktada 155 mm çapında, dev boyutlarda, tahrip gücü çok yüksek topları görüntülemişlerdi.

Bu topların ateş açmaları için hedefin doğrudan görüş alanı içinde olması bile gerekmiyordu. Bulundukları noktadan hem Omaha, hem de Utah kumsallarını ateş altına alabiliyorlardı.

Almanlar sadece bu topları yamaca yerleştirmekle kalmamış, bir de tamamen yer altına inşa ettikleri koruganlarla kuvvetli bir istihkam alanı da kurmuşlardı.

İşte bu yamaçın ismi Pointe du Hoc. Fransızca ismi "Puant dü ok" diye okunsa da, kimse onu Fransızca'daki haliyle okumuyor. Çünkü, sonra anlatacağım nedenlerden dolayı, bu yamaç aslında Fransız değil, Amerikan toprağı.

Pointe du Hoc
Amerikalılar da her nedense bu Fransızca kelimeleri çok severler, yalan yanlış da olsa her fırsatta kullanırlar. Örneğin, yemekte ilk tabağa Fransızca "Antre" derler ama Amerika'da "Antre", birçok yerde, katastrofik bir yanlış olarak, asıl yemek için kullanılır. Bir de Amerikan aksanıyla "Aentçrey" gibi komik bir biçimde söylerler ki birkaç kez kendimi tutamayıp gülümsemiş, etrafımdakileri utandırmıştım.

Herneyse, Pointe du Hoc da, Fransızca olmasına rağmen, Amerikalıların yalan yanlış telaffuzuyla olmuş size "Point dö Hak" :)

Pointe du Hoc'daki toplar, çıkarmanın her unsuruna büyük bir tehdit oluşturmaktaydı. 155 mm'lik bir top mermisi, sahilde savaşan Amerikan birlikleri için kesin bir ölüm demekti. Bu yüzden Pointe du Hoc'ın çıkarma başlamadan önce etkisiz hale getirilmesi gerekiyordu.

Bu görev de Amerikan ordusunun seçme birliklerinden Ranger'lara (Reyncır) verilmişti.

Ranger'lar, bu saldırıyı detaylarıyla planlamıştı. Hatta İngiltere'de, bir adada provasını bile yapmışlardı.

Önce bütün alan, denizden yoğun bir top ateşine tutuldu. Ancak bu topçu bombardımanı, yukarda da bahsettiğimiz üzere öyle nokta atışı hassasiyetinde değildi.

Top mermilerinin açtığı kraterler
Kim bilir kaç top mermisi düşmüştü bu tepeye. Bugün bile, düşen top mermilerinin açtığı kraterler yüzünden düz bir çizgide yürümek imkansız hale gelmiş. Bütün alan Ay'ın yüzeyi gibi. Ancak görünüşe göre, Alman koruganları bu yoğun ateşten pek de etkilenmemişler. Yine bugün, bu koruganları eski halleriyle görmek mümkün.

Deniz bombardımanına zaten fazlaca bel bağlamayan Ranger'lar, bu mevziyi ele geçirmek üzere on çıkarma teknesiyle yola çıktılar. İki diğer çıkarma teknesi, bu birliğin araçlarını, dört amfibik kamyon da, Londra itfaiyesinden sipariş edilen otuz metre boyundaki merdivenleri taşıyordu. Pointe du Hoc, 30 metre yüksekliğinde, sarp kayaların tepesinde bir yerdi, ve bu noktaya deniz tarafından ulaşmanın tek yolu ise, bu dik yamaçı tırmanmaktı.

Alman ateşi sonunda içlerinde askerlerin bulunduğu bir tekne battı ve biri hariç, içindekilerin hepsi boğularak hayatlarını kaybettiler. İkinci bir tekne de suyla doldu ve ilerleyemedi. Malzeme taşıyan teknelerden de biri batmış, diğeri ise batmamak için taşıdığı malzemeleri denize atmıştı. Merdiven taşıyan dört amfibik araçtan biri de Almanlar tarafından batırılmıştı.

Ranger'ların tırmandığı yamaç
Sonunda ilk yola çıkan 500 kişilik kuvvetin ancak yarısı kadarı sahile çıkabildi. Şimdi önlerinde, ateş altında tırmanmaları gereken otuz metre yüksekliğinde bir yamaç bulunuyordu.

30 metre çok uzun bir mesafedir arkadaşlar. Elinize ufak bir taş alın ve fırlatmayı deneyin. 30 metreye ulaşamayacaksınızdır.

İşte tam burada, Ranger'ları kötü bir sürpriz bekliyordu. Merdivenler yamaçın seviyesine ulaşamayacak kadar kısa kalmıştı.

Bu sebeple Ranger'lar, B planını devreye soktular ve uçlarında kanca bulunan ipleri, havan topu benzeri bir top sayesinde bu kadar yüksekliğe ulaştırmayı denediler. Harekatı prova ettiklerinde de, bu acayip havan topu kancaları, oldukça başarılı sonuç vermişti.

Çıkarma günü ise, provalarda gözden kaçan ufak bir ayrıntı bütün işleri karıştırdı. Tekneyle kıyıya gelirken, kancalara takılı ipler ıslanmıştı. Bu yüzden de ağırlaşan iplerin çoğu, havan toplarıyla yukarı fırlatıldıklarında, 30 metre yükseklikteki tepeye ulaşamamıştı.

Ranger'lar gerçekten Hollywood'un istese bile abartamayacağı kadar büyük bir kahramanlık gösterdiler ve az sayıda iple, ateş altında yamaçı tırmandılar. Amerikan donanmasının iki gemisi, tepedeki Almanları top ateşime tutmuş, aşağıdan gelen Ranger'lara ateş açmalarını engellemeye çalışıyordu.

İşleri kaka sarmaya başlamıştı. İşaret fişekleriyle, yine orijinal plan dahilinde, gerekli olursa destek sağlayacak yedek birliği çağırdılar. Ancak, gemiyle gelirken kayıplar yüzünden gecikmişler, yedek birlik de bu arada Omaha kumsalına çıkmıştı.

Tepeye ulaşan Ranger'ları ise yine başka bir sürpriz bekliyordu. Radyoları yetersiz kalmıştı ve kimseye ulaşamıyorlardı.

Alman Koruganları
Ancak asıl kötü haber, ilk askerlerin Alman koruganlarına yaklaşmasıyla geldi.

Pointe du Hoc'da bir tane bile top yoktu.

Sadece Almanların yanıltma amaçlı, top gibi yerleştirdikleri elektrik direkleri bulunmaktaydı. Bunca çile boşa çekilmişti.

Ranger'lar Pointe du Hoc'tan içerilere yönelerek Almanların söküp götürdüğü bu topları aramaya başladılar. Bir süre sonra, altı toptan beşini bulup çalışmaz hale getirdiler.

Yine Ranger'ların bir bölümü, Omaha kumsalına çıkan birlikleri ateş altına alan bazı Alman savunma noktalarını arkalarından dolaşarak etkisiz hale getirdi.

Pointe du Hoc'da kalan birliklerin ise çilesi halen bitmemişti. Almanlar, yamaçı geri almak için ha bire karşı saldırı yapıyor, Ranger'lar da dışardan yardım almadan direnmelerini sürdürüyorlardı.

Pointe du Hoc'daki Ranger'lar ancak 7 Haziran akşamı yani neredeyse iki gün sonra, müttefik zırhlı birliklerin gelmesiyle direnişlerini sonlandırdılar. Yola çıkan 500 Rangerden sadece 250'si karaya çıkabilmiş, iki gün sonra yardım ulaştığında da, bu 250'den sadece 90 tanesi hayatta kalmıştı.

Pointe du Hoc'ın bu tarihi önemi sebebiyle Fransız Hükümeti, Alman koruganlarının bulunduğu bölgeyi ABD'ye verdi. ABD'de bölgenin orijinalliğini bozmadan bir müze halime dönüştürdü. Mutlaka görğlmesi gerekli bir yer.

ABD'nin ölümcül hatası ise, bu alana girişi parasız yapması. Bedava olduğundan, herkes çoluğu, çocuğu toplayıp buraya geliyor. Ağlayan, bağıran, koşan, oynayan, koruganlara girip çıkam, toplara tırmanan yüzlerce çocuk, bölgenin bütün havasını kaçırıyor. Adam başı bir yuro alsalar, bu çocukların yüzde onu kalmaz.

Biz oradayken, bir iki yaşlı Amerikan gazisi de bölgeyi ziyaret ediyordu. Bir tanesi zannedersem ağlıyordu bile. Geri planda ise çocuklar kraterlerde birbirlerini kovalıyor, paraşütçü klik-klak'larıyla herkesin kafasını şişiriyorlardı.

Bu alan, insanların kanlarının döküldüğü tarihi bir yer. Bence çocuklar ve piknik için çok yanlış bir seçim.

Arkası yarın!

25 Nisan 2014 Cuma

Normandiya, Sainte-Mère-Église

Normandiya çıkarması, 6 Haziran 1944'de, gece paraşütlerin inmesiyle başlamıştı. İşin güzeli paraşütler Normandiya'ya değil, Pas de Calais'ye (Pa dö Kale) iniyordu. Paraşütlerin ucunda da paraşütçüler değil, yere düştüklerinde patlayan kuklalar vardı. Anladığınız üzere, yanıltma harekatının bir parçası olarak Pas de Calais'ye inen paraşütçülerin raporları Alman karargahına gelmeye başlamıştı.

Hemen sonrasında 1000 kadar İngiliz uçağı, Normandiya sahilimdeki hedeflerini bombaladı.

Bu arada Sword (Sord) kumsalının gerisine, Pegasus köprüsü yakınlarına, görevleri köprüyü ele geçirmek olan İngiliz askerleri, bir planörle inmişti. Askerlerin komutanı İngiliz teğmen, tabancasıyla bir alman askerini vurdu. Bu Normandiya çıkarmasının ilk kurşunu, ve ölen ilk Alman askeriydi. Hemen sonrasında, bir Alman makineli tüfeği ateşlendi ve İngiliz teğmen de orada öldü. Bu da Müttefiklerin ilk kaybıydı.

İşgal başlamıştı...

On üç bin paraşütçü Normandiya içlerindeki hedeflerine indirilmişlerdi... Yada indirilmeye çalışılmışlardı.

Bir kere tüm sahil kalın bir bulut tabakasının altında kalmıştı. Pilotlar, gözle değil, bu günün otoyollarda hız denetimi yapan radarlardan bile ilkel radarlarla iniş noktalarını bulmaya çalışıyorlardı.

Sonuçta, göreceli olarak çok az paraşütçü önceden belirlenmiş hedeflerine inebildi.

İkincisi, uçakların bir bölümü telaştan, normalden hızlı uçuyorlardı. Birçok paraşütçü atladığında, rüzgarın şiddeti, silahlarını ve çantalarını üzerlerinden koparıp almıştı. Savaşa silahsız başlamak hiç de hoş değildi.

Atlantik savunmasından sorumlu Alman Mareşal Erwin Rommel (Ervin Romel), bölgedeki nehirlerin akışını engelleyip taşırmış ve normalde kuru olan bölgeler göl ve bataklık olmuştu. Paraşütçüler kara yerine suya düşünce boğulmuş yada boğulma tehlikesi geçirmişlerdi.

Amerikan paraşütlerinin komplike ayrılma mekanizması yüzünden kimi paraşütçüler suya düştüklerinde ağırlıklarını zamanında atamamışlardı. Paraşütleri tek bir kancayla ayrılabilen İngilizler biraz daha şanslıydılar,

Bu harekata Amerikan 82'nci ve 101'inci, İngiliz 1'inci ve 6'ncı paraşüt tümenleri katılıyordu.

Amerikan 82 ve 101'inci paraşüt tümenleri çok klas ve havalı tümenlerdir arkadaşlar. Bugün bile bu elit özelliklerini korurlar.

101'in görevi, bir iki köprüyü tahrip edip, Utah kumsalından gelecek tankların geçişini güvenceye almaktı.

82 ise sağ kanadı koruma ve yine bir iki köprüyü uçurma ile birlikte, Utah kumsalının biraz içerisinde önemli yolların kesiştiği. Stratejik bir nokta olan Sainte-Mère-Église (Sent Mer Eglis) kasabasını almakla görevlendirilmişti.

Sainte-Mère-Église aynı zamanda Normandiya sahilindeki savaş gezimizin ilk durağıydı.

Sainte-Mère-Église, Aziz Mère Kilisesi demek. Zaten kasabanın yarısı da işte bu koca, cazibeli kilise. Kilisenin önünde de koca bir meydan. Yakınlardaysanız ve zamanınız da olursa kilisenin içini mutlaka görün.

Çıkarma gününe geri dönersek, 6 Haziran 1944 gecesi, meydanın etrafında bir evde yangın çıkmıştı. Bütün halk ve Alman askerleri ayakta, zincir yapıp kuyudan doldurdukları kovalarla yangını söndürmeye çalışıyorlardı. Alevler geceyi gündüz gibi aydınlatmıştı.

Tam bu anda 82'nci tümenin paraşütçüleri inmeye başladı. Alman askerleri için sanki bir atış talimi fırsatıydı bu. Yangından dolayı aydınlanan gök yüzünde salınan paraşütçüler, Alman askerlerine mükemmel birer hedef olmuşlardı. Paraşütçüler yere inmeden, daha havadayken kurşunluyorlardı. Paraşütleri ağaçlara, direklere takılan askerler, daha kendilerini bağlardan kurtaramadan Alman kurşunlarına hedef olmuşlardı. Bir bölümü ise, doğrudan alevlerin içine inip yanmışlardı.

Sainte-Mère-Église Kilisesi
John Steele (Con Stiil) isimli paraşütçünün paraşütü, kilisenin kulesinine takılmıştı. Steele iki saat ölü taklidi yaparak çatışmayı seyretti. Sonrasında Almanlar paraşütünü keserken yaşadığını anladılar ve esir aldılar. Steele sonrasında kaçıp, kasabayı geri almak için mücadele eden Amerikan birliğene katıldı. Sonunda da kasabayı ele geçirdiler.

Böylece, Sainte-Mère-Église, Fransa'da kurtarılan ilk yerleşim merkezi ünvanını aldı.

The Longest Day (Dı Longıst Dey) filmi, 6 Haziran gecesi Sainte-Mère-Église'te geçen bu olayları çok güzel anlatır. Filimde kuleye asılı iki saat geçiren John Steele, devamlı çalan çanlar yüzünden işitme yetisini geçici olarak kaybeder. Ancak ben bunu Sainte-Mère-Église'le ilgili okuduklarımdan teyit edemedim.

Waco planörü
Bir başka rivayet de, paraşütçüleri getiren C-47 pilotunun, kasabadaki yangını atlama noktasının işaretlendiği meşalelerden biri diye düşünüp, paraşütçülere "atla" sinyali verdiğidir. Ancak, bunu da henüz doğrulayan bir kaynak bulamadım.

Bugün, o gecenin anısına, Sainte-Mère-Église'deki kilisenin kulesinde devamlı bir paraşütçü figürü asılı durur. Yine tam o gece yanan evin yerinde, Paraşütçülere ait bir müze bulunmakta.

Müzede bir C-47 Skytrain (Skaytreyn) uçağı, bir de Waco (Uako) Planörünü görebilirsiniz.

Müzeyi ziyaret ederseniz, mutlaka planöre bir dokunun. Bez kaplı kanat ve gövdeyi hissetmek ilginç gelecektir.

Paraşütçüleri getiren C-47 uçağı
C-47 uçağı ise, paraşütçüleri o gece Sainte-Mère-Église'e getiren uçağın ta kendisi. Hem de çok güzel bir mizansenle, zamanın araçları ve üniformalarını giymiş mankenlerle görüme sunulmuş.

Yan vitrinlerde ise İkinci Dünya Savaşının silahları, üniformaları gibi zamanın popüler malzemeleri sergileniyor. Bu günün standartlarında bile hızlı ve ölümcül olan gerçek bir Alman MG-42 ağır makineli tüfeğini, yada amerikan ordusunun standard makineli tüfeği Thomson'ı (Tamsın) görebilmek için bir fırsat. Ne yazık ki bu silahlara dokunamıyorsunuz. Müzenin dışında ise savaştan kalma kamyonlar, toplar, bir de Amerikalıların ünlü Sherman tankı var.

Kasabanın gerisi birkaç binadan ibaret. Bir de meraklıysanız yine İkinci Dünya Savaşı ve Paraşütçülerle ilgili askeri eşya satan dükkanlar var. Bu mağazalara girdiğinizde, eğer bu işlere ilgi duyuyorsanız, kendinizi darı ambarında zannetmeye başlıyorsunuz. Top, tüfek, süngü, miğfer, armalar, modeller, aklınıza gelebilecek her türlü askeri malzeme satılıyor. Biz ne yazık ki bir Paskalya tatilinde buradaydık ve sadece bir mağaza açıktı.

Sherman tankı
Bu dükkanların en popüler malzemesi ise bastığınızda klik-klak yapan teneke oyuncaklar - benim yaşlarımdaysanız, çocukluğumuzdan hatırlayabilirsiniz.

Bunlar, hemen çıkarma harekatı öncesi paraşütçülere verilmişti. Paraşütçüler, bu minik aleti, indikten sonra karanlıkta yada birbirlerini göremedikleri durumlarda, dost unsurları ayırabilmek için kullanıyorlardı. Bir klik, bir klik-klak'la cevaplanıyordu.

İşte bu aletlerin kopyalarından, fiyatları da ucuz olduğu için, her anne-baba çocuklarına birer tane satın almıştı. Böylece her gittiğiniz noktada, sabah akşam bu klik-klak sesini duyuyor, sinirleriniz bozuluyor ve yavaş yavaş nefret etmeye başlıyordunuz.

Sainte-Mère-Église'de kurtuluş anıtı dışında başka görülecek birşey yok.

Ben şahsen bu kurtuluş, şehitlik, yada diğer askeri olayların anısına yapılı anıtları hiç sevmiyorum. Bana sorarsanız, kişiler yada olayların anısını yaşatmak yerine, olayın yaşandığı bölgenin otantisitesini/orijinalliğini bozuyorlar. Ziyaretçilerin, deyimi yerindeysa "havaya girmelerini" engelliyorlar.

Auschwitz toplama kampında, binlerce Yahudinin katledildiği gaz odalarının yerinde bir anıt var. Eğer bu anıt yerine gaz odalarının bir reprodüksyonu yapılsaydı, insanlar bu acıyı daha fazla hissedip, bu trajedinin boyutunu daha iyi anlayabilirlerdi. Yine Omaha kumsalında abuk sabuk geometrik şekiller ve bayraklarla donanmış anıtlar yerine, günü hissettirebilecek tank engellerini, dikenli telleri koysalardı, oradaki askerlerin kahramanlığı daha fazla ortaya çıkabilirdi.

Bence tabii.. Bir gün Normandiya Valisi olursam, söz değiştireceğim :) Neyse, eğer görmek isterseniz, Sainte-Mère-Église'in Kurtuluş Anıtı, lop bir taş ve kilisenin hemen önünde duruyor.

Sainte-Mère-Église'i arkamızda bıraktığımızda, yavaş yavaş İkinci Dünya Savaşı'nın havasına girmeye başlamıştık. Ben, Jelena'yı baymamak için fazla konuşmamayı tercih etmişken, bu sefer o meraklanıp olayları sormaya başladı. Böylece, geyik yoğunlaştı ve ikimiz de savaşı daha fazla hissetmeye başladık.

24 Nisan 2014 Perşembe

Normandiya'ya Doğru

Tarihi muzafferler yazar derler ya, ne kadar doğru bir laftır. Hepimizin yıllardır izlediği filmler, okuduğu kitaplar, dinlediği hikayelerin hemen tümü İkinci Dünya Savaşını Müttefiklerin kazanması kadar normal birşey yokmuş, sanki bu bir alın yazısıymış gibi gösterir.

Çünkü müttefikler haklı, Almanlar kötüdür. Müttefikler kahraman, Almanlar ise çaresizdir. Churchill ve Roosevelt birer demokrasi kahramanı, Hitler ise bir diktatördür. Stalin ise bu bağlamda pek tartışılmaz ve kıyasa girmez. Çünkü Stalin ve yaptıkları, demokrasi ve özgürlük savaşçıları müttefikler tanımına pek uymaz.

Kısaca, Müttefiklerin savaşı kazanması zaten beklenen bir sonuçtur. Bu sonucu elde etmek ise sadece bir zaman meselesidir.

Tanrı hepimizi Hitler gibilerinden korusun. Hitler, tabii ki dünyanın gördüğü en zararlı varlıklardan biridir. Sorun burada değil. Bana sorarsanız, sorun, insanlara iyinin, haklının her zaman kazanacağını söylemek, onları buna inandırmakta.

İkinci dünya savaşı sırasında Alman ordusunun elindeki her silah, kullandığı her araç ve ülkenin teknolojik seviyesi, Müttefiklerin hepsinden daha ileri, daha üstündü. Hitler'in davası haklı olmasa da, ona inanan bir halkı, davası için gönülden savaşacak bir ordusu vardı.

Tanrı bizi korudu da, Almanlar savaşı kaybettiler.

Ancak müttefiklerin kazanması hepimizin inandırıldığı bariz üstünlüklerinden olmadı. Kazanmak ile kaybetmek arasındaki çizgi, bize söylendiğinden çok daha inceydi.

Normandiya çıkarması ise bu çizginin en çok inceldiği noktalardan biri oldu.

Normandiya çıkarmasına kadar Müttefik uçakları Alman ordusunu, endüstriyei tesislerini ve şehirlerini bombalıyor, Hitlerin savaşma gücünü zayıflatıyordu.

Ancak bir savaş tam anlamıyla karada kazanılır. Kara harekatı ise tatsızdır. Çünkü askerler ölür. Askerler ölünce de halk kızar. Bu yüzden politikacılar zorunlu kalmadıkça bir kara harekatına kalkışmazlar.

Normandiya öncesi Avrupa'da Amerika'nın fazlasıyla hoşnut olduğu bir durum vardı. Hitler'in aptallığı sonucu Rusya'ya açtığı savaş yüzünden görünen rakip Almanlar ve asıl rakip Ruslar birbirlerini yiyiyor, Ruslar, İngilizler savaş için gerekli tüm malları Amerika'ya para ödeyip alıyorlardı.

Stalin, ne biçim müttefiksiniz, beni yalnız başıma bıraktınız Almanlarla, savaşa girin, batıdan bir cephe açın diye kıçını yırtıyor, Roosevelt'de savaşa girmediği her gün Amerikalı askerler yerine Rus askerlerinin öldüğünün farkında, harekatı geciktirdikçe geciktiriyordu.

Kızmayın Amerikaya bu yüzden. İşin aslı, Avrupa'daki savaşta Amerikalılara pek giren, çıkan yoktu. Almanlar ABD'ye saldırmış değil. Fransızlar kendi ülkeleri için bile savaşmamış, niye ABD onlar için savaşsın, değil mi?

Ancak her şeyi tadında bırakmak gerekir. Eğer Ruslar, Almanları tek başına yenerse, bu kez Avrupa, Hitler isimli bir diktatör yerine, Stalin isimli bir diktatörün eline geçecekti. Geleceğin süper gücü ve Avrupa'da olacaklar üzerinde söz sahibi olmak istiyorsa ABD bir noktada artık seyretmeyi bırakıp, savaşa katılmak zorundaydı.

Kısaca adadan ana karaya atlayıp, yönü Almanya'ya çevirmek, hatta mümkünse Rusya'dn önce Almanya'ya girmek.

Her operasyona olduğu gibi batı Avrupa'da yapılacak bu işgale da bir isim bulundu, "Operation Overlord" (Opereyşın Ovırlord), anlamı ise bey, paşa, yani bir tür Kiziroğlu. Karışıklık olmasın diye belirtelim, Normandiya'ya yapılacak çıkarmanın ismi Overlord'un bir alt operasyonu olan "Operation Neptune" (Opereyşın Neptiun), yani Güneş'e en uzak gezegenin ismi (n'olur Plüto geyiği başlatmayın, bir Roman tanrısı diyelim sıkıntı varsa).

Sicilya ve İtalya, müttefikler için çok faydalı bir çıkarma harekatı deneyimi olmuştu. Benzeri bir harekatı, kapsamı kat be kat büyük de olsa Fransa'nın Atlas Okyanusu sahillerinde tekrarlayacaklardı.

Bütün kuvvetlerini İngiltere'ye yığdılar. Artık iş sadece çıkarmanın yapılacağı sahili belirlemeye kalmıştı.

Britanya, jeolojik olarak Fransa'nın kuzeyinden kopmuş bir adadır. Bu yüzden, adanın hemen hemen tüm güney kıyısının karşısında, Fransa'ya ait bir kıyı bulunur.

Bu iki kara parçasının birbirine en yakın olduğu nokta ise Fransa'nın Pas de Calais (Pa dö Kale) bölgesidir. Avrupa'ya İngiltere'den çıkarma işine kalkan her aklı selim adamın da aklına gelen ilk çıkarma noktası da haliyle burası olur.

Ancak savaş sürpriz işidir. En barizi yapmak yerine, zor da olsa düşmanı beklemediği bir yerden vurursunuz.

Sürprizin önemini düşmanınız da bildiğinden, sizin sürpriz yapacağınızı düşünüp, tedbirini en olası değil de daha az olası bölgelerde alır.

Siz de düşmanınızın sizden sürpriz bekleyip, kuvvetlerini az olasılıklı yerlere kaydıracağını düşüneceğiniz için, bu kez onu en olası noktadan vurursunuz :)

Yani p eşit değildir q'ya. Bu işin mantığı olmaz.

Ancak saldırıya hazırlanan düşmanınız, en başarılı generalini bu saldırı olasılığı en yüksek noktaya göndermiş, onun emrine binlerce tanklı, toplu koca bir ordu vermişse ve her saat binlerce radyo mesajı gidip geliyorsa, demek ki bunlar bariz de olsa, beni buradan vuracak dersiniz.

Gerçekten de Afrika'da ve İtalya'da Almanların tozunu atan General George Patron (Corc Petın), Pas de Calais'nin tam karşısınaki Kent ve Sussex kentlerinde tezgahını kurmuştu.

Emrinde de Amerikan Birinci Ordusu bulunuyordu.

Alman keşif uçakları ve istihbaratı binlerce tankın, kamyonun fotoğrafını çekmişti. İngilizce tercümanlar gece gündüz radyo mesajlarını Almanca'ya çeviriyorlardı.

Demek işin sürprizi falan kalmamıştı. Müttefikler Pas de Calais'den vuracaklardı.

Almanlar da bunu görüp, kuvvetlerinin büyük bölümünü Pas de Calais'ye kaydırdılar.

Ancak Atlantik savunmasından sorumlu Mareşal Erwin Rommel (Ervin Romel) kolayca atlatılabilecek bir adam değildi. Pas de Calais dışımdaki olası çıkarma noktalarını da boş bırakmamıştı. Normandiya dahil bütün sahilleri gezmiş, savunma planlarını şahsen yapmış yada denetlemişti.

İşin komiği, tüm bu mizansende gerçek olan tek unsur General Patton'dı. Geri kalan her şey sahteydi. Birinci ordu bir hayalet orduydu. Tanklar, toplar hep şişme plastikten yapılmıştı. Bütün radyo ve evrak trafiği de istihbarat servislerinin işiydi.

Patton'un bu işe hayli bozulduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Bir savaş tutkunu olan Patton, geçmişte tarihin önemli savaşlarını reenkarinasyon sonrası değişik komutanların kimliği ile kendisinin yaptığına inanmış biriydi. Savaşmak yerine bir yanıltma operasyonunun başrolünü oynamak, onun gibi bir asker için kabul edilebilir birşey değildi. Kader işte...

Çıkarma için aslında seçilen bölge Normandiya olmuştu. Britanya adasına Pas de Calais kadar yakın olmasa da, çok uzak da sayılmazdı.

Normandiya sahili doğu-batı doğrultusunda uzanır. Çıkarmanın planlaması yapılırken bu sahil beş bölüme ayrılmış, ve batıdan doğuya bu bölümlere Utah (Yutah), Omaha, Gold, Juno (Cuno) ve Sword (Sord) isimleri verilmişti.

Plana göre Omaha ve Utah kumsallarına Amerikalılar, Gold ve Sword kumsallarına İngilizler, Juno kumsalına ise Kanadalılar çıkacaktı.

Size bir fikir vermesi açısından, Omaha kumsalının bir ucumdan diğerine yürümek bir saatimizi almıştı. Yine Omaha ve Gold kumsalı arasındakı yolun uzunluğu otuz kilometre. Sword kumsalının üzerinde de dört tane köy var. Ne kumsallar küçük, ne de aralarındaki mesafeler kısa yani.

Çıkarma yapılacak bu kumsallar da kendi içlerinde yirmi dört sektöre ayrılmıştı. Omaha kumsalının en batısındaki ilk sektörün kodu "A", Sword kumsalındaki son sektörün kodu da "R" olarak belirlenmişti. Olaya Utah kumsalı da sonradan dahil olunca bu sıralamaya sekiz sektör daha eklenmişti. Her sektör kendi içinde "Green" (Griin-Yeşil), "Red" (Red-Kırmızı) ve "White" (Uayt-Beyaz) isimli alt kumsallara bölünmüştü.

Bu sektörlere çıkacak birlikler de gayri-resmi olarak aynı kodlarla isimlendirilmişti. Filmlerde dikkat ettiyseniz "Dog Company" (Dog Kampıni), "Easy Company" (İyzi Kampıni) falan diye duyarsınız. Bu Able *Eybıl), Baker (Beykır), Charlie (Çarli), Dog, Easy, Fox (Foks), vesaire o zaman kullanılan fonetik kodlamada baş harfleri olan A, B, C, D, E, F, vesaireye, denk gelir. Örneğin Dog Green, D-Yeşil Sektörüne çıkacak birliklerdir.

Bir de her yerde Able, Dog, Easy Sektörlerinden bahsedilirken, çok az, mesela Queen (Kuiin) Sektöründen bahsedildiğini duyarsınız. Bunun bir nedeni Queen Sektörünün İngiliz olması ve Holywood'un ilgi alanı dışında kalması olsa da, asıl nedeni, Amerikalıların alfabenin ilk harfli sektörlerinin bulunduğu Omaha Kumsalında işleri karıştırmasıdır. Hollywood'un da katkısıyla ABD nerede işleri eline yüzüne bulaştırırsa, oradan bol bol hikaye ve kahraman çıkar.

Son bir not. Bu birlik isimleriyle kumsal sektörlerinin eşleşmesi sadece çıkarma zamanı için geçerlidir. Başka bir bölgedeki savaşta duyduğunuz Dog Company, Omaha kumsalında D Sektöründe karaya çıkması planlanan birlik olmayabilir.

Çıkarma harekatı sadece kumsallarla sınırlı değildi.

Denizden gelen kuvvetlerle birlikte, bir diğer önemli unsur paraşütle inecek askerler, yani Airborne (Eyirborn) birlikleriydi. Asıl kuvvet denizden gelecek olsa da paraşütçü birlikler köprüler yada yollar gibi stratejik noktaları ele geçirecek, çıkarma sonrası değişik noktalardan karaya çıkan birliklerin bir araya gelmelerini sağlayacaklardı.

O zamanlar henüz helikopterler kullanılmadığından, savaş malzemeleri ve paraşütçü olmayan askerler planörlerle indiriliyordu. Binlerce planör bu devasa lojistik harekat için imal edilmiş, İngiltere'nin güneyindeki hava üslerine dağıtılmıştı.

Yüzbinlerce asker Staging Area (Steycing Eyriya) adı verilen bekleme bölgelerinde savaşı sürdürmek için gerekli araç, yiyecek, giyecek ve diğer malzemelerle birlikte büyük gün için hazırlanmıştı.

Herkes artık bir tek şeyi bekliyordu.

Biraz iyi hava!

22 Nisan 2014 Salı

Size Bu Satırları...

Haydi, hayatımıza biraz değişiklik getirelim ve yazımıza bu kez biraz afillice başlayalım. Hani büyük, ünlü ve aynı zamanda önemli yazarlar konuya girerken "Size bu satırları Leman gölünün kıyısından yazıyorum...", yada "Siz bu satırları okurken, ben bir şişe rakının içinde boğulmuş olacağım.." falan derler ya... Buna benzer bir başlangıç var aklımda işte.

"Size bu satırları..."

Nasıl melodramatik geliyor kulağa değil mi?

Yazmayanı yiyiyim. Koy gitsin...

Size de bu satırları bir kadeh Bordeaux (Bordo) şarabının eşliğinde, Honfleur'de, bir otel odasından yazıyorum.

Şimdi Honfleur neresi, orada ne işin var falan diye haklı olarak soracaksınız. Eğer olaya biraz da dikkatli ve kritik bakarsanız, daha da haklı olarak Bordeaux'nun Türkçe okunuşunu Bordo diye yazdın da Honfleur'ü niye yazmadın diye de merak edebilirsiniz.

Ne yapalım, yazıya, öyle "Bir şişe Bordeaux şarabı..." diye başlayınca olaya ortadan girmiş olduk. Girizgahı tam yapamadığımızdan konu da haliyle biraz havada kaldı. Eski bir arkadaşın deyişiyle "Bir cümlede o kadar fazla pencere açtım ki, hangisine bakacağınızı şaşırdınız.". Hattızatında, İngilizce'den çevrilmiş bu deyiş bile tam gediğine oturmadı, farkındayım...

Derin bir nefes alıp olayı toparlayalım.

Bir kere ne diye hıyarca yabancı kelimelerin Türkçe okunuşunu yazıyorum, oradan başlayalım.

Çünkü önemli olduğunu düşünüyorum.

CNN'in Türkiye muhabiri Ivan Watson'ın Tayyip Erdoğan'ın soyadını nasıl doğru telaffuz ettiğine dikkat ettiniz mi? Adam yumuşak g'yi hakkıyla telaffuz ediyor. Bu yumuşak g fenomeni sadece Türkçemizde vardır arkadaşlar ve yabancılar bu harfi çok zor anlarlar. Ivan, niye bunca zahmete girip doğrusunu öğrenmiş diye sorarsanız... Çünkü önem veriyor.

ABD büyükelçisi Ricciardone Söyleşilerini Türkçe yapıyor, Birleşik Krallık büyükelçisi Moore de aynı şekilde. Geçenlerde Ricciardone'yi Riçardone diye okuyorlar ama İngilizcede o "ç" okunuşunu göremiyorum diye yazacak oldum, hemen birisi cart diye geçirdi, "İsmin kökeni İtalyanca, doğru okunuşu Riçardone." şeklinde.

Yabancı kanallarda İngilizce konuşan Türklerin söylediklerini İngilizce altyazıyla veriyorlar. Çok aşağılayıcı olsa da ne yazık ki gerçek.

Yabancı sözcüklerin doğru telaffuzu önemli yani. İşte ben kulunuz da bu nedenle, karınca kararınca, yabancı sözcüklerin, fonetik olarak tam doğrusu olmasa da! Türkçe yazımıyla telaffuzlarını koymaya çalışıyorum. Bu hareketimin "kıl olunabilirliğinin" farkındayım, ancak lütfen kıl olmayın. Gerçekten kötü bir niyetim yok.

Yine dağıldık gidiyoruz. Nerden açıldı bu konu?

Honfleur'den....

Daha doğrusu niye bu sözcüğün Türkçe okunuşunu yazmadığımdan. Hatta bunca gereksiz gevezelikten sonra Honfleur konusunun nasıl geçtiğini bile unutmuş olmanız normaldir, o yüzden hatırlatayım. Hani "Size bu satırları Honfleur'den, bir kadeh Bordeaux şarabıyla birlikte yazıyorum." diye melodramatik bir giriş yapmıştım ya... Oradan.

Honfleur, Anflöğğğ diye okunuyor. Bir nevi Hülooğğğ gibi yani. Fransızca'daki "r" 'nin "ğğğğ" şeklindeki okunuşuna takılmadığımdan, yukarda, parantez içinde yazmış olsaydım, Anflör derdim.

Niye Hanflör değil de Anflör diye sorarsanız da, "h" harfi Fransızcada "mute" olan bir harftir. Varlığı yada yokluğu, sözcüklerin okunuşunu değiştirmez. Bu yüzdendir bütün dünya "Hotel" derken, biz bu sözcüğü Fransızca'dan arakladığımız için "Otel" deriz.

Honfleur, Fransa'nın Normandiya bölgesinde bir kent. Normandiya ise Fransa'nın kuzey batısında, hemen İngiltere'nin karşısında bulunmakta.

Normandiya eski bir dükalık. İsminden de anlaşılacağı üzere bu bölgede yaşayan insanlara Norman deniyor. Normanlar ise Vikingler, Keltler ve Galyalılar'ın karışımı bir halk. Her ne kadar, çizgi romandaki köyleri Normandiya'nın komşusu Britanya'da olsa da, Normanlar halk olarak Asteriks ve Hopdediks'in hemşerileri. Yine karışıklığı önleme bakımımdan Britanya, Fransa'da bir bölge, Büyük Britanya yani dilimizdeki İngiltere ile karışmaması bakımından belirtelim.

Normandiya mesela elma'dan yapılan Calvados (Kalvados) konyağının yapıldığı bölge. Hadi yine doğruluk açısından dilimize bir içki türü olarak geçen Konyak kelimesinin aslında bir içki türü değil, aynı isimli bölgede yapılan brandy'nin (brendi) ismi olduğunu söyleyelim. Yani Calvados bir konyak değil, doğru söylemiyle bir brandy'dir.

Ancak Normandiya dendiğinde herkesin aklına Calvados konyağı değil, İkinci Dünya Savaşı'nın dönüm noktası olan müttefik çıkarması gelir.

Çok üzücü birşey bence, bu cennetten bir parça bölgeyi, savaşla özdeştiştirmek. Herkes, Normandiya'ya gittiğinde, tanklar, toplar, mezarlıklar göreceğini düşünüyor - ve aslında tüm bunları da görüyor, ancak Normandiya bütün bu savaş mevzusu olmasaydı da, rahatlıkla gezilip görülmesi gereken bir yer olacaktı.

Daha da fazlası, bence bu savaş ağırlıklı tarihi, bölgenin doğal güzelliğini gölgelemiş.

Bu savaş konusuna sonraki yazılarda geleceğiz, ancak en azından bu yazı süresince, bu tatsız konuyu bir kenara bırakalım ve size Normandiya'yı savaş'ı karıştırmadan anlatmaya çalışayım.

Normandiya yolculuğumuza sabah saat altı'da başladık ve ilk durağımız Honfleur"e akşam saat dört'te ulaştık. Rotamız bizi ilk olarak İsviçre-Fransa sınırımdaki Valorbe (Valorb) kemtine, oradan Besançon'a (Bezanson), sonrasında Burgonya, Paris, ve Rouen (Ru'an) yoluyla da Honfleur'e getirdi.

Bütün Fransayı çaprazlamasına geçen oldukça uzun bir yol bu arkadaşlar. Bir günde araba ile gidilebilecek menzilin sınırlarında bir uzaklık. Neyse ki, şoförlüğü Jelena ile paylaştık ve dinlenmek için durmamıza gerek kalmadı. Jelena bir de arabayı yiyecek ve içecekle doldurmuştu. O yüzden yemek için de vakit kaybetmedik ve Paris'ten çıkıştaki iki saatlik tıkalı trafiğe rağmen, saat dört gibi Honfleur'e ulaşabildik.

Köpeğimiz Koni de bu yolculukta bizimle birlikteydi. Ağır bir hastalık geçirmişti ve Jelena'da, ben de, bir ara yaşayacağından umudumuzu kesmiştik. Neyse ki sağlığına kavuştu ve veterinerin de onayından sonra bizle gelebildi. Koni çok sever bizim gezilerimizi. Biz de arabayla gittiğimiz her yere götürürüz onu.

Honfleur'deki otelimiz
Honfleur'deki otelimiz Auberge (Oberj) denilen, bizim eski han'ların karşılığı bir konaklama yeriydi. Yani bir resepsiyonu bile olmayan, aslen insanların yemek için geldikleri ancak isterlerse bir oda kiralayıp, kısa bir süre kalabildikleri bir yer.

Avrupa'da çok popülerdir bu hanlar. Bizdeki ucuz ancak temiz olmayan oteller, yada Amerikan filmlerinde sadece yatağın sağlamlığının önemli olduğu moteller gibi tatsız yerler değil, aslında çok temiz, cazibeli ve sıcak mekanlardır.

Öyle kimsin, nesin, pasaport, kimlik, kredi kartı, depozit, idrar tahlili, doğum sertifikası falan demeden anahtarımızı alıp odamıza çıkmıştık bile. Koni'yi odada bırakıp hemen düştük yola. Şehir merkezine bir kilometreden kısa bir uzaklıktaydık. İki kelam edemeden, kendimizi şehrin göbeğinde bulduk.

Fransa, zaten dünyanın en güzel ülkelerinden biri, hatta belki de en güzelidir. O yüzden Honfleur için çok güzeldi dersem sürpriz olmayacaktır. Ancak Honfleür tarzı bir kenti Fransa'da ilk kez gördüğümü söyleyebilirim.

Mimari
Yapılar o kadar İngiliz-vari ki, neredeyse farkında olmadan Manş'ı mı geçtim diyor insan. Her ne kadar Birleşik Krallığı henüz ziyaret etmemiş olsam da BBC sağolsun, İngiliz Mimarisi üzerina karşılaştırma yapabiliyorum.

Koyu renkli tuğla/taş yüzleri ve siyah çatıları ile Normandiya tarzı taş binaların arasına serpiştirilmiş bu İngiliz tarzı yapılar, kente kendine özgü, çok cazibeli bir görünüm sağlamış. O kadar ilginç gelmişti ki, oldukça uzun bir süre etrafımı seyrettim.

Hanfleur Limanı
Kısa bir yürüyüş bizi Honfleur'ün en bilinen ve en cazibeli bölümüne getirdi.

Liman.

Honfleur'ün limanı şimdiye kadar gördüğüm en güzel limanlardan biri. Eski görünümünü korusa da halen aktif olarak kullanılmakta. Bu günlerde daha ziyada biraz kalbur-üstü yatların park yeri bir marina'ya dönüşmüş ancak eskiden büyük ölçekte ticaret için kullanılıyormuş.

İşin aslı, bu liman, kentin varoluş sebeplerinden biri.

Onbirinci yüzyılda yapılmış, onikinci yüzyılda da İngiltere'ye giden mallar için bir geçiş noktası olmuş. Yüzyıl savaşları boyunca Fransız ve İngilizler arasında birkaç kez el değiştirmiş ve savaşın sonunda artan ticaret sayesinde büyümüş. Onaltıncı yüzyılın başında ise Kanada, Afrika ve Azor adalarıyla yapılan ticaret sonucunda daha da zenginleşmiş.

Bugün, bölgenin ticareti, Honfleur yerine Le Havre (Lö Avr) kentindeki limandan yapılmakta.

Limanın girişindeki taş yapı
Liman bir koy içerisinde kurulu. Girişinde çok güzel, depo olduğunu düşündüğüm eski, taş bir yapı var. Bu yapının hemen yanına da eski iki tekne demirlemiş. Koyun etrafında ise rengarenk tarihi binalar. Zamanında birçok ressamın ilham kaynağı, bu sebeple de uğrak yeri olmuş bu güzelim liman.

Limandan içerilere girince sanki zaman tünelinden geçiyor ve kendinizi birkaç yüz yıl geçmişte buluyorsunuz. Kahverengi taş binalar, maviden kırmızıya rengarenk kapı, pencere ve panjurlar, Arnavut kaldırımlarını hatırlatan kaldırımlar, eski sokak lambaları, çitler ve bahçeler. Sanki bir ortaçağ filminin seti.

Yine Honfleur'ün merkezinde birbirinden güzel kiliseler var, benim en çok ilgimi çeken ise, merkezin biraz dışındaki Église Saint-Léonard (St. Leonard Kilisesi) oldu. Bu kilise, benim gördüğüm, duvarlarında fresk olan nadir Katolik kiliselerinden.

Normandiya, Orta Avrupa saatinde olsa da bir saat gerideki İngiltere yada Portekiz'le neredeyse aynı boylamda, o yüzden güneşin batması Nisan ayında bile saat dokuzu buluyor.

Rotamızı otele çevirdiğimizde saat ilerlemiş olsa da hala gün ışığı vardı. İkimizin de bir yere gidip, birşeyler içmeye mecalimiz kalmamıştı.

Bir markete girdik, ve hem Fransa'da olup, hem de Bordeaux'ya göreceli olarak yakın olmanın avantajını kullanarak, normalde bir restoranda otuz-kırk yuro ödeyeceğiniz bir şarabı birkaç yuro ödeyip satın aldık ve odamıza çıktık.

İşte hem size bu satırları yazıyor, hem de bu naçizane ucuz, "lokal" şarabın tadını çıkarıyorum.

Santé!

Ertesi sabah gün ışırken "çek-aut" yapıp yola çıktık. Bu kez arabayla Honfleur'ün limanından geçiyorduk. Sabah güneşi limanı o kadar güzel aydınlatmıştı ki, binaların tüm renkleri, bütün canlılıklarıyla ortaya çıkmıştı. Hemen kenara çekip, fotoğraf makinesini kaptım ve limanın çevresinde bir tur attım.

Resimler mükemmel olmuştu ancak beni beklerken, Jelena pazarcılarla kavga etmiş, arabayı ilerde bir yere çekmek zorunda kalmıştı.

Arabaya atlayıp Honfleur'ü geride bıraktık ve onbeş kilometrelik, olabildiğince "scenic" yani güzel manzaralı bir yolda gittikten sonra Normandiya'daki ikinci durağımıza ulaştık.

Deauville (Dovil), tam anlamıyla jetset, snob, ukala, bir o kadar da şatafatlı, ışıltılı, zengin bir kent. Fransız aristokrasisinin günümüzde pek bilinmeyen ancak geçmiş günlerde çok ünlü olan toplanma noktası. Cannes, Saint-Tropez, Monte-Carlo gibi Güney-Fransa kentlerinin popüler olmasından çok önce "in" olan Deauville, hala cazibesini koruyan bir kent.

Deauville'in ünlü şemsiyeli kumsalı
Uçsuz, bucaksız bir kumsal ve bu kumsalın etrafında çoğunluğu ahşap bir yaya yolu. Bu yoldan yürürken abartılı bahçelerden zar zor görünen lüks villalarla karşılaşıyorsunuz.

Plajın tam ortasında ise ünlü Normandiya Oteli ve bir sıra plaj kabinesiyle karşılaşıyorsunuz. Bu kabineler öyle abbas kabineler değil tabii. Herbirinin girişinde o kabineyi zamanında kimin kullandığı yazılı. Danny Glover'dan Steven Spielberg'e kadar bir dolu tanıdık isim var.

Kentin merkezinde ise açıkta çok kayda değer birşey yok. Deauville, çoğunlukla bol paralı ünlülerin özel hayatlarını geçirmeleri için varolmuş bir kent. Benzetmek gerekirse, Holywood'dan daha çok bir Beverly Hills yada Bel Air konumunda bir yer.

Ünlülere ayrılmış kabinler
Ancak Deauville denince akla ilk olarak çok önemli bir isim gelir. Gabrielle Bonheur Chasnel.

Yada bilinen adıyla Coco Chanel (Koko Şanel).

Deauville kenti, bu yirminci yüzyılın ünlü kadın figürünün hayatımda önemli bir rol oynamıştır.

Chanel, 1883'de, Saumur (Somur) kentinde, çamaşırcılık yapan bir anne ve nikahsız yaşadığı işportacılık yapan babadan bir çocuk. Aile bir gecekonduda yaşarken, baba şehir şehir gezip, pazarlarda elbise satmaya çalışıyormuş.

Chanel, doğumunun sonrasında nüfusa kaydolurken, anne hastayım diye, baba da seyahat ediyorum diye mazeret gösterip gelmemişler. Nüfus memuru da baktı ki ilgilenen yok, salla gitsin demiş, arada da Chanel'in soyadını "Chasnel" diye yanlış yazmış.

Baba, sonrasında annenin ailesinin n'olur evlen diye para vermesi sonucunda resmi nıkaha razı olmuş ve Chanel'in doğumundan kısa bir süre sonra evlenmişler.

İlerleyen yıllarda anne biri çok genç yaşta hayatını kaybeden beş çocuk daha yapmış ve sonrasında, Chanel daha beş yaşındayken bronşit'ten ölmüş. Başka bir deyişle, hayatının son beş senesinin herbirine bir çocuk sığdırmış.

Anne ölünce baba iki erkek çocuğu çiftliklerde işçi olarak çalışmaya, Chanel dahil üç kızı da Corrèze'de (Korez) bir manastıra göndermiş. Bu manastırda, rahibeler Chanel'e, ileride hayatının temeli olacak dikişi öğretmişler.

Chanel sekiz yaşına geldiğinde, bu yaşta artık burada kalamazsın diyerek manastırdan çıkarmışlar, o da Moulins (Mulen) kentinde, Katolik kadınların barındığı yurt benzeri bir eve taşınmış.

Manastırda öğrendiği dikiş sayesinde terzi olarak çalışmış, ek iş olarak da pavyonlarda şarkı söylemeye başlamış. Coco lakabının da sık söylediği "Ko Ko Ri Ko" - evet, bizim kukuriku, ve "Qui qu'a vu Coco" isimli iki şarkıdan geldiği düşünülüyor.

Ona sorduklarında, Coco'nun Fransızcada "metres" anlamına gelen "cocotte" (kokot) sözcüğününden türediğini söylemiş. Lakabına mistik ve cinsel bir boyut getiriyor bu açıklama tabii. Ancak Chanel'in geçmişini saklamak için uydurduğu hikayeler de dikkate alındığında, şarkı ismi teorileri biraz daha doğru görünüyor bence.

Chanel'in bir sonraki durağı Vichy (Vişi) kenti olmuş. Burada şarkıcılık kariyerinde ilerlemeye çalışmış, ancak cazibesi ile izleyenleri etkilese de, sesi aynı düzeyde etki gösteremediğinden doğru düzgün sahne alamamış.

Chanel bu aşamada hayatını Vichy'nin ünlü olduğu maden sularını dağıtarak kazanmış.

Moulins'e geri döndüğünde artık sahnede bir geleceğinin olmadığını görmüş, hayatını başka bir şekilde kazanması gerektiğini anlamış.

Chanel'in hayatını kazanmak için benimsediği yeni yöntem herkes tarafından bilinse de, pek açıkça söylenmez. Yaşamının bu dönemini, kibar biyografistler "Chanel Etienne Balsan'la (Etiyen Balzan) bir arada oldu. Sonrasında Chanel Etienne Balsan'ın arkadaşı Arthur Capel (Artur Keypıl) ile bir ilişkisi oldu. Arthur Capel, Chanel'e moda tasarımı işinde yardımcı oldu..." falan diye geçiştirirler.

İşin gerçeği tabii ki bu kadar masum değil. Chanel'in kendisi bile bile birçok kez bu ilişkilerinin kapsamını açıkça dile getirmişti.

İşin aslına dönersek Etienne Balsan varlıklı bir Fransızdı ve Chanel onun metresi, ya da kibar deyişiyle "kız arkadaşı" olmuştu. Chanel, Etienne'le yaşamında ilk defa lüks ve ışıltıyla tanışmıştı. Elbiseler, mücevherler, partiler, bildiğiniz şeyler yani...

Arthur Capel ise Etienne'in arkadaşıydı ve daha da önemlisi Etienne'den daha varlıklıydı. Chanel, derhal Etienne'i salladı ve Arthur'la birlikte oldu

İşte Chanel'in kariyerindeki dönüm noktalarından biri de bu ilişkisidir.

Arthur, Chanel'i Paris'te bir daireye yerleştirdi ve ona bir de şapka dükkanı açtı.

Chanel ve Arthur, Deauville'de sıkça birlikte zaman geçiriyorlardı. İlişkileri ise dokuz yıl sürüp, biraz romans koksa da, işin aslı ikisi de birbirlerine sadık değillerdi. Arthur zaten soylu bir İngiliz kadın bulup evlendi, sonra da bir araba kazasında öldü.

Chanel, daha Etienne'le birlikteyken şapkalarını tasarlıyordu. Bu tasarımların ünlenmesi ise tiyatro oyuncusu Gabrielle Dorziat'nın (Gabriel Dorzia) bu şapkaları önce Bel Ami sonra da diğer oyunlarında sergilemesi ile gerçekleşti.

Chanel'i Chanel yapan hamlesi ise, parasını tabii ki Arthur'un verdiği, Deauville'de açtığı mağaza oldu. Chanel bu mağazada ilk kez giysi tasarımlayıp satmaya başladı.

Kendi dizaynı bir elbiseyi giydiği soğuk bir günde üşüyüp, üzerine yine kendi dizaynı uzun kollu eski bir bluz'u geçirmişti. Bu bluz o kadar ilgi topladı ki, herkes nereden aldığını sordu. Chanel de eğer isterlerse kendilerine birer tane hazırlayabileceğini söyledi.

Sonrasında sorduklarında Chanel "My fortune is built on that old jersey that I’d put on because it was cold in Deauville.”, yani "Bütün kısmetim Deauville'de, hava soğuk diye üzerime geçirdiğim o eski bluz üzerine kurulu." demiştir.

İşte Chanel ve Deauville in hikayesi.

Chanel aynı başarıyı tekrarlamak amacıyla bir mağaza da Bask bölgesi yakınlarındaki Biarritz kentinde açtı. Bu mağaza da fazlasıyla başarılı oldu. Hatta, Chanel, Arthur'a yatırdığı parayı geri bile verdi. Chanel bu arada bir Rus soylusu olan Dük Dmitri Pavloviç ile de bir ilişkiye girdi.

Chanel artık bir couturiere (kütürier), yani tescilli bir modacı olmuştu.

Chanel'in 1920'lerdeki hamlesi, ilk defa kendi ismini kullandığı Chanel No. 5 parfümü oldu. Sonrasında - kadınlar daha iyi bilir tabii, ben görsem de tanımam, renksiz ceketiyle ünlü Chanel elbisesini tasarladı.

Chanel'in başarısı, kadınları korse gibi rahatsız giyisilerden kurtarıp, günlük, rahat, kullanışlı giysiler tasarlamasındaydı.

Söylemeye bile gerek yok herhalde, bu hanım kızımızın çok "aktif" ve bir o kadar da "renkli" bir aşk hayatı vardı. Dükler, iş adamları, nazi subayları, vesaire, vesaire.

Az biraz da faşist tarafı vardı Chanel'in. Nazi'lerin Yahudilere karşı hareketini açık olarak desteklemiş, işgal süresince bir Nazi subayı ile uzun bir ilişki yaşamış ve rivayete göre de Almanya hesabına casusluk da yapmıştı.

Fransız direnişi savaş sonrası onu sorguya çekse de hakkında resmi olarak bir suçlama yapılmadı.

Normaldir Avrupa'da böyle şeyler.

Ünlü bir büyüğümüzün de dediği üzere, dün dündür, bugün de bugün. N'olur, bir Naziyle ilişki kurup, üç beş önemli bilgiyi sızdırdıysa? Artık ünlü ve Fransa'nın bir sembolü, reklam kaynağı. Hattızatında Fransız direnişine üye kadınlar da Nazi subaylarıyla yatmadılar mı? Onlar da Nazi'lerden bilgi sızdırdılar zaten, ödeşmiş oldular değil mi?

İşte böyle.

Normandiya'dan savaş, barut, top, tüfek demeden anlatacaklarım bu kadar.

Hem Honfleur, hem de Deauville cennetten birer köşe arkadaşlar. Benim kalbim tabii ki Honfleur'le. Bu küçük kent o kadar güzel ki yüzlerce kez ziyaret edebilirim. Deauville, bana göre biraz fazla ışıltılı, ancak yine de görülmeye değer.

Sadece bu iki kenti görmek için buralara gelinir mi sorusuna çok emin bir evet diyemeyeceğim. Öyle Paris, Eyfel Kulesi, Empire State Building turistiyseniz gelmeyin derim, biraz hayal kırıklığı olabilir. Ancak gizli mücevherleri bulmaktan hoşlanan bir gezi zevkiniz varsa bu iki kent için özel bir gezi sizi mutlu edecektir.

Ancak eğer yüz kilometre yakınında iseniz, bu bölgeyi görmemek kriminal sayılır.

Kalın sağlıcakla.

13 Nisan 2014 Pazar

İkinci Dünya Savaşı 101

İkinci Dünya Savaşı, Adolf Hitler Almanyasının 1 Eylül 1939 tarihinde Polonya'ya saldırmasıyla başlamıştı. Avrupa'yı Hitler'le aralarında bölüşmüş olan Ruslar ise 17 Eylül'de, Polonya'ya doğudan girdiler.

İngiltere ve Fransa, derhal Polonya'nın yanında yerlerini alıp, Almanya'ya savaş ilan ettiler. Ancak, savaş ilan etmiş olsalar da her nedense savaşmayı seçmediler. İşin aslı, kimse Almanya'nın ayağına basmak istemedi ve Polonya'ya yardım etmedi. Huyudur Avrupa'nın, biraz seçicidirler sözlerini yerine getirirken.

Hitler'in Panzer tankları ve Stuka pike bombardıman uçakları karşısında Polonya ordusunun atlı süvarilerinin direnme şansı yoktu. 27 Eylül'de, yani bir aydan az bir süre sonra Polonya, Almanya'ya kayıtsız, şartsız teslim oldu.

Almanları durdurmak neredeyse imkansızdı. Blitzkrieg, yani Şimşek adını verdikleri, motorize kara birliklerinin yoğun hava unsurlarıyla desteklendiği bu savaş taktiği ile çok kısa bir zaman içerisinde Polonya'yı ele geçirmişlerdi. Görünüşe göre de, pek durmaya niyetleri yoktu.

Ruslar ise kuvvetlerini Baltık devletlerine konuşlandırmış, Finlandiya'yı ise alenen işgal etmişlerdi. Finlandiya direndi, ancak 1940 yılında teslim oldu.

Kahraman Fransa ve İngiltere Rusların bu işgalini Almanlarla işbirliği olarak görseler de, yine savaşmayı seçmediler. Bunun yerine, daha da "kahramanca" bir hamle yapıp, Rusya'yı zamanın Birleşmiş Milletleri olan Milletler Birliğinden attılar.

Ruslar bugün bile bu travmanın etkisinden kurtulmuş değillerdir. Hala yatıp kalkıp, bu tarihi bozgun için yas tutmakta, bir ulusa nasıl bu kadar elim ve zalim bir ceza verilebilir diye hayıflanmaktadırlar

Hitler 1940 yılında Norveç ve Danimarka'yı işgal etti. Danimarka birkaç saat, Norveç ise sadece bir ay dayanabilmişti. İngilterenin denizden yaptığı bir saldırı dışında Fransa ve İngiltere yine kahramanca olanları seyretmişlerdi.

İngiliz halkı bunca kahramanlığa dayanamadı ve zamanın başbakanı Chamberlain'i (Çeymbırleyn) gönderip, yerine Churchill'i (Çörçıl) getirdi. Gerçekten de, Churchill'den sonra İngiliz ordusu anladığımız anlamda savaşmaya başlayacaktı.

Kahraman olduğu kadar bir deha deryası da olan Fransız hükümeti ise, sıranın kendilerine geldiğini anladığından, dehasına yakışır bir savunma projesi geliştirmişti. Bu projenin adı Maginot (Majino) hattıydı. Tamamen savunmaya yönelik, yer altında, trenlerin kullanıldığı, birbirine bağlı tüneller ve dev toplarla donanmış uçsuz bucaksız bir istikham kompleksi. Bu kurgu-bilim havasındaki muazzam hat neredeyse Fransa'nın tüm ulusal servetine mal olmuştu.

Hitler Fransa'ya karşı taarruzunu başlattıktan sonra Maginot hattı yerine ilk iş olarak Belçika, Hollanda ve Lüksemburg'u işgal etti. Sonrasında Belçika'dan Güneye, Fransanın içlerine girdi. Maginot hattı bu giriş noktasının doğusunda kalmıştı. Başka bir deyişle, Hitler, Fransa'nın tek savunma umudunu bir kurşun bile atmadan devre dışı bırakmıştı.

Birinci Dünya Savaşında onbaşı olan biri için hiç de fena bir taktik başarı değil sanki. Nitekim, Hitler eğer burada başarısız olsaydı, ilerleyen yıllarda, dünyanın gelmiş geçmiş en kanlı kasabı olma ünvanını elinden kaçıracaktı.

İşte bu harekat esnasında, ciddi olarak ilk defa Fransız, İngiliz ve Alman askerleri karşı karşıya gelmişlerdi. Alman ordusu bunların tozunu attı ve Dunkirk (Dankörk) isimli bir liman şehrine kadar kovaladı. Bu askerlerin, tam imha edilmek üzereyken, Hitler'in İngilizlerle savaşmak istememesi nedeniyle kaçmalarıma, *öhö*, geri çekilmelerine göz yumuldu.

Haa, yine atlamayalım, İngiltere bu arada İzlanda, Grönland gibi dünyanın alakasız bir ucundaki "hayli stratejik" hedefleri ele geçirerek, savaşta payına düşen kahramanlığı gösteriyordu.

İtalya ise Almanya'nın yanında Fransa ve İngiltere'ye savaş ilan etmiş, sonrasında güneyden Fransa'ya girmişti.

Fransız hükümeti işte bu noktada çok ciddi bir ikilemle karşılaştı. Ya kalkıp ülkesini işgal eden Alman ve İtalyanlarla savaşacak, ya da savaşmayıp Paris'teki sanat eserlerini kurtaracaktı.

Çok zor bir seçim olmuştu. Fransız hükümeti halkına Paris'teki sanat eserlerinin savaş gibi saçma bir sebeple heba olduğunu nasıl açıklayabilirdi?

İşte bu yüzden Fransa Almanlara teslim olmaya karar verdi. Yüzbinlerce Fransız askeri bir kurşun bile atmadan silahlarını teslim edip, kendi ayaklarıyla yürüyerek esir kamplarının yolunu tuttu.

Fransa'nın teslim anlaşması 22 Haziran 1940'da, Compiègne (Kompien) kentinde, bir tren vagonunun içinde imzalandı. Bu yerin seçimini, Hitler bizzat kendisi yapmıştı. Bu tren vagonu, 1918'de Birinci Dünya Savaşını Almanların yenilgisiyle bitiren ve Almanlara onur kırıcı şartları dikte eden anlaşmanın imzalandığı vagondu.

Hitler, Fransız delegasyonunu aşağılayarak şovunu tamamladı ve anlaşmanın imzalanmasını beklemeden ayrıldı. Alman tarafı anlaşmayı daha düşük düzeyde bir yetkili ile imzaladı.

Ne olursa olsun, Paris yakılıp yıkılmamış, sanat eserleri kurtulmuştu!

Rusya ise bu arada boş durmadı ve zaten askerlerinin bulunduğu Baltık Devletlerini, yani Estonya, Letonya ve Litvanya'yı resmen işgal edip topraklarına kattı. Buna karşılık artık yalnız kalan İngiltere'nin nasıl bir tepki verdiğini ben şahsen bilmiyorum. Rusyayı Enternasyonel Briç Klübünden yada Avrupa Basketbol Şampiyonasından ihraç etmiş olabilir.

Hitler işte bu noktada İngiliz hükümetine alenen bir barış teklifinde bulundu. Yani, pek barış gibi gelmese de kulağa, 'Biz birleşik krallığı yok etmek istemiyoruz.' falan gibi birşey.

Hitler zaten baştan beri İngilizlerle savaşmak istemiyordu. Stratejik olarak Britanya adasının pek bir önemi yoktu. Hitlerin istediği petroldü ve yakınlarda petrol ya Kuzey Afrika'da, ya Orta Doğu'da ya da Hazar Denizi çevresinde bulunmaktaydı.

İngilizler bu teklifi kabul etmediler.

Ego bakımından Churchill'i solda sıfır bırakabilecek Hitler de, barış teklifinin kabul edilmemesiyle İkinci Dünya Savaşı'nın belki de stratejik açıdan en anlamsız savaşını, yani bilinen adıyla The Battle of Brıtain'ı (Britanya Savaşı) başlattı.

Aylar boyunca Alman uçakları Fransa'dan kalkıp Britanya adasının güneyini şuursuzca, bombaladılar. İngilizler de menzil, yakıt ve yeni bulunan radar ile erken uyarı üstünlüklerini kullanarak gerçekten başarılı bir hava savunması yaptılar.

İngilizler kendilerini bu savaşın tartışmasız galibi görseler de, bence bu savaşın bir kazananı olmamıştı. Britanya Savaşı'nın bana göre önemi, Almanların ilk kez galip olamamış olmalarıydı. Demek Almanlar yenilmez değillerdi.

Savaşın ilerleyen yıllarının önemli aktörü ABD ise bu noktada savaşın dışımda kalmayı seçmişti.

ABD aslında tam anlamıyla savaşın dışında sayılmazdı. "Ortak bir dilin ayırdığı aynı halk" olarak İngilizleri, dolayısıyla da müttefikleri destekliyordu.

Daha da fazlası, savaş için gerekli malzemeyi önceleri "cash and carry", yani bas parayı, al malı yada "lend-lease" yani borç ver-kirala şeklinde İngilizlere ve sonrasında eski düşman, yeni müttefik, gelecekteki düşmanı Rusya'ya ve eski dost, yeni rakip Çin'e falan satıyordu. İngiltere, bu borcu 2006 yılına kadar ABD'ye geri ödemeye devam etmişti.

Bu malzemeyi götüren gemiler ise Atlas okyanusunda Alman denizaltıları U-Boat'lar tarafından taciz ediliyor, bir bölümü denizin dibine gönderiliyor, geri kalanlar da İngiltereye ulaşıp savaş için kullanılıyordu. ABD batan bu gemilerin yerine 'Liberty Ships" isimli, yenilerini yaparak bir endüstri bile oluşturmuştu.

Ticari bakımdan ABD için hiç de kötü bir ortam değildi bu, ancak Başkan Roosevelt bu tatlı oyunun sonsuza kadar sürmeyeceğinin farkındaydı. ABD, er yada geç savaşa girmek zorunda kalacaktı. Roosevelt, bu çerçevede güçlü bir donanma inşa etti.

Bu arada Güneydoğu Asya'da, Japonlar çoktan beridir egemenliklerini kurmak için Çin'le savaşıyordu.

Japonya, 1940 yılında İtalya ve Almanya ile birlikte Axis cephesini resmi olarak kurduklarını açıkladı. Bu ekibe Avusturya, Bulgaristan, Romanya, Hırvatistan, Slovakya, Arnavutluk, Macaristan gibi ülkeler savaş boyunca işgal edilmedikleri yada fikir değiştirip müttefiklere katılmadıkları bir süre boyunca dahil olmuşlardı.

Bu cephenin zayıf üyesi İtalya ve lideri Duce (Duçe-Dük) Mussolini, egosu ve Hitlere karşı beslediği kıskançlığı yüzünden abuk sabuk işlere kalkmıştı. Mesela Malta'yı kuşatmış, Mısır'a bulaşmış, Yunanistan'ı işgale kalkmıştı.

Yunanlıların yardım isteğine İngilizler olumlu yanıt vermiş, hem Akdeniz'de, hem de Kuzey Afrika'da İtalyanları geri püskürtmüşlerdi.

Hitler hem itibarı kurtarmak, hem de Romanya"dan gelen petrolün güvenliğini sağlamak için olaya müdahale etti. Önce, Kuzey Afrika'da başarılı bir karşı saldırıyla kontrolü ele geçirdi, sonrasında da Sırbistan ve Yunanistan'a saldırarak ve bu iki ülkeyi işgal etti.

Belgrad'daki sanat eserlerine çok takılmayan Sırplar, partizan taktikleriyle savaşın sonuna kadar ülkeleri için Almanlarla silahlı mücadelelerini sürdürdüler. Hitler ne yazık ki bu direnişin intikamını çok acı bir şekilde aldı. Elli bin kadarı toplama kamplarında olmak üzere yarım milyon Sırp, savaş süresince hayatını kaybetti.

Hitler'in bir sonraki hamlesi ise birçok kişiye göre Avrupa'da savaşın kaderini değiştiren en önemli kararı olarak tarihe geçti. Operasyon Barbarossa adı altında Nazi Almanyası, müttefiği ve saldırmazlık paktı imzaladığı Rusya'ya savaş ilan etti ve doğusunda bir cephe açarak ilerlemeye başladı.

1941 yılının sonunda ise savaşın kaderini değiştiren ikinci önemli olay gerçekleşti. Aklını peynir ekmekle yemiş Japon stratejistlerin planı dahilinde Tokyo'dan "Tora Tora Tora" kodlu emir üzerine, gizlice Japonya'dan hareket etmiş bir deniz gücü, Amerikan Pasifik filosunun bulunduğu Pearl Harbor (Pörl Harbır) limanına saldırdı.

Amerikan donanmasının büyük bölümü hasar gördü ve kullanılmaz hale geldi. Ne var ki, büyük bir şans eseri, saldırı esnasında Japonların asıl hedefi olan hiçbir Amerikan uçak gemisi limanda değildi.

En önemlisi, ABD artık resmi olarak savaşa dahil olmuştu.

ABD'ye herkes gibi ben de birçok konuda kızar, eleştiririm. Ancak işin ucunda idealleri uğruna savaşmak olduğunda, haklarını teslim etmek gerekir, zira bu millet gerçekten büyük bir tutkuyla savaşır. Hem tutarlı, hem de naiftirler. Rüzgarın estiği yöne göre yön değiştirmez, özellikle Avrupa ülkeleri gibi, bugün aydın, yarın caydın yapmazlar.

Pearl Harbor ve Asya'daki savaşı zaten hakkında yapılmış yüzlerce filmden, diziden falan biliyorsunuzdur. O yüzden, detaylarını bir Hawaii gezisi sonrasına bırakalım ve Avrupa'daki savaşa geri dönelim.

Kara Avrupası ve Kuzey Afrika neredeyse tamamen ya Axis'lerin, ya da İspanya gibi onlara sempati duyan yönetimlerin denetimindeydi. Amerika savaşa girmesine girmişti de, öyle elini kolunu sallayarak Avrupa'ya ayak basıp Almanlara saldıramazdı. Bir yerden başlaması gerekiyordu.

Bu başlangıç Kuzey Afrika olacaktı.

Kasım 1942'de, General George Patton (Corc Petın), otuz üç bin kişilik bir kuvvetle Fas'ın Kazablanka kenti yakınlarında karaya çıktı. Alman kontrolündeki Fransız hükümetinin kuvvetleri direndiyse de, Patton, onları kovaladı.

O güne kadar Kuzey Afrika, İtalyan, İngili ve Alman orduları tarafından kazan-kaybet biçiminde el değiştirmekteydi. Bu gel-git savaşları da iki komutanın ismini öne çıkarmıştı. Alman Mareşal Erwin Rommel (Ervin Rommel) ve İngiliz Mareşal Bernard Montgomery (Börnard Montgomri). Bunlardan ilki savaşın sonunda intahara zorlanacak, ikincisi ise aptallığı yada ukalalığının hangisinin daha baskın olduğu bugün bile tartışılan kararlarıyla, büyük kısmı kendi vatandaşı olan binlerce asker ve sivilin ölümünden sorumlu olacaktı.

Amerikan ve Alman orduları ilk defa Şubat 1943'de, Kasserine Geçidinde karşı karşıya geldiler. Bu karşılaşmada Alman kuvvetleri Amerikalıları sildi, süpürdü. Bunun üzerine birliğin komutanı gönderildi, yerine de Patton getirildi.

Patton gelir gelmez Amerikan birliklerinde radikal değişimlere gitti, disiplini sağladı, askerleri eğitimlerle savaşa hazırladı. İzlediyseniz, Patton adlı filmde bu devir alma süreci çok etkileyici bir biçimde karikatürize edilir. İnsanlara şu filmi izle, bu kitabı oku demekten hiç haz etmem ama bu önemli tarihi karekterin hikayesini anlatan bu filmi izlemenizi gerçekten tavsiye ederim.

Patton'ın bu tedbirleri, çok değil, bir ay içerisinde sonuç verdi ve Amerikan birlikleri El Guettar'da Almanlara karşı kayda değer bir başarı sağladı. İngilizlerle birlikte Amerikalılar Mayıs 1943'de Kuzey Afrika'yı tamamen ele geçirmişlerdi.

Bir sonraki hedef Sicilya olacaktı. Yine İngiliz ve Amerikan birlikleri 1943'ün Ağustos'unda bu adayı ele geçirdiler.

Sıra İtalyadaydı ancak savaştan ve Mussolini'den bıkmış olan İtalyanlar bir darbeyle Duce'yi indirdiler. Müttefik birlikler Eylül 1943'de İtalya'ya ayak bastı ve İtalyanlar da bu arada teslim oldular.

Ancak İtalya'da hala Alman askerleri vardı ve bu birlikler sıkı bir savunma pozisyonuna geçtiler. Kışın da gelmesiyle müttefiklerin ilerlemesi yavaşladı ve İtalya'nın alınması Haziran 1944'ü buldu.

İtalya'nın alınması aslında müttefikler için çok da öncelikli değidi.

Savaşın bitmesi ancak Almanya'nın yenilmesine bağlıydı.

Almanya'nın kapısı kuzey Avrupa'dan başlayacak bir işgalle açılacaktı. Bu işgalin atlama taşının İngiltere olacağı açıktı. Çünkü, Amerika'dan gelen birliklerin, uçakların ve gemilerin lojistik olarak toplanma yerleri Britanya adasıydı. Bunca askeri yığnağın mesela Sicilya'ya götürülüp oradan İtalya üzerinden Almanya'ya geçmesi imkansız, imkanlı bile olsa saçma olurdu.

Almanlar da bunu bildikleri için, İngiltere'nin tam karşısındaki Fransa kıyılarına bizzat Rommel'in koordinasyonuyla Atlantik Duvarı dedikleri bir savunma hattını inşa etmişlerdi.

Her iki taraf da olacakların farkındaydı. ABD, Britanya adasına asker yığıyor, Almanya da Fransa kıyılarına sığnaklar, koruganlar, tank tuzakları, mayınlar ve motorize birliklerle müttefikleri karşılamaya hazırlanıyordu.

İngiltere'de üstlenmiş savaş uçakları düzenli olarak ana karadaki Alman hedeflerini bombalasa da henüz Batı Avrupa'da müttefik askerlerin postal sesleri duyulmuyordu.

Almanıyla, İngiliziyle, Fransızıyla, herkesin beklediği, herkesin konuştuğu bir tek şey vardı.

İnvasyon, yani İşgal.

Hikayemizi şimdilik burada bırakıyorum. Yukarda anlattıklarım tarihe dayansa da benim İkinci Dünya Savaşını yorumlama biçimimdir.

Aynı fikirde olmayabilirsiniz, bu da normaldir, olabilir.

Yazıda bazı ülkeleri eleştirirken hedefim zamanındaki hükümetleriydi, halkı değil. Bir halkı şöyle yada böyle diye etiketleyen ırkçı bir yaklaşımım hiç olmadı. Bunca yazının içinden bir cümle alıp "Böyle düşünceyi sana hiç yakıştırmadım" şeklinde doktorluk yapmak isteyenlere peşinen duyururum

Gelelim bunca şeyi size niye anlattığıma. Amacım, tabi ki bir aksilik olmazsa, Cuma günü çıkacağımız Normandiya gezisinden izlenimlerimizi ve resimlerimizi paylaşmadan önce, dilimin döndüğümce çıkarma öncesi olayları özetleyip sizin için sahneyi hazırlamak.

Döndüğümüzde, çıkarma ve sonrasını da sıkılmazsanız anlatacağım.

Kalın sağlıcakla....

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...