30 Mart 2013 Cumartesi

Petronun Memleketi II

Rusya gezimizin ilk bölümünü bu akşam Saint Petersburg'da tamamladık. Kırk sekiz saat bu güzel şehir için çok çok az geldi hem Jelena'ya, hem de bana, o yüzden ayrılışımız bir veda değil, daha ziyade bir "Hasta La Vista", yani yeniden görüşmek üzere olacak sanki.

Saint Petersburg genç bir şehir. Rus çarı Büyük Petro yada bizdeki yaygın ismi ile Deli Petro, Rusyayı batıya yakınlaştıracak bir liman şehri istediği için, her santimetre karesi planlanarak kurulmuş ısmarlama bir şehir. Öyle hassas planlanılınca tabi, ortaya dünyanın en güzel şehirlerinden biri çıkmış.

Biz her ne kadar Deli desek de Petro kendi ülkesine çok faydası dokunmuş bir Çar. Ülkesini kalkındıracak yolun batı tarzı düşünce ve eğitim olduğunu görmüş ve Saint Petersburg'u batı ile Rusya arasında bir köprü olarak hayata geçirmiş. İşte bu yüzden şehir batı mimarisi ile inşa edilmiş, Petro'nun önemli destekleri ile birçok müze, kütüphane ve konser salonu, opera yada bale benzeri kültürel merkezler yapılmış.

Hermitage
Bu müzelerin en önemlisi Hermitage (Ermitaj) isimli Rusya'nın ve dünyanın en büyük müzelerinden biri. Petro'nun ayak izlerini takip eden Katerina'nın başlattığı, sonradan bu günkü haline gelmiş, maddi değeri ölçülemeyen bir sanat koleksiyonu. İlgileniyorsanız zaten biliyorsunuzdur ama benim gibi ressamları sadece isimlerinden tanıyanlardaysanız, bu müzede Rubens, Rembrandt, Michelangelo, Goya, Van Gogh, Gauguin, Renoir, Monet gibi sanatçıların eserlerini bulabileceğinizi söylemiş olalım. Birçok kişi bu müzeyi tamamen gezmenin en az on gün alacağını tahmin etmekte, bilginiz olsun.

Hermitage müzesi Çar ailesinin kışlık sarayında ek bir binada kariyerine başlamış, bugün bu sarayın tümünü ve etrafındaki üç beş başka binayı da asimile ederek genişlemiştir.

Aynı saray binasının Bolşevik devrimi sırasında da hatrı sayılır bir tarihi önemi vardır. 7 Kasım 1917 de Lenin önderliğinde bolşevikler bu binayı basarak ünlü Ekim Devrimimi başlatmışlardır.

Saint Petersburg uzun süre Çarlık Rusyasının başkenti olmuş. Bu yüzden de Rus Tarihinin bildik birçok önemli ismi bu şehirde yaşamış. Petro ve Katerinadan zaten bahsetmiştik, Puşkin, Yusupov, Potemkin ve Kutuzov ise diğer ünlü isimlerin sadece birkaçı.

Yine bir imparatorluk başkenti olması sonucu Saint Petersburg'la ilgili bir dolu saray hikayesi var. Bu hikayelerin çoğunluğu ise soyluların cinsel tercihleriyle ilgili. Bu soylular adam/kadın farketmeksizin ya fazlasıyla karşı cinslerden yada kendi cinslerinden hoşlanıyorlarmış tabii eğer bu hikayeler doğruysa.

Mesela Katerina bayağı meşgulmüş diğer erkeklerle. Onyedi tane aşığı olduğu söyleniyor. Baltacı bu sayıya dahil mi bilmiyorum.

Ancak bu soylu cinsel hikayelerin en şehvetleri tabii ki Rasputin'e aittir.

Rasputin'in öldürüldüğü saray
Sanıldığının aksine bir papaz değildi Rasputin. Hiçbir zaman Ortadoks kilisesine bağlı olmamıştı. O daha ziyade bir keşiş, bir din bilgini sayılabilirdi. İnsanları iyileştiririci bir gücü olduğuna inanılırdı, o yüzden de bir prensi iyileştirme görevine getirilmişti. Bugün olsaydı yanlış tedavi yüzünden dava edilebilirdi. O kadar köfteydi yani tedavi teknikleri. Aynı zamanda Çar ailesinin danışmanıydı. Bir de İncili çok iyi bilir, herkesin anlayacağı basit bir dilde anlatabilirdi.

Ancak Rasputin amcamızın bir özel mahareti vardı ki tüm bu öncekileri bastırır, solda sıfır bırakırdı.

Evet, Rasputin amca, dağı, taşı, uçan kuşu affetmez, dişi bir sineği bile iki saniyede götürebilirdi. Bir rahibeye tecavüz ettiği söylenir. Çariçeyi bile götürmüştür sizin anlayacağınız.

Hal böyle olunca birçok düşman edinmişti Rasputin. İşte bir gün düşmanları ona bir tuzak kurdu ve onu sudan bir meseleyi konuşmak için Moika sarayına çağırdılar. Bir bardak şarap ikram ettiler. Bu şarabın içinde beş kişiyi öldürecek kadar siyanür vardı.

Rasputin bu şarabı içti. Dakikalar geçti, herşey normalinde gitmekteydi ve hala Rasputin'e hiç birşey olmamıştı. Bunun üzerine suikastçilerden biri koşup bir tabanca buldu ve Rasputinin kafasının arkasına bir kurşun sıktı. Rasputin bunun üzerine yere yığıldı ve suikastçiler de koşarak sarayın dışına kaçtılar.

Suikastçilerden biri telaşla kendini dışarı atarken ceketini almayı unutmuştu. Saraya geri döndü ve ceketini alırken Rasputin yattığı yerden kalkıp onun gırtlağına sarıldı. Neyse ki diğer suikastçilerden yardıma koştu ve Rasputinin bedenine üç kurşun daha sıkacak kurtardılar arkadaşlarını.

Rasputin yere yıkılmıştı ancak ölmemiş, yeniden ayağa kalkmaya çalışıyordu. Suikastçiler bu kez demir çubuklarla saldırdılar Rasputin'e. Uzun bir süre başına vurarak öldüresiye dövmeyi sürdürdüler.

Rivayete göre Rasputin hareketsiz kalınca suikastçilerden biri onun pipisini kesti. Bu nadir parçanın bugün hala bir koleksiyoncuda bulunduğu söylenir.

Neyse, sonrasında Rasputinin bedenini bir halıya sarıp buzlu nehire attılar. Üç beş gün sonra cansız beden bulunduğunda hemen otopsi yapıldı.

Ölüm nedeni boğulmaydı. Ne beş kişiyi öldürmeye yeter zehir, ne yediği üç kurşun, ne demir çubuklar, ne de bir organının kesilmesi öldürememişti demek onu. Aynı otopsi hem zehirlenmeyi, hem kurşunlanmayı hem de ağır dövülmeyi teyit ediyordu.

Hikaye böyle işte. Boney M'in de aynı isimli şarkısının sonundaki gibi "Oh, these Russians!" diyesi geliyor insanın.

Biz de hem Rasputinin evini, hem de öldürüldüğü Moika sarayını ziyaret edip andık bu hikayeyi.

Neyse, dönelim sözkonusu şehirimize.

Saint Petersburg, kurulduğundan beri üç kere isim değiştirmiş.

Hayatına Saint Petersurgun Almanca karşılığı olan Sankt Petersburg olarak başlamış.

Sonrasında bu Almanca isim Rusça karşılığına Petrograd olarak dönmüş ve Aziz anlamına gelen Saint kısmı bırakılmış. Böylece İsa'nın bir havarisi ve Hristiyan inanışına göre bir Aziz'e adanmış ismi daha ziyade kurucusu Rus Çarını çağrıştırmaya başlamış.

Bolşevikler yönetime geldiğinde ise beklenilen üzere eski Çarlığı çağrıştıran Petrograd bırakılmış, şehrin yeni ismi olmuş size Leningrad. Bu son değişiklik, şehirin Aziz Peter ile arasını ciddi olarak açmış tabii.

Bolşevikler gidince de tekrar en eski ismi olan Saint Petersburg'a dönmüş.

Neva Nehri
Saint Petersburg konum olarak Neva nehrinin üzerinde yer almakta. Neva nehri aslında bildiğimiz anlamda bir nehir değil, Ladoga gölünü Finlandiya körfezine bağlayan bir su yolu. Bu yüzden de baharda yükselme ve taşma, yazda da kuruma huyları yok. Bu da şehrin denizle olan bağlantısını kolaylaştırıyor.

Neva'nın tek problemi kışın donması ancak Kuzey Kutbunun bu kadar yakınında kışın donmayan birşey bulmak mümkün değil zaten.

İşte Neva nehiri ve kollarının üzerinde belki de dünyanın en cazibeli şehir manzaralarını buluyor insan. Her bina ayrı bir sanat eseri. Bir arkadaşın biz daha gitmeden söylediği gibi hepsi birer açık hava müzesi.

Saint Petersburg Kuzey Kutbuna yakınlığı sebebiyle çok uzun yada çok kısa günler fenomenini yaşamakta. En uzun gece olan 21 Aralık'ta neredeyse günün hiçbir saatinde güneşi görmek mümkün değil diyor bilenler. Sadece birkaç saatlik bir aydınlık, hepsi o.

21 Haziran civarlarında ise hiç gece olmuyormuş. Saat 23:00 da bile ışıksız ortamda gazete okunur diyor yine bilenler.

Biz tam 21 Aralık ve 21 Haziran'ın ortalarında bir tarihte gittiğimiz için günler ve geceler neredeyse eşit uzunluktaydı ancak herkesin tavsiyesi Saint Petersburg'u Haziran civarlarında, yani White Nights (Beyaz Geceler) döneminde görmek. Gitmeyi düşünenlere biz de bu tavsiyeyi iletmiş olalım.

Saint Petersburg kiliseleriyle de çok ünlü bir şehir.

Ruslar bildiğiniz üzere Ortadoks Hristiyanlardır. Ben bir uzman sayılmam ancak bana göre inançları Katoliklerden yada Protestanlardan çok farklı değil. Farkları bence ritüelleri, yani dini uygularkenki örf ve adetleri.

Katolik kiliseleri genelde hüzünlüdür. Resimler, heykeller freskler karanlık ve renksizdirler (Vatikan'daki Sistin Şapeli buna en büyük istisnadır). Ortadoks kiliseleri ise tam tersine rengarenktir, neşelidir, hareketlidir. Papazlar şarkı söylerler' yürürler, dönerler, neredeyse bir dansı andıran ritüellerini uygularlar.

Dökülen Kanın Üzerindeki Kurtarıcı Kilisesi
İşte Saint Petersburg böyle bir dolu kilisenn evsahibi. Eşimle gezdiğimiz "Dökülen Kanın Üzerindeki Kurtarıcı" kilisesi benim bu güne kadar gördüğüm tartışmasız en renkli, en canlı kilise. Sanki bir cocuğun suluboya resim defteri gibi. Binanın yapısı itibarıyla da o kıvrımlı kubbeleriyle Rusya deyince akla gelen yine rengarenk capcanlı bir mimari.

İnancınız ne olursa olsun görmeye değer.

Yine otelimizin yanında bulunan ve bu kez boyutları ile insanı etkileyen Aziz İsak katedralini içerisine girmeden görme şansımız oldu. İçine on bin kişiyi alabilecek kadar büyük bir kilise. Dış görünüşüyle bir Yunan tapınağını andırıyor. Devasa bir yapı.

Başka güzel bir kilise de Kazan Katedrali. Bir kiliseden çok bir Roman agorasını andırıyor dışardan. Şimdiye kadar benzeri bir kilise görmedim. İçi de çok güzel dekore edilmiş ancak aydınlık olarak sanki Katolik kiliseleri ayarında bence, yani biraz fazla karanlık.

Saint Petersburg'un söylenmezse olmaz başka bir yeri de Nevski Caddesi yada tam adıyla Nevsky Prospect. Bu cadde Saint Petersburg'un Champs Elyesses'si, Fıfth Avenue'su yada Bağdat Caddesi. Alış veriş, yemek, eğlence, herşey burada. Çok uzun, çok geniş ve de çok renkli bir bölgesi şehirin. Saint Petersburg'un dağlarında çobanlık yapan bir akrabanızı ziyaret etmeye gelmediyseniz nasılsa er yada geç Nevski'de bulacaksınızdır kendinizi. Tadını çıkarın.

İşte bu şehirdeki kırk sekiz saatimizi sevgili Metin ve eşi ile birlikte bir yemekle sonlandırdık. Bu kırk sekiz saat bana sorarsanız şehirin potansiyeline bir numara küçük geldi. En azından bir opera salonlarını gezmek, Hermitage'da biraz vakit geçirebilmek isterdim. Ne yapalım next time.

Kaldığımız sürede hiçbir güvenlik sorunu yaşamadık, Paris daha tehlikeli bana sorarsanız. Ancak yaşayanların ziyaretçilere ilgisi ve tavırları biraz cila ister diyelim.

Ve artık yavaş yavaş Çarlık Rusyasını bırakıp şu bildiğimiz Soğuk Savaşlı sosyalist Rusya'ya yanı Moskova'ya çevirelim yönümüzü.

Stay Tuned! Bizi izlemeye devam edin :)

28 Mart 2013 Perşembe

Petro'nun Memleketi

Akşam saat yedide başladı büyük göç. Önce Cenevre'ye bir saatlik bir araba yolculuğu, sonrasında Moskova'ya üç saatlik bir uçuş, Moskova havaalanında geçmeyen iki saat, sonrasında St Petersburg'a bir saatlik ikinci bir uçak yolculuğu, hava alanından şehirde yarım saatlik bir otobüs yolculuğu, iki metro değiştirip şehrin merkezine ulaşım ve metro istasyonundan otele kaybolmalar dahil yarım saatlik bir yürüyüş.

Bunun üzerine üç saatlik zaman farkını da eklerseniz sabah saat onbirde otele ulaştığımızda ki yarı canlı yada yarı ölü halimizi anlayabilirsiniz sanırım.

Ancak otele gidip uyumadık, onun yerine macerası ruhumuz galip geldi ve St Petersburg'u keşfetmenin cazibesine kaptırdık kendimizi. Ne de olsa ikimiz de hala genciz ve kırk sekiz saat uykusuzluğu kaldırabiliriz.

Ha, bir de odalarımız hazır değildi, biraz da o yüzden tabii :)

Şaka bir kenara, uçağımız indiğinden beri içim kıpır kıpırdı. İlk kez Rusya'ya geliyordum. Son yirmi sene içerisinde hem iş, hem de zevk için o kadar çok Rusya gezisi planlamıştım ki inanamazsınız, ancak her defasında birşey oldu ve iptal etmek zorunda kaldım.

Kısmet bu güneymiş.

Rusya, çocukluğumdan beri beni etkilemiş bir ülkeledir. Yunanlılar, Romalılar, Türkler, Amerikalılar gibi dünyayı etkileyen imparatorluklar kurmuş bir halk, bir süper güçtür.

Cumhuriyetimizin ilk altmış yılını Rusya'dan korkarak geçirdik. Parçası olduğumuz soğuk savaş bloğunun tüm ülkeleriyle birlikte atom bombası yüklü Sovyet uçaklarını bekledik. Temsil ettikleri komünist ideoloji ile savaştık, hem de bazen kelimenin tam anlamıyla. Dünyanın öbür ucunda Kore isimli bir ülkede askerlerimiz şehit oldu.

Gençliğimin ilk yıllarında Rusya yine hayatıma girmişti, ancak bu sefer bir düşman olarak değil, sosyalizm yada komünizm gibi ideolojilerin kaynağı olarak. Hayatımın bu yıllarında etrafımda gencinden yaşlısına ülkenin sol eğilimli bu ideolojilere kendini inandırmış hatta tutkuya bağlanmış birçok insan vardı. Bazıları hem de çok yakın olmak üzere. Ha, bir de sonu "-C" yada "-O" ile biten ve PQX, ZPG, DVK gibi alfabenin tüm harflerinin üçlü kombinasyonlarından oluşan, bol bol devrimli, halklı, kurtuluşlu bir dolu sol görüşlü örgüt ismi...

Bu yıllarda Rusya kafamda düzenin, planlamanın, idealizmin bir simgesiydi. Neredeyse Nirvana yani. Geri kalmış düşünce tarzları ile kapitalistler birbirini yerken elit ve evrimleşmiş ileri bir insan topluluğu Rusya'da uygarlığın kitabını yazmaktaydı.

Sonra şu meşhur Glastnost ve Prestroyka dönemi başladı. Gorbaçov isimli bir Rus lider ilk defa ilkel kapitalistlere Nirvana'nın kapısını açmış, içeri bakmalarına izin vermişti.

Ancak içeri bakıldığında görünen manzara pek Nirvana gibi durmuyordu. Planlama, eşitlik falan diye zevksiz, tek düze, yaratıcılığa kapalı, gelişmeye kapalı bir toplum yaratmıştı sosyalizm.

İşte bu günlerde kafamdaki Rusya, gri zevksiz binalara kaplı şehirlerden oluşan bir beldeydi. Kurumları verimsiz, bireyleri yoz, rüşvetin, hak yemenin olağan sayıldığı bir ülke.

Sonra Yeltsin geldi. Artık Rusya gözümde kanunsuzluğun hakim olduğu, silah kaçakçılarının adres değiştirdiği, fahişelerin birbirinden kuşkulandığı bir ülkeydi (Ahmet Kaya'yı anmış olalım bu vesileyle).

Sonrasında Putin'li Medvedev'li dönemleriyle olayların kontrolünü eline alan, kendini toparlayın yeniden bir süper güç olma yoluna giren bir Rusya.

Velehasılkelam Rusya şu veya bu şekilde herzaman aklımın bir köşesinde, hayatımın bir bölümünde yerini korudu.

Herhalde Rusyayı ilk defa görme heyecanımı paylaşabildim sizinle.

Bu ülkede geçirdiğim yirmi dört saatten sonra Rusya'nın, hayatımın değişik dönemlerinde kafamda canlandırdığım şekliyle her birinden birazının toplamı olduğunu söyleyebilirim.

Hem havadan, hem karadan gördüğüm kadarıyla evet, belki de dünyanın en zevksiz, en iç bayıltan, en silik mimari tarzı ile yapılmış, içleri ahşap koyu kahverengi, dışları boyasız gri binaların hiç de az olmadığı bir yer Rusya.

Aynı zamanda Notre Dame'ın yanında bir gecekondu gibi kaldığı, dünyanın en güzel kiliseleriyle Rönesansın Floransa'sını kıskandıracak dünyanın en güzel şehirlerimden biri olan St Petersburg da Rusya'da bulunmakta.

Komünist anlayışın ürünü, birbirlerine saygısını yitirmiş kaba saba bir çok insan var tabii, ancak aynı zamanda cep telefonunun GPSi ile bizi otelimizin kapısına kadar götüren yardımsever ve nazik gençleri de.

St Petersburg'un metrosuna bindiğinde insan alamıyor kendini bu metro eski dökülüyor diye düşünmekten. Ancak düşünmeye devam edince, bu metronun belki de yarım asırdır orada olduğunu da anlıyorsunuz. Başka bir deyişle Ruslar bu metroyu kullanırken belki ülkemizde toplu taşım hala at arabaları ile yapılıyordu.

İşte Rusyadaki ilk yirmi dört saatin kısa özeti. Rusyayı gezerken öyle sıradan bir batı Avrupa ülkesinde hissetmiyor insan kendini, ki şehrin meydanını, katedralini ve müzesini gezip bitirsin. Büyük bir imparatorlukta bulunduğunuzu hemen anlıyorsunuz.

Size St Petersburg ve Moskova ziyaretlerini detaylıca yazacağım ilerleyen günlerde, ancak şimdilik şu kadarını söyletmeyeyim, Rusyayı mutlaka görün arkadaşlar. Öyle vize mize de gerekmiyor. Atlayın bir uçağa ve bir hafta sonu geçirin St Petersburg da.

Pişman olmayacaksınız.

26 Mart 2013 Salı

Kapitalist Şaka

Kapitalizm, iyimidir, değil midir bilemem ancak şüphesiz en azından günümüzde en yaygın olarak uygulanan ekonomik sistemidir. Bireyin öne çıktığı ve sermayesini işleyerek kar elde ettiği bir ekonomik ortamı tanımlar kapitalizm. Zaten kelimenin kökü kapital yani sermayedir.

Kapitalizmin belki en temel önermesi bireysel tasarrufların yatırıma, yani sermayeye, yani kapitale dönüşebilmesidir. Başka bir deyişle birey çalışır ve kazanır. Ancak bu kazandığı paranın tümünü harcamaz, bir bölümünü tasarruf eder.

Ancak bu tasarruf çoğunlukla kendi başına üretime yönelik yeterli bir sermaye oluşturamayacak kadar küçüktür.

İşte bu noktada kapitalizmin en önemli enstrümanlarından biri olan bankalar devreye girer ve bu küçük tasarrufları bir araya getirir, karşılığında tasarruf sahiplerine bir faiz öder, sonrasında bu birikimleri yatırımcılara kredi olarak verir ve karşılığında tasarruf sahiplerine ödediğinden daha yüksek bir faiz geliri elde ederler.

Dahiyane bir icattır bu bankacılık sistemi. Günümüzdeki birçok multi milyar dolarlık şirket eğer bankalar olmasaydı kurulamazlar, gelişemezlerdi. Bireylerin tasarrufları yastık altında kalır, ekonomi büyüyemez, yerinde sayardı.

Şimdi burası çok önemi arkadaşlar. Burada anahtar işlev bireylerin tasarruflarını bankaya yatırmak istemelidir. Bunun için de bankalara güven esastır. Bankalara güvenmek kapitalizmin ABC'si, 101'i, yani evrensel bir prensibi ve en temel yapı taşlarından biridir.

Mesela Amerika bankalarındaki paraların önemli bir bölümünün Amerika karşıtı Arap parası olduğunu bilse de bu paraları - örnek olsun diye söylüyorum - bloke etmek istemez. Devletler bankadaki tasarruflara el koymak yerine savaşa bile girmeyi seçebilirler.

Bankalardaki paralara göz dikmek, bir Türk'ün anasına küfretmek gibidir. Bu eylemin tek bir sonucu vardır ve bu sonuç her zaman tatsızdır.

Ve tüm yukarda saydığımız mahzurlarından rağmen bildiğiniz üzere Kıbrıs'da ekonomik önlemler çerçevesinde bankalardaki mevduatların bir bölümünün vergi olarak alınmasına karar verilmiştir.

Peki Rumlar akıllarını mı kaybetmiştir de böyle eşyanın tabiatına tamamen aykırı, aptalca bir karar almışlardır?

Hayır. Rumların akıl sağlığı tamamen yerindedir. Bu aptalca karar Rumların şiddetle karşı çıkmalarına rağmen Merkel teyzenin zoruyla alınmıştır.

Peki Merkel mi aklını kaybetmiştir de böyle bir karar için bastırmıştır?

Merkel'in akıl sağlığı ile ilgili sorunun cevabını filozoflara ve tarihçilere bırakalım ancak ekonomik bir bakış acısıyla en azından Merkel'in ne düşünerek böyle bir yolu seçtiğini anlayabiliriz.

İlk adım olarak gelin bu Rum bankalarındaki paranın sahiplerinin kim olduğuna bakalım. Öyle ya bu bankalardaki paraların bir bölümünün üzerine yatılınca, bu paraların sahipleri zarar görecektir.

Tutun nefesinizi, bu paraların çok önemli bir bölümü Ruslara ait.

Yani bu paraların üzerine yatılınca Ruslar para kaybedecek. Bu bankalardaki paraların hacılanma sebebi Rumları kurtarmak olduğuna göre Rumları Ruslar kurtarmış olacak, en azından tek başlarına kurtarmasalarda büyük katkıda bulunacaklar.

Merkel'in orkestra şefliğiyle...

İşte Putin bu yüzden çıldırmış bir durumda. Haklı olarak kıçını yırtıyor:

"Yaw niye ben kurtarayım Rumları?"

Sahi niye Rusya kurtarsın Rumları? Ne oldu bu Avrupa'nın birlikteliğine? Hani Euro bölgesi tek bir ekonomik oluşumdu? En son baktığımda Rusya hala Ruble kullanılıyordu. Kimse hatırlamıyor Rusya'nın Euro topluluğuna katıldığını...

Burada Almanya'nın gerekçesi bence aptallığın, saçmalığın, komikliğin ötesinde kriminal yani suç sayılır.

Merkel teyze diyor ki "Ruslar yıllardır Kıbrısdaki düşük vergiler yüzünden çok iyi para kazandılar, onlar da ödesin!"

Hani bizdeki gibi önce gider zenginden çalar, sonrada "Boşver pezevenk kimbilir kaç para kazanıyor her gün." diye içimizi rahatlatırız ya...

Şimdi durup düşünelim. Yazımızın başında dedik ki bankalara güven kapitalizmin evrensel prensiplerinden biridir. Peki Merkel meden bu evrensel prensibe aykırı davranıyor?

Bu sorunun cevabı biraz felsefi. Doğru bir saptama yapabilmek için biraz Avrupayı anlamak gerekir.

Avrupa, bir toplum olarak tüm evrensel ilkelere saygılıdır. Herkes sadece evrensel kapitalizm ilkelerine değil, insan hakları, eşitlik, ahde vefa, tutarlılık gibi tüm evrensel prensiplere bağlı ve sadıktır.

Sadece bunları evrensel olarak herkese uygulamazlar...

Sadece kendilerine doğru görünen bir topluluğun hakkı olduğunu düşünürler bu evrensel prensiplerin. O yüzden bu prensipler muhattaplarının kim olduğuna göre eğilir, bükülür, ırzlarına geçilir ve bu, tüm Avrupa'ya göre tamamen normal görülür.

Avrupa topluluğuna aday ülkeler vizeniz dolaşım hakkına sahiptir... Türkler hariç :)

Niye diye sorun, başlarlar miyavlamaya, işte siz iltica ediyorsunuz, yerlere tükürüyorsunuz diye. Vizesiz dolaşımın sizin hakkınız olduğunun ve bunun pazarlığa tabii olmadığının hiçbir önemi yoktur gözlerinde.

İşte Ruslar böyle bir talihsizlik yaşamakta,

Almanya için bildiğiniz üzere insanlık sıralarında Türkiye en altlarda yer alır. Hem Müslümandır, hem esmerdir hem de biraz rahat, biraz gevşektir Türkler. Büyük çoğunluğu sevmez bizi.

Ruslar ise tamam Hristiyandır, ve bu yüzden eşitlik gibi evrensel prensiplerin uygulanabilirliğine hak kazanmak içim bizden bir santim öndedirler ama oraya kadar... Gariplerim hem Slav, hem de Ortadoksturlar ki....

Savaş zamanında Hitler savaş esiri konvansiyonlarını Rus esirlere uygulamazdı çünkü Hitlere göre bu konvansiyon sadece insan esirler içindi ve Rus askerleri insan sayılmazdı. Irkçılık yapıyor gibi olmayayım, bugün durum tabii ki bu kadar vahim değil, sadece size Avrupa kimi nasıl tanır'ın kökleri hakkında bir fikir vermek istedim...

Sizin anlayacağınız, ki bu sadece benim şahsi fikrim, karşı taraf Rus olduğu için biraz haksızlıkta fazlaca problem görmedi Merkel teyze.

Görünüşe göre Putin'e kesildi adisyon, ve muhtemelen Putin de ödeyecek bunu. Ancak Merkel'in bu saçmalığı sonucu Avrupa bankalarına karşı oluşan güven kaybının tedavisi çok zor olacak. Ne yazık ki Merkel'in bunları anlayıp hazmetmesi bence çok zor.

Sevgiler...

17 Mart 2013 Pazar

Sicilya

Herkese selamlar. Sicilya gezimizin üçüncü tam günü ardımdan bir ufak güncelleme yapayım dedim ve aldım sazımı elime...

Sicilya bildiğiniz üzere İtalyanın en güneyinde bulunan üçgen biçimli büyükçe bir ada. Coğrafik olarak Avrupa'da bulunsa da, jeolojik olarak Afrika platosundan bir parçası. Afrika'nın Avrasya platosuna çarptığı bir noktada, ve bu yüzden de etrafı aktif volkanlara dolu. Bunların tabii ki en önemlisi ise Avrupa'nın en, dünyanın da ikinci büyük aktif volkanı Etna.

İtalyanın hemen her bölgesi gibi Sicilya da başlı başına bir açık hava müzesi. Birileri Yunanlılardan, Romalılardan, Normanlardan, Araplardan, İtalyanlardan, Hitlerden, Mussolini'den, General Patton'dan, Mareşal Montgomeri'den ve en sonda belirtsemde kesinlikle en az önemlisi olmayan Mafyadan bütün tarihi çalmış ve bu Akdeniz adasına hediye etmiş.

Sicilya, kesinlikle sadece tarih demek değil. Hatta tarihi önemi doğal güzellikleri yanında neredeyse ikinci planda kalabilir, şöyle bir "die hard" doğa sever için.

Güneyde bir ada olmasına rağmen yemyeşil. Heryer portakal, mandalina, limon ağaçları dolu. İtalyanın tüm ürettiği balın yarısına yakını Sicilya'dan gelmekte. Bir de üzüm ve dolayısıyla şarap üretimi var kı sormayın.

Özellikle Etnanın çevresi volkanik faaliyetin yüzeye çıkardığı mineraller yüzünden o kadar verimli ki ne eksen büyüyor. İşte bu yüzden de birçok Sicilyalı en fazla gelir getiren şarap işinde yüzyıllardır.

Haa, bir de Antep Fıstıklarını yere göğe koyamıyorlar. Onlara göre dünyanın en iyisi.

Gerçek Antep Fıstığının ne olduğunu bilen bir Türk olarak bana sorarsanız yok abi, belki Avrupa'nın gerisinin yediği tatsız tuzsuz fıstıklara göre biraz daha iyi olsada bizimkilerin yanında solda sıfır kalır.

İşte Sicilya bir kelimeyle cennet, iki kelimeyle neredeyse cennet bir ada sizin anlayacağınız.

Ancak zamandaşlarım gibi tüm çocukluğunu gangster filimleri, dizileri, vs. seyrederek geçirmiş biri olarak ne yalan söyleyeyim, Sicilya benim için herseyden önce Mafya demek.

The Godfather'dan Şanslı Luçiyanoya, Al Paçinodan Robet de Niroya tüm Mafyanın kökeni Sicilya. Hatta Mafyanın yada orijinal adıyla Cosa Nostra'nın ("o bizim şey" gibi çevirebiliriz Türkçeye) ilk zamanlarımda Sicilyalı olmayan hiçkimse Mafyaya dahil olamıyordu ve sadece kiralık katillik, adam dövme falan gibi ayak işleri yapmakla yetiniyordu.

Mafyanın etkinliği geçmiş yüzyılın Amerikasından başlayıp yakın zamana kadar sürdü. Hatırlarsınız, en son bir savcının Palermo'da suikastine kadar Mafya günümüzde bile sahnedeydi. Sonrasında polis ve adalet kurumlarının yoğun çabalarıyla ortadan kaldırıldı - (mı acaba?).

İşte bu yüzden Sicilya'ya ayak bile basmadan önce Mafyavari bir açıdan görülmesi gerekli yerlerin ve şeylerin bir listesini hazırlamıştım zaten.

Bunlardan ilki bir Mafya şapkası satın almaktı. Bunu da ilk gün Sicilyadaki merkezi üssümüz olan Katanya kentinde başarıyla gerçekleştirdik. Ancak gerçek Cosa Nostra'ya yaklaşmak için adanın batısına, yani Mafyanın doğduğu bölgeye gideceğimiz üçüncü günü beklemek gerekti.

Cosa Nostra Şapka!
Ve bu sabah saat yedide Palermo'ya giden bir otobüse attık kendimizi. Orijinal plan, bir şehir gezmesi olarak çok da fazla yüksek beklentilerimizin olmadığı Palermo'da yarım gün geçirip geri kalan zamanda Corleone başta olmak üzere ünlü gangsterlerin doğduğu kasabaları görmekti.

Ancak bu plan Palermo'da yarım saat geçirdikten sonra çöp tenekesinde layık olduğu yeri buldu çünkü Palermo öyle yarım günde falan görülebilecek vasat bir şehir değil. Hatta bence İtalyada en çok etkilendiğim Floransa'dan bile daha güzel, daha tarih yoğun bir yer. Bırakın yarım günü, bir hafta zor yeter ağız tadıyla gezmeye.

İşte bu yüzden günün büyük bölümünü hop hop otobüslerde geçirdik. Arkadaşlar, kelimeler yetersiz kalır gördüklerimi anlatmaya. Katedraller, kiliseler, neredeyse camiler, tiyatrolar, Fenikeliler, Araplar, İngilizler, her tarafından tarih fışkırıyor. İtalyada bir şehir göreceğim, hangisine gideyim derseniz ilk sıralamaya rahatlıkla girer Palermo bana sorarsanız, hatta Roma'dan, Milano'dan ve Venedik'ten bile önce.

Bu güzellik nedeni ile benim Cosa Nostra turum biraz ikinci planda kaldı tabii, ancak yine de Palermo'da üçbeş önemli Mafyavari yeri görme fırsatımız oldu.

Bunlardan ilki Hotel Des Palmes, yani Palmiyeler Oteli.

Kaç yüzyıl önce inşa edildiyse aynen öyle kalmış. Rivayete göre bu oteldeki barda asılı saatin akrep ve yelkovanı yakın zamana kadar yokmuş çünkü buraya gelen insanların zaman endişesi bulunamazmış. Devletlerin, politikacıların ve diğer birçok önemli insanların kaderleri bu barda çizilmiş. Biz bara gittiğimizde saatin kolları yerli yerinde idi, ben efsanenin yalancısıyım :)

Hotel Des Palmes Barı

İşte Mafyanın en büyük zirvelerinden biri bu otelde, Joey Bananas lakaplı meşhur mu meşhur bir gangsterin çabasıyla toplanmış geçen yüzyılın ortasında. Bu toplantıya hem Amerikalı, hem de Sicilyalı gangsterler iştirak etmiş. Bir İnter-kontinantel yani kıtalararası Mafya toplantısı sizin anlayacağınız :)

Yine benle yaşıt olanlarınızın bir televizyon dizisinden hatırlayacağı Lucky Luciano yani Şanslı Luçiyano, Amerika'dan atıldığında bir süre bu otelde kalmış. Yıl 1946 yanlış hatırlamıyorsam.

İşte böyle bir otelin böyle bir barındaki tek müşteri olduk eşim Jelena ve ben, bugün. Kendi kendimize yarım saat vakit geçirdik. Garsonlar üç defa hemen geliyoruz siparişinizi almaya dedilersede hiçbiri gelmedi. Biz de otelden çıkıp hemen yakındaki bir Cafe'ye oturduk ve susuzluğumuzu giderdik. Yine de Şanslı Luçiyano ile aynı bara gitmişliğimiz oldu. Kim bilir belki aynı masaya oturmuşluğumuz da.

Palermodaki başka bir Mafyavari ziyaret de Garibaldi Bahçelerinde oldu. Yüzlerce yıllık incir ağaçlarının bulunduğu bir bahçe.

1906 yılında, Mafyanın kökenlerini sorgulamaya gelen New York'lu dedektif Joseph Petrosino burada kurşunlanarak öldürülmüş. Rivayete göre zamanın en büyük Mafya babası Don Vito Cascio bu olay esnasında akşam yemeyini yarıda kesip olay yerine gidip dedektifin başına son kurşunu kendi sıkmış.

Garibaldi Bahçeleri
Don Vito Cascio'nun hangi lokalde yemek yediğini bulamadım ancak çevrede sadece iki restoran var. İşte biz de bugünkü akşam yemeğimizi bunlardan birinde yedik. İstermisiniz aynı restoran olsun?

Sicilya gezimizin diğer bir önemli hedefi de Etna volkanını görmekti. Etme bildiğiniz üzere Avrupa'nın en büyük aktif volkanı. Havaideki Volkan'dan sonra da dünyanın ikinci büyüğü.

Bir volkanolog (yada volkanolojist - doğru terimi Türkçe'de bilmiyorum - siz nasıl diyor Türkçe'de durumları) :) değilim ancak üçbeş okudum, oradan biliyorum, Etna devamlı aktif, yani devamlı lav, duman falan fışkırtıyor.

İşte ben kulunuz da belki tepeye çıkar, üçbeş lav, duman fotoğrafı çekerim diye hayal kuruyorum. Üstüne bir de Etna geçen hafta ciddi bir faliyet gösterdi ya, ağızım kulaklarımda.

Ne var ki dağın yanına gittiğimde olayı anlamaya başladım. Benim kafamda bir dağ, bir zirve, bir büyük krater gibi bir resim varken işin adlı Etna dağı aslında kırk kilometre çapında doğalgaz boru hattı gibi bir volkan şebekesi.

Devasa bir dağ!

Etna
Bin yıllardır bir oradan, bir buradan patlamış. Aşağıda kısakollu tişörtlere gezerken tepede yarım metre kar var. Üçbinüçyüz metre yükseklikleri zirveyi bırakın, ikibin metrenin üzerine çıkamıyoruz kar ve rüzgardan. Bu seviyelerdeki ikibin yıllık eski bir krateri gezerken bile ellerim buz kesti neredeyse.

Ama bayağı da öğrendik Etnanın huyunu suyunu.

Etna bir kere sevimli bir volkan. Öyle Vezüv yada Dante's Peak gibi saklanıp saklanıp güm diye patlayarak etrafındakileri sinsice öldürmüyor.

Aksine devamlı olsa da sakn sakin lav kusuyor. Lavların hızı çoğunlukla çok düşük. Saatte üç metre, yani kaplumbağa bile daha hızlı.

Ancak bu meret bir başladığında bir daha durmuyor.

İkibin metrede bir refüj yani sığınma noktası var. Burada da bir iki depo ile bir de küçük Kahveci kılıklı bir dükkan.

İşte 2001 yılında Etna güçlendiğinde lavlar bu noktaya doğru akmaya başlamış. Ama yavaş yavaş...

Etraftaki üç beş depo tamamen termine. Yanmış gitmiş. Kala kala bir bu dükkan kalmış ve lavlar da hala dükkana doğru yollarına devam ediyor. İtfayiye, dükkancı falan hep beraber lavların üzerine su sıkıyor, önüne çukur kazıp, hendek kazıp onların yolunu değiştirmeye çalışıyor ama nafile. Lavlar direkt dükkanın üzerine geliyor.

Gözünüzde canlandırın diye bir daha söyleyeyim. Lav, kankırmızı, akışkan olsada çok koyu ve yapışkan erimiş kaya ve maden. Bu bulamaç da saatte üç metre gibi bir hızla milim milim dükkana yaklaşıyor...

Sonrasında ne oluyorsa oluyor ve lavlar dükkanın sol penceresine on santim kala duruyor. Bugün gittiğinizde binanın yarısı kaya şeklimde donmuş lavların içinde kalmış, içerden de pencerenin dışındaki lavları görüyorsunuz.

Çok az görülebilir böylesi...

Etna maceramız bir lav mağarası ve donmuş bir lav nehrini ziyaretle devam etti. Bir de mağaradayken prof madenciler gibi kasklar ve fenerlerle donandık ki askerden beri böyle gururla fotoğraf çektirmemiştim :)

Lav mağarasının girişi
Neyse diyelim... Gördüklerim beni çok etkiledi. Volkanlar ilginizi çekiyorsa beyeneceğimize eminim. Sicilya'ya giderseniz görmemezlik etmeyin.

Sicilya'nın başka bir sürprizi de Katanyanın kuzeyindeki Taurmina kenti oldu. Ne yalan söyleyeyim, ilk defa adımı Sicilya'ya gittiğimde duydum. Ancak görünce ağızım açık sokak sokak gezdim.

Deniz kıyısında olsa da denize birkaç yüz metre yüksekde, ormanlar içinde, tarih tarih bir kent. Her bina en az beş yüz yaşında. Bahçeler, kiliseler, dekorlar ve süsler birer harika. Kesinlikle bir turizm çeklist kenti. Mutlaka görülmeli.

Taormina
Ve son olarak da Sicilya serüvenimizin başladığı Katanya Kenti'nden sözedeyim size biraz.

Orijinal adı Catania. Türkçe Katanya yazımını ben uydurdum, asıl adı farklı olabilir, pek güvenmeyin benim yazdığıma.

Etna dağının eteklerinde bir şehir. Palermo'dan sonra Sicilya'nın en büyük ikinci şehiri. Palermo kadar olmasa da yine de tarihi yazılarıyla, katedralleriyle ilginç bir yer. Ben çok atılıp bayılmadım, bence görülmese de olur ancak Easyjet Sicilyada bu şehire uçtuğu için

İster istemez görüyorsunuz :)

İşte size biraz Sicilya balı. Görüşmek üzere...

13 Şubat 2013 Çarşamba

Yorumlar

Son günlerde yeni bir huy edindim. İnternet'de gazete okurken sadece haberleri değil, haberler için yapılan okur yorumlarını da okuyorum.

Teknolojinin getirdiği bu yenilik bence okuyanlara en az haberin kendisi kadar önemli bir bilgiyi de birlikte getiriyor, yani başkalarının da bu haberi nasıl anlayıp tepki gösterdiğini.

Genelde hepimizin yaptığı çok genel ancak aynı zamanda fazlasıyla hatalı bir varsayım herkesin okuduğu haberi kendimizin anladığı gibi anladığıdır.

Ne kadar büyük bir hata.

Hepimizin en basitinden en karmaşığına, hayatın karşımıza çıkardığı herşeye bize özel, farklı bir bakışımız, anlayışımız, tepkimiz ve yorumumuz vardır.

Ailemiz, arkadaş çevremiz, eğitimimiz, işimiz ve herseyden önemlisi bizimle birlikte doğan ve bizi anlayışlı, aksi, sevecen, geveze vs. yapan o ismini koyamadığımız beyinsel hammadde bizi biz yapar, kafamızdaki sterotipleri oluşturur ve bu dünyevi olayları anladığımız biçimde anlamamızı sağlar.

Yakın zamanda başbakanımız Tayyip Erdoğan'ın AB ülkelerine zeybeklendiği bir haber okuyordum. Erdoğan, "Olmaz böyle şey yahu, elli senedir bekletiyorsunuz AB kapısında, bu bize saygısızlıktır" diyordu.

Erdoğan bu söylediklerinde daha fazla haklı olamazdı.

Avrupa, imzalanmış tüm anlaşmaları, verilen tüm garantileri, insani ve ahlaki tüm değerleri tarihin en büyük ukalalığıyla hiçe sayıyor, kabul edilmez bir kibir ve saygısızlıkla Türkiye Cumhuriyetine akıl almaz bir aşağılamaya birlikte uluslararası bir haksızlık yapıyordu.

Hayat görüşüm Erdoğan'ınkiyle bir lokma bile örtüşmese de "Bravo!" Dedim içimden, gayri ihtiyari.

Hayat görüşümün örtüştüğü bir dolu başbakan, aşağılık kompleksiyle yıllardır bu ilkel, ırkçı ukalaların karşısında başları önünde "Bak lan şu Avrupalıya, biz kim, onlara ulaşmak kim" diye kulaklarından aşağılık kompleksi fışkırırken Kasımpaşalı futbolcu Tayyip Erdoğan hakkımız olanı cesaretle arıyor Avrupa'nın karşısında.

Valla bravo, şaka yapmıyorum, bütün içtenliğimle söylüyorum.

İşte aynen böyle anladım bu okuduğum haberi ve hiçbir kelimesini saklamadan aktardım size haleti ruhiyemi anlayın diye.

Sonra baktım yorumlara.

İlk yorum benim kuşağımın çok aşina olduğu, yıllarca okuduğumuz, dinlediğimiz, düşlediğimiz medeni, teknolojik olarak ilerlemiş, adaletli, insan haklarına saygılı, kısacası bizden üstün batılı profilini gerçek zanneden belli ki genç bir okuyucudan.

"Haklı bu adamlar bizi AB'ye almamakla. Daha karşıdan karşıya geçmeyi bilmiyoruz, sırada beklemeyi bilmiyoruz" gibi Türklerin toplu yaşam alışkanlıklarındaki eksiklerine değinen bir yorum.

Siktir lan dedim içimden. Kaldır ceza kesmeyi, bak bakalım bu insanlar nasıl yaşayacak. İsviçrede saat ondan sonra gürültü yap, Polis gelir kapına. Biraz miyavla kapıya gelen Polise, ertesi gün mahkeme. En az on bin frank gitti demektir. Biraz daha miyavla, koyarlar kapının önüne.

Getir bu Sistemi Türkiye'ye, yeminle İsviçreliden medeni oluruz. Nereden mi biliyorum? Çünkü gördüm bazılarını ülke dışında. Medeniyet eğer kişisel değil coğrafik bir özellik ise tamam, değilse bu medeniyetin suyu biraz da cezadan geliyor demektir.

Bakarmısın bana, haberi yorumlamayı geçtim, habere yapılan yorumları yorumluyorum :)

Başka bir yorum.

"Bu adamlar bizim gibi fakir ülkeyi naapsın?" Diyor.

Git gör bi Romanya'yı, Bulgaristan'ı...

Bir yorum daha.

"Bu adamlar Hıristiyan kulübü.."

Hee, doğru.

Doğru da bu adamlar dinlerini bizle Ankara anlaşmasını imzaladıktan sonra mı değiştirdiler? Bizi kabul ederken Hıristiyan olmadığımızı bilmiyorlarmıydı?

Bir de keseri biraz da kendimize çevirelim. Biz Suriye'de Katar'la, Arabistan'la bir olup Sünnileri desteklerden ne kulübü oluyoruz?

Bu Papa'nın istifasından sonra CNN Türk gibi kendini uluslararası kabul eden kanallar dahil bütün TV'lerde Hıristiyanları ve Katolikleri küçümseyen, onlarla alay eden o kadar yayın gördüm ki midem kalktı. "Papa Toto", "Papa istifasını bir üst makam olan Tanrı'ya verecek, ha, ha" gibi iki milyar insanın dini ile dalga geçen çocukca sözler. Sonra da adamlar İslam'ı küçümseyen karikatür çizince hep beraber ayağa kalkıyoruz. Her ikisi de kötü...

Göksel Göksu isimli CNN Türk muhabiri minyatür beyni ile Amerikalı Sarai hanımın cinayetini aklamaya çalışıyor:

"Ay ne işi var bu kadının öyle kötü, izbe yerlerde. Oralar o kadar kötü ki zenci kadınlar pazarcılık yapıyor..."

Artık ırkçı mı dersiniz, faşist mi, Nazi mi ya da salak mı? Siz karar verin.

Bir de geleneksel komplo teorisyenleri var.

"Bu adamlar bizi hayat boyu kaldırıp oyalayacaklar. Bizden korkuyorlar, gelişmemizi istemiyorlar..."

Sorma bilader...

Adamlar gece gündüz bizi düşünüp ne yapsak da bu potansiyeli durdursak diyorlar ki sorma :)

Sorsan Avrupa'daki devletleri saymaz ama o kadar emin ki Avrupa'nın ne düşündüğünü bildiğinden, komploların detaylarını anlatır size vakti olsa.

İşte böyle. İşin enteresan taraf ise hayatım boyunca yukarda kızdığım yorumların hemen hepsine inandığım dönemler oldu. Bu kadar da açık gönüllülükler söylüyorum.

Yani insanın kendisi de durağan, sabit değil. Aynı insan hayatla, deneyimleriyle değişiyor.

Karışık bu işler yani...

4 Şubat 2013 Pazartesi

Viva Mehiko!

Yoğun koşuşturmamız nihayet, geçici bir süre de olsa, biraz duruldu. Jetlag falan da neredeyse tamamen bitti, gitti. Ben de fırsat bu fırsat iki kelam yazayım dedim.

Eşimle Meksikadaydık. Yukatan yarımadasının kuzey doğusunda, Karayip denizi kıyısındaki Kankun kentimde.

Kankun, Hard Rock Cafe
Kankun, 50'li yılların Akapulkosu, yani Amerikalılar için planlanmış ve inşa edilmiş bir tatil beldesi. Kankundan sonra Akapulkonun karizması çok fena çizildi. Artık çok az kişi gidiyor Akapulkoya.

Bilenleriniz bilir, Amerikalılar pek seyahat etmeyi seven bir halk değildir. Gittikleri yeri keşfedip anlamak ve değişik bir kültürü tanımak yerine kaplumbağa gibi evlerini, kültürlerini ve alışkanlıklarını kendileriyle birlikte götürürler.

Çenem açıldı ya, size konu ile ilgili bir anımı anlatayım.

Belçika'da, Antwerp'deyiz. Yine bilenleriniz bilir, Belçikanın en meşhur yemeklerinden biri patates kızartmasıdır. Özel bir tarifleri vardır. İki kere kızartırlar patatesleri, arada bir on-onbeş dakika bekleyerek ve genellikle sadece biraz tuzla servis ederler. Çok da lezzetlidir bu patatesler.

Herkes bilir Belçika patates kızartmasını, tüm Avrupa ve hatta tüm dünyada.

Amerika hariç...

Stok sayımı yapıyoruz, Amerika'dan da iki denetçi kız var gurupta. Neyse, ilk gün geçti, Antwerp'li arkadaşlar da bizi birinci sınıf lüks ve tabii ki yöresel yemekleri olan bir restorana götürdüler.

Herkese de tatsınlar diye minik bir kasede Belçika usulü patates kızartması getirdiler.

Amerikalı kızlardan biri hemen atladı:

"Ay, bana ketçap getirmeyi unutmuşlar!"

Arkadaşı hemen olaya müdahale etti:

"Ay bunlar bilmez patates kızartmasının ketçapla yendiğini. Ayrıca iste 'hon'"

Adamlar n'apsın, minik bir tabakta ketçap getirdiler. Ben "Ay, ketçaplar niye poşette değil, açılmış bunlar..." tipi ikinci bir vaka daha bekliyordum, neyse, olmadı...

O andan sonra dünyaca meşhur Belçika patatesleri oldu size "Belgian Fries a la McDonalds" :)

Kankun da işte böyle bir yer. Starbucks'ı ile. McDonald'ı ile, Victoria Secrets'ı ile, devasa alışveriş merkezleri, İngilizce tabela ve menüleri ile bir mini Amerika.

Yanlış anlamayın, şikayet etmiyorum, cennetten bir köşe Kankun.

Sadece gerçek Meksikayla alakası olmayan, lolipop gibi bir yer.

Kankun Plajı
Jelenayla gezi amacımız heryerde olduğu gibi gittiğimiz yeri tanımak olduğundan hemen ertesi gün attık kendimizi Kankun dışına, gerçek Meksika ve Meksikalıları bulmak için.

Meksika halkı yerlilerle İspanyolların karışımı, melez bir halk. Yerliler ise Yukatan yarımadasında Maya, orta ve kuzey Meksikada ise Aztek kökenli. Aztekler ve Mayalar çağdaşlarına göre ileri derecede medeniyetler kurmuş iki büyük halk. Asya ve Avrupada bir çok halk çıplak ayakla gezerken bu insanlar şehirlerde yaşıyor, astronomi ile uğraşıyordu.

Biz de Yukatan'da olmanın avantajını kullanıp kendimizi Mayaların dünyasına bıraktık.


Mayalar hemen hemen bizim bildiğimiz, Western filimlerindeki kızılderililer. Bir çok gelenekleri, görenekleri, ritüelleri, yemekleri hep aynı. Ancak kuzey amerika yerlilerine göre daha yerleşik, daha ileriler.

Mayaları bulabileceğimiz ilk ve en kolay yer Chichen Itza (Çiçın İtza), yada yine Amerikalıların şakayla karışık adlandırdıkları gibi Chicken Pizza (Çikın Pitza - Tavuklu Pizza) :)

Ancak Mayaları bulmak için Chichen Itza'yı beklemeye gerek kalmadı. Yarı yolda durduğumuz Suytun kuyusunda Mayaların günümüzdeki torunlarını geleneksel giysileri içinde görme fırsatını bulduk. Kendimizi Western ile Indiana Jones karışımı bir filmin içindeymiş gibi hissettik.

Suytun Kuyusu
Sonrasında yolumuza devam ettik ve bir öğlen yemeğinden sonra sonunda Chichen Itza'ya ulaştık.

Chichen Itza büyük bir Maya kenti. Kankun'a aşağı yukarı ikiyüz kilometre uzaklıkta, bir dünya harikası sayılan tepesinde Kukulkan tapınağının bulunduğu dev piramiti ile ünlü bir arkeolojik alan.

Şehrin eteklerinden merkezine hiç durmaksızın derinden gelen "Harrr!, Tısssss!" sesleriyle yürüdük. Bu sesler, yol boyunca sıralanmış satıcı çocukların acayip bir aletle çıkardıkları jaguar kükremeleri :)

Jelena bir iki kere şaka ile "Çok korktuk, n'olur yapmayın." dedikçe çocuklar "Merak etmeyin Miss, bu gerçek 'Haguar' değil (İspanyolcada 'J', 'H' gibi okunuyor)" diye bizi rahatlatmaya çalıştılar...

İlk başlarda komik de gelse, sonrasında bu kükreme ve tıslamalar yavaş yavaş bizi Indiana Jones havasına sokmaya başladı.

On dakikalık bir yürüyüş sonrası şehirin merkezine ulaştık. Kukulkan piramidi tam karşımda duruyordu. Beklediğimden çok daha büyük ve heybetliydi. Bu piramitin yüzleri, Giza'daki büyük piramitlerin aksine düz değil, katlı.

Kukulkan Piramidi
Her dört yüzünde doksan bir basamaklı bir merdivenli yol var. Bu merdivenlerin tümü tepedeki tapınağa ulaşıyor. Matematiği yaparsanız 4 x 91 basamak = 364 + Tapınak düzlemi = 365 yani bir Maya yılındaki günlerin sayısı.

Günümüzün modern yılına çok mu benziyor?

Eee, olsun o kadar, dünya, güneşin etrafında o zaman da, bu zaman da aynı sürede dönmekte. Burada insanı büyüleyen, o ilkel dediğimiz Mayaların bunu binlerce yıl önce doğru olarak gözlemlemeleri...

Piramitin sadece kuzey yüzündeki merdiven yolunun iki kenarındaki duvarların en altında birer yılan başı var. Bu yılan, tepedeki tapınağın da ismini taşıyan tanrı Kukulkan.

Her dönence günü güneş piramitin bu kuzey kenarındaki basamaklara özel bir açıyla vuruyor ve merdiven yolunun kenarındaki duvar üzerine bir yılanın gövdesi biçiminde bir gölge düşürüyor. Bu gölge gövde ise aşağıdaki yılan başı ile birleştiğinde sanki tanrı Kukulkan piramitten aşağı sürünerek iniyormuş gibi bir sahne oluşturuyor.

Gelin de takdir etmeyin bu hassas mimariyi...

Bu tanrı Kukulkan öyle sakin, sevecen bir tanrı değil Maya inanışımda. Eski Mısır tanrıları benzeri, kaprisli, açgözlü, kızınca kötülük yapmaktan kaçınmayan bir tanrı sizin anlayacağınız.

İşte bu yüzden eski Mayalar, Kukulkanı mutlu etmek için ellerinden geleni yaparlarmış.

Şimdi bir sahne canlandırın gözünüzde.

Piramitin etrafındaki devasa açıklıkta onbinlerce Maya.

İki Maya rahibi, oniki yaşında bir erkek çocuğun elinden tutmuş, yavaş yavaş doksanbir basamaklı merdiveni tırmanıyor.

Çocuk, uyuşturucu etkisi olan otlardan içtiği için yavaş ve sakin.

Tapınağın en üstüne ulaştıklarında iki rahip, çocuğun kollarından tutarak göğsünü açıyor.

Ve baş rahip elinde obsidian taşından yapılma sivri, bıçak benzeri bir aletle çocuğa yaklaşıyor.

Başrahip, elindeki taşla çocuğun göğüs kafesini yarıp, eliyle kalbini söküp alıyor.

Çocuğun kalbi rahibin elinde hala atmakta...

Bu hala atan kalp çocuğun gördüğü son şey.

Kukulkan artık bir süre için mutlu.

Midenizi kaldırdıysam kusura bakmayın ama bu anlattıklarım gerçek. Mayalar her ne kadar medeni olsalar da pek öyle halim-selim bir halk değillerdi.

İnsan kurban etmek inanışlarının bir parçasıydı. Bu kurbanlar her zaman çocuklar olmuyordu. Genellikle savaş esirleri yada kendi icatları bir top oyunun kaybeden oyuncular bu tapınaklarda kurban ediliyordu.

İşte tüm bunları düşündüm Chichen Itza'yı gezerken. Neyse ki o günlerde yaşamıyoruz dedim kendi kendime. Ve bu arada ben hayat felsefemi yaparken geri plamda devamlı jaguar kükremeleri ve tıslamaları :)

Ne diyorum, öyle kolay kaptırmam kendimi ama ne yalan söyleyeyim, Chichen Itza'da biraz geldi, gitti...

Mayaların peşindeki ikinci günümüzde Tulum kemtine gittik. Tulım, deniz kıyısında bir Maya yerleşimi.

Büyük olasılıkla Avrupadan gelen İspanyollarla Yukatan Mayalarının ilk karşılaştıkları yer.

Kent mutlaka görülmeli bir yer, sadece tarihi perspektifiyle değil aynı zamanda doğal güzelliğiyle de insanı etkiliyor.

Tulum
Tulumun bende bıraktığı iz, Chichen Itza'nın aksine Mayalar değil, İspanyolların bu yeni toprakların ve üstünde yaşayanların kentlerini yağmalamaları, ırzlarına geçmeleri, paralarını almaları ve onları köleleştirmeleri.

Tulum'da İspanyol işgali döneminden çok hatıra ve hikaye var, sizin anlayacağınız.

Biz Türkler için tarihsel bağlarımız olmadığından biraz uzak ve az bildiğimiz bir kültürdür Latin Amerika yerlileri. Ancak Mayalar, Aztekler, İnkalar en az Hititler, Sümerler yada Mısırlılar kadar ilginç, zengin ve egzotik bir kültüre sahipler.

Yolunuzun düşmesini beklemeyin, kendiniz düşürün ve görün Meksikayı.

Haa, bir de gitmeden birkaç kilo verin derim. Meksika yemekleri tam bizim damağımıza göre. Çok az bu kadar lezzetli yemek yedim.

Tekilayı ise sormayın bile.

Ancak yine de isterseniz - ki aklından zoru olmayan çok az insan ister - Kankun, McDonalds, İtalyan Pizzacısı falan dolu. Hatta İsviçre fondücüsü bile var. Herşeyden önemlisi buralarda patates kızartmasını ketçapla servis ediyorlar :)

Görüşmek üzere...

20 Ocak 2013 Pazar

En Güçlü Bomba

Benim kuşağım soğuk savaş döneminin en korkulu bölümünü, yani her iki bloğun da nükleer silahları geliştirip birbirlerine doğrulttuğu günlerini yaşadı. Her iki bloğun benimsediği bu politikaya o günlerde biraz da ironi ile "Mutually Assured Destruction", yani "Karşılıklı Garantilenmiş Yok Olma" adı verilmişti. İroni ile diyorum, çünkü İngilizce Mutually Assured Destruction sözcüklerinin ilk harfleri olan MAD kelimesi aynı zamanda "deli (lik)" anlamına geliyor.

Peki neydi bu delilik?

En basit hali ile eğer taraflardan biri nükleer silah kullanırsa diğeri de aynı şekilde karşılık verecekti. Başka bir deyişle, hedef nükleer silahı önlemek, durdurmak yada etkisiz hale getirmek değil, sen beni yok edersen ben de seni yok ederim şeklinde bir tehdit ile karşı tarafın bu silahları kullanmasını engellemekti.

Bu nükleer silahlar çoğunlukla kıtalararası balistik füzeler yada denizaltı gemilerinden fırlatılan orta menzilli füzeler şeklinde konumlandırılmıştı. Hedef, her iki bloğun ekonomisini ayakta tutan büyük şehirlerdi. Ben diyeyim yirmi, siz diyin otuz şehir.

Bu nükleer silahlar büyük şehirlerde yaşayan milyonlarca kişiyi öldürmek üzere üretilmişlerdi. Yani çok güçlü silahlardı.

Bu silahların bilinen en güçlüsü, zamanın Sovyetler Birliği tarafından üretilip denenen Tsar Bomba, yani Çar Bombasıydı. Gücü ise elli megaton, yani elli milyon ton dinamitin gücü kadardı.

Bu çok büyük bir güçtür arkadaşlar. Bir dinamit lokumu, bir kilodan hafiftir ama tonlarca kayayı parçalayabilir. Bunun elli milyon tonunu düşünün, olayın ciddiyetini anlamaya başlarsınız.

Çar bombası patlatıldığında oluşan ateş topu bin kilometre uzaktan görülebiliyordu. Yani aşağı yukarı Türkiyenin bir ucundan diğer ucuna kadar ki bir mesafeden.

Patlama sonrası oluşan mantar bulutu 64 kilometre yüksekliğe ulaşmıştı. Yani hemen hemen atmosferin sınırları dışına. Karşılaştırma olsun diye söylemek gerekirse günümüzün modern bir jet yolcu uçağı 10 kilometre yükseklikte uçar. Bu yükseklikte sıcaklık eksi elli dereceden azdır.

Yine, patlama noktasına elli kilometre uzaklıktaki bütün evler yıkıldı. Eğer insanlar yaşıyor olsaydı, patlamaya 100 kilometre uzaklıktaki herkes üçüncü derece yanıklara maruz kalacaktı.

Her halde size bu bombanın güçü hakkında az da olsa bir fikir verebildim.

Şimdi bu bombadan iki milyon kez daha güçlü bir başka bir bomba hayal edin, yani gücü 100 teraton, başka bir deyişle 100 bin milyon ton dinamitin gücüne denk bir bomba.

Çalakalem bir hesapla ateş topunun neredeyse Venüs gezegeninden görülebildiği, mantar bulutunun eğer hava olsaydı Ay'a kadar ulaşabileceği bir patlama. Tsar Bomba yüz kilometredeki herkese üçüncü dereceden yanıklara sebep oluyorsa, Tsar Bomba'dan iki milyon kez güçlü bu yeni bomba dünyanın her yerini kasıp kavururdu.

Ve sıkı durun arkadaşlar. İşte böyle bir bomba aslında gerçekten var. Hatta dünyamız üzerinde patladı.

Yani bu günün insanlığını karşılıklı ve garantili olarak yok etmek üzere üretilmiş tüm nükleer silahlarının toplamından kat be kat daha güçlü tek bir bir bomba bir kerede patladı.

Sadece 65 milyon yıl kadar önce.

Çapı en az 10 kilometre olan bir gök cismi, günümüzde Meksika'nın Yukatan yarımadasının kuzeyinde, Karayip denizinin kıyısındaki bir balıkçı köyü olan Chicxulub (Çikşilub) 'da dünyamıza çarptı. Biz bu gün bu gök cisminin bir meteor mu yoksa bir kuyrukluyıldız mı olduğunu bilmiyoruz. Sonucu bakımından çok da farketmiyor zaten.

Bu çarpma, çapı 180 kilometre olan bir krater oluşturdu. Onbinlerce kilometre küp süper sıcak toz ve kaya önce atmosferin dışına fırladı. Bunlar yeniden atmosfere girerken çok yüksek ısılara ulaştı ve dünyanın her noktasında yangınlar başlattı. Canlılar bu ısıyla kavruldular.

Bu toz kimilerine göre on yıla kadar uzun bir süre havada kaldı ve güneş ışığının dünyaya ulaşmasını engelledi.

Bu süper sıcak toz, aynı zamanda başka önemli bir sonuca da yolaçtı.

Normalde dünyamız, güneşten gelen görünür ışıkla ısınır, bu ısıyı kızıl ötesi ışımayla geri uzaya verir, yani soğur.

Karbon gazının bir zararlı özelliği gözle görünür ışığı geçirip, kızıl ötesi ışığı ise yansıtması, yani geçirmemesidir. İşte bu yüzden karbon miktarı yüksek bir atmosfer, dünyayı ısıtan görünür aralıktaki güneş ışığının dünyaya ulaşmasına izin verirken, soğumayı sağlayan kızılötesi ışımayı uzaya geçirmek yerine geri dünya yüzeyine yansıtır. Bunun sonucu dünyanın ısısı devamlı artar.

İşte, çarpma sonucu dünyaya yayılan bu süper sıcak toz, ormanlarla birlikte karbon bazlı kayaları da yaktı. Milyonlarca ton karbon atmosfere salındı.

Güneş ışığının atmosferdeki tozların etkisiyle engellendiği büyük kışdan sonra bu kez bu büyük yaz ikinci bir çevresel felaket oluşturdu. Artan sıcaklık dünyayı yaşanamaz bir hale getirdi.

Gök cisminin çarpması sonucu oluşan olağanüstü kuvvetli şok dalgaları birçok depremi ve volkanik patlamaları başlattı. Milyarlarca kilometre küp zehirli volkanik toz gaz atmosfere salındı. Bu zehirli maddeler asit yağmuru biçiminde dünya yüzeyine geri döndü.

Çarpmanın günümüzdeki yeri karada olsa da, 65 milyon yıl önce kıtalar bugünkü biçimlerinde değildi. Örneğin Hindistan henüz Avrasyaya çarpıp Himalaya dağlarını oluşturmamış bağımsız bir kıtaydı. Avustralya Antarktikaya, Kuzey Amerika da Avrasyaya yapışıktı.

Meksika ise Orta Amerikanın gerisi ile birlikte sular altındaydı.

Gökcisminin çarpması işte bu yüzden denizde gerçekleşti. Bunun sonucu ise o zamana kadar görülmemiş ve olasılıkla bir daha da görülmeyecek boyutta oluşan tsunamilerdi. Bu dev dalgalar da o günkü yaşama büyük bir darbe vurdu.

İşte bu felaketin sonucu olarak başta bitkiler olmak üzere dünya üzerindeki canlı türlerinin yüzde sekseni tamamen ortadan kalktı.

65 milyon öncesi neyse ki dünya üzerinde insanlar henüz bulunmuyordu. Dönemin en popüler ve yaygın canlıları dinozorlardı. İşte bu sebeple felaketten en büyük payı da bu canlılar aldı.

Dinozorların hemen tümü bu felaketin sonucunda yiyecek bulamama ve yaşadıkları ortamın değişmesi nedeniyle ortadan kalktı. Dinozorların hayatta kalmayı becerebilen az sayıda türleri sandığımızın aksine kertenkele ve timsahlar değil, bugün penceremize konan ve tatlı tatlı öten kuşlardır. Evet, her ne kadar bir T-Rex ile güvercin gözümüze fazlaca benzer görünmese de istisnasız tüm kuş türlerinin kökü dinozorlardır.

Tüm bu trajedinin ironisi ise insanlığın bu gününü işte bu felakete borçlu olmasıdır.

Çoğumuz insanların bu günkü baskınlığının ve egemenliğinin önceden programlanmış ve insanlığın hammaddesine yazılmış olduğunu düşünürüz.

İnsanlık payına ne büyük bir ukalalıktır bu.

Aynı zamanda ne kadar da büyük bir yanlış.

Yani sadece insanlık, bugünkü bilgi ve yaşam seviyesine ulaşabilirmiş gibi...

Eğer evrim teorisine inananlardansanız ve bu konuda biraz bilgi sahibiyseniz, evrim teorisinin sadece insanların maymunlardan geldiğini öngörmediğini biliyorsunuzdur (Aslında insanlığın kökenlerinin maymunlar olduğunu söylemek sadece insanlığın kökeni problemini maymunlara havale etmektir. Bu sefer de maymunlar nereden geldi sorusunu cevaplamak gerekir. Neyse, konumuz bu değil).

Canlıların özellikleri, örneğin kaç ayakları olduğu, ne kadar büyüyecekleri, hangi organları geliştirecekleri DNA isimli, organik moleküllerin oluşturduğu zincirlerde kodlanmış yani planlanmıştır.

Aynı türde canlılar ürerken bu özelliklerini DNA'larının kopyalanması ile çocuklarına aktarırlar.

Ancak bu aktarım her zaman mükemmel bir kopye şeklinde gerçekleşmez. Uzaydan gelip dünyamıza ulaşan kozmik ışınlar başta olmak üzere dünya kaynaklı radyasyon yada tamamen tesadüfi koşullar bu DNA kopyelerinin biraz farklı olarak bebeklere aktarılmasına yol açar.

İşte bu farklılıklara mutasyon denir.

Mutasyon, hemen her zaman istenmeyen sonuçlara yol açar. Mutasyon sonucu ortaya çıkan bebekler X-Men dizisindekiler kadar olmasada genellikle farklı, hemcinslerine göre daha zayıf, başarısız yada dirençsizdirler.

Ancak arada bir mutasyon sonucu ortaya, hemcinslerine göre belirli bir avantaj sağlayacak bir değişiklik çıkar, örneğin ayak parmaklarının oluşumunda canlının iki ayağı üzerinde durmasını sağlayacak bir formasyon değişikliği gibi.

İki ayağı üzerinde yürüyebilen bu yeni tür, yani mutant, boşta kalan iki ön ayağını, yani ellerini kullanarak avlanabilir, alet kullanabilir yada bebeğini taşıyabilir. Bu özelliği onu dört ayağını da sadece yürümek için kullanan hemcinslerine karşı üstün kılar. Bir anda bu yeni tür eski türün zararına çoğalıp egemen olmaya başlar.

İşte insanlar da bir dizi mutasyon sonucu, en önemlisi beyinlerini zeki olabilecek seviyeye kadar büyüterek bu günkü konumlarına gelmişlerdir.

Ancak tüm bu zincirde, sonunda egemen olacak türün memeli, beş el ve ayak parmağı olan insan türü olacağı gibi bir kesinlik yoktur.

Chicxulub plajı
Eğer gerektiği kadar zaman tanınorsa, tesadüfi DNA değişimleri sonunda üç parmaklı ve yumurta ile çoğalan dinozorlar da teknolojiye ulaşacak büyüklükte bir beyin geliştirebileceklerdi.

Ve bugün etrafta tüm evrenin kendi hizmetlerinde olduğunu düşünen ukala ancak zeki insanlar yerine, aynı şeyleri düşünen ukala ancak zeki dinozorlar olacaktı (Uzay Yolunun Voyager dizisinde zeki dinozorları konu eden çok ilginç bir bölüm var, ilgilenenlere).

Ancak potansiyel gelişmiş ve ukala dinazorlar evrimleşemeden bu gök cisminin çarpması sonucunda yok oldular.

Yerlerini ise sonunda insan biçiminde evrimleşen memelilere bıraktılar.

İşte bugün, burada, bu konuyu tartışabiliyorsak onu, dinazorları dünyadan silen bu göktaşına borçluyuz.

Ne demişler, birinin felaketi, bir başkasının şansı.
İşte tüm bunları düşündüm Karayip kıyısındaki bu felaketin gerçekleştiği, bugün kimsenin bilmediği, tanımadığı yada tanısa da iplemediği, bu Chicxulub isimli balıkçı köyünde.

Bu ziyaret benim için hayat boyu içimde taşıdığım bir düştü.

Bugüne kısmetmiş...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...