20 Ocak 2013 Pazar

En Güçlü Bomba

Benim kuşağım soğuk savaş döneminin en korkulu bölümünü, yani her iki bloğun da nükleer silahları geliştirip birbirlerine doğrulttuğu günlerini yaşadı. Her iki bloğun benimsediği bu politikaya o günlerde biraz da ironi ile "Mutually Assured Destruction", yani "Karşılıklı Garantilenmiş Yok Olma" adı verilmişti. İroni ile diyorum, çünkü İngilizce Mutually Assured Destruction sözcüklerinin ilk harfleri olan MAD kelimesi aynı zamanda "deli (lik)" anlamına geliyor.

Peki neydi bu delilik?

En basit hali ile eğer taraflardan biri nükleer silah kullanırsa diğeri de aynı şekilde karşılık verecekti. Başka bir deyişle, hedef nükleer silahı önlemek, durdurmak yada etkisiz hale getirmek değil, sen beni yok edersen ben de seni yok ederim şeklinde bir tehdit ile karşı tarafın bu silahları kullanmasını engellemekti.

Bu nükleer silahlar çoğunlukla kıtalararası balistik füzeler yada denizaltı gemilerinden fırlatılan orta menzilli füzeler şeklinde konumlandırılmıştı. Hedef, her iki bloğun ekonomisini ayakta tutan büyük şehirlerdi. Ben diyeyim yirmi, siz diyin otuz şehir.

Bu nükleer silahlar büyük şehirlerde yaşayan milyonlarca kişiyi öldürmek üzere üretilmişlerdi. Yani çok güçlü silahlardı.

Bu silahların bilinen en güçlüsü, zamanın Sovyetler Birliği tarafından üretilip denenen Tsar Bomba, yani Çar Bombasıydı. Gücü ise elli megaton, yani elli milyon ton dinamitin gücü kadardı.

Bu çok büyük bir güçtür arkadaşlar. Bir dinamit lokumu, bir kilodan hafiftir ama tonlarca kayayı parçalayabilir. Bunun elli milyon tonunu düşünün, olayın ciddiyetini anlamaya başlarsınız.

Çar bombası patlatıldığında oluşan ateş topu bin kilometre uzaktan görülebiliyordu. Yani aşağı yukarı Türkiyenin bir ucundan diğer ucuna kadar ki bir mesafeden.

Patlama sonrası oluşan mantar bulutu 64 kilometre yüksekliğe ulaşmıştı. Yani hemen hemen atmosferin sınırları dışına. Karşılaştırma olsun diye söylemek gerekirse günümüzün modern bir jet yolcu uçağı 10 kilometre yükseklikte uçar. Bu yükseklikte sıcaklık eksi elli dereceden azdır.

Yine, patlama noktasına elli kilometre uzaklıktaki bütün evler yıkıldı. Eğer insanlar yaşıyor olsaydı, patlamaya 100 kilometre uzaklıktaki herkes üçüncü derece yanıklara maruz kalacaktı.

Her halde size bu bombanın güçü hakkında az da olsa bir fikir verebildim.

Şimdi bu bombadan iki milyon kez daha güçlü bir başka bir bomba hayal edin, yani gücü 100 teraton, başka bir deyişle 100 bin milyon ton dinamitin gücüne denk bir bomba.

Çalakalem bir hesapla ateş topunun neredeyse Venüs gezegeninden görülebildiği, mantar bulutunun eğer hava olsaydı Ay'a kadar ulaşabileceği bir patlama. Tsar Bomba yüz kilometredeki herkese üçüncü dereceden yanıklara sebep oluyorsa, Tsar Bomba'dan iki milyon kez güçlü bu yeni bomba dünyanın her yerini kasıp kavururdu.

Ve sıkı durun arkadaşlar. İşte böyle bir bomba aslında gerçekten var. Hatta dünyamız üzerinde patladı.

Yani bu günün insanlığını karşılıklı ve garantili olarak yok etmek üzere üretilmiş tüm nükleer silahlarının toplamından kat be kat daha güçlü tek bir bir bomba bir kerede patladı.

Sadece 65 milyon yıl kadar önce.

Çapı en az 10 kilometre olan bir gök cismi, günümüzde Meksika'nın Yukatan yarımadasının kuzeyinde, Karayip denizinin kıyısındaki bir balıkçı köyü olan Chicxulub (Çikşilub) 'da dünyamıza çarptı. Biz bu gün bu gök cisminin bir meteor mu yoksa bir kuyrukluyıldız mı olduğunu bilmiyoruz. Sonucu bakımından çok da farketmiyor zaten.

Bu çarpma, çapı 180 kilometre olan bir krater oluşturdu. Onbinlerce kilometre küp süper sıcak toz ve kaya önce atmosferin dışına fırladı. Bunlar yeniden atmosfere girerken çok yüksek ısılara ulaştı ve dünyanın her noktasında yangınlar başlattı. Canlılar bu ısıyla kavruldular.

Bu toz kimilerine göre on yıla kadar uzun bir süre havada kaldı ve güneş ışığının dünyaya ulaşmasını engelledi.

Bu süper sıcak toz, aynı zamanda başka önemli bir sonuca da yolaçtı.

Normalde dünyamız, güneşten gelen görünür ışıkla ısınır, bu ısıyı kızıl ötesi ışımayla geri uzaya verir, yani soğur.

Karbon gazının bir zararlı özelliği gözle görünür ışığı geçirip, kızıl ötesi ışığı ise yansıtması, yani geçirmemesidir. İşte bu yüzden karbon miktarı yüksek bir atmosfer, dünyayı ısıtan görünür aralıktaki güneş ışığının dünyaya ulaşmasına izin verirken, soğumayı sağlayan kızılötesi ışımayı uzaya geçirmek yerine geri dünya yüzeyine yansıtır. Bunun sonucu dünyanın ısısı devamlı artar.

İşte, çarpma sonucu dünyaya yayılan bu süper sıcak toz, ormanlarla birlikte karbon bazlı kayaları da yaktı. Milyonlarca ton karbon atmosfere salındı.

Güneş ışığının atmosferdeki tozların etkisiyle engellendiği büyük kışdan sonra bu kez bu büyük yaz ikinci bir çevresel felaket oluşturdu. Artan sıcaklık dünyayı yaşanamaz bir hale getirdi.

Gök cisminin çarpması sonucu oluşan olağanüstü kuvvetli şok dalgaları birçok depremi ve volkanik patlamaları başlattı. Milyarlarca kilometre küp zehirli volkanik toz gaz atmosfere salındı. Bu zehirli maddeler asit yağmuru biçiminde dünya yüzeyine geri döndü.

Çarpmanın günümüzdeki yeri karada olsa da, 65 milyon yıl önce kıtalar bugünkü biçimlerinde değildi. Örneğin Hindistan henüz Avrasyaya çarpıp Himalaya dağlarını oluşturmamış bağımsız bir kıtaydı. Avustralya Antarktikaya, Kuzey Amerika da Avrasyaya yapışıktı.

Meksika ise Orta Amerikanın gerisi ile birlikte sular altındaydı.

Gökcisminin çarpması işte bu yüzden denizde gerçekleşti. Bunun sonucu ise o zamana kadar görülmemiş ve olasılıkla bir daha da görülmeyecek boyutta oluşan tsunamilerdi. Bu dev dalgalar da o günkü yaşama büyük bir darbe vurdu.

İşte bu felaketin sonucu olarak başta bitkiler olmak üzere dünya üzerindeki canlı türlerinin yüzde sekseni tamamen ortadan kalktı.

65 milyon öncesi neyse ki dünya üzerinde insanlar henüz bulunmuyordu. Dönemin en popüler ve yaygın canlıları dinozorlardı. İşte bu sebeple felaketten en büyük payı da bu canlılar aldı.

Dinozorların hemen tümü bu felaketin sonucunda yiyecek bulamama ve yaşadıkları ortamın değişmesi nedeniyle ortadan kalktı. Dinozorların hayatta kalmayı becerebilen az sayıda türleri sandığımızın aksine kertenkele ve timsahlar değil, bugün penceremize konan ve tatlı tatlı öten kuşlardır. Evet, her ne kadar bir T-Rex ile güvercin gözümüze fazlaca benzer görünmese de istisnasız tüm kuş türlerinin kökü dinozorlardır.

Tüm bu trajedinin ironisi ise insanlığın bu gününü işte bu felakete borçlu olmasıdır.

Çoğumuz insanların bu günkü baskınlığının ve egemenliğinin önceden programlanmış ve insanlığın hammaddesine yazılmış olduğunu düşünürüz.

İnsanlık payına ne büyük bir ukalalıktır bu.

Aynı zamanda ne kadar da büyük bir yanlış.

Yani sadece insanlık, bugünkü bilgi ve yaşam seviyesine ulaşabilirmiş gibi...

Eğer evrim teorisine inananlardansanız ve bu konuda biraz bilgi sahibiyseniz, evrim teorisinin sadece insanların maymunlardan geldiğini öngörmediğini biliyorsunuzdur (Aslında insanlığın kökenlerinin maymunlar olduğunu söylemek sadece insanlığın kökeni problemini maymunlara havale etmektir. Bu sefer de maymunlar nereden geldi sorusunu cevaplamak gerekir. Neyse, konumuz bu değil).

Canlıların özellikleri, örneğin kaç ayakları olduğu, ne kadar büyüyecekleri, hangi organları geliştirecekleri DNA isimli, organik moleküllerin oluşturduğu zincirlerde kodlanmış yani planlanmıştır.

Aynı türde canlılar ürerken bu özelliklerini DNA'larının kopyalanması ile çocuklarına aktarırlar.

Ancak bu aktarım her zaman mükemmel bir kopye şeklinde gerçekleşmez. Uzaydan gelip dünyamıza ulaşan kozmik ışınlar başta olmak üzere dünya kaynaklı radyasyon yada tamamen tesadüfi koşullar bu DNA kopyelerinin biraz farklı olarak bebeklere aktarılmasına yol açar.

İşte bu farklılıklara mutasyon denir.

Mutasyon, hemen her zaman istenmeyen sonuçlara yol açar. Mutasyon sonucu ortaya çıkan bebekler X-Men dizisindekiler kadar olmasada genellikle farklı, hemcinslerine göre daha zayıf, başarısız yada dirençsizdirler.

Ancak arada bir mutasyon sonucu ortaya, hemcinslerine göre belirli bir avantaj sağlayacak bir değişiklik çıkar, örneğin ayak parmaklarının oluşumunda canlının iki ayağı üzerinde durmasını sağlayacak bir formasyon değişikliği gibi.

İki ayağı üzerinde yürüyebilen bu yeni tür, yani mutant, boşta kalan iki ön ayağını, yani ellerini kullanarak avlanabilir, alet kullanabilir yada bebeğini taşıyabilir. Bu özelliği onu dört ayağını da sadece yürümek için kullanan hemcinslerine karşı üstün kılar. Bir anda bu yeni tür eski türün zararına çoğalıp egemen olmaya başlar.

İşte insanlar da bir dizi mutasyon sonucu, en önemlisi beyinlerini zeki olabilecek seviyeye kadar büyüterek bu günkü konumlarına gelmişlerdir.

Ancak tüm bu zincirde, sonunda egemen olacak türün memeli, beş el ve ayak parmağı olan insan türü olacağı gibi bir kesinlik yoktur.

Chicxulub plajı
Eğer gerektiği kadar zaman tanınorsa, tesadüfi DNA değişimleri sonunda üç parmaklı ve yumurta ile çoğalan dinozorlar da teknolojiye ulaşacak büyüklükte bir beyin geliştirebileceklerdi.

Ve bugün etrafta tüm evrenin kendi hizmetlerinde olduğunu düşünen ukala ancak zeki insanlar yerine, aynı şeyleri düşünen ukala ancak zeki dinozorlar olacaktı (Uzay Yolunun Voyager dizisinde zeki dinozorları konu eden çok ilginç bir bölüm var, ilgilenenlere).

Ancak potansiyel gelişmiş ve ukala dinazorlar evrimleşemeden bu gök cisminin çarpması sonucunda yok oldular.

Yerlerini ise sonunda insan biçiminde evrimleşen memelilere bıraktılar.

İşte bugün, burada, bu konuyu tartışabiliyorsak onu, dinazorları dünyadan silen bu göktaşına borçluyuz.

Ne demişler, birinin felaketi, bir başkasının şansı.
İşte tüm bunları düşündüm Karayip kıyısındaki bu felaketin gerçekleştiği, bugün kimsenin bilmediği, tanımadığı yada tanısa da iplemediği, bu Chicxulub isimli balıkçı köyünde.

Bu ziyaret benim için hayat boyu içimde taşıdığım bir düştü.

Bugüne kısmetmiş...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...