28 Mart 2013 Perşembe

Petro'nun Memleketi

Akşam saat yedide başladı büyük göç. Önce Cenevre'ye bir saatlik bir araba yolculuğu, sonrasında Moskova'ya üç saatlik bir uçuş, Moskova havaalanında geçmeyen iki saat, sonrasında St Petersburg'a bir saatlik ikinci bir uçak yolculuğu, hava alanından şehirde yarım saatlik bir otobüs yolculuğu, iki metro değiştirip şehrin merkezine ulaşım ve metro istasyonundan otele kaybolmalar dahil yarım saatlik bir yürüyüş.

Bunun üzerine üç saatlik zaman farkını da eklerseniz sabah saat onbirde otele ulaştığımızda ki yarı canlı yada yarı ölü halimizi anlayabilirsiniz sanırım.

Ancak otele gidip uyumadık, onun yerine macerası ruhumuz galip geldi ve St Petersburg'u keşfetmenin cazibesine kaptırdık kendimizi. Ne de olsa ikimiz de hala genciz ve kırk sekiz saat uykusuzluğu kaldırabiliriz.

Ha, bir de odalarımız hazır değildi, biraz da o yüzden tabii :)

Şaka bir kenara, uçağımız indiğinden beri içim kıpır kıpırdı. İlk kez Rusya'ya geliyordum. Son yirmi sene içerisinde hem iş, hem de zevk için o kadar çok Rusya gezisi planlamıştım ki inanamazsınız, ancak her defasında birşey oldu ve iptal etmek zorunda kaldım.

Kısmet bu güneymiş.

Rusya, çocukluğumdan beri beni etkilemiş bir ülkeledir. Yunanlılar, Romalılar, Türkler, Amerikalılar gibi dünyayı etkileyen imparatorluklar kurmuş bir halk, bir süper güçtür.

Cumhuriyetimizin ilk altmış yılını Rusya'dan korkarak geçirdik. Parçası olduğumuz soğuk savaş bloğunun tüm ülkeleriyle birlikte atom bombası yüklü Sovyet uçaklarını bekledik. Temsil ettikleri komünist ideoloji ile savaştık, hem de bazen kelimenin tam anlamıyla. Dünyanın öbür ucunda Kore isimli bir ülkede askerlerimiz şehit oldu.

Gençliğimin ilk yıllarında Rusya yine hayatıma girmişti, ancak bu sefer bir düşman olarak değil, sosyalizm yada komünizm gibi ideolojilerin kaynağı olarak. Hayatımın bu yıllarında etrafımda gencinden yaşlısına ülkenin sol eğilimli bu ideolojilere kendini inandırmış hatta tutkuya bağlanmış birçok insan vardı. Bazıları hem de çok yakın olmak üzere. Ha, bir de sonu "-C" yada "-O" ile biten ve PQX, ZPG, DVK gibi alfabenin tüm harflerinin üçlü kombinasyonlarından oluşan, bol bol devrimli, halklı, kurtuluşlu bir dolu sol görüşlü örgüt ismi...

Bu yıllarda Rusya kafamda düzenin, planlamanın, idealizmin bir simgesiydi. Neredeyse Nirvana yani. Geri kalmış düşünce tarzları ile kapitalistler birbirini yerken elit ve evrimleşmiş ileri bir insan topluluğu Rusya'da uygarlığın kitabını yazmaktaydı.

Sonra şu meşhur Glastnost ve Prestroyka dönemi başladı. Gorbaçov isimli bir Rus lider ilk defa ilkel kapitalistlere Nirvana'nın kapısını açmış, içeri bakmalarına izin vermişti.

Ancak içeri bakıldığında görünen manzara pek Nirvana gibi durmuyordu. Planlama, eşitlik falan diye zevksiz, tek düze, yaratıcılığa kapalı, gelişmeye kapalı bir toplum yaratmıştı sosyalizm.

İşte bu günlerde kafamdaki Rusya, gri zevksiz binalara kaplı şehirlerden oluşan bir beldeydi. Kurumları verimsiz, bireyleri yoz, rüşvetin, hak yemenin olağan sayıldığı bir ülke.

Sonra Yeltsin geldi. Artık Rusya gözümde kanunsuzluğun hakim olduğu, silah kaçakçılarının adres değiştirdiği, fahişelerin birbirinden kuşkulandığı bir ülkeydi (Ahmet Kaya'yı anmış olalım bu vesileyle).

Sonrasında Putin'li Medvedev'li dönemleriyle olayların kontrolünü eline alan, kendini toparlayın yeniden bir süper güç olma yoluna giren bir Rusya.

Velehasılkelam Rusya şu veya bu şekilde herzaman aklımın bir köşesinde, hayatımın bir bölümünde yerini korudu.

Herhalde Rusyayı ilk defa görme heyecanımı paylaşabildim sizinle.

Bu ülkede geçirdiğim yirmi dört saatten sonra Rusya'nın, hayatımın değişik dönemlerinde kafamda canlandırdığım şekliyle her birinden birazının toplamı olduğunu söyleyebilirim.

Hem havadan, hem karadan gördüğüm kadarıyla evet, belki de dünyanın en zevksiz, en iç bayıltan, en silik mimari tarzı ile yapılmış, içleri ahşap koyu kahverengi, dışları boyasız gri binaların hiç de az olmadığı bir yer Rusya.

Aynı zamanda Notre Dame'ın yanında bir gecekondu gibi kaldığı, dünyanın en güzel kiliseleriyle Rönesansın Floransa'sını kıskandıracak dünyanın en güzel şehirlerimden biri olan St Petersburg da Rusya'da bulunmakta.

Komünist anlayışın ürünü, birbirlerine saygısını yitirmiş kaba saba bir çok insan var tabii, ancak aynı zamanda cep telefonunun GPSi ile bizi otelimizin kapısına kadar götüren yardımsever ve nazik gençleri de.

St Petersburg'un metrosuna bindiğinde insan alamıyor kendini bu metro eski dökülüyor diye düşünmekten. Ancak düşünmeye devam edince, bu metronun belki de yarım asırdır orada olduğunu da anlıyorsunuz. Başka bir deyişle Ruslar bu metroyu kullanırken belki ülkemizde toplu taşım hala at arabaları ile yapılıyordu.

İşte Rusyadaki ilk yirmi dört saatin kısa özeti. Rusyayı gezerken öyle sıradan bir batı Avrupa ülkesinde hissetmiyor insan kendini, ki şehrin meydanını, katedralini ve müzesini gezip bitirsin. Büyük bir imparatorlukta bulunduğunuzu hemen anlıyorsunuz.

Size St Petersburg ve Moskova ziyaretlerini detaylıca yazacağım ilerleyen günlerde, ancak şimdilik şu kadarını söyletmeyeyim, Rusyayı mutlaka görün arkadaşlar. Öyle vize mize de gerekmiyor. Atlayın bir uçağa ve bir hafta sonu geçirin St Petersburg da.

Pişman olmayacaksınız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...