20 Ocak 2013 Pazar

En Güçlü Bomba

Benim kuşağım soğuk savaş döneminin en korkulu bölümünü, yani her iki bloğun da nükleer silahları geliştirip birbirlerine doğrulttuğu günlerini yaşadı. Her iki bloğun benimsediği bu politikaya o günlerde biraz da ironi ile "Mutually Assured Destruction", yani "Karşılıklı Garantilenmiş Yok Olma" adı verilmişti. İroni ile diyorum, çünkü İngilizce Mutually Assured Destruction sözcüklerinin ilk harfleri olan MAD kelimesi aynı zamanda "deli (lik)" anlamına geliyor.

Peki neydi bu delilik?

En basit hali ile eğer taraflardan biri nükleer silah kullanırsa diğeri de aynı şekilde karşılık verecekti. Başka bir deyişle, hedef nükleer silahı önlemek, durdurmak yada etkisiz hale getirmek değil, sen beni yok edersen ben de seni yok ederim şeklinde bir tehdit ile karşı tarafın bu silahları kullanmasını engellemekti.

Bu nükleer silahlar çoğunlukla kıtalararası balistik füzeler yada denizaltı gemilerinden fırlatılan orta menzilli füzeler şeklinde konumlandırılmıştı. Hedef, her iki bloğun ekonomisini ayakta tutan büyük şehirlerdi. Ben diyeyim yirmi, siz diyin otuz şehir.

Bu nükleer silahlar büyük şehirlerde yaşayan milyonlarca kişiyi öldürmek üzere üretilmişlerdi. Yani çok güçlü silahlardı.

Bu silahların bilinen en güçlüsü, zamanın Sovyetler Birliği tarafından üretilip denenen Tsar Bomba, yani Çar Bombasıydı. Gücü ise elli megaton, yani elli milyon ton dinamitin gücü kadardı.

Bu çok büyük bir güçtür arkadaşlar. Bir dinamit lokumu, bir kilodan hafiftir ama tonlarca kayayı parçalayabilir. Bunun elli milyon tonunu düşünün, olayın ciddiyetini anlamaya başlarsınız.

Çar bombası patlatıldığında oluşan ateş topu bin kilometre uzaktan görülebiliyordu. Yani aşağı yukarı Türkiyenin bir ucundan diğer ucuna kadar ki bir mesafeden.

Patlama sonrası oluşan mantar bulutu 64 kilometre yüksekliğe ulaşmıştı. Yani hemen hemen atmosferin sınırları dışına. Karşılaştırma olsun diye söylemek gerekirse günümüzün modern bir jet yolcu uçağı 10 kilometre yükseklikte uçar. Bu yükseklikte sıcaklık eksi elli dereceden azdır.

Yine, patlama noktasına elli kilometre uzaklıktaki bütün evler yıkıldı. Eğer insanlar yaşıyor olsaydı, patlamaya 100 kilometre uzaklıktaki herkes üçüncü derece yanıklara maruz kalacaktı.

Her halde size bu bombanın güçü hakkında az da olsa bir fikir verebildim.

Şimdi bu bombadan iki milyon kez daha güçlü bir başka bir bomba hayal edin, yani gücü 100 teraton, başka bir deyişle 100 bin milyon ton dinamitin gücüne denk bir bomba.

Çalakalem bir hesapla ateş topunun neredeyse Venüs gezegeninden görülebildiği, mantar bulutunun eğer hava olsaydı Ay'a kadar ulaşabileceği bir patlama. Tsar Bomba yüz kilometredeki herkese üçüncü dereceden yanıklara sebep oluyorsa, Tsar Bomba'dan iki milyon kez güçlü bu yeni bomba dünyanın her yerini kasıp kavururdu.

Ve sıkı durun arkadaşlar. İşte böyle bir bomba aslında gerçekten var. Hatta dünyamız üzerinde patladı.

Yani bu günün insanlığını karşılıklı ve garantili olarak yok etmek üzere üretilmiş tüm nükleer silahlarının toplamından kat be kat daha güçlü tek bir bir bomba bir kerede patladı.

Sadece 65 milyon yıl kadar önce.

Çapı en az 10 kilometre olan bir gök cismi, günümüzde Meksika'nın Yukatan yarımadasının kuzeyinde, Karayip denizinin kıyısındaki bir balıkçı köyü olan Chicxulub (Çikşilub) 'da dünyamıza çarptı. Biz bu gün bu gök cisminin bir meteor mu yoksa bir kuyrukluyıldız mı olduğunu bilmiyoruz. Sonucu bakımından çok da farketmiyor zaten.

Bu çarpma, çapı 180 kilometre olan bir krater oluşturdu. Onbinlerce kilometre küp süper sıcak toz ve kaya önce atmosferin dışına fırladı. Bunlar yeniden atmosfere girerken çok yüksek ısılara ulaştı ve dünyanın her noktasında yangınlar başlattı. Canlılar bu ısıyla kavruldular.

Bu toz kimilerine göre on yıla kadar uzun bir süre havada kaldı ve güneş ışığının dünyaya ulaşmasını engelledi.

Bu süper sıcak toz, aynı zamanda başka önemli bir sonuca da yolaçtı.

Normalde dünyamız, güneşten gelen görünür ışıkla ısınır, bu ısıyı kızıl ötesi ışımayla geri uzaya verir, yani soğur.

Karbon gazının bir zararlı özelliği gözle görünür ışığı geçirip, kızıl ötesi ışığı ise yansıtması, yani geçirmemesidir. İşte bu yüzden karbon miktarı yüksek bir atmosfer, dünyayı ısıtan görünür aralıktaki güneş ışığının dünyaya ulaşmasına izin verirken, soğumayı sağlayan kızılötesi ışımayı uzaya geçirmek yerine geri dünya yüzeyine yansıtır. Bunun sonucu dünyanın ısısı devamlı artar.

İşte, çarpma sonucu dünyaya yayılan bu süper sıcak toz, ormanlarla birlikte karbon bazlı kayaları da yaktı. Milyonlarca ton karbon atmosfere salındı.

Güneş ışığının atmosferdeki tozların etkisiyle engellendiği büyük kışdan sonra bu kez bu büyük yaz ikinci bir çevresel felaket oluşturdu. Artan sıcaklık dünyayı yaşanamaz bir hale getirdi.

Gök cisminin çarpması sonucu oluşan olağanüstü kuvvetli şok dalgaları birçok depremi ve volkanik patlamaları başlattı. Milyarlarca kilometre küp zehirli volkanik toz gaz atmosfere salındı. Bu zehirli maddeler asit yağmuru biçiminde dünya yüzeyine geri döndü.

Çarpmanın günümüzdeki yeri karada olsa da, 65 milyon yıl önce kıtalar bugünkü biçimlerinde değildi. Örneğin Hindistan henüz Avrasyaya çarpıp Himalaya dağlarını oluşturmamış bağımsız bir kıtaydı. Avustralya Antarktikaya, Kuzey Amerika da Avrasyaya yapışıktı.

Meksika ise Orta Amerikanın gerisi ile birlikte sular altındaydı.

Gökcisminin çarpması işte bu yüzden denizde gerçekleşti. Bunun sonucu ise o zamana kadar görülmemiş ve olasılıkla bir daha da görülmeyecek boyutta oluşan tsunamilerdi. Bu dev dalgalar da o günkü yaşama büyük bir darbe vurdu.

İşte bu felaketin sonucu olarak başta bitkiler olmak üzere dünya üzerindeki canlı türlerinin yüzde sekseni tamamen ortadan kalktı.

65 milyon öncesi neyse ki dünya üzerinde insanlar henüz bulunmuyordu. Dönemin en popüler ve yaygın canlıları dinozorlardı. İşte bu sebeple felaketten en büyük payı da bu canlılar aldı.

Dinozorların hemen tümü bu felaketin sonucunda yiyecek bulamama ve yaşadıkları ortamın değişmesi nedeniyle ortadan kalktı. Dinozorların hayatta kalmayı becerebilen az sayıda türleri sandığımızın aksine kertenkele ve timsahlar değil, bugün penceremize konan ve tatlı tatlı öten kuşlardır. Evet, her ne kadar bir T-Rex ile güvercin gözümüze fazlaca benzer görünmese de istisnasız tüm kuş türlerinin kökü dinozorlardır.

Tüm bu trajedinin ironisi ise insanlığın bu gününü işte bu felakete borçlu olmasıdır.

Çoğumuz insanların bu günkü baskınlığının ve egemenliğinin önceden programlanmış ve insanlığın hammaddesine yazılmış olduğunu düşünürüz.

İnsanlık payına ne büyük bir ukalalıktır bu.

Aynı zamanda ne kadar da büyük bir yanlış.

Yani sadece insanlık, bugünkü bilgi ve yaşam seviyesine ulaşabilirmiş gibi...

Eğer evrim teorisine inananlardansanız ve bu konuda biraz bilgi sahibiyseniz, evrim teorisinin sadece insanların maymunlardan geldiğini öngörmediğini biliyorsunuzdur (Aslında insanlığın kökenlerinin maymunlar olduğunu söylemek sadece insanlığın kökeni problemini maymunlara havale etmektir. Bu sefer de maymunlar nereden geldi sorusunu cevaplamak gerekir. Neyse, konumuz bu değil).

Canlıların özellikleri, örneğin kaç ayakları olduğu, ne kadar büyüyecekleri, hangi organları geliştirecekleri DNA isimli, organik moleküllerin oluşturduğu zincirlerde kodlanmış yani planlanmıştır.

Aynı türde canlılar ürerken bu özelliklerini DNA'larının kopyalanması ile çocuklarına aktarırlar.

Ancak bu aktarım her zaman mükemmel bir kopye şeklinde gerçekleşmez. Uzaydan gelip dünyamıza ulaşan kozmik ışınlar başta olmak üzere dünya kaynaklı radyasyon yada tamamen tesadüfi koşullar bu DNA kopyelerinin biraz farklı olarak bebeklere aktarılmasına yol açar.

İşte bu farklılıklara mutasyon denir.

Mutasyon, hemen her zaman istenmeyen sonuçlara yol açar. Mutasyon sonucu ortaya çıkan bebekler X-Men dizisindekiler kadar olmasada genellikle farklı, hemcinslerine göre daha zayıf, başarısız yada dirençsizdirler.

Ancak arada bir mutasyon sonucu ortaya, hemcinslerine göre belirli bir avantaj sağlayacak bir değişiklik çıkar, örneğin ayak parmaklarının oluşumunda canlının iki ayağı üzerinde durmasını sağlayacak bir formasyon değişikliği gibi.

İki ayağı üzerinde yürüyebilen bu yeni tür, yani mutant, boşta kalan iki ön ayağını, yani ellerini kullanarak avlanabilir, alet kullanabilir yada bebeğini taşıyabilir. Bu özelliği onu dört ayağını da sadece yürümek için kullanan hemcinslerine karşı üstün kılar. Bir anda bu yeni tür eski türün zararına çoğalıp egemen olmaya başlar.

İşte insanlar da bir dizi mutasyon sonucu, en önemlisi beyinlerini zeki olabilecek seviyeye kadar büyüterek bu günkü konumlarına gelmişlerdir.

Ancak tüm bu zincirde, sonunda egemen olacak türün memeli, beş el ve ayak parmağı olan insan türü olacağı gibi bir kesinlik yoktur.

Chicxulub plajı
Eğer gerektiği kadar zaman tanınorsa, tesadüfi DNA değişimleri sonunda üç parmaklı ve yumurta ile çoğalan dinozorlar da teknolojiye ulaşacak büyüklükte bir beyin geliştirebileceklerdi.

Ve bugün etrafta tüm evrenin kendi hizmetlerinde olduğunu düşünen ukala ancak zeki insanlar yerine, aynı şeyleri düşünen ukala ancak zeki dinozorlar olacaktı (Uzay Yolunun Voyager dizisinde zeki dinozorları konu eden çok ilginç bir bölüm var, ilgilenenlere).

Ancak potansiyel gelişmiş ve ukala dinazorlar evrimleşemeden bu gök cisminin çarpması sonucunda yok oldular.

Yerlerini ise sonunda insan biçiminde evrimleşen memelilere bıraktılar.

İşte bugün, burada, bu konuyu tartışabiliyorsak onu, dinazorları dünyadan silen bu göktaşına borçluyuz.

Ne demişler, birinin felaketi, bir başkasının şansı.
İşte tüm bunları düşündüm Karayip kıyısındaki bu felaketin gerçekleştiği, bugün kimsenin bilmediği, tanımadığı yada tanısa da iplemediği, bu Chicxulub isimli balıkçı köyünde.

Bu ziyaret benim için hayat boyu içimde taşıdığım bir düştü.

Bugüne kısmetmiş...

6 Aralık 2012 Perşembe

Hangi Lens?

Bir-iki gün önce çok ilginç bir konu hakkında yazılmış çok saçma bir yazı okudum. Yazının konusu bir DSLR fotoğraf makineniz varsa alacağınız ikinci lens hangisi olsun. Yazan arkadaş, muhtemelen sağdan soldan arakladığı klişeleri anlamsız bir biçimde bir araya getirmiş, sonra da Türkçeye çevirirken üstüne bir doz daha zırvalamış.

Ama konu çok güzel, o yüzden ben de kendi düşüncelerimi yazmak istedim.

DSLR'lar, yani siyah, büyük, pahalı fotoğraf makineleri, çoğunlukla kit lens adı verilen genel kullanıma uygun lenslerle gelirler.

Genel evrim kurallarına göre fotoğraf çekmek eğer sizi sardıysa ikinci bir lensi almak için elleriniz ve cüzdanınız kaşınmaya başlar. İşte bu yazı kendi çapımda size bu konuda az biraz yardımcı olmaya çalışacak.

En son söyleyeceğimiz şeyi şimdi söyleyerek başlayalım.

Makinenizle gelen kit lens, birçok kişi küçümse de, o kadar esnek ve kalitelidir ki, yüz farklı ortamdan doksan beşinde problemsiz çalışır. Geri kalan beş ortamı da zaten ikinci bir lensle kapatamazsınız çoğunlukla. Bu arada bütün bu laflarım normal bir amatörün günlük fotoğraf çekimlerini göz önüne almakta. Tabii ki kit lensinizi CERN labaratuarında Higgs bosonunun fotoğrafları için kullanamazsınız.

O yüzden beklentilerinizi iyi ayarlayın. İkinci lens birçok koşulda hayatınızı dramatik bir biçimde değiştirmeyecektir.

Çok haz etmesem de bir noktadan sonra biraz teknik detaylara dalmamız gerekecek. O yüzden gelin halen zihnimiz açıkken birkaç dünyevi soruya cevap arayalım.

İlk soru, yeni lensinizi ne için kullanacağınız. Bu soruyu nedense birçok kaynakta biraz farklı ve biraz anlamsız bir biçimde, ne tür fotoğraflar çekiyorsunuz diye sorarlar. Sanki bir insan sadece manzara yada portre çekermiş gibi. Halbuki elinizde fotoğraf makinesi varsa canınızın istediği, hoşunuza giden her şeyi çekersiniz. Öyle değil mi?

Sorumuza geri dönelim. İkinci lensinizi ne için kullanmayı düşünüyorsunuz?

Gelin, cevabınızı çoktan seçmeli bir hale getirelim.

a) Kit lensi ile çektiğim fotoğrafların kalitesini sonuçta fark etmesemde artırmak için.

b) Kuş, hayvan, dağ zirvesi gibi şeylerin fotoğraflarını, yanlarına gitmeden uzaktan çekebilmek için.

c) Karınca, çiçek, böcek, örümcek gibi küçük şeylerin fotoğraflarını çekmek için.

d) Manzara resimlerinde veya hareket alanınızın kısıtlı olduğu ev içimde yada dar sokaklarda çok fazla geri çekilmek zorunda olmadan kareye daha geniş bir alanı tıkıştırabilmek için.

e) Kapalı yerlerde yada az ışıklı ortamlarda biraz daha rahat fotoğraf çekebilmek için.

f) Boks maçı, karı-koca kavgası, bahçede oynayan yada kavga eden çoçuklar türü aksiyon fotoğrafları çekmek için.

g) Paparazzi durumları yada spor müsabakaları, havacılık gösterileri, 19 Mayıs geçit törenleri gibi çok uzaktan detaylı fotoğraflar çekmek için.

h) İnsan portreleri çekmek için.

Bir daha okuyun ve cevabınızı düşünün. Birden fazla cevabı işaretleyebilirsiniz. Yanlışlar doğruları götürmez çünkü yanlış olan hiçbir cevap yok.

Ve unutmayın. Kit lensiniz yukardakilerin bir çoğunu iyi kötü becerebilir durumdadır.

Unutmamanız gereken asıl önemli başka bir nokta ise sadece yukarıdaki işlevleri iyi yapabilen bir lensi bazen binlerce dolara satın aldınız diye otomatik olarak bu özellikli fotoğrafları güzel ve doğru çekeceğinizi düşünmeyin.

Kameralar, lensler sadece birer araçtırlar. İş yine makinenin arkasında yani sizde biter.

Bu noktada ne alacağımıza karar verebilmek için önce elimizde ne var ona bakalım ve elimizdeki hangi durumlarda yetersiz kalıyor biraz detaylıca anlayalım.

Yüzde 99 nokta 9 olasılıkla kameranızla beraber aldığınız kit lensiniz bir 18-55 mm f/3.5-5.6 IS olacaktır.

Gelin, bunca sayı ve harfi dekode etmeye başlayalım.

18-55 mm, lensinizin kapsadığı odak uzaklığı aralığıdır. Bu lens değişken odak uzaklıklı, yani "zoom" donanımlı bir lens dir. Bunun anlamı, bu lensin odak uzaklığını 18 mm ile 55 mm arasında herhangi bir değere ayarlayabileceğinizdir.

Odak uzaklığı kısaldıkça durduğunuz yeri değiştirmeden, fotoğraf karesine daha geniş bir alanı küçültmek suretiyle sığdırabilirsiniz. Odak uzaklığı büyüdükçe lensiniz bir dürbün gibi çalışır, görüntüyü büyütür ancak karenin içine daha az bir alanı sığdırır.

Crop sensörlü makinenizde 8-15 mm arası odak uzaklıkları ultra geniş açı, 15-30 mm aralığı geniş açı, 30-40 mm aralığı normal, 40-70 mm kısa telefoto, 70-150 mm telefoto, 150 mm üstü süper telefoto diye adlandırılır (üç aşağı, beş yukarı).

18-55 mm kit lensiniz sizi geniş açıdan başlayıp kısa telefotoya kadar götüren bir odak uzunluğunu kapsar.

Bu çok kullanışlı bir aralıktır. Kendimden bir örnek verirsem, çektiğim fotoğrafların yüzde sekseni bu aralıktadır. Eğer full frame 24 mm yada crop frame 15 mm aralığını da alırsak - ki çok büyük bir fark değil, 24 mm'yi var diye kullanıyorum, olmasaydı crop 18 mm karşılığı 28 mm yi kullanıyor olacaktım - bu yüzde seksen kapsama yüzde doksana çıkar.

Kit lens modelindeki ikinci numara f/3.5-5.6 dır. Bu "f" sayısı lensinizin açılabilme oranını gösterir. Anlaşılmaya hiçbir katkısı bulunmayan gereksiz aritmetiği atlayıp (diyafram açıklığının odak uzunluğuna oranı) bu açıklığın ne anlama geldiğine bakalım.

Fotoğraf çekmek için düğmeye bastığınızda sensörün önündeki bir perde kalkar, lensin içinde bir iris açılır ve ışığın sensör yada filmin üzerine düşmesini sağlanır. Bu iris ne kadar geniş açılırsa sensöre o kadar fazla ışık ulaşır. İşte bu f değeri irisin ne kadar geniş açılacağını gösterir.

İşin tersliği, bu f değeri küçüldükçe irisin genişliği artar.

Kit lensinizin f değeri 3.5 ile 5.6 arasımda değişir. Odak uzunluğunun en kısa olduğu 18 mm noktasında açıklık en geniş f/3.5 değerindedir. Telefotoya doğru odak uzunluğu arttıkça iris açıklığı azalır ve 55 mm odak ızaklığında en küçük f/5.6 değerine ulaşır.

Bu f değerine zaman zaman lensin hızı da denir.

Şimdi, doğal olarak, bu açıklığın geniş yada dar olmasının bana ne faydası var diye soracaksınız. Cevabı çok önemli, bir nefes alın ve dikkatle okumaya devam edin.

Öncelikle iris açıklığı arttıkça yani f değeri küçüldükçe sensöre düşen ışık miktarı artar. Unutmayın, bir fotoğrafı doğru bir biçimde oluşturabilmek için sadece tek ve sabit miktarda ışığa gerek duyulur.

Bu sabit miktarda ışığı alabilmek için makinenin perdesi gerektiği kadar uzun süre açık kalmalıdır. Eğer lensden giren ışık miktarı fazla ise, perdenin açık kalması gereken süre kısalır. Bu da kamerayı elle tutarken sarsmanızdan dolayı oluşan netlik kaybını engeller.

Kıssadan hisse, düşük f değerleri sizin daha az ışıklı ortamlarda kamerayı elinizle tutarak fotoğraf çekmenizi kolaylaştırır.

Aynı mantıkla geniş iris açıklığı yada küçük f değerleri hareketli canlı yada cisimlerin fotoğraflarını çekerken de çok önem kazanır.

Hareket eden cisimleri çekerken perde uzun süre açık kalırsa hareket eden nesne perde açıkken yer değiştireceğinden bulanık çıkar. Düşük f değerleri perdenin açık kalma süresini azaltacağından hareketli cisimlerin fotoğraflarının çekimini kolaylaştıracaktır.

Kıssadan hisse, küçük f değerleri az ışıklı ortamlarda hareketli şeyleri çekerken hareketi dondurarak netlik kaybetmemenizi sağlar.

Bu f değerinin başka bir kerameti vardır ki fotoğrafçılar onun için ayılıp bayılır.

Alan derinliği.

Alan derinliği fotoğraf çekerken odaklandığınız cismin önünde ve arkasındaki diğer cisimlerin ne kadar net, ne kadar bulanık olacağını belirler. Sığ alan derinliklerinde bu net alan çok dardır. Derin alanlarda daha çok nokta net çıkar.

Mantığımız bize ne kadar çok şey netse o kadar iyi olur dese de fotoğrafçılar çoğunlukla bunun tam aksini yaparlar. Fotoğrafını çektikleri nesneden başka kareye giren diğer unsurları bulanıklaştırarak resme bakan kişinin dikkatini doğrudan fotoğrafın konusuna yönlendirirler.

İşte bu f değeri küçüldükçe, alan derinliği de azalır ve odak dışı diğer unsurlar da netliklerini kaybeder.

Kıssadan hisse, küçük f değerleri odaklandığınız cismin gerisindeki yada önündeki konu dışı cisimleri bulanıklaştırarak fotoğrafın konusunu ön plana çıkarır.

Bir cümle ile f değeri ne kadar küçük olursa, lens o kadar iyi (ve o kadar da pahalı) olur.

Kit lensinizin geniş aısındaki 3.5'lik f değeri çok kötü değildir. Gün içinde hareketli cisimleri rahat çekebilecek hızları sağlar. Az ışıklı ortamlarda biraz zorlansa da çoğunlukla işe yarar fotoğraflar çeker.

Ancak telefoto yani 55 mm civarındaki f/5.6 sizi zorlayacak kadar yavaştır. F/5.6, f/3.5 in ancak yarısı kadar ışık alabilir ve perdenin açık kalma süresini iki katına çıkarır.

Alan derinliği ise f/3.5 de bile ancak iç güveysinden az biraz hallicedir, yani çok zayıf. F/5.6'yı sormayın bile...

Yine de lensinizi çöpe atmadan önce kaç kere fotoğrafını çektiğiniz nesnenin geri planını bulandırmak istediğinizi ve kit lensin yetersizliğinden yapamadığınızı bir düşünün. Bunun çok popüler bir problem olmadığını göreceksiniz.

Gelelim kit lensinizin modelinin son şifresi olan IS'e. IS, "Image Stabilization" yani görüntü dengeleme, sabitleme anlamına gelir. Lensin içine yerleştirilen bir mekanizma, fotoğraf çekerken elinizin titremesinden dolayı kameranın sarsılarak görüntünün bulanıklaşmasını önler, yada önlemeye çalışır.

Çok faydalı bir özelliktir, hele odak uzunluğu artıp telefotoya yaklaştıkça. Gün içinde crop kameranızda 30 mm'ye kadar pek bir faydasını görmezsiniz. 30-70 mm arası faydası artarak kendisini gösterir. 70 mm ve sonrasında iyi ki varmış deyip şükredersiniz.

Bu yazının gerisinde hep Canonca konuşacağım. Söylediklerimin Nikonca yada Sonyce de karşılıkları hep var ancak bulma işini size bırakıyorum.

Ve yine elinizde kamera olarak da APS-C yani crop sensörlü bir Canon olduğunu varsayacağım. Bu EOS 7D ile tüm iki, üç ve dört basamaklı Canon EOS modellerini kapsar. Yani EOS 7D, 20-30-40-50-60D ve tüm Rebel serisi.

Eğer elinizde yukarda saymadığımız 5D yada 1D gibi Full Frame bir Canon varsa ve ikinci lensinizi seçmek için de bu yazıya gereksinim duyuyorsanız durumunuz zaten umutsuz demektir. İkinci lensi almak yerine elinizdeki kamerayı satıp pul kolleksiyonculuğuna dönmenizi tavsiye ederim.

Şimdi, yukardaki sorulara verdiğimiz cevapları da aklınızın bir köşesinde tutun ve aşağıdaki ikinci lens önerilerimi okumaya devam edin.

1) Canon EF-S 17-55mm f/2.8 IS USM Lens

Eğer biraz dikkatli okuduysanız muhtemelen ne diyor bu adam diyeceksiniz. Ne diye 18-55 mm kit lensin üstüne gidip bir daha 17-55 mm başka bir lens alayım. Bir de fiyatını duyunca herhalde polis çağırırsınız artık.

Evet, bu lens size kit lensinizle kıyasla odak uzaklığı bakımından hemen hiç bir ek fayda getirmeyecektir.

Ancak bilin ki crop sensörlü bir Canon için alabileceğiniz en kaliteli resim veren iki genel maksat lensinden biridir bu lens.

Evet, bu lensin resim kalitesi Canon'un profesyonel L serisi lensleri ile aynı hatta çoğundan bir çentik yukardadır.

Ve kit lensinizin resim kalitesini paspas yapıp çiğner. Gelgelelim bu kalite farkını ancak resimlerinizi büyüttüğünüzde yada profesyonel baskılarda görebilirsiniz.

Ancak bu lensin bir özelliği var ki kit lensiniz yakınına bile gelemez. O da tüm odak uzaklığı için değişmeyen f/2.8 hızı. Bu lens az ışık koşullarında, hareketli cisimleri fotoğraflamada ve geri planları mükemmel buğulu portreler için biçilmiş kaftandır

Ve bugün itibarıyla Canon dünyasında f/2.8 hızı ile 17-55 mm odak uzaklığını IS yani kamera sarsıntısını önleme özelliği ile birleştiren tek zoom lensdir .

Bu da onu Canon'un pro kameraları ve lensleri arasında en iyi elde tutulabilir lens yapar.

Eğer paranız ve vicdanınız yeterse düşünmeden alın.

2) Canon EF-S 15-85mm f/3.5-5.6 IS USM Lens

Resim kalitesi pro seviyesindeki ikinci genel maksat lensi. Bir önceki 17-55 mm f/2.8'den farkı f/3.5-5.6 ile daha yavaş olması ancak 55 mm yerine 85 mm odak uzaklığı ucuyla 30 mm daha fazla telefoto vermesidir.

Bu da onu daha ziyade manzara resimleri için birebir yapar.

Bu lens de IS yani kamera sarsıntısı önleme özelliğine sahiptir.

Fiyatı da 17-55 mm f/2.8'e göre çok daha insaflı, ancak yine de ucuz bir lens değil.

Ben bu lensi hala zevkle kullanıyorum. Siz de eğer portreler, gece fotoğrafları yada hareketli sahneler yerine daha ziyade dağları, taşları, denizleri ve gölleri çekiyorsanız bu süper kaliteli lens tam size göre.

3) Canon EF-S 18-200mm f/3.5-5.6 IS Lens

Bu lens hayal edebileceğiniz en esnek lensdir desem abartmamış olurum. Sizi 18 mm "cik" geniş açıdan alır, taa 200 mm telefotoya götürür. Çok az lens bu geniş odak uzaklıklarını kapsayabilir.

Geniş açı bir manzara çekerken bir anda ilginç bir kuş görürseniz, telefotoyla resmini çekmeniz bir saniyenizi alır.

Bu lensin hızı kit lens yada 15-85 mm ile aynıdır.

Ancak kamera sarsıntısı önleme özelliği çok daha etkili çalışır. Bu da 200 mm civarı telefoto resimleri için çok işe yarar.

Ancak her işi yapmaya soyunan her kişi gibi hiçbir işi adam gibi yapamama problemi bu lensde de fazlasıyla bulunur.

Yani resim kalitesi, renkler, boyutlar hep biraz zayıftır.

Birçok kişi bu lensi tatile giderken tek lens olarak yanlarına alır. Ben şahsen kit lensinizi kalitesine çok şey eklemeyen bu lens ile değiştirmektense ek bir telefoto almayı tercih ederim.

Yine de esnekliği ve zart zurt lens değiştirme ihtiyacını ortadan kaldırması bu lensi tercih etmeniz için sebep olabilir.

4) Canon EF-S 55-250mm f/4-5.6 IS Lens

Alın size kit lensinize yapabileceğiniz mükemmel bir ek. Odak ızaklığı olarak tam kit lensinizin bıraktığı 55 mm kısa telefotodan alır, 250 mm süper telefotoya kadar götürür sizi. Hem de üç depo benzin fiyatına. Üzerine bir de IS. Yeme de yanında yat...

Gün içi kuşlar, hayvanlar, spor müsabakaları yani aklınıza gelen her telefoto uygulaması için oldukça ekonomik bir çözüm.

Kalite, hız falan derseniz öyle mucize beklemeyin bu fiyata. Ancak binlerce dolarlık "kaliteli" alternatiflerine göre almamak hata. Benim hayatımı üç beş kez çok güzel kurtardı. Tavsiye ederim.

Bu odak uzaklığı o kadar yaygın ki bu lensin kaliteli alternatiflerini saymayacağım. Eğer kalite endişeniz varsa sadece bütçenizi belirleyin, ona uygun bir 70-200 yada 70-300 mm telefoto bulacaksınızdır.

Eğer gerçekten para harcamaya niyetliyseniz, kendinize bir 70-200 mm f/2.8 L USM II alın. Pişman olmazsınız.

5) Canon EF 50mm f/1.8 II Lens

Canon'un en ucuz lensi. Her yeri plastik, elinizde oyuncak gibi durur. Zoom bile değil, sadece 50 mm, başka odak uzaklığına ayarlanmaz.

Ancak bu lens kit lensinize göre çok ciddi kaliteli resimler çeker. F/1.8 hızı ise gece yada aksiyon fotoğrafları için birebirdir.

F/1.8, 50 mm odak uzaklığı ile birleşince üstüne bir de çok güzel, buğulu-muğulu portre lensi olur.

Bu lensi almamak kabul edilemez. Her DSLR sahibinde olmalı. Zaten genelde birçok kişinin ikinci lensi olur bu 50 mm fantastik plastik.

6) Canon EF-S 10-22mm f/3.5-4.5 USM Lens

Manzaracıların rüyası. Ultra geniş açısı olan bu lensle karenizi uçsuz bucaksız gökyüzü, dağ ve deniz ile doldurabilirsiniz. Dar mekanlar, yüksek binalar, dev katedraller bu lens ile karenize sığarlar.

Görüntü kalitesi de oldukça iyi bu lensin fiyatı da çok ucuz değildir yine de verdiğiniz paranın karşılığını alırsınız.

Ancak bu ultra geniş açı fikrine biraz dikkat.

Fotoğrafçılığa başlayan herkes bayılır bu her şeyi fotoğraf karesine sığdıran lenslere. İlk ultra geniş açı lensimi kullandığımda bir ay makineden çıkarmamıştım.

Sonra bir baktım ki görüntülerin büyük bölümü devamlı boş gökyüzü. Resmini çektiğim şeyler zar zor karenin yüzde onunu kaplıyor. Sonra yavaş yavaş başladım ancak gerektiği zamanlarda kullanmaya bu ultra geniş açı lenslerini.

Kıssadan hissemiz, bu lense düşündüğünüz kadar ihtiyacınız olmayabilir.

Ancak manzara resimleri önceliğiniz ise maalesef almanız neredeyse şarttır.

7) Canon EF 100mm f/2.8 L IS USM Macro Lens

Size bir ihtisas lensi. Mikro dünyanın küçüklerini çekmek için çok kaliteli ve tabii ki çok pahalı bir lens.

Bu lensin ucuz alternatiflerine yüz vermeyin derim. Bir örümcek genelde sizin ucuz lensinizin saniyelerce odaklanmasını beklemez, yada çıkardığı canhıraş seslerden korkar ve kaçar.

Ben kendim bu makro işine bulaşmadım. Bir ara maket uçakların resmini çekip Photoshop'da savaş sahneleri oluşturma planım vardı, o yüzden bu lense ağızım sulanmıştı ama bu proje hayata geçmedi bir türlü.

Eğer makro fotoğrafçılık yapacaksanız bu lensi alın. Nokta.

Haa, bir de insanlar bu lensin çok güzel portre çektiğini söylerler. Ancak crop sensörlerde 100 mm sanki biraz fazla telefoto bu portre işi için, yine de hiç birşey imkansız değildir. Ben denemedim bu lensle portre çekmeyi ancak yazmadan da geçmeyelim.

Umarım size bir fikir verebildim. Sorularınız varsa comment yada mesaj atın. Dilim sürçtüyse şimdiden affola.

PS: Başka kaynaklara baktığınızda odak uzaklıkları tanımları benim rakamlarıma uymayabilir. Mesela 17-40 mm'yi ultra geniş açı olarak görebilirsiniz. Bu bir hata yada tutarsızlık değildir. Bu fark odak uzaklıklarının çoğunlukla 35 mm full frame makinelerde tanımlanmasından kaynaklanır. Crop sensörlü makinelerdeki karşılıkları için bu rakamları Canon kameralarda 1.6'ya, Nikon kameralarda 1.5'e bölmeniz gerekir. Ben bu bölme işini izin için yaptım ve hep crop frame değerleriyle konuştum size kolaylık olsun diye.

26 Kasım 2012 Pazartesi

50 mm

Uzunca bir süredir 50 mm prime objektifi kullanmamıştım. Hatta uzunca bir süredir gece fotoğraf çekmeye çıkmamıştım. Hatta ve hatta uzunca bir süredir de kremdölakrem DSLR'ımı bile kullanmamıştım. Son günlerdeki tüm resimleri (yine bence harika bir kamera olan) Sony NEX 5N'le çekmekteydim.

Ancak yakın zamanda yaptığım sanat geyiğine kendimi o kadar kaptırmışım ki, ağırsa ağır lan, herşey sanat için deyip eşşek cesedi ağırlığındaki Canon 5D Mark II'yu aldım ve ucuna da 50 kalibrelik f/1.4 objektifi taktım.

Bu objektifin işlevi, bence yine tabii, bir cümle ile bir "sanat" objektifi olmasıdır.

Herşeyden önce bu çok hızlı bir objektiftir. Hızlı deyince yanlış anlamayın, sadece bilimsel ukalalığın kafa karıştırma hedefli bir sıfatı bu hızlılık, yoksa yüz metreyi bilmem kaç saniyede koştuğu değil. Demek istediği aslında bu objektifin çok aydınlık olduğu, yani çok ışık aldığı. Eee, haliyle çok ışık alınca fotoğrafı çekerken daha kısa süre açık kalır ve kamera sarsıntısına daha az duyarlı olur, bu da onu gece fotoğrafları için birebir yapar.

50 mm'nin başka önemli bir sanatsal özelliği ise çok iyi boka (öhö!) yapmasıdır. Boka Caponca olup, İngilizcede bokhe diye yazılır. Anlamı ise fotoğraf çekerken odaklandığınız şeyin arkasında yada önündeki diğer şeyleri, kremvari bir biçimde buğulandırmasıdır. Bu odaklanmadığınız şeyler eğer bir ışık kaynağıysa resminizde fazlasıyla estetik görünen pul pul, yuvarlak yuvarlak ışıklar oluşur.

Bir de konuyu tamamlamak açısından, fazlaca sanatsal olmasa da başka bir özelliğine de değinelim 50mm'nin. Bu objektifin görüş alanı insan gözünün görüş alanına çok yakındır. O yüzden çektiği resimlerin doğal göründüğümden bahsedilir.

Ancak hayatta hiç birşey bedava gelmez. Bu 50 mm'nin bir problemi vardır ki bazen bayağı bir dert olur, o da üzerinde zoom olmamasıdır. Haliyle, objektif zoom yapmadığından, karenizi istediğiniz gibi oluşturabilmek için bu sefer siz ileri-geri koşuşturmaya başlarsınız.

Bu da en masumundan yorucudur. Ancak birçok kişi ileri-geri koşuştururken kayar, düşer, canını acıtır, ıslanır, etrafındakilere çarpar, vs., anlayın yani, tatsız şeyler olur. Ayrıca her zaman da gerektiği kadar geri gidemezsiniz. Binalar, kayalar, uçurumlar gibi doğal engellerle karşılaşırsınız.

Ancak sanat uğruna can feda. Katlanırız dedik, düştük yola.

Daha önceki birkaç benzeri sanatsal teşebbüsümden de biliyorum ki 50 mm ile üçbeş resim çektikten sonra sıkılıp hemen geniş açılı bir zoom takıp yola devam edeceğim. O yüzden iş garanti olsun diye can yoldaşım, Çinlilerin on gün boyunca çarpıp yine de kıramadıkları 24-105 mm objektifi de evde bıraktım.

Hedef Montrö'deki Noel pazarı. Her sene gideriz, bu sene ilk oldu. Minik minik kulübelerde herkes birşeyler satar. Çok sevimli bir ortamdır. İnsanlar dükkanlarını süsler. Her vitrin ayrı bir güzellik. Eğer mideniz kazınıyorsa bol bol yiyecek, üşüdüyseniz bol bol çay, kahve, ama en önemlisi sıcak şarap bulabilirsiniz.

Gece çok güzel gitti. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik. 50 mm, görevini fazlasıyla yaptı. Onlarca creamy-dreamy boka fotoğrafı çektik. Gözümle zor gördüğüm resimler fotoğraflara gündüz gibi çıktı. Köpek de dahil hepimiz çok eğlendik. Resimlere bakarsınız nasılsa.

Sizin de bir DSLR'ınız varsa mutlaka 50 mm (yada 30 mm) gibi hızlı bir objektif alın. Fiyatı da genelde çok makul. Sonra da fotoğraf çekmeyi seviyor yada sevmeyi planlıyorsanız bırakın kendinizi gecenin sizi götürdüğü yere. Emin olun iyi vakit geçireceksiniz.

Görüşmek üzere...

25 Kasım 2012 Pazar

Art For Art's Sake

Bugün birkaç arkadaşla beraber güzel bir akşam geçirdik. Akşamın sonuna doğru ise alkolün de tesiriyle filozofik bir laf ettim. Dedim ki:

"Bence birşeyler üreten herkes sanatçıdır"

Ve muslukçuları yada elektrikçileri de sanatçılar arasında gösterdim.

Bu tanımlamayı inanarak yapmıştım ancak akşam bitip evlerimizde yalnız kaldığımızda bir vicdan muhasebesi başladı içimde. Acaba benim anlık yaptığım bu tanım genel kabul görmüş sanat tanımlamasına ne kadar uyuyor diye oturup düşünmeye başladım.

Daha da doğrusu, acaba benim bu tanımımın gerçek hayatta karşılığı var mı yoksa ben mi zırvaladım sorusunu sordum kendime.

Sahi nedir sanat?

İnsanın ilk aklına gelen şey doğal olarak resim, yazı, şiir, müzik gibi araçlarla insanların rekreasyonuna, yani dinlenip eylenmesine yönelik aktiviteler oluyor.

Başka bir klişe de duyguların yukardaki işlevlerle diğer insanlara iletilmesi.

Bunlar pek yanlış sanat tanımlamaları değil aslında, sadece biraz eksik.

Duyguların aktarılması amaçlı ortaya çıkarılan estetik odaklı, müzik, şiir, resim gibi yapıtlar sanatın genelinin değil "güzel sanatlar" parçasının tanımının içinde kalıyor.

Hep duyarız bu "güzel sanatlar" lafını, ancak bize fazlasıyla doğru geldiği için çok fazla kafa yormayız üzerine. Öyle değil mi? Sanat zaten güzel olmalıdır, öyleyse güzel sanatlar tanımı da fazlasıyla doğru bir tanım olmaz mı?

Burada sorun güzel sanatlar tanımının kendisinin güzel olmayan sanatlar olabileceğini ima etmesinde yatıyor. Başka bir deyişle eğer güzel sanatlar varsa güzel olmayan sanatlar da yok mudur.

Ki güzel olmayan sanatlar gerçekten de vardır.

Ancak güzel olmayan sanatlar, yanı güzel sanatların tersi "çirkin sanatlar" değil "uygulamalı sanatlar" dır.

Güzel sanatlar sadece estetik amaçlı aktivitelerken, uygulamalı sanatlar estetikle birlikte gerçek hayatta bir kullanım alanı bulunan, yani bir işe yarayan aktivitelerdir.

Bir örnek vermek gerekirse, Salvador Dali'nin bir tablosu bakan kişiye estetik bir doyum verir. Bu da güzel sanat tanımına bire bir uyan bir örnek olur.

Bir mimarın yaptığı bir ev çizimi ise estetik olarak bir tatmin yaratsa da aynı zamanda bir ev olarak da gerçek hayatta pratik bir kullanım alanı bulur ve uygulamalı sanat tanımına uyan bir örnek olarak da kayıtlarımıza geçer.

Yazımızın başlangıç konusu olan muslukçu sanki bu uygulamalı sanat tanımında kendisine bir yer bulacak gibi...

Muslukçunun yaptığı işi mesela estetik açısından değerlendirelim.

Lavaboyu tamir ederken yada boruları değiştirirken sonucun estetik açıdan düzgün olması muslukçunun işinin çok önemli bir parçası değil midir?

Muslukçu, en azından bir mimar kadar sorun eder estetiği. Bir lavaboyu kırıp bırakmaz yada boruları aklına geldiği gibi odanın her yerinden geçirmez.

Estetikse alın size fazlasıyla muslukçuluk estetiği.

Estetik var dedik. Peki ya duygu?

Duygu işi biraz karışık, o yüzden biraz açalım bu sanatta duygu konusunu.

Öncelikle sanatla duyguyu birleştirirken bu duygunun nereden nereye yada kimden kime aktığoma bakalım.

Eğer sanatta duygu, sanatın izleyicisinde olması yada provoke edilmesi gerekli bir öge ise bizim muslukçunun sanatkarlığı biraz tehlikeye girecektir, çünkü birçok müşterisi muslukçunun tamir ettiği borulara bakıp bakıp duygulanmayacaktır.

Yok eğer duygu sanatı icra eden kişide yani sanatçıda bulunması gereken bir öge ise muslukçumuzun hala sanatçı sayılma şansı vardır. Yeter ki işini yaparken duygularını katsın içine.

Duygu sanatçıda mı, izleyicide mi olmalı surusunu cevaplayalım önce.

Bir örnek bin izahattan iyidir diyelim ve kaçımızın Bach dinlerken duygulandığımıza bakalım. Yüzde bir çok bonkör bir tahmin olacaktır. Bach'ın müziğini anlamayan yada duygulanmayan yüzde doksan dokuzluk çoğunluk Bach'ın sanatçı sayılmasını engellemez.

Bu da demektir ki sanatta duygunun sanatçıda olmasını bekleriz, izleyicide değil.

Soğumadan hemen ikinci sorumuza geçelim.

Muslukçu işini yaparken duygularını koyar mı ortaya?

Koyanı da vardır, koymayanı da.

Yaptığı işe değer veren, bir an önce bitirmek yerine doğru düzgün yapmak isteyen, ortaya çıkan problemleri çözmekten zevk alan, bitirdiği işten haz duyan muslukçular gibi, boşver yaa, yap idareten al paranı, yeniden bozulduğunda yine çağırır, bir daha alırsın parasını diyen muslıkçular da.

Nasıl Bach gibi, Mozart gibi duygularını sanatına döken müzisyenler varken Ajda gibi sağdan soldan tırtıkladığı şarkıları sanat diye bize yutturan, bir de kendi kendine süperstar gibi ünvanlar bahşeden "sanatçılar" ın olduğu gibi...

Evet, ikide iki yaptık. Muslukçunun estetiği de duygusu da var, bir sanatçı sayılması için.

Üçüncü olarak ise şimdiye kadar değinmediğimiz, ancak bence sanat tanımının en önemli unsurlarından biri olan yaratıcılığa gelelim.

Yaratıcılık, olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak, daha önceden yapılmamış, örneği bulunmayan bir şeyi yapmak gerçekleştirmektir.

Sanatçı bu esnada beynini kullanır ve birikimlerini zekasıyla birleştirip ortaya yeni bir yapıt çıkarır.

Sanatta yaratıcılığı düşünüp hazmederken lütfen güzel sanatlarla sınırlamayın kendinizi. Albert Einstein görecelilik kavramını sadece hayallerindeki ipuçlarına dayanarak ortaya çıkardığında en az on yaşında tüm bir senfoniyi yazabilen Mozart kadar "sanatçı" bir sanatçıydı.

Eminim ki Mozart yada neredeyse sağırken yine senfoniler yaratan Beethoven eğer müzik yerine matematiğe yönelselerdi, onlar da en az Einstein kadar başarılı birer bilim adamı olurlardı. Ne demişler, müzik matematiğin sayılar yerine notalarla yapılanıdır...

Burada, lafı çok dolandırmadan söyleyelim. Yaratıcılık, her insanda olduğu gibi muslukçularda da değişen derecelerde vardır.

Sonuçta muslukçuluğun bir sanat olduğunu söyleyebileceğimizi düşünüyorum.

Aslında zaten hezeyanla söylemiştim de, biraz daha düşününce bu söylemin doğru olduğunu gördüm ve rahatladım.

Bu sanat-i ve felsefi yazıyı 10cc den bir deyişle kapatalım.

"Art for art's sake, Money for God's sake..."

İyi uykular...

19 Kasım 2012 Pazartesi

Fotoğraf Tüyoları

Eğer bir DSLR yada ileri model bir portatif fotoğraf makineniz varsa alın size birkaç kolay ve hemen uygulayabileceğiniz ipucu. Bu üç beş basit ipucunu uygularsanız çektiğiniz fotoğrafların eskilere göre çok daha kaliteli ve etkili olduğunu göreceksiniz.

1) Lütfen kameranızı otomatik çekim ayarından çıkarın ve...

2) ... AV yani Apperture Value ayarına getirin, daha sonra...

3) ...diyafram yani "f" ayarını 8'e getirin.

4) Eğer ISO ayarınızın "Auto" yani otomatik konumu varsa buna, yoksa 100 yada 200'e getirin. Gün boyu manzara çekimi için bu dört ayar mükemmeldir.

5) Gün batımında ve gece boyunca diyafram yani "f" ayarını olabilecek en düşük değere getirin.

6) Gece fotoğraflarınız biraz bulanık çıkıyorsa ISO ayarınızı yükseltin. Genelde 2000'e kadar sorun yaşamazsınız. Daha yüksek ISO değerleri fotoğrafı karıncalı çıkaracaktır.

7) Gün içinde hareket eden insanları çekmek için çekim ayarını "TV", yada "S", yani "Shutter Speed" konumuna getirin. Enstantane yani poz süresi değerini de 250 yada 500'e getirin.

8) Yine gün içinde daha hızlı hareket eden araba, deniz motoru yada hızlı insanları çekmek için çekim ayarını "TV", yada "S", yani "Shutter Speed" konumuna getirin. Enstantane yani poz süresi değerini de 500 yada 1000'e getirin.

9) Objektifinizin en geniş açısını kullanmayın. Biraz da olsa daraltın açınızı. Bu karenin kenarlarındaki çizgilerin yamulmasını önleyecektir.

10) Makineyi alıp çat diye basmayın deklanşöre. Önce yarım basın ve birkaç saniye ekranda oluşan karelerin renk değiştirmesini ve "bip" sesini bekleyin sonra sonuna kadar basın deklanşöre. Bu çok önemli.

11) Deklanşöre Giyom Tel gibi basın, yani konsantre olup, nefesinizi tutun ve makineyi kımıldatmadan basın. Bu da çok önemli.

12) Karenizi biraz planlayın. En önemlisi resmini çekmek istediğiniz şeye değil de onunla birlikte etraftan nelerin girdiğine biraz dikkat. Çöp bidonları, abuk bir iki yaprak, yarım bir kuş, vs. gibi istenmeyen objeleri almamaya çalışın.

13) Makinenizi düz tutun. Yamuk bir ufuktan çok fotoğrafı bozan çok az şey vardır.

14) Lütfen özel bir amacınız yoksa fotoğrafı gökyüzü yada denizle doldurmayın. Sağ alt köşede zar zor kız arkadaşınızın kafası ve karenın geri kalanı mavi gökyüzü. Hem çok abuk, ancak aynı zamanda o kadar yaygın ki....

15) "If it's not good enough that means you are not close enough", yani eğer gerektiği kadar iyi değilse gerektiği kadar yakın değilsiniz demektir. Lütfen kıçınızı kaldırıp yaklaşın fotoğrafını çekeceğiniz objeye. Ve karenizin tümünü olmasada çoğunluğunu bu objeyle doldurun.

16) Fotoğrafını çekeceğiniz objeyi karenin tam ortasına koymayın. Biraz sağa, sola,yukarı yada aşağıya kaydırın.

17) Özellikle manzara resimleri çekerken karenin içersine yakında bulunan ağaç, kaya, direk, dalga, vs. gibi bir şeyi dahil edin. Bu fotoğrafonıza bakan birine sanki o sahneseymiş izlenimini verir.

18) Lütfen flaşınızı kapayın. İnanın ne size ne de etrafınızdakilere bir faydası var. Kameranın üzerindeki flaşların çekilen her on fotoğraftan sadece birine o da biraz faydası varken geri kalan dokuz fotoğrafı bozmak gibi huyları vardır. Bu flaşlar insanların yüzlerini bembeyaz, gözlerini kıpkırmızı yaparlar, bir de etrafta başka fotoğraf çekenlerin resimlerinin içine ederler. Hele bazıları gece vaktı koca bir binayı parmak ucu kadar bir flaşla aydınlatmaya kalkarlar ki.... :)

19) Gündüz vakti güneşi mümkünse arkanıza, yoksa yanınıza alın. Güneşe karşı fotoğraf çekmemeye çalışın.

20) Eğer fotoğraf makinenizi senede birden fazla kullanıyorsanız demek ki bu işi sevmeye başladınız. Yıllar sonra çektiğiniz fotoğrafları editlemek istediğinizde dizinizi dövmek istemiyorsanız RAW formatı kullanın, ya da RAW + JPEG. Eğer sadece JPEG çekiyorsanız kalıteyi ve çözünürlüğü maksimuma getirin.

İyi fotoğraflar...

17 Kasım 2012 Cumartesi

Sosyal Medya

Sosyal medya çıktı, mertlik bozuldu. Ne güzeldi eskiden, sadece bir telefon vardı, en çok iki kişi geyiklerdi. Şimdi, bir konsey halinde isteyen istediği şeyi söylüyor, hem de tamamen herkesin gözü önünde.

Herkes deyince, cidden herkes. Aileden başlayın, ilkokıl, ortaokul, lise, arkadaşları, akrabalar, eşlerin aileleri, onların arkadaşları, işyerinden arkadaşlar, hocalar, öğrenciler... Liste uzayıp gidiyor.

Artık bu "fenomen" le birlikte yaşamayı öğrenmemiz lazım, yoksa sosyal medya yokmuş gibi davranmakla kurtulamayız.

Yarın çocuğunuz eve gelip bir suratla, yüzünüze bile bakmadan odasına çıktığında, sorarsınız ona.

"Neyin var tatlım? Canın mı sıkkın? Birşey mi oldu okulda?"

"Yok bir şey."

"Yok, yok, kesin birşey olmuş. Sinem'le mi kavga ettiniz?"

"Yok diyorum baba yaa. Olmadı birşey... Önemli değil...."

"Hadi güzel kızım, söyle ne oldu..."

Kızınız da ağlayarak size döner ve:

"Hep beraber Mekdonaldzdaydık, herkes birbirine babasının Feysbuuk sayfasını gösteriyordu. Ben utandım, babam anlamaz öyle şeylerden demeye. Hemen hamburgerimi alıp kaçtım ordan."

Alın size birinci sınıf drama.

Siz de böyle kaka bir duruma düşmek istemiyorsanız, bu sosyal medya işine girmek zorundasınız. Başka çıkar yolu yok. Hele şimdilerde akıllı telefonlar, akıllı tvler, mini/maksi tabletler, akıllı buzdolapları, vesaireler var ki birinden kaçsanız diğerine nasılsa tutulacaksınız, yani hiç mi hiç kaçma şansınız yok.

Bilmiyorsanız söyleyeyim. Bir televizyonu, buzdolabını, telefonu akıllı yapan özellik, Facebook'a bağlanabilmesi.

Siz farkında bile olmadan bu akıllı aletler sizin o an neyle iştigal ettiğinizi Facebook'a, Twitter'a hemen jurnallıyor.

Bülent starbaks kafede venti amerikan kahvesi içti. Bülent şu anda Kızılayda. Bugün Bülentin yaş günü. Bülent yeni bir işe başladı. Bülent evlendi. Bülent mutlu. Bülent mutsuz. Bülent susadı. Bülent çiş yaptı. Bülent gazetede küresel ısınma ile ilgili bir haber okudu. Büient dana köri yedi (genelde yemek fotoğrafı ekinde).

Bu aşamada akla gelen ilk şey ise "Yaw, bütün hayatımız ortada. Herkes ne halt ettiğimizi biliyor." paniği.

Haklı da bir panik sebebi.

Problem ise tedavisinin olmaması. Yani Facebook'dan uzak kalarak özel hayatınızı genelleştirmekten kurtaramıyorsunuz.

Sizde Facebook olmasa arkadaşınızda var. Arkadaşınıza dur, yazma Facebook'a deseniz, tanımadığınız birinin elinde bir akıllı telefon, çat çut resminizi çekmiş, Facebook'a göndermiş oluyor. Resmi çekeni tanımasanız da ya onun bir arkadaşı, yada arkadaşının bir arkadaşı sizi tanıyor oluyor.

Bir de dur, gönderme Facebook'a dediğinizde herkes size ya gangster yada üçüncü sınıf evli çapkın muamelesi yapıyor.

Yani her iki ucu da kötü sopa...

Ben üçüncü sınıf maço havalarını bıraktım ve teslim oldum sosyal medyaya. Facebook'da check-in yapmasamda eşim iPhone ile canlı olarak harita üzerinde nerede olduğumu zaten görüyor.

Eee, özetle dana köri yada kebap yememin de toplumsal dinamikler bakımından pek bir etkisi olamayacak kadar önemsiz bir kişilik olmam sebebiyle bu bilgileri paylaşmakta da bir sakınca görmüyorum.

Ve sosyal medyayla barışık, mutlu bir biçimde yaşıyorum.

İşte bu son cümlede burnum uzamaya başladı.

Çünkü hayat Facebook'da o kadar kolay değil.

Çünkü her yeni "fenomen" gibi sosyal medya fenomeninin de kakasını çıkardık.

Nasıl mı?

Bir kere eğer dilin kemiği yoksa, klavye deniz anası sayılır. Karşındakiinsanın gözüne bakarak söyleyemedikleri birçok şeyi klavye delikanlıları oturma odalarının konforunda rahatça yazabiliyorlar.

Ben en azından haftada bir kere ne söylediğini bilmeyen birinin zırva zapan lafları yüzünden önce bir gerilip sonra da boşanıyorum. Nefesimi tutuyor, içimden ona kadar sayıyor, ve eğer zırva katsayısı yüksek bir laf ise hemen sinirle bir cevap yazmamak için klavyeden uzaklaşıyorum.

Düşünün, neredeyse bütün hayatınız boyunca karşılaştığınız kişilerden oluşan bir topluluk karşısındasınız. Bunların içinde akıllısı var, daha az akıllısı var. Sizi seveni var, sevmeyeni var. İyi gününde olanı var, olmayanı var. Ve bunlardan biri mutlaka sizin kanınızı tepenize çıkarma işini üstleniyor.

Ben böylelerini hemen atıyorum listemden. Eskiden konuşup anlaşmaya çalışırdım, olmuyor.

Size bir-iki hikayeyi - isim vermeden tabii - anlatayım.

Uzaktan bir tanıdık bir mesaj atmış geçenlerde. "Yaw, niye durmadan yazıyorsun (blog yazılarını kast ediyor), yok mu yapacak başka akıllı bir işin?"

Şimdi ne cevap verirsiniz bu adama?

Başladım yazmaya. "Yazmak hoşuma gidiyor ki yazıyorum demek. Sonra yazmak da öyle akılsız bir iş sayılmaz. Hem sana ne.." falan derken yarı yolda yazdıklarımı sildim. Hemen gidip attım bu arkadaşı listemden.

Başka bir gün, Türkiyeyle ilgili güncel bir haber okudum ve paylaştım CNN Türk'den ama saf haber yani, öyle yorum falan yok içinde. Bir toplantı mı olmuş, bir zirve mi yapılmış, öyle bir şey, geçmiş zaman, tam hatırlamıyorum.

Bir dingil hemen bir yorum yazmış altına.

"Oku, oku, oku."

Bir klavye sosyalisti. Kapitalist düzenin en büyük yüz şirketinin birinde çalışan ve her yıl şirkete yaptığı hizmetleri yıl sonu değerlendirmesinde anlatıp maaşını artırmaya çalışan aslan sosyalist, bana ayet gibi akıl veriyor.

"Oku, oku, oku."

"Lan" dedim, "Bilmemne toplantısı yapıldı haberini Victor Hugo'dan mı okuyayım?"

"Victor Hugo sana ağır gelir aslanım, sen istersen git Oda TV den, Cumhuriyet'den oku, öyle CNN Türk'den boş propaganda dinleme." dedi. İçi bomboş sosyalist klişesi sizin anlayacağınız.

Yine de tekrarlayayım, haberin içeriğinde bir cümle yorum yok. İşte şu, şurada, bunu söyledi gibi bir haber.

Bu arada da bu arkadaşın yazdıkları herşey de aleni, yani herkes okuyor.

Fesüpanallah dedim, hadi bulaşmayayım daha fazla. Bir de çok günümüz geçti beraber, severim bu arkadaşı.

Ya aynı gün, yada bir gün sonra televizyondaki Stargate dizisi ile ilgili bir haber paylaştım. Seninki hemen altına yazmış.

"Hah şöyle anladığın şeyleri yaz!"

Öyle nefes tutup beşe, ona kadar bile saymadan attım listeden.

Siz böyle insanları sadece televizyonda komedi dizilerinde var zannediyordunuz değil mi? :)

Yine geçmişin karanlıklarından yirmi senedir görmediğim bir arkadaş. Bir mesaj atmış.

"Bülent, senden habire Farmville mesajları geliyor. Bir daha gönderme lütfen!"

Şimdi, söylediği haklı da olsa ben olsam ve bir clickle tüm Farmvılle mesajlarını bloklamak yerine arkadaşıma bir mesaj atmayı seçsem bile öyle ünlemli, "Bir daha yapma!" 'lı bir tarz yerine biraz daha farklı bir ton seçerdim.

C'est la vie. Ben değilim yazan. Adam da çiğ bir mesaj yazmış olsa da haklı.

Aynen şöyle cevapladım.

"Mesajlar Farmville oynayanlara gidiyor, muhtemelen sen de bir ara oynamışsın. Farkında değilim, kusura bakma, dikkat ederim bundan sonra."

Hem haklı olduğunu kabul edip özür diliyorum, hem de sorunu çözüyorum.

Gel gör ki muzaffer kumandan zafere doymuyor.

"Bizlerle bu şekilde irtibat kurmak istediğini gördüm, hoşuma da gitti ama çok fazla oldu böyle."

Arkadaş diyor ki onlarla temasa geçebilmek için Farmville gibi bir oyunu bahane etmişim ve o da memnun olmuş. Ancak abartmışım.

Üşenmedim, loglara baktım. 2007 yılında bir iki mesaj la nasılsın, napıyorsun demişiz, 2011 yılında da karşılıklı doğum günlerimizi kutlamışız, o kadar, Farmville gibi bir bahaneyle canlandırmaya çalıştığım muhabbetimiz.

Bilmeyenlere söyleyeyim, Farmville'de mesajlar toptan gider, ya tüm arkadaşlara, ya oyun severlere, ya da Farmville oynayanlara. Ben genelde Farmville oynayanları seçerim. Zaman zaman da kazayla herkese gider mesajlar ancak inanın konuşmak istediğim birine saçma sapan oyun istekleri göndermektense bir mesaj atacak kadar medeni olduğumu düşünüyorum.

Ve yine tekrarlayayım, her kim ben oyun mesajları almak istemiyorum diyorsa da haklıdır. Bu hikayede lütfen bu isteğin kendisine değil, ardındaki psiko-analiz'e dikkat ediniz.

Kabalaşmamaya dikkat ederek bir cevap yazdım. Bende yirmi sene sonra Farmville mesajlarıyla canlandırmaya çalışacak kadar olmasa da hala çok hatrı vardır. Ona bu mesajları kaza ile de olsa almaması için onu blokladığımı söyledim ve blokladım.

Yani böyle ne söylediğini bilmeyen adamları bu işin vergisi, şark hizmeti olarak kabul edeceksiniz eğer bu sosyal medya işine girerseniz.

Ne yazık ki sosyal medyada kendinizi bir ölçüye kadar İngilizcesiyle expose, Türkçesiyle ekspoze ediyor yani açıyorsunuz. Hal böyle olunca aradan böyle canınızı sıkan patavatsız insanlar, eşleri yada arkadaşlarının zorlamasıyla size kızan yada sizi listelerimden atan ulvi karekterler, sadece bir beklentileri olduğunda sizi hatırlayan sözde arkadaşlar çıkmaktadır.

İşin ilginçi bu karekterler sadece sosyal medyaya mahsus değillerdir. Üyesi olduğunuz iş, arkadaş yada diğer sosyal gruplarda da böyle insanlar fazlasıyla bulunurlar. Sosyal medyanın tek farkı bu gereksizlikleri daha kolayca icra edilebilir hale getirmesi ve etki alanını büyütmesidir.

Sosyal medyanın bu zararları ne mutlu ki getirdiği faydalar tarafından bastırılır ve hatta sonunda kara bile geçeriz. Ancak bir fayda-zarar analizinden çok ulusal ölçekte hükümetleri devirebilen bu yeni medya türünün gücünü göz önüne almalıyız ve sosyal medya vagonuna atlama kararımızı buna göre vermeliyiz.

Geride kalanların fazlaca şansının olmadığı bir tren bu. İnsanlar işe girerken, tatile giderken, araba, ev alırken artık hep sosyal medyayı kullanmakta.

Siz de kımıldayın bence...

12 Kasım 2012 Pazartesi

Kural Dışı Fotoğraf

Ekimin sonları ve Kasımın neredeyse tümü dünyanın bu bölgesinin en tatsız zamanlarıdır. Yazın güneşi, baharın yeşili gitmiştir. Kışın beyazı için de Aralığı beklemek gerekir. İşte bu anlarda sadece kapalı gıpgri bir gökyüzü ve fazlasıyla yağmur vardır. Ne dışarı çıkası gelir insanın, ne de bir şey yapası.

İşte Avrupada bilim ve sanat bu yüzden ilerlemiştir. İnsanlar bu tataız havalarda yapacak başka bir şey bulamadıklarından ya resim yaparlar, ya kitap yazarlar, ya da keşif yaparlar. Bu havalar halbuki bizde olsaydı yapsak yapsak nüfus patlaması yapardık herhalde. Şükür ki havalar güzel de başbakanımızın ısrarına rağmen çocukları üçlemiyoruz :)

Ben kulunuz da fason bir Avrupa yerleşiği olarak ortama uymuş ve kendimi fotoğraf ilmine adamış bulunmaktayım bu kozmik can sıkıcılığında.

O yüzden bu yazımda size fotoğraf ilminin biraz kural dışılığından bahsedeceğim. Yani "asi fotoğrafçılık", yada İngilizcede dedikleri gibi "outside the box photography".

Yeri gelmişken, kural dışı fotoğraf derken fotoğraf çekme yöntemlerinden bahsediyorum, yoksa neyin fotoğrafını çektiğinizden değil. O yüzden aklınıza o ilk gelen şeyleri bir kenara bırakın :)

Neyin kural dışı olduğunu açıklamak için neyin normal yada kurallar dahilinde olduğuna bakalım önce.

Mesela, saf, arı, hiç dokunulmamış fotoğraf makinesinin sensöründen çıktığı gibi masamıza gelmiş bir fotoğraf. Herhalde bundan daha kural içi, yada İngilizcede dedikleri gibi "by the book" bir fotoğraf olmaz..

...dersek büyük bir fotğrafik hayal kırıklığı yaşarız. Bir fotoğraf sensörden çıktığı şekilde eaki film negatiflerine benzer. Neredeyse renksiz, karanlık tatsız bir görüntüsü vardır. İşte tam burada fotoğraf makinesinin içindeki bir görüntü işlemcisi devreye girer ve görüntüyü renklendirip, tonlandırıp, keskinleştirip gerçeğe biraz daha yakınlaştırır.

Adobe Lightroom yada Google Picassa gibi programlar makinenin otomatik olarak yaptığı bu tonlandırma ve renklendirmeyi biraz daha kontrollü biçimde fotoğrafçının yapmasına izin verir.

İşte profösyönel ukalalık genelde kural içilik yada normallik çizgisini burada çeker. Yani bir fotoğrafın renklerini, tonlamasını, aydınlıklığını yada parlaklığını değiştirmek normal sayılır. Bundan ötesi ise genelde tukaka, anormal yada sahte sayılır.

Yada asi, kural dışı yada outside the box.

Peki, sahi, nedir renkleri, tonlamayı yada parlaklığı değiştirmenin ötesi?

Bunu uzun uzun anlatabiliriz ama bir kelimeye indirirsek Photoshop diyelim şimdilik.

Ne yapar photoshop da böyle kural dışılık getirir fotoğraflara?

Çok basit. Photoshop, sensörden gelen ve görüntüyü meydana getiren noktaları siler yada yenilerini oluşturur. Yani resimlerdeki nesneleri siler, hareket ettirir, fotoğrafları birleştirir yani olanı siler, olmayanı varmış gibi gösterir.

Burada konuyu anlatmak için fazlaca basitleştirme yaptığımı biliyorum. Mesela Lightroom da bazı nesneleri silebilir yada taşıyabilir, nasıl Photoshop da renkleri, parlaklığı ve tonlamayı değiştirebilirse. O yüzden detaylara takılmayalım, işin aslına dönelim.

Profesyonel ukalalık, bu Photoshop düşmanlığını gerçekte olmayan şeyleri fotoğrafa katmanın etik olmamasıyla açıklar.

Alın elinize öğle vakti bulutsuz, sıkıcı mavi gökyüzü altında çekilmiş üzerinde sadece kendinizin olduğu bir fotoğrafı. Bu sıradan fotoğrafa bir dağ manzarası, mükemmel şekilli bulut kümeleri, batan bir güneş ve kan kırmızı bir gökyüzü eklemek Photoshop'da aşağı yukarı on beş dakika alır.

İşte gelenekçi fotoğrafçıların sigortaları burada atar. Onlara göre ortaya çıkan görüntü değersizdir, kural dışıdır. Çünkü gerçek değildir.

Hele ki bir de şu sıralar yayılmakta olan HDR yani High Dynamic Range isimli yeni bir fotoğraf çekme tekniği var ki profesyonel ukalalar tüm fotoğraf tanrılarının gazabını bu HDR fotoğrafçılarının üzerine göndermekteler.

Nedir bu HDR derseniz, bir fotoğraf karesinde eğer aynı anda çok aydınlık ve çok karanlık bölümler varsa fotoğraf makinesi normalde ortalama bir parlaklık ayarı yapar. Bu ortalama parlaklıkta çok karanlık bölgeler fazlasıyla karanlık, çok aydınlık noktalar da fazlasıyla parlak kalır ve bu her iki ekstrem bölgedeki detaylar kaybolur.

Bir HDR fotoğraf çekimi esnasında ise makine bir normal, bir parlak, bir de karanlık olmak üzere ayrı ayrı üç (yada daha fazla) fotoğraf çeker. Bir yazılım da normal fotoğrafdaki aşırı aydınlık ve karanlık bölgelerdeki kaybolan detayları parlak ve karanlık çekilmiş diğer fotoğraflardan tamamlar ve tüm detayları içeren yeni bir fotoğraf oluşturur.

İşte gelenekçi ukalalar bu fotoğrafların gerçek dışı oldukları iddiasıyla HDR fotoğrafçılığı yerden yere vururlar.

Aynı kriterleri mesela resme uygulasaydık, Picasso'yu yerden yere vurmamız gerekmez miydi? Kim iddia edebilir ki Picasso'nun resimlerinin gerçeğe uygun olduğunu? Tabii ki eğer arkadaşlarınızın arasında kafası dikdörtgen olanlarınız varsa bilemem ama Picassonun resimleri pek öyle gerçek hayatta gördüğümüz nesneleri ve şekilleri içermez. Tam aksine, fazlasıyla uçukturlar.

Siyah beyaz fotoğraflar da hayatın gerçeklerine aykırıdır mesela çünkü hayat gerçekte renklidir. Ama bu hard-core gelenekçi fotoğrafçıların gözünde siyah beyaz çekim fazlasıyla mübahtır, hatta yüksek sanat sayılır.

Geçenlerde bir HDR erbabının Youtube'da bir seminerini izledim. Şovun sonunda sadece ağızım açık, takdir ettim adamın yaratıcılığını. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi bu arkadaşın yaptığı.

Bildiğiniz üzere dünyamız kendi etrafında döner. Bizim bulunduğumuz enlemlerde bu dönmenin hızı 24 saatte 20 bin kilometre yada saatte bin kilometre civarıdır. Bu bayağı yüksek bir hızdır - neredeyse ses hızı - ve farkında olmadan hepimiz büyük mesafeler katederiz.

İşte bu yüzden gökyüzündeki yıldızlar bizim bu dairesel dönüşümüz yüzünden sanki üzerimizde daireler çiziyormuş gibi hareket ederler, ki aslında dönen dünyamız ve dolayısıyla bizlerizdir.

Neyse, yukarda bahsettiğim arkadaş bulutsuz bir gecede kamerasını Kutup Yıldızı'na çevirmiş (Kutup Yıldızı tam kuzey-güney eksenimde olduğundan dünyanın dönme hareketinden etkilenmez). Sonra poz süresi yani fotoğraf çekme süresi ikişer saat olan dört fotoğraf çekmiş bir gece boyunca. Sonunda da HDR tekniği ile bu dört fotoğrafı birleştirmiş. Ortaya masmavi bir gök yüzünde Kutup yıldızı etrafında daireler çizen binlerce yıldız çıkmış.

Şimdi gel de bu adama sen fotoğrafçı değil grafikersin çünkü HDR kullanıyorsun de...

Ben, kendim, genelde Photoshop kullanmam. HDR'ı ise kırk yılda bir, o da iPhone üzerinde olduğu için, ancak her ikisi için de bir önyargım yoktur. Aptalca Photoshop'lanmış ve gözüme fazlasıyla saçma görünen binlerce fotoğraf gördüm. Facebook bunlarla kaynıyor. Ancak çok başarılı, göze çok hoş görünen Photoshop çalışmaları da gördüm.

Photoshop'ın kendisi bir fotoğrafı güzel yada kötü yapmaz.

Yine benzeri şekilde bazı HDR fotoğraflar sanki başka bir gezegende çekilmiş gibi, abartılı ve tatsız olabiliyor ama bazıları ise inanın çok güzel. Gidin flickr.com'a ve HDR ile bir arama yapıp kendiniz karar verin.

Bana sorarsanız, kamera, Lightroom, Photoshop, HDR, bunların hepsi birer araçtır. Bu araçlarla oluşturulmuş görüntü eğer fotoğrafçılığın hedefi olan öykü anlatımını başarabiliyorsa, santçı görevini yapmış yani başarılı olmuş sayılır. Aksi halde başarısız.

Yoksa sanat icra araçlarını yapay kalıplara sokmanın, aralara anlamsız ve amaçsız sınırlar çizmenin yada sanatçıya kullandığı araçlar yüzünden çizimci yada grafiker gibi değer düşürme amaçlı isimler takmanın belli bir sonucu yoktur.

Fotoğraf sanattır.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...