15 Nisan 2024 Pazartesi

War, what is it good for?

Sevgili arkadaşlar, sizlere yakın zamanda Gagavuzya ve Transnistria’dan (Trans-Dinyester) yazmıştım, buraları çok geçmeden değişecek, sınırlar yeniden çizilecek diye.

İşler yavaş yavaş o noktaya geliyor.

Ne demek istediğimi anlatmak için filmi geri saralım.

Rusya bir anda kendini NATO ile sarılı buldu ve anlaşmamız bu değildi diyerek harekete geçti. Ancak geleneksel olarak haklı sebeplerle yanlış işler yapmaya başladı.

Her şey aslında Ruslar için çok iyi başlamıştı. Orta Avrupa NATO’culuk oynarken, Moldova, Ukrayna, Belarus, Ermenistan ve Gürcistan ile tamponlanmş bir Rusya, Putin’i memnun etmese de, yaşanabilir bir habitat oluşturabiliyordu. Putin’in en önemli kaybı Baltık devletleri olmuştu. Baltıklar Rusya için çok önemlidir. Rusya’nın sanki bir kolu kesilmişti, ama buna da şükürdü.

Ama NATO durmuyordu.

Önce Gürcistan’daki o dangalak Sakashvili’yi ayaklandırdılar. Ben Avrupa olacağım, NATO olacağım diye cenge çıktı. Rus ordusu tanklarıyla Gürcistan’a girdi, bir kaç gün içinde Sakashvili sırra kadem bastı, Gürcistan da, Rusya’nın cariyesi oldu.

Putin bıraksa etrafındaki tampon bölgeler birer birer NATO/AB olacaktı. O da bırakmamaya karar verdi tabii.

Sırada Ukrayna vardı.

Ukrayna’nın önemi Moldova, Gagavuzya ve Transnistria gibi batısındaki Avrupa'ya kaçmaya meyilli tampon ülkelere, Ukrayna’nın Karadeniz kıyısını almadan ulaşamazdı. Daha da önemlisi Amerikalılar’ın “İndir pantolonunu” dedikleri anda pantolonunu indirecek bir Romanya NATO üyesi olmuşken, Karadeniz’de bir de Ukrayna ile uğraşamazdı.

Arada bir de bizim komşu Ermeniler ayaklandı. Putin bu işi şimdilik Azerilere havale etti ama sırası geldiğinde eminim, notunu almıştır, gereğini yapacaktır.

Önce Kırım’ı aldı. Sırada Odesya’ya kadar uzanacak bir işgal planı vardı.

Planı uygulamaya koydu.

Ancak ordunun içinde bulunduğu yolsuzluğun, disiplinsizliğin farkında değildi.

Ordu için harcanan her kuruş, rütbe sırasına göre bütün komuta kademesinin kesintilerine uğruyor, yani ceplerine gidiyor, harcanacağı yere gelene kadar büyük bölümü iç ediliyordu. Askerler silahlarını, mermilerini, hatta tankların zırhlarını söküp, bazen hurda fiyatına satıyordu.

Kıdemli askerler çömezlere zorla ailelerine mektup yazdırıp, para istetiyor, bu paralar geldiğinde de sahiplerinden alınıp, kıdemliler arasında paylaşılıyordu.

Kızılordu hakkında dokümanter yada kurgu çok okudum sevgili arkadaşlar. Emin olun orada askerlik yapmak zevkli ve kolay değil.

Putin, Ukrayna’nın bir kaç gün içerisinde teslim olmasını beklerken, batı tarafından desteklenen Ukrayna ordusu başıbozuk, disiplinsiz, yozlaşmış Rus ordusu karşısında kazık gibi yere çakılıp, direndi.

Savaş ilerledikçe her iki taraf bazı askeri gerçekliklerin farkına varmaya başladı.

Öncelikle bütün ordular gibi iki taraf da silahlarına öncelik verirken, aslında cephanenin ne kadar önemli olduğunun farkına vardılar. Cruise füzeleri, lazer güdümlü bombalar falan hep kulağa hoş gelen seksi sözcükler, ancak bir Cruise füzesi bir kaç milyon dolara mal olunca iş kala kala birinci dünya savaşının topçusuna kaldı. Savaş ilerledikçe her iki ordu başta, bütün dünya ellerinde yeteri kadar 105 mm’lik top mermisi kalmadığını gördü. Topçular durmuştu.

Putin hava kuvvetlerinin sadece bir uçak envanteri olmadığını anladı. Rus hava kuvvetlerinin yer taarruz kuvvetinin belkemiği Sukhoi Frogfoot’lar, öyle Patriot, matriot değil, basit, omuzdan atılan MANPADS roketleri ile dan dun vurulduğunu gördü. Uçaklar hem eski, hem bakımsız ama en önemlisi, pilotların eğitimi çok yetersizdi. Frogfoot Pilotları korkudan alçalamıyor, hedeflerine yaklaşmadan, uzaktan mühimmatlarını bırakıyorlardı. Atılan bombalar da sadece dağı taşı vuruyordu.

Yine yardımcı sınıfların muharip sınıflar kadar önemli olduğu anlaşıldı. Binlerce tank, kamyon, incili tespih gibi Kiev yoluna dizildi ve bütün araçlar durdu. Ne benzin vardı, ne yemek, ne de su. Lojistik sıfırdı. Eğer o anda Ukrayna ordusunun taarruz gücü olsaydı, Rus kara kuvvetlerinin dörtte biri sizlere ömür olabilirdi.

İşi çok fazla askeri doktrine döküp, başınızı ağrıtmayayım. Rus ordusu 1970’lerin soğuk savaşı için hazırlanmışken, karşısında drone’larıyla, ABD uydularının sağladığı istihbaratıyla, digital warfare konseptleriyle savaşan bir modern ordu buldu.

Ve Putin pipi gibi ortalıkta kaldı.

Putin her şey olabilir ama aptal değildir sevgili arkadaşlar.

Başta sorumlu üst düzey generalleri ve istihbarat şefleri, çürümenin kaynağı bir çok kişiyi işten attı, tutukladı, vs…

Ekonomisini bir savaş ekonomisi haline getirdi. Başta mühimmat, modern hava ve kara araçlarının üretimini ve üretim kapasitelerini artırdı.

Ekonomi rayına oturana kadar da İran’dan aldığı füze ve drone’larla idare etti.

Rusya ben bu yazıyı yazarken henüz tam olarak savaşa hazır değil kanaatimce, ancak yavaş yavaş o noktaya geliyor.

Bir gerçeği kabul edelim sevgili arkadaşlar.

Rusya, Ukrayna’yı çıtır çıtır yer.

Ne o ordu fanileli soytarı, ne de batının yardımları bu yenilgiye engel olabilir.

Rusya yenilmeye beş kala nükleer silahlarını kullanacaktır. O yüzden romantik arkadaşların ABD müdahale eder, Macron asker gönderir falan gibi beklentilerini gözlemlediğimde bir gülümseme geçiriyorum.

Niye böyle düşündüğümü arzedeyim.

Gelin batının yardımına biraz daha yakından bakalım.

Bir Patriot füzesinin fiyatı, öyle batarya, kamyon, radar, personel falan demiyorum, havaya sıktıkları tek bir füze 2 ile 6 milyon dolar arasında. Bir Javelin anti-tank füzesi ise 200 bin dolar civarında. Bir Rus kamyonu 200 bin dolar etmez.

Kötü 105 mm’lik top mermisinin tanesi 8,500 dolar. Ukrayna ordusu normalde bunlardan günde 20 bin tane kullanıyor. L’addition = günde 160 milyon dolar!

Bir F-16’nın bir saatlik uçuş masrafı yaklaşık 20 bin dolar. Her göreve ortalama bir buçuk saat desek, altı F-16’nın bir görev uçuşunun masrafı 200 bin dolar. On gün uçsalar iki milyon dolar, bir ayda 6 milyon ediyor. Dikkat bomba, cephane falan değil, sadece kontağı çevirmek. Bir havadan havaya AMRAAM füzesi ise 1 milyon dolar.

Bu paraları Zelenski komedyenlik yaparak kazanmıyor, hepsini batı ödüyor.

Batı haklı olarak mızmızlanırken, Rusya üretmeye devam ediyor. 

Rusya’da bol bulunan bir şey varsa başta petrol, kaynaklarıdır sevgili arkadaşlar.

Putin’in, bu işleri tamamladığında, savaşa hazır bir ordusu ve ekonomisi olacak.

Sonra Moldova, Transnistria, Gagavuzya ve Ermenistan…

O gün geldiğinde yeniden konuşalım.

Bu savaş işlerine aklı başında kimse itibar etmesin sevgili arkadaşlar. Bu öyle dizilerde olduğu gibi bir şey de4ğil.

Şair ne demiş?

War, what is it good for? Absolutely nothing...

Hepinize savaşsız günler diliyorum.

8 Nisan 2024 Pazartesi

Tirana

Sevgili karımın doğum gününü kutlamak için yola koyulmuştuk. Nereye gidelim diye konuşurken, sadece benim için “Hadi Arnavutluk’a gidelim” dedi. Gezi listemde arnavutluk hala beyazdı. O da bunu bildiği için Arnavutluk demişti, yoksa Arnavutluk, Jelena'nın çok özel ilgisinin olduğu bir yer sayılmazdı.

Lozan’dan uçağımızın kalkacağı Basel havaalanına kadar olaysız sayılabilecek bir araba yolculuğundan sonra, Fransa sınırını geçtik. Basel’daki havaalanı İsviçre, Fransa ve Almanya’nın paylaştığı bir hub. Doğrudan İsviçre tarafından havaalanına girmek mümkün olsa da, Fransa tarafından girdiğinizde park yeri ücreti yarı yarıya düştüğü için, biz hep bu ucuzcu hattını tercih ederiz. Az buz değil, örneğin bir haftada yüz Euro’ya yakın bir fark…

Strasbourg otoyolundan havaalanına çıkışı alacaktık ki bir polis arabası, çıkıştaki başka yaya bir polis ve yolu kapatan kukaların hepsi bize devam et demeye başladı. Devam etmekte sorun yok, ancak nereye devam edelim? Uçağımız var anasını satayım. Başka bir girişi mi kullanalım, öyleyse hangi yöne gidelim? Sadece deli gibi ellerini, kollarını sallayıp, devam et diyorlar. 

Gözünü sevdiğimin İsviçresi, böyle bir durumda her elli metreye bir “deviation” işareti koyarlar, olmadı, kroki bastırıp, şuraya git diye elinize tutuştururlar. Bunlar sadece “git” diyorlar. Git de, nereye gidersen git. 

Neyse, şımarıklığı bırakalım…

Zevcem de benim gibi bir “rough neighbourhood”, yani zor yerlerden gelme biridir. Sırbistan ve Türkiye gibi yerlerde başınızın çaresine kendiniz bakarsınız, öyle kimse elinizden tutmaz. Bu motivasyonla hemen aklına İsviçre’ye dönüp, İsviçre tarafından havaalanına geçmek geldi.

Bastık, geri İsviçre’ye döndük, oradan da havaalanına geçtik. Park yerleri hep açık ancak sadece çıkabiliyorsunuz. Uçağa binmeden önce bir kadeh bişeyler içelim diye bir saat kadar erken gelmiştik, o yüzden hala vaktimiz vardı. Başladık havaalanı etrafında turlamaya.

Biraz sonra bizi umutlandıran bir gelişme oldu. İsviçre tarafından belediye otobüsleri gelmeye başladı. Havaalanındaki sorun her ne ise çözümlenmiş gibiydi.

Yine pintiliğimiz tuttu, geri Basel’a dönüp, sınırı geçtik ve Fransız tarafındaki park yerine girdik.

Ancak havaalanının her tarafı yüzlerce kişilik kuyruklar halindeydi. Güvenlik, pasaport kontrolü, kapı falan, son anda uçağa atabildik kendimizi.

Basel havaalanına bir bomba ihbarı yapılmıştı. Her şeyi kapatıp bomba aramaya başlamışlar.

Uçak tam vaktinde kalktı. Normal, sakin, bombasız bir günde en az yarım saat rötar yapardı bu low-cost Airline. Mukadderat…

Havaalanında huzurla içeceğimiz bir kadeh şarabı uçakta içmek zorunda kaldık. Kosova menşeli bir Vranac vardı listede. Aslen Montenegro menşei olsa da Vranac her zaman içilir. Bizi de yanıltmadı. Zevkle yudumladık şarabımızı.

Behind enemy lines!
Uçak Basel-Tirana arası yarı yoldayken Jelena kulağıma fısıldadı. “Bugi, careful, we are entering hostile territory!”. Malumunuz Sırplar ve Arnavutlar, Türkler ve Yunanlılar gibidir. Çok sevişirler. Sevgili karım elbette şaka yapıyordu. İşin aslı, bu günlerde Arnavutluk, Sırpların en popüler tatil destinasyonu olmuştu. Hem Hırvatlar, hem Montenegrolular tatil fiyatlarını öyle saçma düzeylere yükseltmişlerdi ki, bütün Sırbistan tatil için Arnavutluk’a gitmekteydi. Yani sevgili karım şaka yapıyordu elbette. Hem İsviçre’de, hem de çatışmaların en civcivli zamanında Kosova’da bile birçok Arnavut arkadaşı vardı. Yani ne ırkçı, ne milliyetçi motiflerle yaklaşırdı Arnavutlara. Ancak bu “Behind enemy lines” esprisi bayağı tutmuştu. Bol bol güldük.

Arnavutlar'ı Türklere karşı savunan kahramanın
ismi ile anılan meydan
Pasaport kontrolünden sorunsuz geçtik. Bir taksiye bindik ve otelimize ulaştık. Mövenpick’de kalıyorduk. İşimden ayrılalı beri Mövenpick’e yolum düşmemişti, uzun yıllardan sonra hatıralarım canlandı. Bir aralar, özellikle Lozan’daki Mövenpick evim olmuştu.

Tirana’daki Mövenpick, fiziksel olarak Mövenpick olsa da, servis hala eski komünist günlere takılmış. Akşam yemeğinde, açlıktan masayı yememize az kalmıştı ki, yemeklerimizi getirdiler. Ama appetizer’ı, main course’u, hepsi bir arada. Video’da bol bol anlattım, detaylarını oradan izleyebilirsiniz. 

Ez cümle, servis aksadı ama olur o kadar.

Arnavutluk, ilginç bir ülke sevgili arkadaşlar. Irk olarak Arnavutlar, yani Albanianlar, yada kendi dilleriyle Şiptarlar Balkanların yerlisi bir topluluk. Arnavutça yada Albanca konuşuyorlar. Arnavutların çoğunluğu Arnavutluk dışında başka ülkelerde yaşamakta. Benim tanıdıklarım hep iyi, yardımsever insanlar. İslam, Arnavutluk’ta yaygın bir din olsa da, her dinden ve ‘no dinden’ insanlar var. Bunda, Arnavutluk’un uzun süre dünyanın en aşırı ateist ülkesi olarak yönetilmesinin de önemli bir payı var, ancak bu konuya daha sonra geleceğiz.

Mövenpick eskisi gibi...
Arnavutluk, Adriyatik Denizi’nin kıyısında, Balkanlar’ın mükemmel doğası ile görülesi bir ülke. Etrafında Kosova, Montenegro, Makedonya falan var.

Benim yaşımda bir kaşara Arnavutluk derseniz, size söyleyeceğim ilk şey, denizden, güneşten falan önce Enver Hoca olacaktır, çünkü benim jenerasyonum için Arnavutluk Enver Hoca demektir.

Enver Hoca’yı kulaktan dolma duyup, iyi tanımayanlar, “Hoca” sıfatı yüzünden onu dini, İslami bir figür olarak algılarlar. 

Gerçek bundan daha farklı olamazdı.

Enver Hoca, tarihin gördüğü en azılı “ateyiz” ’lerden biridir sevgili arkadaşlar. Bence burada bir problem yok tabii, ama Enver Hoca’yı Humeyni zannedenleri biraz şaşırtmıştır bu herhalde.

Meydandaki küçük cami
Enver Hoca öyle ‘ateyiz’, öyle ‘gomonist’ ‘bir liderdi ki, Lenin’e, Marx’a, Çavuşesku’ya falan nal toplatırdı. 

Arnavutluk’u, soğuk savaş döneminde, Avrupanın en komünist ülkesi haline getirmişti. Bir o kadar da gaddar, zalim bir diktatördü.

Bir Arnavut şarkısı şöyle der: “Enver Hoca ile kalbimiz çelikten oldu!”

Arnavutluk’un Enver Hoca yönetimindeki ismi Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti - People’s Socialist Republic of Albania idi. Şimdilerde Arnavutluk Cumhuriyeti şeklinde anılmakta.

Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, nazilere karşı savaşan aşırı sol partizanlar, ya da popüler tanımıyla Komünist Partililer tarafından kuruldu.

Enver Hoca Komünist Parti’nin genel sekreteri olarak anılsa da aslen kral yada sultan gibiydi.

Hikayesi, Tito, Çavuşesku gibi Doğu Avrupa’daki diğer sosyalist ülkelerin liderlerininkilerine çok benzer. Bunlar hep Nazi’lerle savaşmış Partizanlardı. Savaşın kazanılmasıyla, elbette Stalin’in de katkılarıyla ülkelerinin başkanları olmuşlardı.

Enver Hoca, yine benzerleriyle aynı paralelde, ilk iş, aynı fikirde olmayan herkesi öldürmeye başladı. Öncelikle Nazi işbirlikçileri, ardından da kapitalistleri, yani “yanlış” ülke sempatizanları ortadan kayboldu. Bahane aynıydı. “Halkın düşmanları”, “Nazi işbirlikçileri”, vs. Beraberinde de tabii ki idamlar, hapisler…

Enver Hoca bir sonraki aşamada komünist dönem öncesinde imzalanan tüm antlaşmaları iptal etti.

Bir seçim yaptılar, Enver Hoca oyların %93’ünü aldı. Buradaki ufak ayrıntıyı da atlamayalım, adayların arasında komünist olmayan kimse yoktu. Yaşasın demokrasi!

1946’da Enver Hoca resmi olarak Arnavutluk’un Başbakanı, Dışişleri Bakanı, Savunma bakanı ve Genelkurmay başkanı olmuştu. Hepsi tek başına….

Sonra her şey devletleşti. Bakkal, çakkal, küçük işletmeler bile. Bu kadarı Rusya’da bile olmamıştı.

İlk iş Yugoslavya ve Tito’ya bulaştı. Tito’yu yeteri kadar komünist bulmuyordu. Partide ne kadar Yugoslav sempatizanı varsa hepsini idam etti.

Enver Hoca ardından Stalin'in ölümünden sonra SSCB'nin başına geçen Kruşçev ile papaz oldu. Kruşçev, batı ile bir arada yaşama doktrinini geliştirmişti. Üstüne Stalin’in Gulag programını da yumuşatmıştı ki, bu Enver Hocayı iyice çıldırttı.

Gulag’lar, çoğunlukla Sibirya’da bulunan çalışma kamplarıdır. 

Aslında buraları ne kamptı, ne de amaçları mahkumları çalıştırmaktı.

Gulag’lar, Nazi kampları gibi hapishane ve ölüm kamplarıydı. Yaşam koşulları o kadar zordu ki, en ufak bir aksaklık mahkumlar için ölüm anlamına geliyordu.

Gulag’larda, öyle isyan, başkaldırı falan değil, içtimaya bir kaç dakika geç gelmek gibi en ufağından bir kusur işlendiğinde bile, mahkuma yemek vermeyi kesiyorlardı. Başta soğuk, salgın hastalıklar ve ağır çalışma koşulları sonucunda mahkum bir kaç gün içerisinde ölüyordu.

Özellikle Sibirya’da uygulanan bir yöntem mahkumu bir gece soğukta bırakmaktı. Ertesi sabah kalbine atılan bir yumruk, mahkumu öldürmeye yetiyordu.

Kadınlar, Gulag’larda seks köleleriydiler. Kadınların çekiciliğine ve gardiyanların rütbelerine göre paylaşılıyor, tecavüz ediliyor, gerektiğinde de öldürülüyorlardı.

Gulag benzeri kamplar Arnavutluk'ta da bolca yapılmıştı.

Kruşçev, Stalin gibi bir manyağın eseri olan bu insanlık dışı uygulamayı kaldırdı, Enver Hoca da Kruşçev’i boşayıp, bu kez Çin Komünist Lideri Mao ile yakınlaştı. Rusya’ya o kadar kızmıştı ki, Arnavutluk’taki Rus elçiliğini bile kapattırdı.

Kruşçev’den sonra SSCB'nin başına Brejnev gelince, Rusya ile ilişkiler daha da kötüleşti. Enver Hoca, Rusyayı komünizme ihanet etmiş bir hain saydı.

Arnavutluk tamamen izole olmuştu. Tek dostu binlerce kilometre ötedeki Çin idi.

Mao öldüğünde Enver Hoca Stalin, öldükten sonra Rusya’ya yaptığının aynısını Çin’e yaptı. Çin’i yumuşamakla, yeteri kadar komünist olmamakla suçladı.

Çinliler de Arnavutluk’a deyimi uygunsa siktir çekti. Bu aralar Enver Hoca, Arnavutluğu resmi olarak ‘ateyiz’ ilan etti.

Enver Hoca 1985’de öldü.




Sağlığında 170 binden fazla nükleer saldırıya dayanıklı bunker, yani sığınak inşa ettirmişti. Her kafayı sıyırmış diktatör gibi saplantıları vardı. Bunlardan en başta geleni ise, batının Arnavutluk'ta nükleer silah kullanacağıydı.

İşin aslı, böyle bir şey olsa da, ülkeyi bu sığınaklara tıkmanın fazlaca bir mantığı yoktu. Ülke yaşanamaz bir hale geldikten sonra, insanların ömürlerini bir ay uzatmak için ülkenin bütün gelirini sığınaklara harcamak saçmalıktı. Bir kaç akıllı insan bunu dile getirmiş olsa da, kimse daha sonra onlardan bir haber alamadı.

Komünist zamanlarda parti üyelerinden başka kimsenin özel arabası olamıyordu. Partinin arabaları da hep Mercedes’di. Bu nedenle komünizmden sonra, insanlar özel araba sahibi olmaya başladıklarında ülkeye ilk giren firma Mercedes oldu.

Enver Hoca zamanında Arnavutlar ülkeden çıkamazlardı. Hatta diğer doğu bloğu ülkelerine bile gidemezlerdi. Halbuki o dönemde örneğin Ruslar bile Doğu Almanya’ya, Çekler Polonya’ya falan gidebiliyorlardı.

Arnavut şarapları mükemmel
Arnavutluk, işte bu günleri atlatıp, normal bir ülke olma sürecine girdi. Yolun hala başlarında, ancak bana sorarsanız çok hızlı ilerleyecek. Arnavutluk bir İslam ülkesi gibi gözükse de, gördüğüm hiç bir yerinde dinin baskısını hissetmedim. İnsanları modern, gençleri Lozan sokaklarında gördüklerimden farksız. Başı kapalı bir kızı sadece dönüşte, havaalanında bir barda gördüm.

Tirana, bir başkent olarak bir iki adım önde görünse de, sonuçta tamamen bir komünist kent. Merkezinde koca bir meydan, etrafında kültürel binalar. Geniş caddeler ve heryerde tekdüze, zevksiz komünist tarzda apartman blokları.

Merkezdeki meydanın adı Skandenberg. Arnavutluğu Türklere karşı koruyan bir halk kahramanı. Yani sadece Jelena değil, ben de “behind enemy lines” oluyorum 🥴

Meydanda geleneksel opera, tiyatro, müze binaları falan var ama ilgimi çeken küçük bir cami ve çiçeklerle süslenmiş, rengarenk bir tank. Bizimkiler görse bu LGBT işi deyip, anında kaldırırlar.

LGBT Tank
Tirana tertemiz bir şehir, ancak doğru bildiğimiz bir yanlışı burada düzelteyim, Arnavut Kaldırımı bir hoax, baştan aşağı yalan. Tirana’da bir tane bile Arnavut kaldırımı görmedim. İşin aslı, Arnavut Kaldırımı’nı en çok gördüğüm yerlerden biri Sırbistan. Hatta oralarda Arnavut Kaldırımı’na “kaldırma” derler. Bundan kelli Arnavut Kaldırımı’na “Sırp Kaldırımı” demeyi düşünebiliriz.

Arnavutluk ve Arnavutlar için ikinci bir mit, Arnavut İnadı’dır sevgili arkadaşlar. Arnavut Kaldırımının aksine bu tamamen doğru. Ancak Arnavut İnadı’nı Arnavutlar’a yıkmak biraz haksızlık olacak. Arnavut İnadı, geniş anlamında bir Balkan İnadı’dır. 18 yıldır Balkanlar’dan biriyle yaşıyorum. Doğruluğunu bütün kalbimle teyit edebilirim.

Meydana yakın bir yerde bir Cafe’ye oturduk. Arnavut şaraplarını önceki akşam yemeğinde denemiştim. Mükemmel şaraplar, burada çok sürpriz yok. Ancak bir kez daha teyit etmek güzel geldi.

Bunkart 2 ve Mata Hari
Skandenberg’den birkaç yüz metre ilerisinde Enver Hoca’nın 170 bin küsür sığınaklarından biri olan Bunkart 2 var. Burası bir müze haline getirilmiş.

Arnavutlar bence büyük bir samimiyet ve dürüstlükle o günleri bu sığınakta çok gerçekçi bir biçimde canlandırmışlar.

İceride, yer altında bambaşka bir dünya var. Hücreleriyle, dekontaminasyon odalarıyla, brifing salonlarıyla ayrı mekan. 

Video’da uzun uzun anlattım, burada başınızı ağrıtmatayım. Şunu söylemek yeterli olacaktır, bir diktatör, halkının geleceğini bu saçma uygulamalara dökmüş. Çok acı. Bu sığınakların hiçbiri, herhangi bir dönemde, herhangi bir işe yaramamış elbette.

Akşam yemeğinden önce, Tirana Kalesi yakınlarında bir barda, açık havada bireyler içtik. Kentin bu bölümü çok güzel arkadaşlar. Yolunuz düşerse mutlaka oturup, bir bardak bir şeyler için. İlla alkol olması gerekmiyor, bir kahve yada meyve suyu da mükemmel olur.

Akşam yemeği için de lokal, Arnavutları bir şeyler yemek istedik, ama heyhat. Bulunduğumuz yerde Arnavut yemeklerinden başka her şey var. Irish pub’ı, İngiliz Steakhouse'u, İtalyan pizzacısı…

Doğumgünü kızi
Buenos Aires’de bir workshop için iki haftalığına bir otelde kalıyordum. İlk gün garson geldi, “Antipati şu var, focaccia, carpaccio, pasta al funghi, zart zurt…” diye başladı. “Dur hemşerim” dedim, “Ben İtalya’ya yarım saat uzakta yaşıyorum, sen beş bin kilometre ötedesin. Bana güzel bir Arjantin bifteği getir, bırak focaccia'yı!” 

Garson bir daha da benle garsonculuk oynamadı.

Tirana'da da aynı hesap. Bırak pizzayı gözünü seveyim, bana cevapcici getir…

Ama çare yok, bir İtalyan restoranına fit olduk. Arnavut şarapları bile yok. Yine başladı “Barollo, Chianti, Primitivo…”. “Getir hemşerim” dedim, “Hangisini istersen…”

Ertesi günkü Adriyatik planlarım sevgili kızımın çıkardığı bir rezillik yüzünden iptal oldu. Saçlarını benden almış 🐝Mezzy🐝’cık. Gürdür. Tembelliğinden fırçalamadığı için de düğümlenmiş saçları sevgili kızımın.

Otelde bir kuaför bulduk. Filipino bir kız. 🐝Mezzy🐝 ile başladı ama yarım saat sonra resepsiyondan bir şey mi oluyor diye bakmaya geldiler. 🐝Mezzy🐝 öyle bir bağırıyordu ki, bütün otel ayağa kalkmıştı.

🐝Mezzy🐝 rezillik çıkardı ama
saçları çok güzel oldu
Eskiden beri sadece saçlarına benim dokunmama izin verir. Mukadderat. Filipino kızla birlikte iki buçuk saat, saç kremi, zeytinyağı maskesi, vs. ile 🐝Mezzy🐝’nin düğümlerini çözdük. Ama kızdan çok ben çalıştım. Adriyatik gezimiz de güme gitti.

Arnavutluğu bir gezi noktası olarak toparlarsak, tarihe, özellikle de yakın tarihe benim kadar ilginiz varsa mutlaka görülmesi gerekli bir yer. Ancak uzun soluklu bir gezi için uygun değil. Tavsiyem, Tirana'yı bir Balkan turu içine almanız.

Ancak size pek kimsenin aklına gelmeyen bir ipucu vereyim. Arnavutlukta bir deniz kenarı tatili çok cazip bir alternatif olabilir. Fiyatlar Antalya’nın neredeyse yarısı, bir de sizi her daim rahatsız eden hırbolar yerine uygar, saygılı insanlar içinde oluyorsunuz.

Arnavutluk, gördüğüm elli dördüncü ülke oldu.

Elli beşinci ülkemde görüşmek üzere.

Sevgi ile kalın ❤️

6 Nisan 2024 Cumartesi

Star Trek Hatunları

Bir Star Trek Then & Now linki buldum. Gelin biraz Star Trek dedikodusu yapalım, ama sadece hatunlar. Bir de kayda değer hatunlar. Kai Opaka, Naomi Wildman falan değil elbette.

Deanna Troi – Marina Sirtis:

Marina gerçekten fazlasıyla güzel bir kadın, hattızatında bizim komşudur. Marina ile problemim, İngiliz aksanı. Yanlış anlamayın, İngiliz aksanını çok severim ama Marina biraz yapmacık geliyor. Duyduğumda yine afaganların bastığı başka bir yapmacık İngiliz aksanı şu Fadıl, Sıddık, Abdulhamid Alexander, yani Dr. Bashir. Duyunca sara nöbeti geçiriyorum. Halbuki Jean-Luc İngiliz aksanıyla nasıl güzel konuşur. "The line will be drawn 'hiyaaaa'!". Yada "You will 'saffaaaaa'" 😀

Hoshi Sato – Linda Park

Pass...

Commander T’Pol – Jolene Blalock

İşte gerçek kadın. Böyle bir kadınla dolaş, on milyon lira da borcun olsun. Stargate SG-1'da da çok güzel oynamıştır. İlk favorilerim arasında olmasa da şapka çıkarıyorum.

Jadzia Dax – Terry Farrell

İki all-time Star Trek favorilerimden birincisi. Bir güzellik abidesi. Ira, DS9'ın sonunda herkesi birbirine aşık edip, evlendirip, çoluk çocuk yaptırırken, Jadzia Worf'a kaldı. Dizinin çekimleri esnasında gerçek hayatta kırıştırmış olsalar da, Jadzia'ya dokunanın eli kırılsın. Hele bir de Klingon'sa...

Ensign Ro Laren – Michelle Forbes

Bu kadını güzel bulanlar var. Yapmayın. Kim istiyorsa alsın, eve götürsün. Bir de DS9'da, Kira rolünü buna vermişler de, bu kabul etmemiş. De get la...

Tasha Yar – Denise Crosby

Babasının torpiliyle bir mi, iki mi sezon dayandı. Götürün bunu, Tom Cruise ile Cocktail oynasın. Böööğğğğğk...

Dr. Beverly Crusher – Gates McFadden

Katalog ölçüleriyle gayet düzgün bir kadın ama benim tipim diil. Nordic kadınların soğukluğu var, Litvanyalı mi, Estonyalı mı, öyle bir şey. Vücut güzel ama kesekağıdı...

B’Elanna Torres – Roxann Dawson

Altı - gıdıkladı. Güzel kadın ama hepsi o...

Kira Nerys – Nana Visitor

Bu kadının meraklısı çok ama bana göre değil. Ben onu güzel bile bulmuyorum. Ancak holodeck'de bir Fever söyler, buzlarımı eritir.

Celeste Yarnall – Yeoman Martha Landon

Yeoman iyidir ya 😀

Diana Muldaur – Doctor Pulaski

Torpille geldi, bir sezon zor dayandı. Pass...

Kathryn Janeway – Kate Mulgrew

Aunt Cathy güzel midir, değil midir, karar veremedim, ama Mulgrew mükemmel bir artisttir. Janeway'i de çok severim.

Kes – Jennifer Lien

Çok güzel bir kadın, felaket bir aktris, daha da felaket bir role soyunmuş. Kes ile ilişkimiz çok başka olabilirdi ama rolünde gerçek bir hayal kırıklığı.

Keiko O’Brien – Rosalind Chao

Bööğğğğkkkkkkk!

Seska – Martha Hackett

Seska fena değildi. Kes yerine o kalsaydı daha iyi olurmuş. Ama yüreğimi hızlandırmıyor.

Christine Chapel – Majel Barrett

Majel, Gene Roddenberry'nin karısıdır. Neredeyse btün Star Trek'lerin kompüter sesidir. Ancak beni benden Lwaxana Troi rolüyle alır. Çok beğenerek, çok da gülerek izlerim. Size komik gelebilir, Majel'i çok da guzel bulurum. Aksi bir kadınmış, Mr. Spock, yani Leonard Nimoy da fazlasıyla aksi bir adam. Her ikisi de Yahudidir. Rivayete göre, Roddenberry iki aksi yahudiden birine başrol vererek, diğeriyle de evlenerek setteki sorunları çözmüş. 😀

Lieutenant Uhura – Nichelle Nichols

Benim jenerasyonum için Uhura'ya çok fazla yoruma gerek yok. Yüzünden çok bacaklarını hatırlarız🥴

Borg Seven of Nine – Jeri Ryan

Ve favorilerimden ikincisi. Jadzia'dan bile daha çok zevkle izlerim Seven'ı. Çok fazla söze gerek yok.

Linki burada!



11 Mart 2024 Pazartesi

Gagavuzya - Komrat

Bizim jenerasyon ve civarının unutamadığı politik isimler vardır sevgili arkadaşlar.

Mesela Bülent Ecevit. Ona “Karaoğlan” derlerdi, “Halkçı Ecevit” derlerdi. Hattızatında ismim Bülent, dedem tarafından Ecevit’e atfen verilmiş.

Necmettin Erbakan vardı, “Aaziiiz ve muhterem din kardeşlerim” diye girerdi lafa. Ağır sanayii hamleleri yapar, her yere temel atar, kadayıfın altını kızartırdı.

Yada Alparslan Türkeş. O kendine has boğuk sesiyle “Gomonistler…” diye başlardı güne. Ben elbette hatırlamıyorum ama sevgili annem ve babam için Türkeş, 27 Mayıs ihtilalinin sembolüydü.

Ancak bu dönemin en renkli siyasi kişiliği hiç kuşkusuz Süleyman Demirel’di. O kendine has tarzı ile söyledikleri hep ilgimi çeker, gülümsetirdi beni. “Petrol vaaadı da biz mi içtik?”, “Dün dündür, bugün de bugün”, “Onlar ne veriyorsa bir fazlasını biz vereceğiz”, “Şapkamı alır giderim”, ve daha niceleri...

Hepsinin sevaplarından çok günahları vardı, ancak ülkelerini severlerdi. Işıklar içinde uyusunlar.

Binaenaleyh…

Komrat isimli, birçok kişinin nerede olduğunu bile bilmediği, vatan topraklarına uzak bu kentte, Demirel’in heykelinin önünde, yukarıda yazdıklarıma benzer düşünceler geçiyordu kafamdan.

Binanaleyh...
Buradaki kafa karıştıran unsur, Küba’da Atatürk heykeli var, eyvallah, Taşkent’te Timur’un, Ulam Batur’da da Cengiz Han’ın heykelleri… Ama Komrat’ta Demirel heykeli ne alaka değil mi?

Demirel’in yanında da diğer Türk devlet başkanlarının benzeri heykelleri var - heykel diyorum ama aslında büstleri. Mesela Haydar Aliyev, Nursultan Nazarbayev falan. Ancak Atatürk dururken, Demirle’e de ne oluyor böyle diye sorabilirsiniz doğal olarak.

Arzedeyim.

Komrat, Gagavuzya’nın başkenti. Gagavuzya da Gagavuz Türklerinin vatanı. “Gagavuz”, “Kök Oğuz” ’un söylenişi. “Kök” de “gök” demek, ağacın dibi değil.

Gagavuzya, Moldova’da özerk bir bölge. Yani Transnistria gibi sınırları, başkenti, parlementosu falan olan bir devlet. Ancak Transnistria’nın aksine Gagavuzya’yı bütün dünya tanıyor, ama bağımsız değil, özerk bir devlet olarak. Yani Gagavuzya’nın bir bağımsızlık iddası yok. Ta ki, Moldova’nın toprak bütünlüğüne bir hal gelene kadar. Anayasalarına göre, mealen söylüyorum, Romanya, Moldova’yı ilhak eder, yada bir sabah Putin “Dobroyutro” derse, Gagavuzya bağımsız sayılacak.


Sizin anlayacağınız bu Moldova, İngilizce’de Motley Crew derler, birbirinden alakasız insanların bir arada yaşamaya çalıştığı bir yer - bu arada ismini bu deyişten alan ve gerçekten çok sevdiğim Mötley Crüe grubunu da anmış olalım.

Rumenler, Ruslar, Gagavuzlar, Ukraynalılar…

Rumenler Ruslara, Ruslar Ukraynalılara, Gagavuzlar da hepsine gıcık.

Öyle uluslararası ilişkiler uzmanı falan değilim, sadece üç gün boyunca edindiğim izlenimlere dayanarak söylüyorum sevgili arkadaşlar, Moldova’nın bir ülke olarak kalabilmesi için ciddi bir gayret gerekiyor.

Ve aynı Transnistria’da olduğu gibi, bağımsız olmadığından dolayı, Gagavuzya’yı da 54. ülkem olarak kayıtlarıma geçiremiyorum.

Demirel’e dönersek, Gagavuzya’ya yardım başlatıp, ismini dünyada duyurmak için çok gayret göstermiş. Gagavuzlar da bunu unutmamış.

Gagavuzlar Türk dedik sevgili arkadaşlar. Hal böyle olunca da konuştukları dil Türkçe oluyor. Bugüne kadar Kazakistan’da turistlikten çömez seyyahlığa terfi edecek kadar vakit geçirdim. Azerbaycanlı, Özbek, Kırgız, Karakalpak, Başkurt, Kırımlı vs. insanlarla uzun ve yoğun şekilde sohbet etme fırsatım oldu. Bu deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki Gagavuz Türkçesi en az Azeri Türkçesi kadar bizim Türkçemize yakın. Biraz gayret göstererek rahatlıkla anlaşmak olası.

Gagavuzlar Hristiyan Ortodoks sevgili arkadaşlar. Şii Azerbaycan Türkleriyle ne yapacağını bilmeyen yobazlar, Gagavuzları herhalde yarı Türk falan sayıyordurlar, ancak Gagavuzlar bizden daha Türkler. Araplar’ı yalamaktansa, Türklükler’ini koruyorlar. Neyse, politikayı bırakalım şimdilik.

Gagavuzlar’ın sayıları da az değil. 250 binden yarım milyona kadar oldukları düşünülüyor. Gagavuzya’nın yanında Ukrayna, Rusya ve Türkiye de sayısı azımsanmayacak kadar Gagavuz yaşamakta.

Gagavuzların kökleri hakkında tartışmalar devam ediyor. Müslüman Türkler, bunlar olsa olsa Hristiyanlaşmış Türklerdir derken, Hristiyanlar ise, aklı başında hiç bir Ortodoks aslen Türk olamaz, o yüzden bunlar olsa olsa Türkleşmiş Hristiyanlardır demekte. Her iki faşist kafayı da bir kenara bırakırsak, Gagavuzlar Gagavuz işte. Selçuklular’dan da, Kıpçaklar’dan da, Peçenekler’den de, Yunanlılardan da, Bulgarlardan da gelmiş olsalar, sonunda her neyse o’lar. Başkentlerinde Türk büyüklerinin heykelleri var, demek ki kendilerini Türklere yakın hissediyorlar. O yüzden kafatasçılık yerine, dünyaya gelmiş en zeki, en ilerici liderin yolundan gidelim ve “Ne mutlu Türküm diyene” diyelim.

Komrat’a gelmek çok zor olmasa da biraz dolambaçlı oldu sevgili arkadaşlar. Kişinev’den Komrat’a direkt otobüsler Güney Otobüs Garı’ndan kalkıyor, ancak en erken otobüs öğlen saat birde, gara gitmekte bir saat alıyor, iki saat de yol. Uzun iş yani...

Cimişlia'ya giden bir minibüse bindim
Türküz anasını satayım. Dört saat otobüs beklemektense merkezdeki gara gittim, Transnistria’ya gittiğim minibüslerin bölgesinde bir önceki gün Tiraspol’u sorduğum adama bu kez Komrat’ı sordum. Adam şöyle bir düşündü, sonra gel dedi, beni bir minibüse götürdü.

Minibüs Cimişlia’ya gidiyor. Beni şoföre emanet etti, “Bunu Cimişlia’da Komrat minibüsüne bindir” dedi. Teşekkür ettim, minibüse bindim ve yola koyulduk.

Yolculuk Tiraspol ile neredeyse aynıydı. Kişinev sınırları dışına çıktığımız andan itibaren çukurlarla dolu, hoplaya zıplaya gittiğimiz asfaltlık oranı yüzde kırkı bulmayan bir yol üzerinde yine her parçasından ses gelen bir minibüs.

Cimişlia’ya ulaştık. Şoför sağolsun gözünü benden ayırmıyor, Komrat minibüsünün gelmesini bekliyor. Cimişlia benim çocukluğumun Sincan’ı gibi bir yer. En yüksek bina iki katlı, her yer toz-toprak. Minibüs durağında ise üç-beş büfe var. Birinden içeri girdim. Yüz kilodan fazla ağırlığı olan, ama fazlasıyla güler yüzlü bir kadın müşterilerine bakıyor. Tezgahın üzerinde açık bir şişe var, ya votka, ya rakıya. Arada bir gelenler bir tek atıp, tezgaha parasını bırakıyorlar.

Cimişlia, çocukluğumun Sincan'ı gibi
Bana ister misin diye sordu, yok dedim ama kendime bir placinta, bir de kahve aldım. Cebimde hala Tiraspol’dan kalma Moldovya Lei’i vardı, onlarla ödedim.

Benim büfeye girdiğimi farketmeyen şoför telaşlanmış, beni arıyor. Beni bulunca sevindi ama kızdı, yanımda dur, bir yere ayrılma dedi.

Komrat minibüsü gelince beni bu kez Gagavuz şoföre emanet etti, biz de yola koyulduk.

Komrat’taki otobüs garı bayağı şehrin dışında. Otobüslerin hemen yanında da beklendiği üzere taksiler var. İlk taksici ile gayri ihtiyari İngilizce konuştum, nada. Türkçe “Beni çarşıya götürür müsün?” dedim, “Çok yakın, on dakika yürürsen ulaşırsın” dedi.

Başladım yürümeye. Doğru yöndemiyim diye bir kontrol olsun diye tezgah açmış bir babuşkaya “Çarşı?” diye sordum, “Devam” dedi. 

"Devam", it is…

Gagavuz üzüm bağları
Merkezimsi bir noktaya ulaştım, tam “merkeze” gitmek için yoldaki başka bir adama bir daha “Çarşı?” yaptım. Aksanımdan çıkardı elbette, bana bir kebapçı dükkanını işaret etti. “O seni anlar” dedi. Kebapçıya gittim. Kebapçı dediysem bir büfe. Camdan içerdeki arkadaşa “Türkçe konuşuyor musunuz?” diye sordum. “Evet” dedi. Pırıl pırıl bir Türkçeyle bana cevap verdi. Gagavuz olmasına olanak yok. Zaten biraz konuştuktan sonra ‘torpağım’ çıktı. Ankara'dan Gazi Mahallesi'nden bir arkadaş. Türkçesi, Avrupa’da rastladığım Türkler’in topundan daha temiz, daha düzgün. Komrat’a yolunuz düşerse bir dönerini yiyin mutlaka. İsmi Bahadır.

Bana önemli noktaları tarif etti.

İlk olarak hemen yanı başındaki kiliseye gittim.

Çok büyük, çok güzel bir kilise. Ortodoksi’deki sınıflamaya çok hakim değilim ama olasılıkla “temple” dedikleri, Katolisizm’deki katedral muadili bir mekan. 

Merkezdeki kilise
İçeri girdim, herhalde öncesinde bir servis vardı ki, bir grup rahibe ortalığı toparlıyordu. Hepsinin de başı örtülü, aynı bizim Anadolu başörtüsü. Bu bölgede başörtüsünü çok kullanıyorlar. Başrahibe olduğunu düşündüğüm kadına yaklaştım ve İngilizce “Resim çekmemin bir sakıncası var mı?” diye sordum. Çok güzel bir İngilizce ile “Tabii ki çekebilirsin” dedi, hatta rahibelere ortalığı toparlayıp, kadrajdan çıkmaları için bir işaret yaptı.

Ortodoks kiliselerini çok severim sevgili arkadaşlar. Katolik kiliseleri gibi karanlık, kasvetli, hüzünlü mekanlar değillerdir. Tam aksine aydınlık, renkli, cıvıltılı yerlerdir. Her yer rengarenk fresklerle, mozaiklerle, tablolarla doludur. Çoğunlukla oturmak için sıraları yoktur - aksini sadece bir kez Selanik’te görmüştüm. Herkes ayakta gezinir, konuşur, sosyalleşir. Katolik kiliseleri ise çarmıhtaki İsa, ağlayan kadınlar, acı çeken erkekler ve etraftaki üzgün meleklerle doludur. Herneyse. Bu bir eleştiri değil, sadece bir gözlem. Kimsenin inancını sorgulamak haddime değil elbette.

Çok işlerini aksatmamak için hemen bir iki resim çekip, teşekkür ettim ve ayrıldım.

İkinci durağım Demirel’in de heykelinin bulunduğu üniversite oldu. Oradan da bir kahve alıp, gezinmeye devam ettim. Fırsat buldukça Türkçe konuşmaya çalışıyordum, bizim Türkçe ile yakınlığını anlamak bakımından. Örneğin kahve alırken kızla sadece Americano istememe rağmen içine biraz süt koymasını söylerken İngilizce’ye dönmek zorunda kaldım.

Atatürk Kütüphanesi
Gagavuzlar çok candan, çok yardımsever insanlar. Hepsi ilgi gösteriyor, yardımcı olmaya çalışıyorlar. Dil de ortak olunca muhabbet fazlasıyla tatlılaşıyor.

Gagavuz parlementosu önünde resim çektiren bir kompatriotumuzu gördüm. “Atatürk kütüphanesi nerede?” diye soruyordu. Acaba ben mi yanlış gördüm diye bir kez daha baktım. Caddenin tam karşısında koca bir TİKA amblemi ve Atatürk Kütüphanesi tabelası vardı.

Ben TİKA’yı kökenlerine ve iktidar ile aralarındaki tasvip etmediğim İslam ağırlıklı ilişkiye rağmen seviyorum sevgili arkadaşlar. Yurt dışında bence tanıtım için güzel işler yapıyorlar, yani kurulma mantığı fazlasıyla geçerli. Gördüklerim arasında Montenegro’da, Bosna’da ve Gagavuzya’da fazlasıyla aktifler.

TİKA'nın bahçesindeki Atatürk büstü
Ne var ki kütüphanenin bahçesindeki minicik, bakımsız Atatürk heykeli yüzünden çok içerledim TİKA’ya. Bundan çok daha iyisini yapabilirlerdi bana sorarsanız.

Gagavuzya’ya gelip, Gagavuz yemeği yememek ama daha da önemlisi Gagavuz şarabı içmemek olmazdı. 

Otobüs durağındaki bir grup öğrenciye “İyi bir restoran nerede bulurum?” diye sordum. Gençlerle konuşmak çok daha zevkli sevgili arkadaşlar. Mesela Türkçe’deki farklılıklardan dolayı anlaşamadığımızda, yaşlılar belki şimdi anlar diye aynı sözcüğü şuursuzca, defalarca tekrar ederken, gençler hemen cümleyi başka şekilde kuruyor, farklı sözcükler kullanıyor, garanti olsun diye sağ, sol gibi yönleri bir de el işaretleriyle gösteriyorlar.

Tarif ettikleri restorana gittim ama bir şirket toplantı için kapatmış. Restoranın sahibi benle birlikte dışarı çıktı, şarapla ilgilendiğimi de söyleyince başka bir restorana telefon açtı, acık olduklarına emin olduktan sonra bana bir taksi buldu. 

Taksi beni öyle bir yere getirdi ki, Komrat’a sadece burası için bile bir kez daha gelebilirim.

Mekanın ismi Komrat Şaraphanesi.

Bağların ortasında, benzerlerine sadece Fransa’da yada İsviçre’de rastlayabileceğiniz güzellikte bir yer. Aslen şarapçı ama restoranı da var.

Garson bana mükemmel bir masa buldu. Restoran boş ancak çok rezervasyon varmış, bir-iki saate dolar dedi.

Garsonun ismi Pavel, Gagavuz elbette ve Türkçe konuşuyoruz. Ancak Türkçe’yi öyle bir konuşuyor ki, sanki mahalleden çocukluk arkadaşım. “Yanlış anlama ama bu nasıl Türkçe?” diye soramadan edemedim. “Ankara’da, Mamak’ta on sene yaşadım” dedi. Güldüm, “Ben de askerliğimi Mamak’ta yaptım” dedim.

Bana tabii ki şaraphanenin şarabından getirdi, bir bardak koydu. O ne şarap öyle! Ölene kadar içsem bıkmam. Pavel şarabı nasıl şehvetle içtiğimi görünce, hafifçe gülümseyerek “Şişeyi bırakayım mı?” diye sordu. “Bırak abicim, bırak” dedim.

Gagavuz Şarabı
Bir mercimek çorbası, yanında da yoğurt sosu ve peynirle birlikte polenta yedim. Sonrasında da bir peynir tabağı. Ağız tadının dibi sizin anlayacağınız.

Komrat’tan çok sıcak duygularla ayrıldım. Akşam yemeğimi İngiliz Steakhouse’da yedim, ve mahşeri otobüs yolculuğuyla Bükreşe geri döndüm. Hiç bir yerde durmadan havaalanına gittim. Uçağa atladım ve çok özlediğim sevgili kızımla karımı Basel havaalanında buldum.

Nalcı ailesinin dördüncü ferdiyle de ilk kez burada müşerref oldum. İsmi Cherry. Bir Fars kedisi. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 Sırbistan’dan getirdiler.

Moldova gezisi böyle sevgili arkadaşlar.

Şöyle bir toparlarsak, belki de Avrupa’da yaptığım en ilginç yolculuk diyebilirim.

Bir kere Moldova şarap demek, nokta. Dünyanın en eski ve en güzel şaraplarından biri Moldova şarabı. Hem Moldova, hem Transnistria, hem de Gagavuzya birer şarap cennetleri. Eğer şaraba biraz da olsa ilginiz varsa kaçırılmaması gereken bir yer. Fiyat olarak da çok çok makul. Birinci sınıf Fransız şarabı kalitesinde bir şarabı, Türkiye’den ucuza içebiliyorsunuz.

Moldova’nın kendisi Avrupa’nın en fakir ülkesi. Ancak insanlar çok iyi, çok yardımsever. Yemekler de fazlasıyla güzel.

Transnistria, dünyada görülebilecek en ilginç yerlerden biri. Gençliğimin soğuk savaş dönemini bir kez daha yaşadım.

Gagavuzya ise, biraz tarihe, özellikle de Türk tarihine ve Türki topluluklara ilgi duyuyorsanız, kaçırmamanız gerekli bir yer.

Ancak söylemeden edemeyeceğim, eğer Youtube’da Türk gezginlerini izleyip, buraya gelmeye karar verdiyseniz, biraz moderasyon öneririm.

Bir kere bu gezginler biraz cehaletten, biraz da click-bait olsun diye tam gercekleri yansıtmıyorlar. 

Örneğin Demirel heykelini öyle bir anlatıyorlar ki, sanırsınız, tüm Gagavuzya Demirel’e tapınıyor. Sadece Demirel'in heykelini gösteriyorlar, onu Gagavuzya'nın Napolyonu kalıbına sokuyorlar. Malum, oryantal bir halk olarak böyle melodramatik anlatımları severiz. 

İşin gerçeği, Demirel’in heykeli, oradaki bir çok heykelden sadece biri. Elbette Gagavuzlar Demirel’e sempati besliyorlar ama bu cahilleri dinlerseniz sanki Gagavuzya, Demirelistan olacakmış ta, son anda Gagavuzya kalmış dersiniz.

Benim sinirlerimi en çok kaldıran ise bu gezginlerin Gagavuzlar’la konuşurken, tepeden bakan, nobran, ağır abi tavırları. 

Hele bir tane süzme salak var ki, Gagavuzlar’ı neredeyse sorguya çekiyor. “Söyle bakayım Türkiye güzel ülke, de mi?”, “Türkiye’de yaşamak istersin de mi?”.

Bu sersem farkında değil. Kendisi bilmem kaç tane red yedikten sonra, bir yetkilinin karşısında hazrola geçip, anasının babasının tapusunu gösterip, valla, billa geri döneceğim diye yalvararak, on beş günlük Şengen vizesi alıyor, sonrasında da sevincinden Youtube’a kutlama videosu atıyor. 

O tepeden baktığı Gagavuz ise, aklına estiğinde pasaportunu gösterip, vizesiz, mizesiz bütün Avrupa’yı gezebiliyor.

Gerçi aynı zeka küpü, “Sıpasiva, Moldovyaca’da teşekkür ederim demek” de diyor. İşin aslı o sözcük “Sıpasiva” değil, “Spasiba”, Moldovyaca değil, Rusça, hattızatında Moldovyaca diye bir dil de yok, Moldova’da Rumence konuşulur. Ama memleketimin insanı işte. Her şeyi bilir, bilmediği tarafı da şeytani zekasıyla kıvırır.

Başkaları Gagavuzlara “Niye Hristiyansınız?” diye soruyor. Nasıl bir ukalalık, nasıl bir eşeklik bu? Sana ne amk, ne isterlerse o olurlar. Onlar sana “Sen niye Müslümansın?” diye soruyorlar mı?

Konudan çok sapmayalım, ancak bunlar İkinci Dünya Savaşında Lenin’e Hitleri kovalatıyor, Saint-Petersburg’a bir Asya şehri diyor, Musa’ya İncil’i indirtiyorlar falan. En komiği de Fas’ta bu cahillerden biri, kırık İngilizcesiyle bir şeyler zırvaladığında, karşısındaki Fransızca cevap veriyor, bu da “Kusura bakma, ben Arapça bilmiyorum” diyor!

Gelmek istediğim nokta, hem ucuz, hem yakın, hem de vize gerekmiyor diye, aklı evvel her wannabe Türk gezgini buraya gelmiş ve bu insanlara sakillik yapmışlar. Lütfen onlar gibi olmayın.

Son söz.

Eğer amacınız modern bir Avrupa ülkesi görmekse, Moldova doğru yer değil, Paris’e, Londra’ya, Viyana’ya falan gidin. Ancak biraz maceracı bir ruhunuz var, biraz da şarap seviyorsanız, hemen yarın atlayıp, gelin.

Elinizi de biraz çabuk tutun. Moldova bu haliyle çok uzun ömürlü olmayabilir.

Akşamınız güzel olsun.

3 Mart 2024 Pazar

Transnistria-Tiraspol

Kıçım yetmiş iki saate yakın yatak görmediğinden, tertemiz otel yatağı ve kuş tüyü yastıklar çok güzel gelmişti. Yatağa yattıktan sonra uyudum mu, yoksa yorgunluktan bayıldım mı söylemek zor, ancak sabah zehir gibi kalktım, kendimi Kişinev sokaklarına vurdum.

Bir sokak büfesinden kendime bir placenti aldım. Bu böreğin ismi “placenta” ’yı hatırlattığı için normalde gurmetik olarak kulağa çok sevimli gelmese de, zerre kadar umursamadım ve ayılar gibi saldırıp, yedim.

Otelden çıkmadan Tiraspol’da hangi para geçiyor diye sormuştum. En sağlamı Moldova Lei’i dediler. Biraz zor da olsa çalışan bir ATM bulup, biraz nakit para stokladım. Tiraspol’un kendine ait para birimi sadece o topraklarda geçerli olduğu için bu bölgeye giremeden bu parayı bulmak biraz zor.

Tiraspol yolcusu kalmasın!
Otobüs garından Tiraspol’a giden bir minibüse atladım. 1970’lerde okula giderken bindiğim Magirus dolmuşlar bu bindiğim minibüsün yanında Rolce Royce sayılırlardı. Arabanın her parçasından bir ses, bir gıcırtı geliyordu. Boyu 1.60’dan uzun birinin koltuklara sığması mümkün değildi. Şahsımın hacmi göz önüne alındığında, başta ben, herkes koltuklara yanlamasına oturup, ayaklarımızı koridora uzatmıştık.

Tiraspol’a ulaşmak bir saat gibi bir zaman alacaktı. Minibüsün içinde konuşma dili çoktan Rusça’ya dönmüştü. Konuştuğumdan değil ama hem geçmişten gelen iki kuruşluk Rusçam olduğundan, hem de Sırpça bir kaç kelime bildiğimden - Sırpça ve Rusça birbirine çok yakın dillerdir, kulaklarımı kabartmış, konuşulanları anlamaya çalışıyordum.

Tiraspol, Transnistria isimli ülkenin başkenti. Bizler bu ülkeye Transdinyester deriz. Yerliler ise ülkeyi Pridnestrovie şeklinde çağırıyorlar.

Çok acayip bir yer burası sevgili arkadaşlar. Bir başkenti, parlementosu, bakanlıkları, para birimi, posta pulu gibi bir ülkeyi ülke yapan her şeyi var. Sınırları belli. Girerken ve çıkarken pasaport kontrolünden geçiyorsunuz - bu arada vizeye gerek yok, hatırlatmış olayım.

Yukardakiler göz önüne alındığında Transnistria’nın bir ülke olduğunu düşünebiliriz ancak, Transnistria’yı bağımsız bir ülke olarak tanıyan başka bir ülke yok. Yine başka kimsenin tanımadığı Abkhazya ve Güney Osetya cumhuriyetleri karşılıklı olarak Transnistria’yı tanısa da bu daha ziyade kendi yarı alanlarında bir paslaşmadan ileri gitmiyor. Birleşmiş Milletler üyesi her ülke Transtria’yı, bir ülke değil. Moldova’nın bir bölgesi olarak tanımlıyor.

Transnistria, Moldova’nın doğusunda, Dinyester nehri boyunca neredeyse bütün Ukrayna sınırını kaplayan, ip gibi, ince uzun bir bölge. Nüfusunun çoğunluğu Rus, konuşulan dil Rusça. Yarım milyona yakın insan yaşıyor, yani öyle çok da küçük bir yer değil.

Transnistria Sınırı
Transnistria, de-facto bir Rus toprağı sevgili arkadaşlar. İngilizce’de breakaway state derler, Moldova’dan kendisini koparıp, ayırmış bir ülke. Var olmasının tek dayanağı Rusya. Rusya’nın desteği ile ayakta kalabiliyor. Buna rağmen Rusya, Transnistria’yı bir ülke olarak tanımıyor. Mr. Putin Moldova’yı yemek için Transnistria’yı tanımıyor diye düşünüyor Moldoviyalılar. Eğer Putin, Transnistria’yı bir ülke olarak tanısaydı, Moldoviyalı Neo Naziler Transnistria’daki Rus azınlığa eziyet ediyor bahanesiyle Moldova’ya giremeyecek, başka bir deyişle Moldovitalılar "Al Transnistria’yı, git, bizi de rahat bırak" diyebileceklerdi.

Sınırda durduk, buz gibi bir rüzgarla birlikte pasaport kontrol sırasına girdik. Sırada orta yaşlı bir adamla bir babuşka öyle bir kavgaya tutuştular ki, anlatamam. Birbirlerine tekme falan attılar. Güleceğim, hadi dedim, başımı önüme eğdim.

Kamuflaj üniformaları ile Rus askerleri pasaportlarımıza bakıyordu. Yine tam teçhizat, kamuflaj, AK-47 bir kadın asker pasaportuma baktı, ben de ağızım açık ona… Özene bezene yaratmışlar. Ben evli, o da silahlı olmasaydık, öyle sadece pasaportumu alıp gitmezdim sizin anlayacağınız. Şaka bir kenara buralarda kızlar çok güzel sevgili arkadaşlar. 

Mükemmel bir İngilizce ile ne kadar kalacağımı sordu, akşama döneceğimi söyledim.

Transnistria’ya girmiştim. Ne yazık ki burayı elli dördüncü ülkem olarak kayıtlarıma geçiremiyorum. Malumunuz, ülke olarak sadece BM üyesi/gözlemcisi 193 ülkeyi baz alıyorum. Herneyse, önemli olan nicelik değil niteliktir malumunuz.

Transnistria’ya gelmemin en önemli nedenlerinden biri, bu ülkenin genel kabul görmüş tanımlara göre son Sovyet devleti olması. Dikkat, Rus yada Doğu Bloku değil Sovyet diyorum. “CCCP” yani! Çocukken olimpiyatlarda, koşularda, güreş müsabakalarında falan görürdük, üzerinde CCCP yazılı formalarıyla atletleri.

Biz “CCCP” ’yi doğal olarak ve geleneksel umursamazlığımızla “Ce Ce Ce Pe” şeklinde okuruz. Bu umursamazlığımız ve bilgisizliğimizde yalnız da değilizdir. Birinci sınıf, pure-bred Amerikalı bir hillbilly de “CCCP” ’yi “Si Si Si Pi” diye okur. Halbuki gerçek telaffuzu “Es Es Es Er” şeklindedir - Kril “P”, Latin “R” ‘ye, “C” de “S” ‘ye karşılık gelir. Açılımı ise “Soiuz Soviyetskih Sosyalistiçkih Respublik”. Krill alfabesi ile şöyle yazılıyor: “Союз Советских Социалистических Республик”

İngilizce’si “USSR”, onun açılımı ise “Union of Soviet Socialist Republics”. Bizde ise “SSCB”, ya da “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği”.

Bunlarda her şey böyle karışık işte.

Oh these Russians…

SSCB, bugünkü, başta Rusya, Kafkaslar, Baltıklar ve Orta Asya cumhuriyetlerinden oluşmuş bir devletti. Buna yine SSCB güdümlü de olsa, kağıt üzerinde bağımsız olan Doğu Almanya, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Romanya falan gibi komünist ülkeleri eklediğimizde ise Sovyet Bloku’nu elde ediyorduk.

O günlerden bugünlere çok şey değişti tabii.

Günümüzde Rusya’ya sosyalist demek, bana Brad Pitt demek gibi bir şey haline geldi. St. Petersburg’da Nevski Prospekt’te, yada Moskova’da Kuznetsky Most’da yürüdüğünüzde Las Vegas’tan yada Tinseltown’dan - Hollywood, daha fazla şatafat, pırıltı, kısacası kapitalizm görürsünüz. Keza Pekin, keza Şangay. Herhalde Lenin de, Mao da mezarlarında fırıl fırıl dönüyorlardır.


Ama Transnistria hala sosyalist, hala gomonist.

Transnistria’da bu CCCP’ye, Lenin’e, Marks’a, Troçki’ye, Gagarin’e, Kızılyıldızlar’a, orak-çekiçlere çok sık rastlayacağız sevgili arkadaşlar.

Minibüsten inip, GooglaMaps’ten nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Bağlantı var ama yalan olmasın 2G falan gösteriyor. Bırakın harita indirmeyi, bir SMS’i bile beş dakikada gönderebileceği şüpheli.

"Tanku"
Telefondan ümidi kesip, bir büfeye gittim. Bir su aldım ve “Centrum?” diye sordum. Centrum, bütün doğu Avrupa’da şehrin merkezine gitmenin en sağlam yöntemidir.

Büfeci kadın yüzüme bile bakmadan “Şto?” dedi. Yani “Ne?” Bir daha “Centrum?” dedim, ama "Nyet!".

Etrafa bakındım, yolun kenarında bir taksi gördüm. Hemen atladım, “Centrum” dedim, yine “Şto?” İnternetten bakmıştım, oradan biliyorum, merkezde bir tank anıtı var. Oradan belki yakalarız dedim, “Tank?” diye bir kez daha sordum.

Yine “Şto?” olduk. Slavik dilleri konuşanların hayal güçleri sıfırdır. Tam söylemezseniz, hiç bir sözcüğü anlamazlar, yada anlamak için en ufak bir gayret göstermezler. 

Slavik dillerde bizdeki ismin halleri gibi isimlerin çekimleri vardır. Ben de başladım “tank” sözcüğünü çekmeye. “Tanki”, “tanka”, “tanke”, “tankiyu”…. Taksicinin ufku genişlemiş olacak, zihni açıldı, “Tanku?” dedi. “Da!” dedim, garanti olsun diye parmağımla tank topu yapıp, “Bum” dedim.

Sönmeyen ateş ve anıt
Taksici mutlu, beni merkeze getirdi. Gerçekten de eğimli bir kaidenin üzerinde 2. Dünya Savaşının en önemli reliklerinden biri olan bir Rus T-34 tankı vardı. Etiyle, kemiğiyle bir T-34’ü ilk kez görüyordum. Bu efsanevi tanka ilk kez elimle dokundum. Yine rakip Almanlar’ın bir Tiger tankına bir kaç yıl önce elimle dokunmuştum. Sanki külçe bir çelik yığınına dokunmuş gibi olmuştum. T-34 ise daha ziyade bir konserve kutusu duygusunu verdi bana. Ama bu T-34’leri o kadar fazla sayıda üretmişlerdi ki, çölde yorgun çakallara saldıran karıncalar gibi sayıca az Tiger’ları, Panzer’leri lime lime doğramışlardı.

Tank, anıtsal bir parkın başında yer alıyordu. Aynı parkta, savaşta ölen Rus askerlerin mezarları ile bir de onların anısına koca bir anıt ile sönmeyen ateş, yani bir “eternal flame” vardı.

Parlemento binası ve Lenin heykeli
Caddenin karşısında Transnistria’nın parlemento binası ve önündeki devasa Lenin heykelini görmek mümkün.

Parlamento binasının yanındaki başka bir parkta gönderde bir Transnistria, bir de Rusya bayrağı dalgalanıyordu. Altlarında ise ne olduklarını bilmediğim bir sıra başka bayrak vardi ki, olasılıkla bunlar Güney Osetya ile Abkhazya cumhuriyetleri başta, diğer yoldaş ülke ve otonom bölgelerin bayraklarıydı.

Bunların altında ise üzerinde koca bir orak-çekiçin bulunduğu bir yazıt vardı.

Parktan ilerleyip, üzeri yeşil prefabrik bir çatı ile kaplı, yarı açık bir alana ulaştım. İçeri girince anladım ki burası bir pazar yeri. Düşünebiliyor musunuz, Ankara’yı bilenler için, Meclis’in yanında kurulu bir pazar!

Pazardan çıkıp, merkez civarında yürümeye devam ettim.

Orak-Çekiç
Yakında bir Ortodoks kilisesi vardı. Transnistria’da gördüğüm ilk ve son kiliseydi, tankın yanındaki minicik şapeli-mesciti saymazsak tabii. Hoş, sevgili karıma bu şapelden bahsettiğimde, Ortodokside şapel bulunmaz dedi, o yüzden doğruluk bakımından minyatür kilise diyelim.

Biraz aşağıda ise Tiraspol’da gördüğüm ilk ve tek batılı anlamdaki alış veriş merkezi vardı. Marka olarak kulağa tanıdık gelen bir-iki isim görsem de, bu AVM çoğunlukla boş, ıssız bir yer görünümündeydi.

Başka bir fenomen, hem parklarda, hem pazar yerinde, hem de alış veriş merkezinde devamlı bir kadın sesi ile yapılan Rusça bir anons duyuyordum. Öyle kakafoni şeklinde değil, planlı, tekdüze, renksiz, ruhsuz, Pravda kılıklı bir anons. Zaman zaman kendimi bir Gulag’daymışım gibi hissettim.

Amacım, Tiraspol’da bir yemek yiyip, Kişinev’e dönmekti.

Back in the USSR
Trip Advisor’dan, Back in the USSR isimli bir restoran bulmuştum. Sovyet usulü bir restoranmış. Biraz yürüdükten sonra ulaştım.

İçeri girdim, beni bir garson karşıladı. Salonda masam yok ama istersen girişteki masada yiyebilirsin dedi. O saatten sonra yeni bir restoran aramak istemedim. Bir de hakkında okuduklarımdan sonra mutlaka nasıl bir yer, görmek istiyordum. Problem yok dedim, oturdum.

Giriş aslında büyük sayılabilecek bir salon. Her yer Sovyet relikleriyle dolu. Marks, Lenin, Stalin, Gagarin, vs portreleri, büstleri, Sovyet döneminden kalma telefonlar, Kızılordu üniformaları. Hatta masamın hemen yanında bir “Polkovnik”, yani albay üniforması vardı, sanki Tom Clancy romanlarından fırlamış gibi.

Ty moy polkovnik!
İlk iş şarabımı sağlama bağladım. Garson bana bir Merlot getirdi. Rusların şarabı teknik olarak içilmez. Kafkasya ve Balkan topraklarından başka zaten bildiğim kadarıyla ürettikleri bir şarapları yoktur. Ancak Transnistria buna çok kontrast bir istisna. Şarap, Moldova kökleri yüzünden mükemmel bir tada sahip. Ama yine içinde biraz Rusluk var, ufak bir mantar parçası şeklinde. Ne yapalım, Bordeaux’da değil, Tiraspol’dayız. Parmağımı sokup, çıkardım mantarı.

Fazlasıyla tipik, Slav usulü bir Steak geldi, şarabımla mükemmel eşleşti, günümü gün etti.

Yemek yerken üç kişilik başka bir grup geldi. İngilizce konuşuyorlar ama aksan hiç yabancı değil. Garson bana söylediklerini onlara da söyledi. Girişte benim masamdan başka masa olmadığı için onlara bahçeyi önerdi. Ama hava Sibirya derecelerinde, aklı olan kim dışarda oturur derken rehber olduğunu düşündüğüm kadın, yanında getirdiği turistlere dönüp, “Ayy, en iyisi bahçe zaten, oturur, rahat rahat sigaramızı içeriz” dedi.

Yoldaş Karl ve Vlad ile bir kadeh şarap!!
Gülmemek için zor tuttum kendimi, renk vermedim. Bir grup Türk turistin Transnistria’da ne işi olur diye düşündüm. Ancak Türk dediniz mi, mantık o noktada bitiyor. Her yerdeyiz işte böyle…

Tavırlarından restoranın sahibi olduğunu anladığım bir adam garsonlara şunu yap, bunu değiştir diye emirler yağdırıyordu. Gözü bana takıldı, tek başıma lobideki masada ne yaptığımı anlamaya çalıştı. Sonra yanıma gelip, “Priviet” dedi. Fazladan bir “Rusça bilmem, İngilizce konuşalım mı” repliğini engellemek için “Priviet” yerine “Hi” şeklinde cevap verdim.

Garsona dönüp, “Kimdir bu?” şeklinde bir şeyler söyledi. Ben de garsonun cevap vermesini beklemeden “I’m just a second-class customer, sitting here all by myself” dedim. Güldük. Kendini tanıttı, ismi Igor. Ben de kendimi tanıttım. “Nerelisin?” diye sordu, Türk grup etraftaysa duyar diye “İsviçreliyim” dedim, hani madem Türksün, niye Türkçe konuştuğumuzu duyduğunda bir şeyler söylemedin demesinler diye. Alınganızdır çünkü…

Klasik bir Slav steak...
Igor şarabı yer gibi içtiğimi gördü, “Şarap nasıl?” diye sordu. “Çok güzel” dedim. “Hangi şarabı getirdiler?” diye sordu, “Merlot” dedim. Olasılıkla birden fazla Merlot vardı, garsonu çağırıp hangisi diye sordu. Cevaptan pek memnun olmamış olacak ki, bana yeni bir şarap getirdi. Yeni şarap, buralarda yarışmalarda ödül alacak kadar güzel.

“Oturur musun?” Dedim, “Tamam” dedi. O da içecek bir şeyler aldı, sonra sohbete başladık. İngilizcesi mükemmel akıcı. Sovyetler’den başladık, EU’dan çıktık. Harika bir geyiğe döküldü iş. Türk (de) olduğumu söyledim. Bir çok kez Türkiye'de bulunmuş, üç beş kelime Türkçe de konuştuk.

İçerideki Rus gazileri bir sigara içmek için dışarı çıkarken bizi görüp, muhabbete katıldılar. Rusça, İngilizce, Sırpça, Polonyaca, Rumence, hatta Fransızca, artık herkes kendi bildiği hangi dil varsa, kaşını gözünü yara yara konuşuyor, mükemmel sohbet ediyorduk. Afganistan anıları, Kızılordu, Lenin, Putin, siz söyleyin, ben evet ondan da konuştuk diyeyim.

Minik bir Sovyet müzesi
Neredeyse iki buçuk saat geçirmiştim Back in the USSR’da. Rus gazileri kalktıktan sonra garson bana büyük salonu gösterdi. Burası tam anlamıyla küçük bir Sovyet müzesi. Duvar saatlerinden yazar kasalara kadar Sovyetler’den kalma aklınıza gelebilecek her türlü ıvır zıvır var.

Kişinev’e dönme zamanı gelmişti. Yediğim mükemmel yemek ve yanındaki anıtsal şaraptan sonra minibüslere kadar yürümek ayıp olacaktı. Bir taksi bulmak için sağa sola bakınıyordum ki, taksiyi taksiyi gökte ararken yerde, yanıbaşımda buldum. Tam oturacakken, yine Cosmo sayfalarından fırlamış bir kız kapıyı açıp, içeri oturdu. Taksiyi telefonla çağırmış. İngilizce yine mükemmel, bana “Nereye?” diye sordu. “Kişinev otobüslerine” dedim. “Ben de oraya gidiyorum, bin, seni götüreyim” dedi.

Durağa geldiğimizde taksi ücretini ödeyeyim dedim, “No” dedi. Paylaşalım dedim, yine “Nyet”. Beni yanlışlıkla başka bir yere giden minibüse binmeyeyim diye Kişinev minibüsünün yanına kadar götürdü, bilet alacağım yeri gösterdi.

Minibüste başka bir kız nerede, nasıl ineceğimi anlattı, Rusluk yapıp, hırlayan şoförü fırçaladı.

Sınırdan geçerken pasaport kontrolü için sıraya girmedik. Pasaportlarımızı topladılar, kontrolden sonra geri getirdiler.

Kişinev’de merkezde bir süpermarketten özel bir Moldova peyniri aldım. Akşam yemeğim bu peynir ve önceki gün aldığım Milestii Mici şarabı olacaktı.

Günü bu kombinasyonla bitirdim.

Moldova gezisine devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın❤️

24 Şubat 2024 Cumartesi

Kişinev

Saat sabahın 6’sı bile değil, o kör karanlıkta otobüsten inip, Bükreş’e göre biraz daha otobüs garını andıran yerde sağa sola bakınmaya başladım.

Otobüsüm Kişinev’e söylenen saatten bir buçuk saate yakın bir süre önce ulaşmıştı. Kişinev’de evi olanlar için iyi olmuştu tabii, ama benim gibi göçebeler için pek de iyi bir haber değildi bu.

Kişinev’de bir otelim vardı elbette, ancak sabahın bu saatinde bırakın beni otele götürecek bir taksi bulmayı, etrafta nereden taksi bulurum diye sorabileceğim bir kul bile yoktu.

Otobüsteyken ana cadde kılıklı bir yerden geçmiştik. Oraya doğru yürüdüm. Ana cadde ana caddeydi tabii, ama üzerinde kimse olmayınca bir çölden çok az fark gösteriyordu.

Bir McDonald’s tabelası gördüm. Bazen McDonald’s’lar 24 saat açık olabilir malumunuz. İçeride ışık da yanıyordu. Kapıya şöyle bir asıldım, kitliydi. Kapıdaki bir tabela McDonald’s Express diyerek yan tarafı işaret ediyordu. O yöne doğru yürüdüm, sipariş ekranından bir kahve söyledim, kart ile ödedim ve bir çocuk camın arasından kahvemi verdi.

Hayatım yavaş yavaş güzelleşiyordu.

Bir kahve daha söyleyip, yürüyerek insanların uyanmasını bekledim, bu arada da bir taksi bulurum diye sağa sola bakınmaya devam ettim.

Lacivert bir araba durdu. “Taxi mister?” Diye sordu. “Da” dedim, ama taksi taksiye benzemiyordu. “Taksi misin?” diye bir kez daha sordum. “Evet” dedi. Tabii ki taksi maksi değildi, ama o saatte kim takar. Atladım içeri, otelimin ismini söyledim.

Kişinev, üçüncü kahvem!
Şöyle bir iki yüz elli metre ya gittik, ya gitmedik, adam durdu, “Otel burası” dedi. Güldüm, beş euro verdim, resepsiyona geçtim.

Çok genç bir kız, dünyanın başka yerlerinde graveyard shift için hiç de uygun seçim değil bana sorarsanız, "Hoşgeldiniz" dedi. Rezervasyonumu gösterdim, “Sorun yok ama bu erken saatte size oda veremem” dedi. “Problem değil” dedim, “şurada bir yerde oturup, telefonumu şarj edebilir miyim?” diye sordum. “Tabii ki” dedi.

“Mağazalar saat kaçta açılıyor?” diye sordum, “Neye ihtiyacınız var?” diye bana kontur çekti. “SIM Card” dedim, “Biz satıyoruz, vereyim size dedi. 20GB bir SIM karta, üç-beş euro gibi saçmalık derecesinde ucuz bir miktar ödedim.

Sırt çantamı resepsiyona bırakıp, Kişinev sokaklarına attım kendimi. Güneş henüz doğmamış olsa da, mağazaların ışıkları hafif hafif yanmaya başlamıştı.


McDonald’s’dan üçüncü kahvemi aldım ve ana caddede yürümeye başladım.

Kişinev güzel bir kent
Kişinev çok küçük bir kent sevgili arkadaşlar, ancak çok cazibeli bir yer ve insanlar geçekten çok iyi, yardımsever ve arkadaş canlısı. Yani aynı dili konuşsalar da, Bükreş’e göre sanki bir boyut atlıyorsunuz.

Mağazalar açılmıştı. Saat de Sırbistan'da uyanma saatine ulaştığından kızları aradım, onlara günaydın dedim, sonra da bir McDonald’s’a oturup, bu kez ağız tadıyla, yani ceketimi çıkarıp, oturmak suretiyle bir kahve içmeye başladım.

Moldova gezimin en önemli hedeflerinden birinin şarap olduğunu daha önce söylemiştim sizlere.

Moldova şarapları gerçekten çok güzel şaraplardır. Bir çok kez denemiş olsam da taş yerinde ağırdır sevgili arkadaşlar.

Dünyanın bu bölgesinde 4-5 bin yıldır şarap yapılmakta sevgili arkadaşlar. Yani burada şarap yapılırken daha piramitler yeryüzünde yoklardı.

Üzüm olarak lokal çok güzel çeşitler var ama son iki yüzyıldır Cabernet Sauvignon, Merlot gibi popüler Fransız variyeteleri de ekiliyor.

Mileștii Mici
Günün planında ise Mileștii Mici isimli şarap imalatçısını ziyaret vardı. 

Mileștii Mici, dünyanın en büyük şarap mahzeni sevgili arkadaşlar. Eski bir kireçtaşı madeni. Duvarlardaki kireçtaşı nemi mükemmel muhafaza ediyor. Dalgalanma çok az olduğundan şaraplar inanılmaz güzellikte yıllanabiliyor.

Mahzen toplam iki yüz kilometrelik tünel ve galerilerden oluşuyor ama elbette bunların tümü kullanılmıyor. Kullanılan yerlerde de iki milyon şişeye yakın şarap depolanmış.

Dünyanın dört bir yanına şarap satıyorlar. Fiyatlar çok makul ve şarapların tadları gerçek ötesi.

Mileștii Mici’yi ziyaret edebiliyorsunuz elbette. Kişinev’den alabileceğiniz turlar var ama fiyatlar akıl dışı derecesinde pahalı. Eğer kendi imkanlarınızla giderseniz 20 Euro civarı bir bedel ödeyerek gezmeniz mümkün. Biraz daha fazlasına, turun sonunda mükemmel bir yemek eşliğinde Mileștii Mici’nin şaraplarının tadını çıkarmanız da olası.

Üç saat geçirdim
Web sitelerinden rezervasyon yapabiliyorsunuz ama kredi kartımın İsviçre menşei olması nedeniyle ödeme esnasında sorun çıktı, ben de oraya gidip, ödeme yapmaya karar verdim.

Kişinev’de Uber yok. McDonald’s’daki bir kız bana YandexGo isimli aplikasyonu yükledi. Çok düşük bir miktar ödeyerek yarım saat civarı bir araba yolculuğundan sonra mahzene ulaştık. Yolda YandexGo şoförü ile arkadaş olduk. İsviçre’ye yerleşmek istiyormuş, bana koşulları, hayatı falan sordu. Dilimin döndüğünce anlattım.

Mileștii Mici’nin web sitesi saat 10’da İngilizce tur gösteriyordu. 10’a on kala oradaydım, resepsiyondan bana İngilizce turun saat 1’de olduğunu söyledi. Böylece niye online rezervasyon yapamadığımı da anlamış oldum.

200 km, 2 milyon şişe!
Bir taksiyle yarım saatte Kişinev’e dönüp, iki saat sonra başka bir taksiyle yarım saat geri buraya gelmek saçma olacaktı. Çare yok, Mileștii Mici’nin kafesine oturup, üç saat şarap içerek geçirecektim. 48 saat uykusuzluğun üstüne, üç saat boyunca şaraptan sonra bakalım tur neye benzeyecekti…

Saat 1’de ayaktaydım, yürüyebiliyor, hatta konuşabiliyordum. İngilizce tur için sadece ben vardım, böylece private bir tur almış gibi oldum.

Rehberim Gabriella isimli genç güzel ve dibine kadar bilgili bir kızdı. Ben şarapçılığın detaylarına daldığımda bile sorunsuz işin bütün mühendisliğini baştan sona anlattı. Yolunuz düşerse mutlaka turunuzu Gabriella ile alın derim.

Tur boyunca madendeki galerilerin açılmasında kullanılan makinelerden, Gorbaçov’un şarap yapımını yasakladığı yıllarda, şarapların saklandığı gizli bölümlere kadar bir çok ilginç yer gördük.

Şarapların saklandığı gizli bölmeler
Mahzen içinde elektrikli arabalarla hareket ediyorduk. Tur profesyonelce düzenlenmiş, her adım hesaplanmıştı. Binlerce şişenin saklandığı oyukları, sommelier’lerin bir araya gelip, şarapların yıllanmasını izledikleri salonları gördük. Çok ilgimi çekmese de şampanya tarzı köpüklü şarapları yada tatlı şarapların saklandıkları alanları gezdik.

Başınızı çok ağrıtmayayım, Mileștii Mici’yi görmek için illa bir şarap delisi olmanız gerekmiyor. Dünya standardlarında şarapları çok makul fiyatlara denemeniz mümkün. Bu turu kaçırmayın derim.

Bir taksi ile Kişinev’e döndüm. Şoför oldukça yaşlıydı ve çok iyi İngilizce konuşuyordu. Yarım saat boyunca çok ilginç bir sohbete daldık. Şoför Afganistan savaşı esnasında Rus ordusunda görev yapmış. Aslen Rus değil, Moldovyalı, yani Rumen. Off sevgili arkadaşlar, Moldova’da kim kimdir anlamak çok zor. Rus olmayan birinin Afganistan gibi bir yerde ne işi var, onu anlamak da ilk bakışta kolay değil, ancak bu konuya ileride yeniden döneceğiz.

Bir yemek ile birleştirebilirsiniz
Konuşmanın çok özel boyutlara genişlemesi yüzünden, bu güzel insana saygımdan ötürü detaylara girmiyorum, ancak bu eski sosyalist topraklar gerçekten saygıdeğer insanlar, o kadarını söyleyeyim.

Mileștii Mici’de bana hediye ettikleri köpüklü şarabı otelde, resepsiyondakilere verdim, ama kendim için satın aldığım kırmızı şarabı odama bıraktım.

Akşam yemeğimi London Steakhouse isimli bir restoranda yedim. Anıtsal bir steak. Yarım kilo saf et, tartar sosu ve patates püresi. Yanında ne içtiğimi söylememe gerek yok herhalde.

Devam edeceğiz…

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...