8 Nisan 2024 Pazartesi

Tirana

Sevgili karımın doğum gününü kutlamak için yola koyulmuştuk. Nereye gidelim diye konuşurken, sadece benim için “Hadi Arnavutluk’a gidelim” dedi. Gezi listemde arnavutluk hala beyazdı. O da bunu bildiği için Arnavutluk demişti, yoksa Arnavutluk, Jelena'nın çok özel ilgisinin olduğu bir yer sayılmazdı.

Lozan’dan uçağımızın kalkacağı Basel havaalanına kadar olaysız sayılabilecek bir araba yolculuğundan sonra, Fransa sınırını geçtik. Basel’daki havaalanı İsviçre, Fransa ve Almanya’nın paylaştığı bir hub. Doğrudan İsviçre tarafından havaalanına girmek mümkün olsa da, Fransa tarafından girdiğinizde park yeri ücreti yarı yarıya düştüğü için, biz hep bu ucuzcu hattını tercih ederiz. Az buz değil, örneğin bir haftada yüz Euro’ya yakın bir fark…

Strasbourg otoyolundan havaalanına çıkışı alacaktık ki bir polis arabası, çıkıştaki başka yaya bir polis ve yolu kapatan kukaların hepsi bize devam et demeye başladı. Devam etmekte sorun yok, ancak nereye devam edelim? Uçağımız var anasını satayım. Başka bir girişi mi kullanalım, öyleyse hangi yöne gidelim? Sadece deli gibi ellerini, kollarını sallayıp, devam et diyorlar. 

Gözünü sevdiğimin İsviçresi, böyle bir durumda her elli metreye bir “deviation” işareti koyarlar, olmadı, kroki bastırıp, şuraya git diye elinize tutuştururlar. Bunlar sadece “git” diyorlar. Git de, nereye gidersen git. 

Neyse, şımarıklığı bırakalım…

Zevcem de benim gibi bir “rough neighbourhood”, yani zor yerlerden gelme biridir. Sırbistan ve Türkiye gibi yerlerde başınızın çaresine kendiniz bakarsınız, öyle kimse elinizden tutmaz. Bu motivasyonla hemen aklına İsviçre’ye dönüp, İsviçre tarafından havaalanına geçmek geldi.

Bastık, geri İsviçre’ye döndük, oradan da havaalanına geçtik. Park yerleri hep açık ancak sadece çıkabiliyorsunuz. Uçağa binmeden önce bir kadeh bişeyler içelim diye bir saat kadar erken gelmiştik, o yüzden hala vaktimiz vardı. Başladık havaalanı etrafında turlamaya.

Biraz sonra bizi umutlandıran bir gelişme oldu. İsviçre tarafından belediye otobüsleri gelmeye başladı. Havaalanındaki sorun her ne ise çözümlenmiş gibiydi.

Yine pintiliğimiz tuttu, geri Basel’a dönüp, sınırı geçtik ve Fransız tarafındaki park yerine girdik.

Ancak havaalanının her tarafı yüzlerce kişilik kuyruklar halindeydi. Güvenlik, pasaport kontrolü, kapı falan, son anda uçağa atabildik kendimizi.

Basel havaalanına bir bomba ihbarı yapılmıştı. Her şeyi kapatıp bomba aramaya başlamışlar.

Uçak tam vaktinde kalktı. Normal, sakin, bombasız bir günde en az yarım saat rötar yapardı bu low-cost Airline. Mukadderat…

Havaalanında huzurla içeceğimiz bir kadeh şarabı uçakta içmek zorunda kaldık. Kosova menşeli bir Vranac vardı listede. Aslen Montenegro menşei olsa da Vranac her zaman içilir. Bizi de yanıltmadı. Zevkle yudumladık şarabımızı.

Behind enemy lines!
Uçak Basel-Tirana arası yarı yoldayken Jelena kulağıma fısıldadı. “Bugi, careful, we are entering hostile territory!”. Malumunuz Sırplar ve Arnavutlar, Türkler ve Yunanlılar gibidir. Çok sevişirler. Sevgili karım elbette şaka yapıyordu. İşin aslı, bu günlerde Arnavutluk, Sırpların en popüler tatil destinasyonu olmuştu. Hem Hırvatlar, hem Montenegrolular tatil fiyatlarını öyle saçma düzeylere yükseltmişlerdi ki, bütün Sırbistan tatil için Arnavutluk’a gitmekteydi. Yani sevgili karım şaka yapıyordu elbette. Hem İsviçre’de, hem de çatışmaların en civcivli zamanında Kosova’da bile birçok Arnavut arkadaşı vardı. Yani ne ırkçı, ne milliyetçi motiflerle yaklaşırdı Arnavutlara. Ancak bu “Behind enemy lines” esprisi bayağı tutmuştu. Bol bol güldük.

Arnavutlar'ı Türklere karşı savunan kahramanın
ismi ile anılan meydan
Pasaport kontrolünden sorunsuz geçtik. Bir taksiye bindik ve otelimize ulaştık. Mövenpick’de kalıyorduk. İşimden ayrılalı beri Mövenpick’e yolum düşmemişti, uzun yıllardan sonra hatıralarım canlandı. Bir aralar, özellikle Lozan’daki Mövenpick evim olmuştu.

Tirana’daki Mövenpick, fiziksel olarak Mövenpick olsa da, servis hala eski komünist günlere takılmış. Akşam yemeğinde, açlıktan masayı yememize az kalmıştı ki, yemeklerimizi getirdiler. Ama appetizer’ı, main course’u, hepsi bir arada. Video’da bol bol anlattım, detaylarını oradan izleyebilirsiniz. 

Ez cümle, servis aksadı ama olur o kadar.

Arnavutluk, ilginç bir ülke sevgili arkadaşlar. Irk olarak Arnavutlar, yani Albanianlar, yada kendi dilleriyle Şiptarlar Balkanların yerlisi bir topluluk. Arnavutça yada Albanca konuşuyorlar. Arnavutların çoğunluğu Arnavutluk dışında başka ülkelerde yaşamakta. Benim tanıdıklarım hep iyi, yardımsever insanlar. İslam, Arnavutluk’ta yaygın bir din olsa da, her dinden ve ‘no dinden’ insanlar var. Bunda, Arnavutluk’un uzun süre dünyanın en aşırı ateist ülkesi olarak yönetilmesinin de önemli bir payı var, ancak bu konuya daha sonra geleceğiz.

Mövenpick eskisi gibi...
Arnavutluk, Adriyatik Denizi’nin kıyısında, Balkanlar’ın mükemmel doğası ile görülesi bir ülke. Etrafında Kosova, Montenegro, Makedonya falan var.

Benim yaşımda bir kaşara Arnavutluk derseniz, size söyleyeceğim ilk şey, denizden, güneşten falan önce Enver Hoca olacaktır, çünkü benim jenerasyonum için Arnavutluk Enver Hoca demektir.

Enver Hoca’yı kulaktan dolma duyup, iyi tanımayanlar, “Hoca” sıfatı yüzünden onu dini, İslami bir figür olarak algılarlar. 

Gerçek bundan daha farklı olamazdı.

Enver Hoca, tarihin gördüğü en azılı “ateyiz” ’lerden biridir sevgili arkadaşlar. Bence burada bir problem yok tabii, ama Enver Hoca’yı Humeyni zannedenleri biraz şaşırtmıştır bu herhalde.

Meydandaki küçük cami
Enver Hoca öyle ‘ateyiz’, öyle ‘gomonist’ ‘bir liderdi ki, Lenin’e, Marx’a, Çavuşesku’ya falan nal toplatırdı. 

Arnavutluk’u, soğuk savaş döneminde, Avrupanın en komünist ülkesi haline getirmişti. Bir o kadar da gaddar, zalim bir diktatördü.

Bir Arnavut şarkısı şöyle der: “Enver Hoca ile kalbimiz çelikten oldu!”

Arnavutluk’un Enver Hoca yönetimindeki ismi Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti - People’s Socialist Republic of Albania idi. Şimdilerde Arnavutluk Cumhuriyeti şeklinde anılmakta.

Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, nazilere karşı savaşan aşırı sol partizanlar, ya da popüler tanımıyla Komünist Partililer tarafından kuruldu.

Enver Hoca Komünist Parti’nin genel sekreteri olarak anılsa da aslen kral yada sultan gibiydi.

Hikayesi, Tito, Çavuşesku gibi Doğu Avrupa’daki diğer sosyalist ülkelerin liderlerininkilerine çok benzer. Bunlar hep Nazi’lerle savaşmış Partizanlardı. Savaşın kazanılmasıyla, elbette Stalin’in de katkılarıyla ülkelerinin başkanları olmuşlardı.

Enver Hoca, yine benzerleriyle aynı paralelde, ilk iş, aynı fikirde olmayan herkesi öldürmeye başladı. Öncelikle Nazi işbirlikçileri, ardından da kapitalistleri, yani “yanlış” ülke sempatizanları ortadan kayboldu. Bahane aynıydı. “Halkın düşmanları”, “Nazi işbirlikçileri”, vs. Beraberinde de tabii ki idamlar, hapisler…

Enver Hoca bir sonraki aşamada komünist dönem öncesinde imzalanan tüm antlaşmaları iptal etti.

Bir seçim yaptılar, Enver Hoca oyların %93’ünü aldı. Buradaki ufak ayrıntıyı da atlamayalım, adayların arasında komünist olmayan kimse yoktu. Yaşasın demokrasi!

1946’da Enver Hoca resmi olarak Arnavutluk’un Başbakanı, Dışişleri Bakanı, Savunma bakanı ve Genelkurmay başkanı olmuştu. Hepsi tek başına….

Sonra her şey devletleşti. Bakkal, çakkal, küçük işletmeler bile. Bu kadarı Rusya’da bile olmamıştı.

İlk iş Yugoslavya ve Tito’ya bulaştı. Tito’yu yeteri kadar komünist bulmuyordu. Partide ne kadar Yugoslav sempatizanı varsa hepsini idam etti.

Enver Hoca ardından Stalin'in ölümünden sonra SSCB'nin başına geçen Kruşçev ile papaz oldu. Kruşçev, batı ile bir arada yaşama doktrinini geliştirmişti. Üstüne Stalin’in Gulag programını da yumuşatmıştı ki, bu Enver Hocayı iyice çıldırttı.

Gulag’lar, çoğunlukla Sibirya’da bulunan çalışma kamplarıdır. 

Aslında buraları ne kamptı, ne de amaçları mahkumları çalıştırmaktı.

Gulag’lar, Nazi kampları gibi hapishane ve ölüm kamplarıydı. Yaşam koşulları o kadar zordu ki, en ufak bir aksaklık mahkumlar için ölüm anlamına geliyordu.

Gulag’larda, öyle isyan, başkaldırı falan değil, içtimaya bir kaç dakika geç gelmek gibi en ufağından bir kusur işlendiğinde bile, mahkuma yemek vermeyi kesiyorlardı. Başta soğuk, salgın hastalıklar ve ağır çalışma koşulları sonucunda mahkum bir kaç gün içerisinde ölüyordu.

Özellikle Sibirya’da uygulanan bir yöntem mahkumu bir gece soğukta bırakmaktı. Ertesi sabah kalbine atılan bir yumruk, mahkumu öldürmeye yetiyordu.

Kadınlar, Gulag’larda seks köleleriydiler. Kadınların çekiciliğine ve gardiyanların rütbelerine göre paylaşılıyor, tecavüz ediliyor, gerektiğinde de öldürülüyorlardı.

Gulag benzeri kamplar Arnavutluk'ta da bolca yapılmıştı.

Kruşçev, Stalin gibi bir manyağın eseri olan bu insanlık dışı uygulamayı kaldırdı, Enver Hoca da Kruşçev’i boşayıp, bu kez Çin Komünist Lideri Mao ile yakınlaştı. Rusya’ya o kadar kızmıştı ki, Arnavutluk’taki Rus elçiliğini bile kapattırdı.

Kruşçev’den sonra SSCB'nin başına Brejnev gelince, Rusya ile ilişkiler daha da kötüleşti. Enver Hoca, Rusyayı komünizme ihanet etmiş bir hain saydı.

Arnavutluk tamamen izole olmuştu. Tek dostu binlerce kilometre ötedeki Çin idi.

Mao öldüğünde Enver Hoca Stalin, öldükten sonra Rusya’ya yaptığının aynısını Çin’e yaptı. Çin’i yumuşamakla, yeteri kadar komünist olmamakla suçladı.

Çinliler de Arnavutluk’a deyimi uygunsa siktir çekti. Bu aralar Enver Hoca, Arnavutluğu resmi olarak ‘ateyiz’ ilan etti.

Enver Hoca 1985’de öldü.




Sağlığında 170 binden fazla nükleer saldırıya dayanıklı bunker, yani sığınak inşa ettirmişti. Her kafayı sıyırmış diktatör gibi saplantıları vardı. Bunlardan en başta geleni ise, batının Arnavutluk'ta nükleer silah kullanacağıydı.

İşin aslı, böyle bir şey olsa da, ülkeyi bu sığınaklara tıkmanın fazlaca bir mantığı yoktu. Ülke yaşanamaz bir hale geldikten sonra, insanların ömürlerini bir ay uzatmak için ülkenin bütün gelirini sığınaklara harcamak saçmalıktı. Bir kaç akıllı insan bunu dile getirmiş olsa da, kimse daha sonra onlardan bir haber alamadı.

Komünist zamanlarda parti üyelerinden başka kimsenin özel arabası olamıyordu. Partinin arabaları da hep Mercedes’di. Bu nedenle komünizmden sonra, insanlar özel araba sahibi olmaya başladıklarında ülkeye ilk giren firma Mercedes oldu.

Enver Hoca zamanında Arnavutlar ülkeden çıkamazlardı. Hatta diğer doğu bloğu ülkelerine bile gidemezlerdi. Halbuki o dönemde örneğin Ruslar bile Doğu Almanya’ya, Çekler Polonya’ya falan gidebiliyorlardı.

Arnavut şarapları mükemmel
Arnavutluk, işte bu günleri atlatıp, normal bir ülke olma sürecine girdi. Yolun hala başlarında, ancak bana sorarsanız çok hızlı ilerleyecek. Arnavutluk bir İslam ülkesi gibi gözükse de, gördüğüm hiç bir yerinde dinin baskısını hissetmedim. İnsanları modern, gençleri Lozan sokaklarında gördüklerimden farksız. Başı kapalı bir kızı sadece dönüşte, havaalanında bir barda gördüm.

Tirana, bir başkent olarak bir iki adım önde görünse de, sonuçta tamamen bir komünist kent. Merkezinde koca bir meydan, etrafında kültürel binalar. Geniş caddeler ve heryerde tekdüze, zevksiz komünist tarzda apartman blokları.

Merkezdeki meydanın adı Skandenberg. Arnavutluğu Türklere karşı koruyan bir halk kahramanı. Yani sadece Jelena değil, ben de “behind enemy lines” oluyorum 🥴

Meydanda geleneksel opera, tiyatro, müze binaları falan var ama ilgimi çeken küçük bir cami ve çiçeklerle süslenmiş, rengarenk bir tank. Bizimkiler görse bu LGBT işi deyip, anında kaldırırlar.

LGBT Tank
Tirana tertemiz bir şehir, ancak doğru bildiğimiz bir yanlışı burada düzelteyim, Arnavut Kaldırımı bir hoax, baştan aşağı yalan. Tirana’da bir tane bile Arnavut kaldırımı görmedim. İşin aslı, Arnavut Kaldırımı’nı en çok gördüğüm yerlerden biri Sırbistan. Hatta oralarda Arnavut Kaldırımı’na “kaldırma” derler. Bundan kelli Arnavut Kaldırımı’na “Sırp Kaldırımı” demeyi düşünebiliriz.

Arnavutluk ve Arnavutlar için ikinci bir mit, Arnavut İnadı’dır sevgili arkadaşlar. Arnavut Kaldırımının aksine bu tamamen doğru. Ancak Arnavut İnadı’nı Arnavutlar’a yıkmak biraz haksızlık olacak. Arnavut İnadı, geniş anlamında bir Balkan İnadı’dır. 18 yıldır Balkanlar’dan biriyle yaşıyorum. Doğruluğunu bütün kalbimle teyit edebilirim.

Meydana yakın bir yerde bir Cafe’ye oturduk. Arnavut şaraplarını önceki akşam yemeğinde denemiştim. Mükemmel şaraplar, burada çok sürpriz yok. Ancak bir kez daha teyit etmek güzel geldi.

Bunkart 2 ve Mata Hari
Skandenberg’den birkaç yüz metre ilerisinde Enver Hoca’nın 170 bin küsür sığınaklarından biri olan Bunkart 2 var. Burası bir müze haline getirilmiş.

Arnavutlar bence büyük bir samimiyet ve dürüstlükle o günleri bu sığınakta çok gerçekçi bir biçimde canlandırmışlar.

İceride, yer altında bambaşka bir dünya var. Hücreleriyle, dekontaminasyon odalarıyla, brifing salonlarıyla ayrı mekan. 

Video’da uzun uzun anlattım, burada başınızı ağrıtmatayım. Şunu söylemek yeterli olacaktır, bir diktatör, halkının geleceğini bu saçma uygulamalara dökmüş. Çok acı. Bu sığınakların hiçbiri, herhangi bir dönemde, herhangi bir işe yaramamış elbette.

Akşam yemeğinden önce, Tirana Kalesi yakınlarında bir barda, açık havada bireyler içtik. Kentin bu bölümü çok güzel arkadaşlar. Yolunuz düşerse mutlaka oturup, bir bardak bir şeyler için. İlla alkol olması gerekmiyor, bir kahve yada meyve suyu da mükemmel olur.

Akşam yemeği için de lokal, Arnavutları bir şeyler yemek istedik, ama heyhat. Bulunduğumuz yerde Arnavut yemeklerinden başka her şey var. Irish pub’ı, İngiliz Steakhouse'u, İtalyan pizzacısı…

Doğumgünü kızi
Buenos Aires’de bir workshop için iki haftalığına bir otelde kalıyordum. İlk gün garson geldi, “Antipati şu var, focaccia, carpaccio, pasta al funghi, zart zurt…” diye başladı. “Dur hemşerim” dedim, “Ben İtalya’ya yarım saat uzakta yaşıyorum, sen beş bin kilometre ötedesin. Bana güzel bir Arjantin bifteği getir, bırak focaccia'yı!” 

Garson bir daha da benle garsonculuk oynamadı.

Tirana'da da aynı hesap. Bırak pizzayı gözünü seveyim, bana cevapcici getir…

Ama çare yok, bir İtalyan restoranına fit olduk. Arnavut şarapları bile yok. Yine başladı “Barollo, Chianti, Primitivo…”. “Getir hemşerim” dedim, “Hangisini istersen…”

Ertesi günkü Adriyatik planlarım sevgili kızımın çıkardığı bir rezillik yüzünden iptal oldu. Saçlarını benden almış 🐝Mezzy🐝’cık. Gürdür. Tembelliğinden fırçalamadığı için de düğümlenmiş saçları sevgili kızımın.

Otelde bir kuaför bulduk. Filipino bir kız. 🐝Mezzy🐝 ile başladı ama yarım saat sonra resepsiyondan bir şey mi oluyor diye bakmaya geldiler. 🐝Mezzy🐝 öyle bir bağırıyordu ki, bütün otel ayağa kalkmıştı.

🐝Mezzy🐝 rezillik çıkardı ama
saçları çok güzel oldu
Eskiden beri sadece saçlarına benim dokunmama izin verir. Mukadderat. Filipino kızla birlikte iki buçuk saat, saç kremi, zeytinyağı maskesi, vs. ile 🐝Mezzy🐝’nin düğümlerini çözdük. Ama kızdan çok ben çalıştım. Adriyatik gezimiz de güme gitti.

Arnavutluğu bir gezi noktası olarak toparlarsak, tarihe, özellikle de yakın tarihe benim kadar ilginiz varsa mutlaka görülmesi gerekli bir yer. Ancak uzun soluklu bir gezi için uygun değil. Tavsiyem, Tirana'yı bir Balkan turu içine almanız.

Ancak size pek kimsenin aklına gelmeyen bir ipucu vereyim. Arnavutlukta bir deniz kenarı tatili çok cazip bir alternatif olabilir. Fiyatlar Antalya’nın neredeyse yarısı, bir de sizi her daim rahatsız eden hırbolar yerine uygar, saygılı insanlar içinde oluyorsunuz.

Arnavutluk, gördüğüm elli dördüncü ülke oldu.

Elli beşinci ülkemde görüşmek üzere.

Sevgi ile kalın ❤️

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...