3 Mart 2024 Pazar

Transnistria-Tiraspol

Kıçım yetmiş iki saate yakın yatak görmediğinden, tertemiz otel yatağı ve kuş tüyü yastıklar çok güzel gelmişti. Yatağa yattıktan sonra uyudum mu, yoksa yorgunluktan bayıldım mı söylemek zor, ancak sabah zehir gibi kalktım, kendimi Kişinev sokaklarına vurdum.

Bir sokak büfesinden kendime bir placenti aldım. Bu böreğin ismi “placenta” ’yı hatırlattığı için normalde gurmetik olarak kulağa çok sevimli gelmese de, zerre kadar umursamadım ve ayılar gibi saldırıp, yedim.

Otelden çıkmadan Tiraspol’da hangi para geçiyor diye sormuştum. En sağlamı Moldova Lei’i dediler. Biraz zor da olsa çalışan bir ATM bulup, biraz nakit para stokladım. Tiraspol’un kendine ait para birimi sadece o topraklarda geçerli olduğu için bu bölgeye giremeden bu parayı bulmak biraz zor.

Tiraspol yolcusu kalmasın!
Otobüs garından Tiraspol’a giden bir minibüse atladım. 1970’lerde okula giderken bindiğim Magirus dolmuşlar bu bindiğim minibüsün yanında Rolce Royce sayılırlardı. Arabanın her parçasından bir ses, bir gıcırtı geliyordu. Boyu 1.60’dan uzun birinin koltuklara sığması mümkün değildi. Şahsımın hacmi göz önüne alındığında, başta ben, herkes koltuklara yanlamasına oturup, ayaklarımızı koridora uzatmıştık.

Tiraspol’a ulaşmak bir saat gibi bir zaman alacaktı. Minibüsün içinde konuşma dili çoktan Rusça’ya dönmüştü. Konuştuğumdan değil ama hem geçmişten gelen iki kuruşluk Rusçam olduğundan, hem de Sırpça bir kaç kelime bildiğimden - Sırpça ve Rusça birbirine çok yakın dillerdir, kulaklarımı kabartmış, konuşulanları anlamaya çalışıyordum.

Tiraspol, Transnistria isimli ülkenin başkenti. Bizler bu ülkeye Transdinyester deriz. Yerliler ise ülkeyi Pridnestrovie şeklinde çağırıyorlar.

Çok acayip bir yer burası sevgili arkadaşlar. Bir başkenti, parlementosu, bakanlıkları, para birimi, posta pulu gibi bir ülkeyi ülke yapan her şeyi var. Sınırları belli. Girerken ve çıkarken pasaport kontrolünden geçiyorsunuz - bu arada vizeye gerek yok, hatırlatmış olayım.

Yukardakiler göz önüne alındığında Transnistria’nın bir ülke olduğunu düşünebiliriz ancak, Transnistria’yı bağımsız bir ülke olarak tanıyan başka bir ülke yok. Yine başka kimsenin tanımadığı Abkhazya ve Güney Osetya cumhuriyetleri karşılıklı olarak Transnistria’yı tanısa da bu daha ziyade kendi yarı alanlarında bir paslaşmadan ileri gitmiyor. Birleşmiş Milletler üyesi her ülke Transtria’yı, bir ülke değil. Moldova’nın bir bölgesi olarak tanımlıyor.

Transnistria, Moldova’nın doğusunda, Dinyester nehri boyunca neredeyse bütün Ukrayna sınırını kaplayan, ip gibi, ince uzun bir bölge. Nüfusunun çoğunluğu Rus, konuşulan dil Rusça. Yarım milyona yakın insan yaşıyor, yani öyle çok da küçük bir yer değil.

Transnistria Sınırı
Transnistria, de-facto bir Rus toprağı sevgili arkadaşlar. İngilizce’de breakaway state derler, Moldova’dan kendisini koparıp, ayırmış bir ülke. Var olmasının tek dayanağı Rusya. Rusya’nın desteği ile ayakta kalabiliyor. Buna rağmen Rusya, Transnistria’yı bir ülke olarak tanımıyor. Mr. Putin Moldova’yı yemek için Transnistria’yı tanımıyor diye düşünüyor Moldoviyalılar. Eğer Putin, Transnistria’yı bir ülke olarak tanısaydı, Moldoviyalı Neo Naziler Transnistria’daki Rus azınlığa eziyet ediyor bahanesiyle Moldova’ya giremeyecek, başka bir deyişle Moldovitalılar "Al Transnistria’yı, git, bizi de rahat bırak" diyebileceklerdi.

Sınırda durduk, buz gibi bir rüzgarla birlikte pasaport kontrol sırasına girdik. Sırada orta yaşlı bir adamla bir babuşka öyle bir kavgaya tutuştular ki, anlatamam. Birbirlerine tekme falan attılar. Güleceğim, hadi dedim, başımı önüme eğdim.

Kamuflaj üniformaları ile Rus askerleri pasaportlarımıza bakıyordu. Yine tam teçhizat, kamuflaj, AK-47 bir kadın asker pasaportuma baktı, ben de ağızım açık ona… Özene bezene yaratmışlar. Ben evli, o da silahlı olmasaydık, öyle sadece pasaportumu alıp gitmezdim sizin anlayacağınız. Şaka bir kenara buralarda kızlar çok güzel sevgili arkadaşlar. 

Mükemmel bir İngilizce ile ne kadar kalacağımı sordu, akşama döneceğimi söyledim.

Transnistria’ya girmiştim. Ne yazık ki burayı elli dördüncü ülkem olarak kayıtlarıma geçiremiyorum. Malumunuz, ülke olarak sadece BM üyesi/gözlemcisi 193 ülkeyi baz alıyorum. Herneyse, önemli olan nicelik değil niteliktir malumunuz.

Transnistria’ya gelmemin en önemli nedenlerinden biri, bu ülkenin genel kabul görmüş tanımlara göre son Sovyet devleti olması. Dikkat, Rus yada Doğu Bloku değil Sovyet diyorum. “CCCP” yani! Çocukken olimpiyatlarda, koşularda, güreş müsabakalarında falan görürdük, üzerinde CCCP yazılı formalarıyla atletleri.

Biz “CCCP” ’yi doğal olarak ve geleneksel umursamazlığımızla “Ce Ce Ce Pe” şeklinde okuruz. Bu umursamazlığımız ve bilgisizliğimizde yalnız da değilizdir. Birinci sınıf, pure-bred Amerikalı bir hillbilly de “CCCP” ’yi “Si Si Si Pi” diye okur. Halbuki gerçek telaffuzu “Es Es Es Er” şeklindedir - Kril “P”, Latin “R” ‘ye, “C” de “S” ‘ye karşılık gelir. Açılımı ise “Soiuz Soviyetskih Sosyalistiçkih Respublik”. Krill alfabesi ile şöyle yazılıyor: “Союз Советских Социалистических Республик”

İngilizce’si “USSR”, onun açılımı ise “Union of Soviet Socialist Republics”. Bizde ise “SSCB”, ya da “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği”.

Bunlarda her şey böyle karışık işte.

Oh these Russians…

SSCB, bugünkü, başta Rusya, Kafkaslar, Baltıklar ve Orta Asya cumhuriyetlerinden oluşmuş bir devletti. Buna yine SSCB güdümlü de olsa, kağıt üzerinde bağımsız olan Doğu Almanya, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Romanya falan gibi komünist ülkeleri eklediğimizde ise Sovyet Bloku’nu elde ediyorduk.

O günlerden bugünlere çok şey değişti tabii.

Günümüzde Rusya’ya sosyalist demek, bana Brad Pitt demek gibi bir şey haline geldi. St. Petersburg’da Nevski Prospekt’te, yada Moskova’da Kuznetsky Most’da yürüdüğünüzde Las Vegas’tan yada Tinseltown’dan - Hollywood, daha fazla şatafat, pırıltı, kısacası kapitalizm görürsünüz. Keza Pekin, keza Şangay. Herhalde Lenin de, Mao da mezarlarında fırıl fırıl dönüyorlardır.


Ama Transnistria hala sosyalist, hala gomonist.

Transnistria’da bu CCCP’ye, Lenin’e, Marks’a, Troçki’ye, Gagarin’e, Kızılyıldızlar’a, orak-çekiçlere çok sık rastlayacağız sevgili arkadaşlar.

Minibüsten inip, GooglaMaps’ten nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Bağlantı var ama yalan olmasın 2G falan gösteriyor. Bırakın harita indirmeyi, bir SMS’i bile beş dakikada gönderebileceği şüpheli.

"Tanku"
Telefondan ümidi kesip, bir büfeye gittim. Bir su aldım ve “Centrum?” diye sordum. Centrum, bütün doğu Avrupa’da şehrin merkezine gitmenin en sağlam yöntemidir.

Büfeci kadın yüzüme bile bakmadan “Şto?” dedi. Yani “Ne?” Bir daha “Centrum?” dedim, ama "Nyet!".

Etrafa bakındım, yolun kenarında bir taksi gördüm. Hemen atladım, “Centrum” dedim, yine “Şto?” İnternetten bakmıştım, oradan biliyorum, merkezde bir tank anıtı var. Oradan belki yakalarız dedim, “Tank?” diye bir kez daha sordum.

Yine “Şto?” olduk. Slavik dilleri konuşanların hayal güçleri sıfırdır. Tam söylemezseniz, hiç bir sözcüğü anlamazlar, yada anlamak için en ufak bir gayret göstermezler. 

Slavik dillerde bizdeki ismin halleri gibi isimlerin çekimleri vardır. Ben de başladım “tank” sözcüğünü çekmeye. “Tanki”, “tanka”, “tanke”, “tankiyu”…. Taksicinin ufku genişlemiş olacak, zihni açıldı, “Tanku?” dedi. “Da!” dedim, garanti olsun diye parmağımla tank topu yapıp, “Bum” dedim.

Sönmeyen ateş ve anıt
Taksici mutlu, beni merkeze getirdi. Gerçekten de eğimli bir kaidenin üzerinde 2. Dünya Savaşının en önemli reliklerinden biri olan bir Rus T-34 tankı vardı. Etiyle, kemiğiyle bir T-34’ü ilk kez görüyordum. Bu efsanevi tanka ilk kez elimle dokundum. Yine rakip Almanlar’ın bir Tiger tankına bir kaç yıl önce elimle dokunmuştum. Sanki külçe bir çelik yığınına dokunmuş gibi olmuştum. T-34 ise daha ziyade bir konserve kutusu duygusunu verdi bana. Ama bu T-34’leri o kadar fazla sayıda üretmişlerdi ki, çölde yorgun çakallara saldıran karıncalar gibi sayıca az Tiger’ları, Panzer’leri lime lime doğramışlardı.

Tank, anıtsal bir parkın başında yer alıyordu. Aynı parkta, savaşta ölen Rus askerlerin mezarları ile bir de onların anısına koca bir anıt ile sönmeyen ateş, yani bir “eternal flame” vardı.

Parlemento binası ve Lenin heykeli
Caddenin karşısında Transnistria’nın parlemento binası ve önündeki devasa Lenin heykelini görmek mümkün.

Parlamento binasının yanındaki başka bir parkta gönderde bir Transnistria, bir de Rusya bayrağı dalgalanıyordu. Altlarında ise ne olduklarını bilmediğim bir sıra başka bayrak vardi ki, olasılıkla bunlar Güney Osetya ile Abkhazya cumhuriyetleri başta, diğer yoldaş ülke ve otonom bölgelerin bayraklarıydı.

Bunların altında ise üzerinde koca bir orak-çekiçin bulunduğu bir yazıt vardı.

Parktan ilerleyip, üzeri yeşil prefabrik bir çatı ile kaplı, yarı açık bir alana ulaştım. İçeri girince anladım ki burası bir pazar yeri. Düşünebiliyor musunuz, Ankara’yı bilenler için, Meclis’in yanında kurulu bir pazar!

Pazardan çıkıp, merkez civarında yürümeye devam ettim.

Orak-Çekiç
Yakında bir Ortodoks kilisesi vardı. Transnistria’da gördüğüm ilk ve son kiliseydi, tankın yanındaki minicik şapeli-mesciti saymazsak tabii. Hoş, sevgili karıma bu şapelden bahsettiğimde, Ortodokside şapel bulunmaz dedi, o yüzden doğruluk bakımından minyatür kilise diyelim.

Biraz aşağıda ise Tiraspol’da gördüğüm ilk ve tek batılı anlamdaki alış veriş merkezi vardı. Marka olarak kulağa tanıdık gelen bir-iki isim görsem de, bu AVM çoğunlukla boş, ıssız bir yer görünümündeydi.

Başka bir fenomen, hem parklarda, hem pazar yerinde, hem de alış veriş merkezinde devamlı bir kadın sesi ile yapılan Rusça bir anons duyuyordum. Öyle kakafoni şeklinde değil, planlı, tekdüze, renksiz, ruhsuz, Pravda kılıklı bir anons. Zaman zaman kendimi bir Gulag’daymışım gibi hissettim.

Amacım, Tiraspol’da bir yemek yiyip, Kişinev’e dönmekti.

Back in the USSR
Trip Advisor’dan, Back in the USSR isimli bir restoran bulmuştum. Sovyet usulü bir restoranmış. Biraz yürüdükten sonra ulaştım.

İçeri girdim, beni bir garson karşıladı. Salonda masam yok ama istersen girişteki masada yiyebilirsin dedi. O saatten sonra yeni bir restoran aramak istemedim. Bir de hakkında okuduklarımdan sonra mutlaka nasıl bir yer, görmek istiyordum. Problem yok dedim, oturdum.

Giriş aslında büyük sayılabilecek bir salon. Her yer Sovyet relikleriyle dolu. Marks, Lenin, Stalin, Gagarin, vs portreleri, büstleri, Sovyet döneminden kalma telefonlar, Kızılordu üniformaları. Hatta masamın hemen yanında bir “Polkovnik”, yani albay üniforması vardı, sanki Tom Clancy romanlarından fırlamış gibi.

Ty moy polkovnik!
İlk iş şarabımı sağlama bağladım. Garson bana bir Merlot getirdi. Rusların şarabı teknik olarak içilmez. Kafkasya ve Balkan topraklarından başka zaten bildiğim kadarıyla ürettikleri bir şarapları yoktur. Ancak Transnistria buna çok kontrast bir istisna. Şarap, Moldova kökleri yüzünden mükemmel bir tada sahip. Ama yine içinde biraz Rusluk var, ufak bir mantar parçası şeklinde. Ne yapalım, Bordeaux’da değil, Tiraspol’dayız. Parmağımı sokup, çıkardım mantarı.

Fazlasıyla tipik, Slav usulü bir Steak geldi, şarabımla mükemmel eşleşti, günümü gün etti.

Yemek yerken üç kişilik başka bir grup geldi. İngilizce konuşuyorlar ama aksan hiç yabancı değil. Garson bana söylediklerini onlara da söyledi. Girişte benim masamdan başka masa olmadığı için onlara bahçeyi önerdi. Ama hava Sibirya derecelerinde, aklı olan kim dışarda oturur derken rehber olduğunu düşündüğüm kadın, yanında getirdiği turistlere dönüp, “Ayy, en iyisi bahçe zaten, oturur, rahat rahat sigaramızı içeriz” dedi.

Yoldaş Karl ve Vlad ile bir kadeh şarap!!
Gülmemek için zor tuttum kendimi, renk vermedim. Bir grup Türk turistin Transnistria’da ne işi olur diye düşündüm. Ancak Türk dediniz mi, mantık o noktada bitiyor. Her yerdeyiz işte böyle…

Tavırlarından restoranın sahibi olduğunu anladığım bir adam garsonlara şunu yap, bunu değiştir diye emirler yağdırıyordu. Gözü bana takıldı, tek başıma lobideki masada ne yaptığımı anlamaya çalıştı. Sonra yanıma gelip, “Priviet” dedi. Fazladan bir “Rusça bilmem, İngilizce konuşalım mı” repliğini engellemek için “Priviet” yerine “Hi” şeklinde cevap verdim.

Garsona dönüp, “Kimdir bu?” şeklinde bir şeyler söyledi. Ben de garsonun cevap vermesini beklemeden “I’m just a second-class customer, sitting here all by myself” dedim. Güldük. Kendini tanıttı, ismi Igor. Ben de kendimi tanıttım. “Nerelisin?” diye sordu, Türk grup etraftaysa duyar diye “İsviçreliyim” dedim, hani madem Türksün, niye Türkçe konuştuğumuzu duyduğunda bir şeyler söylemedin demesinler diye. Alınganızdır çünkü…

Klasik bir Slav steak...
Igor şarabı yer gibi içtiğimi gördü, “Şarap nasıl?” diye sordu. “Çok güzel” dedim. “Hangi şarabı getirdiler?” diye sordu, “Merlot” dedim. Olasılıkla birden fazla Merlot vardı, garsonu çağırıp hangisi diye sordu. Cevaptan pek memnun olmamış olacak ki, bana yeni bir şarap getirdi. Yeni şarap, buralarda yarışmalarda ödül alacak kadar güzel.

“Oturur musun?” Dedim, “Tamam” dedi. O da içecek bir şeyler aldı, sonra sohbete başladık. İngilizcesi mükemmel akıcı. Sovyetler’den başladık, EU’dan çıktık. Harika bir geyiğe döküldü iş. Türk (de) olduğumu söyledim. Bir çok kez Türkiye'de bulunmuş, üç beş kelime Türkçe de konuştuk.

İçerideki Rus gazileri bir sigara içmek için dışarı çıkarken bizi görüp, muhabbete katıldılar. Rusça, İngilizce, Sırpça, Polonyaca, Rumence, hatta Fransızca, artık herkes kendi bildiği hangi dil varsa, kaşını gözünü yara yara konuşuyor, mükemmel sohbet ediyorduk. Afganistan anıları, Kızılordu, Lenin, Putin, siz söyleyin, ben evet ondan da konuştuk diyeyim.

Minik bir Sovyet müzesi
Neredeyse iki buçuk saat geçirmiştim Back in the USSR’da. Rus gazileri kalktıktan sonra garson bana büyük salonu gösterdi. Burası tam anlamıyla küçük bir Sovyet müzesi. Duvar saatlerinden yazar kasalara kadar Sovyetler’den kalma aklınıza gelebilecek her türlü ıvır zıvır var.

Kişinev’e dönme zamanı gelmişti. Yediğim mükemmel yemek ve yanındaki anıtsal şaraptan sonra minibüslere kadar yürümek ayıp olacaktı. Bir taksi bulmak için sağa sola bakınıyordum ki, taksiyi taksiyi gökte ararken yerde, yanıbaşımda buldum. Tam oturacakken, yine Cosmo sayfalarından fırlamış bir kız kapıyı açıp, içeri oturdu. Taksiyi telefonla çağırmış. İngilizce yine mükemmel, bana “Nereye?” diye sordu. “Kişinev otobüslerine” dedim. “Ben de oraya gidiyorum, bin, seni götüreyim” dedi.

Durağa geldiğimizde taksi ücretini ödeyeyim dedim, “No” dedi. Paylaşalım dedim, yine “Nyet”. Beni yanlışlıkla başka bir yere giden minibüse binmeyeyim diye Kişinev minibüsünün yanına kadar götürdü, bilet alacağım yeri gösterdi.

Minibüste başka bir kız nerede, nasıl ineceğimi anlattı, Rusluk yapıp, hırlayan şoförü fırçaladı.

Sınırdan geçerken pasaport kontrolü için sıraya girmedik. Pasaportlarımızı topladılar, kontrolden sonra geri getirdiler.

Kişinev’de merkezde bir süpermarketten özel bir Moldova peyniri aldım. Akşam yemeğim bu peynir ve önceki gün aldığım Milestii Mici şarabı olacaktı.

Günü bu kombinasyonla bitirdim.

Moldova gezisine devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın❤️

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...