11 Mart 2024 Pazartesi

Gagavuzya - Komrat

Bizim jenerasyon ve civarının unutamadığı politik isimler vardır sevgili arkadaşlar.

Mesela Bülent Ecevit. Ona “Karaoğlan” derlerdi, “Halkçı Ecevit” derlerdi. Hattızatında ismim Bülent, dedem tarafından Ecevit’e atfen verilmiş.

Necmettin Erbakan vardı, “Aaziiiz ve muhterem din kardeşlerim” diye girerdi lafa. Ağır sanayii hamleleri yapar, her yere temel atar, kadayıfın altını kızartırdı.

Yada Alparslan Türkeş. O kendine has boğuk sesiyle “Gomonistler…” diye başlardı güne. Ben elbette hatırlamıyorum ama sevgili annem ve babam için Türkeş, 27 Mayıs ihtilalinin sembolüydü.

Ancak bu dönemin en renkli siyasi kişiliği hiç kuşkusuz Süleyman Demirel’di. O kendine has tarzı ile söyledikleri hep ilgimi çeker, gülümsetirdi beni. “Petrol vaaadı da biz mi içtik?”, “Dün dündür, bugün de bugün”, “Onlar ne veriyorsa bir fazlasını biz vereceğiz”, “Şapkamı alır giderim”, ve daha niceleri...

Hepsinin sevaplarından çok günahları vardı, ancak ülkelerini severlerdi. Işıklar içinde uyusunlar.

Binaenaleyh…

Komrat isimli, birçok kişinin nerede olduğunu bile bilmediği, vatan topraklarına uzak bu kentte, Demirel’in heykelinin önünde, yukarıda yazdıklarıma benzer düşünceler geçiyordu kafamdan.

Binanaleyh...
Buradaki kafa karıştıran unsur, Küba’da Atatürk heykeli var, eyvallah, Taşkent’te Timur’un, Ulam Batur’da da Cengiz Han’ın heykelleri… Ama Komrat’ta Demirel heykeli ne alaka değil mi?

Demirel’in yanında da diğer Türk devlet başkanlarının benzeri heykelleri var - heykel diyorum ama aslında büstleri. Mesela Haydar Aliyev, Nursultan Nazarbayev falan. Ancak Atatürk dururken, Demirle’e de ne oluyor böyle diye sorabilirsiniz doğal olarak.

Arzedeyim.

Komrat, Gagavuzya’nın başkenti. Gagavuzya da Gagavuz Türklerinin vatanı. “Gagavuz”, “Kök Oğuz” ’un söylenişi. “Kök” de “gök” demek, ağacın dibi değil.

Gagavuzya, Moldova’da özerk bir bölge. Yani Transnistria gibi sınırları, başkenti, parlementosu falan olan bir devlet. Ancak Transnistria’nın aksine Gagavuzya’yı bütün dünya tanıyor, ama bağımsız değil, özerk bir devlet olarak. Yani Gagavuzya’nın bir bağımsızlık iddası yok. Ta ki, Moldova’nın toprak bütünlüğüne bir hal gelene kadar. Anayasalarına göre, mealen söylüyorum, Romanya, Moldova’yı ilhak eder, yada bir sabah Putin “Dobroyutro” derse, Gagavuzya bağımsız sayılacak.


Sizin anlayacağınız bu Moldova, İngilizce’de Motley Crew derler, birbirinden alakasız insanların bir arada yaşamaya çalıştığı bir yer - bu arada ismini bu deyişten alan ve gerçekten çok sevdiğim Mötley Crüe grubunu da anmış olalım.

Rumenler, Ruslar, Gagavuzlar, Ukraynalılar…

Rumenler Ruslara, Ruslar Ukraynalılara, Gagavuzlar da hepsine gıcık.

Öyle uluslararası ilişkiler uzmanı falan değilim, sadece üç gün boyunca edindiğim izlenimlere dayanarak söylüyorum sevgili arkadaşlar, Moldova’nın bir ülke olarak kalabilmesi için ciddi bir gayret gerekiyor.

Ve aynı Transnistria’da olduğu gibi, bağımsız olmadığından dolayı, Gagavuzya’yı da 54. ülkem olarak kayıtlarıma geçiremiyorum.

Demirel’e dönersek, Gagavuzya’ya yardım başlatıp, ismini dünyada duyurmak için çok gayret göstermiş. Gagavuzlar da bunu unutmamış.

Gagavuzlar Türk dedik sevgili arkadaşlar. Hal böyle olunca da konuştukları dil Türkçe oluyor. Bugüne kadar Kazakistan’da turistlikten çömez seyyahlığa terfi edecek kadar vakit geçirdim. Azerbaycanlı, Özbek, Kırgız, Karakalpak, Başkurt, Kırımlı vs. insanlarla uzun ve yoğun şekilde sohbet etme fırsatım oldu. Bu deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki Gagavuz Türkçesi en az Azeri Türkçesi kadar bizim Türkçemize yakın. Biraz gayret göstererek rahatlıkla anlaşmak olası.

Gagavuzlar Hristiyan Ortodoks sevgili arkadaşlar. Şii Azerbaycan Türkleriyle ne yapacağını bilmeyen yobazlar, Gagavuzları herhalde yarı Türk falan sayıyordurlar, ancak Gagavuzlar bizden daha Türkler. Araplar’ı yalamaktansa, Türklükler’ini koruyorlar. Neyse, politikayı bırakalım şimdilik.

Gagavuzlar’ın sayıları da az değil. 250 binden yarım milyona kadar oldukları düşünülüyor. Gagavuzya’nın yanında Ukrayna, Rusya ve Türkiye de sayısı azımsanmayacak kadar Gagavuz yaşamakta.

Gagavuzların kökleri hakkında tartışmalar devam ediyor. Müslüman Türkler, bunlar olsa olsa Hristiyanlaşmış Türklerdir derken, Hristiyanlar ise, aklı başında hiç bir Ortodoks aslen Türk olamaz, o yüzden bunlar olsa olsa Türkleşmiş Hristiyanlardır demekte. Her iki faşist kafayı da bir kenara bırakırsak, Gagavuzlar Gagavuz işte. Selçuklular’dan da, Kıpçaklar’dan da, Peçenekler’den de, Yunanlılardan da, Bulgarlardan da gelmiş olsalar, sonunda her neyse o’lar. Başkentlerinde Türk büyüklerinin heykelleri var, demek ki kendilerini Türklere yakın hissediyorlar. O yüzden kafatasçılık yerine, dünyaya gelmiş en zeki, en ilerici liderin yolundan gidelim ve “Ne mutlu Türküm diyene” diyelim.

Komrat’a gelmek çok zor olmasa da biraz dolambaçlı oldu sevgili arkadaşlar. Kişinev’den Komrat’a direkt otobüsler Güney Otobüs Garı’ndan kalkıyor, ancak en erken otobüs öğlen saat birde, gara gitmekte bir saat alıyor, iki saat de yol. Uzun iş yani...

Cimişlia'ya giden bir minibüse bindim
Türküz anasını satayım. Dört saat otobüs beklemektense merkezdeki gara gittim, Transnistria’ya gittiğim minibüslerin bölgesinde bir önceki gün Tiraspol’u sorduğum adama bu kez Komrat’ı sordum. Adam şöyle bir düşündü, sonra gel dedi, beni bir minibüse götürdü.

Minibüs Cimişlia’ya gidiyor. Beni şoföre emanet etti, “Bunu Cimişlia’da Komrat minibüsüne bindir” dedi. Teşekkür ettim, minibüse bindim ve yola koyulduk.

Yolculuk Tiraspol ile neredeyse aynıydı. Kişinev sınırları dışına çıktığımız andan itibaren çukurlarla dolu, hoplaya zıplaya gittiğimiz asfaltlık oranı yüzde kırkı bulmayan bir yol üzerinde yine her parçasından ses gelen bir minibüs.

Cimişlia’ya ulaştık. Şoför sağolsun gözünü benden ayırmıyor, Komrat minibüsünün gelmesini bekliyor. Cimişlia benim çocukluğumun Sincan’ı gibi bir yer. En yüksek bina iki katlı, her yer toz-toprak. Minibüs durağında ise üç-beş büfe var. Birinden içeri girdim. Yüz kilodan fazla ağırlığı olan, ama fazlasıyla güler yüzlü bir kadın müşterilerine bakıyor. Tezgahın üzerinde açık bir şişe var, ya votka, ya rakıya. Arada bir gelenler bir tek atıp, tezgaha parasını bırakıyorlar.

Cimişlia, çocukluğumun Sincan'ı gibi
Bana ister misin diye sordu, yok dedim ama kendime bir placinta, bir de kahve aldım. Cebimde hala Tiraspol’dan kalma Moldovya Lei’i vardı, onlarla ödedim.

Benim büfeye girdiğimi farketmeyen şoför telaşlanmış, beni arıyor. Beni bulunca sevindi ama kızdı, yanımda dur, bir yere ayrılma dedi.

Komrat minibüsü gelince beni bu kez Gagavuz şoföre emanet etti, biz de yola koyulduk.

Komrat’taki otobüs garı bayağı şehrin dışında. Otobüslerin hemen yanında da beklendiği üzere taksiler var. İlk taksici ile gayri ihtiyari İngilizce konuştum, nada. Türkçe “Beni çarşıya götürür müsün?” dedim, “Çok yakın, on dakika yürürsen ulaşırsın” dedi.

Başladım yürümeye. Doğru yöndemiyim diye bir kontrol olsun diye tezgah açmış bir babuşkaya “Çarşı?” diye sordum, “Devam” dedi. 

"Devam", it is…

Gagavuz üzüm bağları
Merkezimsi bir noktaya ulaştım, tam “merkeze” gitmek için yoldaki başka bir adama bir daha “Çarşı?” yaptım. Aksanımdan çıkardı elbette, bana bir kebapçı dükkanını işaret etti. “O seni anlar” dedi. Kebapçıya gittim. Kebapçı dediysem bir büfe. Camdan içerdeki arkadaşa “Türkçe konuşuyor musunuz?” diye sordum. “Evet” dedi. Pırıl pırıl bir Türkçeyle bana cevap verdi. Gagavuz olmasına olanak yok. Zaten biraz konuştuktan sonra ‘torpağım’ çıktı. Ankara'dan Gazi Mahallesi'nden bir arkadaş. Türkçesi, Avrupa’da rastladığım Türkler’in topundan daha temiz, daha düzgün. Komrat’a yolunuz düşerse bir dönerini yiyin mutlaka. İsmi Bahadır.

Bana önemli noktaları tarif etti.

İlk olarak hemen yanı başındaki kiliseye gittim.

Çok büyük, çok güzel bir kilise. Ortodoksi’deki sınıflamaya çok hakim değilim ama olasılıkla “temple” dedikleri, Katolisizm’deki katedral muadili bir mekan. 

Merkezdeki kilise
İçeri girdim, herhalde öncesinde bir servis vardı ki, bir grup rahibe ortalığı toparlıyordu. Hepsinin de başı örtülü, aynı bizim Anadolu başörtüsü. Bu bölgede başörtüsünü çok kullanıyorlar. Başrahibe olduğunu düşündüğüm kadına yaklaştım ve İngilizce “Resim çekmemin bir sakıncası var mı?” diye sordum. Çok güzel bir İngilizce ile “Tabii ki çekebilirsin” dedi, hatta rahibelere ortalığı toparlayıp, kadrajdan çıkmaları için bir işaret yaptı.

Ortodoks kiliselerini çok severim sevgili arkadaşlar. Katolik kiliseleri gibi karanlık, kasvetli, hüzünlü mekanlar değillerdir. Tam aksine aydınlık, renkli, cıvıltılı yerlerdir. Her yer rengarenk fresklerle, mozaiklerle, tablolarla doludur. Çoğunlukla oturmak için sıraları yoktur - aksini sadece bir kez Selanik’te görmüştüm. Herkes ayakta gezinir, konuşur, sosyalleşir. Katolik kiliseleri ise çarmıhtaki İsa, ağlayan kadınlar, acı çeken erkekler ve etraftaki üzgün meleklerle doludur. Herneyse. Bu bir eleştiri değil, sadece bir gözlem. Kimsenin inancını sorgulamak haddime değil elbette.

Çok işlerini aksatmamak için hemen bir iki resim çekip, teşekkür ettim ve ayrıldım.

İkinci durağım Demirel’in de heykelinin bulunduğu üniversite oldu. Oradan da bir kahve alıp, gezinmeye devam ettim. Fırsat buldukça Türkçe konuşmaya çalışıyordum, bizim Türkçe ile yakınlığını anlamak bakımından. Örneğin kahve alırken kızla sadece Americano istememe rağmen içine biraz süt koymasını söylerken İngilizce’ye dönmek zorunda kaldım.

Atatürk Kütüphanesi
Gagavuzlar çok candan, çok yardımsever insanlar. Hepsi ilgi gösteriyor, yardımcı olmaya çalışıyorlar. Dil de ortak olunca muhabbet fazlasıyla tatlılaşıyor.

Gagavuz parlementosu önünde resim çektiren bir kompatriotumuzu gördüm. “Atatürk kütüphanesi nerede?” diye soruyordu. Acaba ben mi yanlış gördüm diye bir kez daha baktım. Caddenin tam karşısında koca bir TİKA amblemi ve Atatürk Kütüphanesi tabelası vardı.

Ben TİKA’yı kökenlerine ve iktidar ile aralarındaki tasvip etmediğim İslam ağırlıklı ilişkiye rağmen seviyorum sevgili arkadaşlar. Yurt dışında bence tanıtım için güzel işler yapıyorlar, yani kurulma mantığı fazlasıyla geçerli. Gördüklerim arasında Montenegro’da, Bosna’da ve Gagavuzya’da fazlasıyla aktifler.

TİKA'nın bahçesindeki Atatürk büstü
Ne var ki kütüphanenin bahçesindeki minicik, bakımsız Atatürk heykeli yüzünden çok içerledim TİKA’ya. Bundan çok daha iyisini yapabilirlerdi bana sorarsanız.

Gagavuzya’ya gelip, Gagavuz yemeği yememek ama daha da önemlisi Gagavuz şarabı içmemek olmazdı. 

Otobüs durağındaki bir grup öğrenciye “İyi bir restoran nerede bulurum?” diye sordum. Gençlerle konuşmak çok daha zevkli sevgili arkadaşlar. Mesela Türkçe’deki farklılıklardan dolayı anlaşamadığımızda, yaşlılar belki şimdi anlar diye aynı sözcüğü şuursuzca, defalarca tekrar ederken, gençler hemen cümleyi başka şekilde kuruyor, farklı sözcükler kullanıyor, garanti olsun diye sağ, sol gibi yönleri bir de el işaretleriyle gösteriyorlar.

Tarif ettikleri restorana gittim ama bir şirket toplantı için kapatmış. Restoranın sahibi benle birlikte dışarı çıktı, şarapla ilgilendiğimi de söyleyince başka bir restorana telefon açtı, acık olduklarına emin olduktan sonra bana bir taksi buldu. 

Taksi beni öyle bir yere getirdi ki, Komrat’a sadece burası için bile bir kez daha gelebilirim.

Mekanın ismi Komrat Şaraphanesi.

Bağların ortasında, benzerlerine sadece Fransa’da yada İsviçre’de rastlayabileceğiniz güzellikte bir yer. Aslen şarapçı ama restoranı da var.

Garson bana mükemmel bir masa buldu. Restoran boş ancak çok rezervasyon varmış, bir-iki saate dolar dedi.

Garsonun ismi Pavel, Gagavuz elbette ve Türkçe konuşuyoruz. Ancak Türkçe’yi öyle bir konuşuyor ki, sanki mahalleden çocukluk arkadaşım. “Yanlış anlama ama bu nasıl Türkçe?” diye soramadan edemedim. “Ankara’da, Mamak’ta on sene yaşadım” dedi. Güldüm, “Ben de askerliğimi Mamak’ta yaptım” dedim.

Bana tabii ki şaraphanenin şarabından getirdi, bir bardak koydu. O ne şarap öyle! Ölene kadar içsem bıkmam. Pavel şarabı nasıl şehvetle içtiğimi görünce, hafifçe gülümseyerek “Şişeyi bırakayım mı?” diye sordu. “Bırak abicim, bırak” dedim.

Gagavuz Şarabı
Bir mercimek çorbası, yanında da yoğurt sosu ve peynirle birlikte polenta yedim. Sonrasında da bir peynir tabağı. Ağız tadının dibi sizin anlayacağınız.

Komrat’tan çok sıcak duygularla ayrıldım. Akşam yemeğimi İngiliz Steakhouse’da yedim, ve mahşeri otobüs yolculuğuyla Bükreşe geri döndüm. Hiç bir yerde durmadan havaalanına gittim. Uçağa atladım ve çok özlediğim sevgili kızımla karımı Basel havaalanında buldum.

Nalcı ailesinin dördüncü ferdiyle de ilk kez burada müşerref oldum. İsmi Cherry. Bir Fars kedisi. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 Sırbistan’dan getirdiler.

Moldova gezisi böyle sevgili arkadaşlar.

Şöyle bir toparlarsak, belki de Avrupa’da yaptığım en ilginç yolculuk diyebilirim.

Bir kere Moldova şarap demek, nokta. Dünyanın en eski ve en güzel şaraplarından biri Moldova şarabı. Hem Moldova, hem Transnistria, hem de Gagavuzya birer şarap cennetleri. Eğer şaraba biraz da olsa ilginiz varsa kaçırılmaması gereken bir yer. Fiyat olarak da çok çok makul. Birinci sınıf Fransız şarabı kalitesinde bir şarabı, Türkiye’den ucuza içebiliyorsunuz.

Moldova’nın kendisi Avrupa’nın en fakir ülkesi. Ancak insanlar çok iyi, çok yardımsever. Yemekler de fazlasıyla güzel.

Transnistria, dünyada görülebilecek en ilginç yerlerden biri. Gençliğimin soğuk savaş dönemini bir kez daha yaşadım.

Gagavuzya ise, biraz tarihe, özellikle de Türk tarihine ve Türki topluluklara ilgi duyuyorsanız, kaçırmamanız gerekli bir yer.

Ancak söylemeden edemeyeceğim, eğer Youtube’da Türk gezginlerini izleyip, buraya gelmeye karar verdiyseniz, biraz moderasyon öneririm.

Bir kere bu gezginler biraz cehaletten, biraz da click-bait olsun diye tam gercekleri yansıtmıyorlar. 

Örneğin Demirel heykelini öyle bir anlatıyorlar ki, sanırsınız, tüm Gagavuzya Demirel’e tapınıyor. Sadece Demirel'in heykelini gösteriyorlar, onu Gagavuzya'nın Napolyonu kalıbına sokuyorlar. Malum, oryantal bir halk olarak böyle melodramatik anlatımları severiz. 

İşin gerçeği, Demirel’in heykeli, oradaki bir çok heykelden sadece biri. Elbette Gagavuzlar Demirel’e sempati besliyorlar ama bu cahilleri dinlerseniz sanki Gagavuzya, Demirelistan olacakmış ta, son anda Gagavuzya kalmış dersiniz.

Benim sinirlerimi en çok kaldıran ise bu gezginlerin Gagavuzlar’la konuşurken, tepeden bakan, nobran, ağır abi tavırları. 

Hele bir tane süzme salak var ki, Gagavuzlar’ı neredeyse sorguya çekiyor. “Söyle bakayım Türkiye güzel ülke, de mi?”, “Türkiye’de yaşamak istersin de mi?”.

Bu sersem farkında değil. Kendisi bilmem kaç tane red yedikten sonra, bir yetkilinin karşısında hazrola geçip, anasının babasının tapusunu gösterip, valla, billa geri döneceğim diye yalvararak, on beş günlük Şengen vizesi alıyor, sonrasında da sevincinden Youtube’a kutlama videosu atıyor. 

O tepeden baktığı Gagavuz ise, aklına estiğinde pasaportunu gösterip, vizesiz, mizesiz bütün Avrupa’yı gezebiliyor.

Gerçi aynı zeka küpü, “Sıpasiva, Moldovyaca’da teşekkür ederim demek” de diyor. İşin aslı o sözcük “Sıpasiva” değil, “Spasiba”, Moldovyaca değil, Rusça, hattızatında Moldovyaca diye bir dil de yok, Moldova’da Rumence konuşulur. Ama memleketimin insanı işte. Her şeyi bilir, bilmediği tarafı da şeytani zekasıyla kıvırır.

Başkaları Gagavuzlara “Niye Hristiyansınız?” diye soruyor. Nasıl bir ukalalık, nasıl bir eşeklik bu? Sana ne amk, ne isterlerse o olurlar. Onlar sana “Sen niye Müslümansın?” diye soruyorlar mı?

Konudan çok sapmayalım, ancak bunlar İkinci Dünya Savaşında Lenin’e Hitleri kovalatıyor, Saint-Petersburg’a bir Asya şehri diyor, Musa’ya İncil’i indirtiyorlar falan. En komiği de Fas’ta bu cahillerden biri, kırık İngilizcesiyle bir şeyler zırvaladığında, karşısındaki Fransızca cevap veriyor, bu da “Kusura bakma, ben Arapça bilmiyorum” diyor!

Gelmek istediğim nokta, hem ucuz, hem yakın, hem de vize gerekmiyor diye, aklı evvel her wannabe Türk gezgini buraya gelmiş ve bu insanlara sakillik yapmışlar. Lütfen onlar gibi olmayın.

Son söz.

Eğer amacınız modern bir Avrupa ülkesi görmekse, Moldova doğru yer değil, Paris’e, Londra’ya, Viyana’ya falan gidin. Ancak biraz maceracı bir ruhunuz var, biraz da şarap seviyorsanız, hemen yarın atlayıp, gelin.

Elinizi de biraz çabuk tutun. Moldova bu haliyle çok uzun ömürlü olmayabilir.

Akşamınız güzel olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...