29 Mart 2020 Pazar

Corona Sonrası...

Sevgili arkadaşlar, bir laf vardır, arkadaşını zor ginde tanırsın diye. İşte bu salgın günlerinde, normal zamanda adam saydığınız, söylediklerine değer verdiğiniz bir dolu adamın aslında ne kadar sığ, ne kadar boş olduğunu anlıyorsunuz.

Yobazlar hemen bu salgının sebebi zina, anal seks, ibneler falandır diye atladılar ortaya. Garp cephesinden yeni bir şey yok sizin anlayacağınız.

Benim ağızımı açık bırakanlar aslında sosyalistler oldu, yani çav bellalar. Bir çoğu ortaya çıkıp, bu salgının nedeninin kapitalizm olduğunu, bittiğinde de kapitalizmin mezara girip, sosyalizmin dünyaya hakim olacağını falan söylüyorlar.

Arkadaşlar içim acıyor böyle aptalca şeyleri duyduğumda.

Ne alakası var yahu kapitalizmle Coronavirus'ın?

Kara veba ortaya feodalizm yüzünden mi çıktı? Bu işin ortaya çıktığı Çin ne zamandır kapitalist (bu argümanı kullandığım kerelerden birinde başka bir aklıevvel çıkıp, Çin dünyadaki en kapitalist ülkelerden biri dedi, içim acıdı, Çin en az ABD kadar emperyalist olsa da ekonomik olarak kapitalist bir yönetime sahip değil, ama kim dinler, herif için "emperyalist", "kapitalist", "liberal", "Rockefeller" falan hep aynı şeyi ifade ediyor)?

Farzedelim ki sebep kapitalizm (!), nereden biliyorsun be adam, sebep kapitalizm diye salgın bittiğinde sosyalizm gelecek? Ya krallar, imparatorlar geri gelirse? Ya Gene Roddenbery'nin Galaktik Federasyon sistemi kurulursa? Nasıl bir olguya, ne tür bir veriye bakıyorsun da, daha kendinin bile tam olarak anlamadığı sosyalizmin dünyaya hakim olacağını söyleyebiliyorsun?

Naiflik, tembellik, cahillik ve ukalalık!

Adam o kadar saf ki kendine göre iyinin galip geleceğine inanıyor, o kadar cahil ki ona doğru gibi gelen her şeyin doğru olduğuna emin, o kadar tembel ki inandığı şeyin tam olarak ne olduğunu araştırmaya bile tenezzül etmiyor, ve öyle bir ukala ki, sanki söyledikleri yüzde yüz gerçek, yüzde yüz doğruymuş gibi cesur yürek anlatıyor sana, bana. Birde öyle bir anlatıyor ki, adamın kendisi Einstein, sen de Bilal'mişsin gibi...

Tembellik, cahillik ve özellikle ukalalık bize mahsus olsa da, batıda naiflik çokça bulunur.

İşin aslı, bu salgın batıda aslında biraz da bu naifliğin ortadan kalkmasına yol açacak gibi.

Sizlere yıllardır yazıyor, aynı görüşümü tekrarlıyorum. Bu Avrupa Birliği projesi tarihin en büyük Sülün Osman vakasıdır.

Aslen Almanya ile Fransa savaşmasın diye ortaya konmuş, sonra da etraftaki ülkelerin de katılımıyla gümrüksüz, ortak bir pazar haline gelmiştir. Ancak bütün bu ortak pazar ülkeleri, mahallenin esnafı gibidir. Yan mahalleden rekabet geldi mi, birleşip dayılanırlar, ama iş kendi karlarına geldiğinde ortak esnaf falan dinlemezler, sokuverirler kazığı birbirlerine.

Bu ülkelerin tek bir ortak özelliği vardır, dinleri. Ancak onları bir arada tutan bu ortak dinleri değil, bu birlikten elde edecekleri karlardır.

Sovyetlerin dağılıp, bu "wannabe" EU ülkelerinin ortaya çıkmasından sonra bunların hepsini ortak din, ortak tarih, ortak coğrafya falan diye birliğe aldılar. Bütün altyapılarını batı Avrupa yaptı, gıda, giyim, turizm gibi alanlarda yirmi senelik bir cenneti yaşadı.

Ama Paris'i sadece kaçak filmlerde görüp imrenen Polonyalı nesil gidip, doğduğundan beri bir backpack ile her yaz Paris'e gidebilen yeni nesil gelince, bir de bu yeni nesil batıdaki denklerinin yarı maaşına iş yapmaya başlayınca, batı Avrupa dur bakalım hemşerim demeye başladı.

Yine de, özellikle orta ve doğu Avrupalılar hala zor zamanlarında batının ortak tarih, ortak din falan diye bunlara destek atacaklarına inanıyorlardı.

İlk kazığı Suriye mültecilerinde yediler. Bütün din kardeşleri zart diye sınırlarını kapayıp herkes kendi başının çaresine baksın dediler. PIGS krizinden bu işe şerbetli Yunanistan için sürpriz olmamıştı bu, ama Macarlar, Çekler, Hırvatlar ve EU olmasalarda Sırplar bu işe bayağı şaşırmıştı.

Sonra bu salgın geldi, ama yardıma muhtaç Sırbistan'a ne bir Fransız, ne bir Alman doktoru gitti. Sadece Çin ve Rusya el uzattı. Onlar da yemişim bu Avrupalılık işini dediler tabi.

İtalya daha da bir sarsıldı. Çünkü Avrupa'da kast türü bir sınıflama vardır. Bir Müslümana karşı hepsi birleşir. Müslüman gidince kalanları birlik olup, Ortadoksları kovalarlar. Sonrasında Slavlar gider. Bu, Belçika'nın bilmem ne şehrinde Fransızca ve Flamanca konuşanlardan biri galip gelene kadar sürer.

İtalya'nın sürprizi işte burada gerçekleşti. İtalya, Roma İmparatorluğu'nun mirasçısı, Katolisizmin kalbi olarak bu kast sıralamasında bayağı üstte bir ülkedir, o yüzden İtalyanlar, mesela Polonya'ya yapılan bir haksızlık kabul edilebilir olsa da aynısı İtalya'ya yapılamaz şeklinde düşünürler.

Ne var ki bugün İtalya'da da Alman, Fransız, İngiliz değil, Kübalı, Rus ve Çinli doktorlar var.

İşte bu salgından sonra illa bir şeyler değişecekse bence bu Avrupalılık anlayışı değişecek. Ülkeler artık bu yalanı biraz daha dikkatle sorgulayacaklar.

Bundan ders alıp, gerçekten bir toplum, bir ülkeymiş gibi davranmaya başlayabilirler tabi, ama bana sorarsanız tam tersi olacak ve bu birlik gevşeyecek.

Ancak yeni bir gelişme olur, tekrar çıkarlar örtüşürse, Avrupalılar bu olan bitenleri hiç problemsiz, çok kısa zamanda unutabilirler. Bir de bakarsınız, Rusya ile birleşip, Amarikalıların karşısına dikilmişler. Olmaz olmaz demeyin 😉

Bu salgının en çok Etkileyeceği ülke ise Amarika olacaktır.

Avrupa'da, hafif medeni bir ülkede emeklilik yaşına geldiğinizde, bir kuruşluk birikiminiz yoksa bile sosyal yardımlarla çok fiyakalı olmasa da gayet kabul edilebilir düzeyde bir hayatınız olabilir.

Amarikada ise birikiminiz yoksa batmışsınız demektir. Sosyal yardımlar yok denecek kadar azdır. Kaderinizle baş başa kalırsınız.

Bu yüzden çalışan hemen herkes emeklilik için bir kenara para koyar. Bu paralar da vadesiz hesaplarda falan değil, özel emeklilik fonlarında toplanır. Bu fonlarda ise hisse senetleri ve şirket tahvilleri ağırlıktadır.

Bu salgınla hisse senetlerinin değeri yüzde yirmi beş civarında düştü, daha fazla düşmeye de devam edebilir.

Herkes evlere kapanıp, harcamayı bıraktığından, insanların normalde satın alacak oldukları mal ve hizmetleri üreten şirketler de küçülürler, ya da iflas ederler. Böylece tahvillerini geri ödeyemezler.

Hisse senedi ve tahvillerdeki bu değer düşüklüğü de bu fonlardaki trilyonlarca doların buharlaşması demektir.

Bu durum sokaktaki Amarikan vatandaşını bayağı mutsuz eder. Şirketler küçüldüklerinde ya da iflas ettiklerinde işsizlik artar, insanlar daha da mutsuzlaşır. Bu söylediklerim dünyanın her ülkesinde olacak olsa da ABD'de sosyal devletin küçüklüğünden en büyük etkiyi yaratacaktır.

Bu da, başta Trump, benzeri zırzop liderlerin sonunu hızlandırabilir.

Trump uzunca bir süredir attığı "presidental" tweet'lerle borsayı zaten bir yo-yo topuna çevirmişti. Birer gün ara ile attığı tweet'ler neredeyse birbirlerinin tam aksi şeyler söylüyordu. Bu tweet'lerin hangi yöne geleceklerini bilenler elbette bu işten güzel para kazanıyordu. Ancak tweet'lerin yönünü önceden bilmeyen normal yatırımcılar bu keyfiyetten dolayı piyasalara güvenlerini kaybetmişlerdi.

Trump, krizin ilk günlerinde de bu 'sabah aydım, akşam caydım' tweet'lerini sürdürdü. Borsa tarihin en yüksek dalgalanmalarından birini yaşadı. Yatırımcılar da yeter artık lan dediler.

İşte bu nedenle global yatırımcılar Coronavirus krizi bittiğinde biraz daha dürüst, biraz daha öngörülebilir yatırım araçları aramaya başlayabilirler. Elbette başta değindiğim avanak sosyalistlerin umdukları üzere Kibutz koperatifleri kurmayacaklardır, ama başka bir borsa, başka bir ülke yada başka bir lider benzeri fikirler sürpriz olmaz.

Bu pilav daha çok su kaldırır sevgili arkadaşlar. Daha krizin sonlanmasına çok var, o yüzden çok şey değişebilir. Ama biz bu yazıyla en azından beyin egzersizimizi başlatmış olalım.

Sevgi ile kalın ❤️

19 Mart 2020 Perşembe

Garip Kongolu

Sevgili arkadaşlar bu yazı için lütfen biraz sabır.

Farzedelim ki topaç gibisiniz. Hayli sağlıklı hiçbir grip nezle öksürük, aksırık falan gibi problemleriniz de yok. Ama şeytan dürttü lan acaba ben de Koronavirüs var mı dediniz ve gittiniz bir tahlil yaptırdınız. Hikaye bu ya testiniz de pozitif çıktı, yani bu Koronavirüsü bir yolunu bulup size bulaşmış.

Başınıza ne gelir dersiniz?

Örneğin ambulanslar, polisler, hemşireler, doktorlar, silahlı nöbetçiler, karantina, kilit, vs...

Vallahi Türkiye’de ne olur bilmiyorum ama eğer buralardaysanz doktorunuz size bir-iki basit ilaç yazıp eve gönderir.

Şaşırmayın, çok ciddi söylüyorum. Ne kimse polisi çağırır, ne de doktorlar hemşireler sizi apar topar paketleyip karantinaya alırlar.

Bunun da çok geçerli bir sebebi var.

Koronavirüsü tedavi edilebilir bir hastalık değil.

Koronavirüsü kapmış bir hasta için şu anda yapılabilecek tek şey bu hastalığın belirtilerini yani semptomlarını azaltıp sizi rahatlatmak, elbette eğer semptomlar ağırsa tıbbi müdahale ile sizi hayatta tutmak.

Hal böyle olunca da eğer ciddi semptomlarınız yoksa bu hastalığı evde ya da hastanede geçirmenizin bir farkı kalmıyor. Sadece hastanede bir yatağı, hastabakıcıları, hemşireleri, doktorları vs meşgul ediyor olacaksınız. Bunun yerine evinize gidip, rahat yatağınızda Netflix seyretmeniz, eğer semptomatik olursanız da hastaneye geri dönmeniz çok daha mantıklı.

Eğer bu virüsü kapmış her hastayı hastanede karantinaya alıyor olsalardı hiçbir ülkedeki hastanelerin yatak kapasitesi bu işe yetmezdi.

Çok ciddi söylüyorum. Düşünün COVID-19 pozitif çıkan birinin en azından evde karısına, çocuğuna, iş yerindeki arkadaşlarına komşularına bu virüsü bulaştırmış olma ihtimali çok yüksek. Çocuklar da okuldaki arkadaşlarına, onlar da evdeki anne-babalarına, anne-babalar kendi komşu ve iş arkadaşlarına...

Eğer COVID-19 hastaları takip edilip temasta bulunduğu her insana test yapılmış olsaydı, ortaya çıkacak COVID-19 hasta sayısı şimdikine nazaran inanılmaz boyutlarda olurdu, çünkü COVID-19 çok kolay bulaşan bir virüs.

Zaten bundandır hükümetler koronavirüsünın tespitinden çok yayılmasını engellemeye yönelik önlemler alıyor.

COVID-19 virüsünün, artık iyi diyebilirsek, iyi bir tarafı ise ölümcül olmaması. Hatta ciddi bir rahatsızlığı olmayan insanların hemen tümü bu hastalığı ya sıfır semptom, yani farkında bile olmadan, ya da çok hafif semptomlarla atlatabiliyor. Geri kalan hastalar izlenebilir semptomlar geliştiriyorlar, ve özellikle ileri yaşta olanlar ne yazık ki bu virüs sonucunda hayatlarını kaybedebiliyorlar.

İşte bu yüzden tahlil yapıp COVID-19 virüsü kapmış hastalığı yani vakaları tespit etmek sadece istatistikleri daha hassas duruma getiriyor. Düşünün, adamda COVID-19 var ama semptomatik değil. Bu adamı nasılsa eve göndereceğinizden, onun COVID-19 pozitif olup olmaması çok fazla bir şey değiştirmiyor.

Bu işten anlayanlar her gün ülke basınında yayınlanan vaka iyileşme ve ölüm sayılarını pek ciddiye almıyorlar, çünkü bilinmeyen, tespit edilmeyen ve hastaların farkında olmadan iyileştiği vaka sayısı o kadar fazla ki tespit edilenler bir fikir vermekten çok uzak kalıyorlar.

Bir web sitesi var ve ben her gün sadakatle izliyorum. Sözcü gastesi de zaman zaman bu siteden alıntı yapıyor. Bir Excel tablosu var ve bu tabloda her ülkenin kaç COVID-19 vakası olduğu ve bunlardan kaçının iyileştiğini yayınlıyorlar. Kongo mudur, Zambia mıdır bir ülke var, en çok ona gülüyorum. Sadece bir tane COVID-19 vakası var ve bu sayı günlerdir değişmiyor. Yani garip hasta ne iyileşiyor ne ölüyor. Sanki sadece bir tek COVID-19 virüsü Wuhan kentinden uçmuş Kongolu bu garibin kıçından girmiş, bu adam da virüsün girdiğini anlayınca kimseye bulaştırmayim diye yalnız başına kaçmış ormanın ıssız bir köşesinde ölmeyi bekliyor.

Tamamen zırva sizin anlayacağınız. Aynı bizimkiler gibi. Memlekette hastalığı tesbit edebilecek tahlilleri engelleyip, bizde sadece kırk vaka var demek artık ne kadar inandırıcı, siz düşünün. Neyse ki sonucu yukarda belirttiğim üzere ciddi değil. Kim bilir kaç ukala dümbeleği muhalif ve hüloooğğğ farkında bile olmadan COVID-19 oldu ve iyileşti...

Profesyonellerin tahmin ettikleri gerçek vaka sayısı bu rapor edilenlerden binlerce kat yüksek. Ben Türkiye’yi sordum, bana söyledikleri 80 milyonluk Türkiye‘de en az 1 milyon vaka vardır diyorlar. Bu kafadakiler de zaten önümüzdeki bilmem kaç yıl içersinde Alman nüfusunun %70 inin falan bu virüsü kapancağını söyleyenler.

Medya elbette bu rakamları bir kıyamet günü belirtisi gibi servis ediyor ancak düşünürseniz bu sadece önümüzdeki bilmem kaç yıl içersinde kaç kişinin grip olacağından farklı rakamlar değil. Aynı hesaba göre ölüm oranının on binde bir falan olduğunu düşünürsek öyle katastrofik bir sonuçtan da bahsediyor değiliz.

Lütfen yanlış anlamayın. Bu salgının boyutunu ve sonuçlarını küçümsüyor değilim. Sadece medyanın ve beklentisi tamamen politik ya da finansal olan çevrelerin bu işi büyüterek bizleri korkuttuğunu düşünüyorum.

Peki durum böyleyse bu İtalya’da olanlar ne?

İtalya’da olanları anlamak için biraz İtalyanları anlamamız gerekiyor. Öncelikle İtalya’nın çok yaşlı bir nüfusu var. Ve İtalyan halkı da karekterleri itibarıyla öyle çok disiplinli düzenli organize bir topluluk değil. Bu konuda biraz da bize benzerler, öyle çok karantinaya hijyene evde oturmaya falan gelmezler.

Nüfusu yaşlı olduğu için COVID-19 kapattıktan sonra ağır semptom geliştirenlerin sayısı bir anda o kadar çok yüksek boyutlara ulaştı ki İtalyan hastanelerinde bu hastaları tedavi edecek kapasite bir anda aşıldı. Sonra da ikinci Dünya Savaşı ndan kalma sahnelere tanık olduk. Genç doktorlar yaşlı hastaların hangilerinin yaşayacağına hangilerinin ölüme terk edileceğine karar vermek zorunda kaldılar.

Zaten bu sokağa çıkma tedbirlerinin bütün Avrupa ve sonrasında dünyada uygulanmasının birinci sebebi de hastanelerdeki yatak kapasitesini, özellikle yoğun bakım kapasitesini zorlamadan bu salgını atlatmak. Bu işi bilenler bu hastalığın yayılmasını tamamen önlemenin imkansız olduğunun farkındalar. Alman nüfusunun yüzde bilmem kaçı İngiltere nüfusunun binde bilmem kaçının falan bu hastalığı eninde sonunda kapacağını öngörmelerinın nedeni de bu. İşte bu yüzden insanları evde tutarak bu salgının hızlı bir biçimde yayılmasını önleyip yoğun bakım kapasitesini rahatlatmayı hedefliyorlar. Ha bir de arada belki bir aşı, bir tedavi yöntemi bulunur diye umuyorlar.

Yani Avrupa temelinde özetlersek, bu olan bitenin devletlerin yaşlı nüfuslarını kurtarma çabası olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanlık COVID-19 virüsünü de atlatacak, bizler de bugünleri bir tebessümle hatırlayacağız. Ancak tehlike geçmiş olmayacak. Basit bir grip virüsünün bizi ne hallere düşürdüğüne bakarsak, daha ciddi ve ölümcül bir virüsün nasıl zarar verebileceğini kestirebilirz. İşte bu yüzden çabalarımızı böyle bir salgınla mücadele etmeye odaklanmalıyız. Bunun yöntemi de hastanelerimizi ve sağlık personelimize bu işe hazır tutmak.

Ben temenni etmiş olayım da...

5 Ocak 2020 Pazar

Yeni Indiana Jones Filmi

Eğer Harrison Ford ölmezse, Spielberg kesin Paris'te bir Indiana Jones filmi çeker, çünkü Paris, Paris olmaktan çıkmış, Marakeş'e dönmüş anasını satayım...

Bu Kuzey Afrikalıları alıp, ucuz işgücü diye hiç bir eğitim vermeden sağa sola atmaya devam ederlerse, memleket de Fransa olmaktan çıkar, Arabistan'a döner tabi.

Paris bu kez nükleer savaş sonrası Mad Max filmleri gibiydi. Hiç bir şey doğru çalışmıyordu. İstasyon görevlisinden McDonald's daki kasiyere kadar karşılaştığımız herkes lakayıt, ne yaptığının, ne konuştuğunun farkında olmayan kaba saba, ve ne yazık ki Kuzey Afrikalı adamlardı.

Az önce McDonald's'da makineyle 🐝Mezzy🐝 için Happy Meal siparişi veremedik. Happy Meal tuşuna basınca iki yuroluk bir oyuncak yazıyordu sadece. Zaten verdiğimiz siparişi de doğru hazırlayamadılar. Bir cheeseburger'ı unutmuşlardı.

Trenimizin kalkmasına on dakika kala hala hangi yola gideceğimizi bilmiyorduk.

Disneyland'de beş gün boyunca "Grev yüzünden tren seferleri aksayacak, (elli metre yandaki) istasyondan yeni kalkış saatlerini öğrenin" diye anons yaptılar. Bir tabelaya yazıp, parkın girişine koysalar elleri aşınır çünkü. Her saat binlerce insan parktan istasyona, istasyondan parka dalga dalga aktı, gitti.

İstasyona gitmekle de iş bitmiyordu. Çoğunlukla soracak görevli bulunmuyordu. Şansınıza birine denk gelirseniz, "Tarife aha orada ama üzerindeki saatlere güvenmeyin" gibi bir cevap alıyordunuz. Tarifeye güvenmeyelim de neye güvenelim gibi bir soru sorduğunuzda ise geleneksel bir "Je sais pas", yani ne bileyim şeklinde tersleniyordunuz.

Yemin ediyorum abartmıyorum. Şu anda Lozan trenindeyiz, indiğimizde toprağı öpeceğim...

Bildiğiniz üzere artık tatillerimizin büyük bölümü 🐝Mezzy🐝 odaklı, yani Disneyland'de geçiyor. Bu kadar sık gittiğimiz için de bir yıllık abonman kartı alıyoruz, yoksa her defasında bilet alırsak batacağız. Neyse, Jelena bir deal bulmuş, abonmanı Aralık'ta ödersek bir yılın üstüne dört ay da bedava giriş hakkımız oluyor. On altı ay hiç fena değil tabi, Jelena hemen online ödemeyi yapmış.

Parka geldiğimizde yıllık abonman sırasına girdik. Önümüzde de bir on kişi falan var. Aradan yarım saat geçti, önümüzde hala aynı on kişi. Gişedeki Kuzey Afrikalı hanım en ön sıradakilerde neşeli bir biçimde sohbet ediyor, elinde bir tomar kağıt, içerde bir taraftan diğer tarafa koşuşturuyor. Zaten kısıtlı zaman, yarım günü abonman kuyruğumda harcarsak battık.

Bir Seyfullah'a sordum, başka yerden abonman kartını alabilir miyiz diye, Parkın girişinde Donald'ın bürosuna git dedi. Bir kilometre falan yürüdüm, Donald'ın bürosu kapalı. Başka bir Habibi'ye sordum, Miki'nin masasına git dedi. Miki'nin masasındaki Abdülfettah ise beni gene ilk başladığımız noktaya geri gönderdi.

Ben döndüğümde hala sırada bekleyen Jelena'nın yüzü gülüyordu. "Yeni bir gişe açtılar" dedi. Gişede de maşallah, etli, butlu Kübra hanım. Bonjurlaştık, Jelena ödemeyi yaptığı kapıdı kadına uzattı. Kadın kapıdı almadı bile. "Bu bir bilet değil, biletinizi verin" dedi. "Ne diyon anacım, ne bileti, burası yıllık abonman gişesi" dedik. Bu hayvan kafasını çevirip, "Size yardımcı olamam kusura bakmayın, sıradaki gelsin" demez mi?

Hıyarlık olmasın diye miktarı yazmıyorum ama ödediğimiz para ciddi bir miktar. Ne yapalım, madem olmuyormuş yeni bilet mi alalım diyelim? "Dur" dedim, "Kağıdın üzerinde yazanları hiç olmazsa okudun mu? ". "Gerek yok" dedi, "Bu bilet değil". Kağıdın üzerinde bu belgeyi görevliye gösterip kartınızı alın yazıyor. Öyle acenteden falan da değil, direkt Disneyland Paris'ten. Jelena buna bir bağırdı ki, sıradakiler konuşmayı bırakıp, bize döndüler. Kasadaki dangalağın şefi gürültüye geldi. Kübra hala söyleniyor, bileti yok girmeye çalışıyor diye. Şefi "Ne bileti?" diye sordu. Gerçekten de abonman sırasında biletlik bir iş yoktu. Şefe elimizdeki kağıdı verdik. Kadın okudu, biraz kızardı. Bizden özür diledi, kağıtla arkaya gitti, sonra elinde getirdiği bir tomar kağıdı Kübra'nın önüne koyup, ona bir şeyler söyledi.

Bizim Kübra nasıl bir anda kanatlandı, melek oldu, anlatamam sizlere Neredesiniz falan diye muhabbete bile başladı. Jelena'nın Fransızca'yı 'İtalyan aksanı' ile konuştuğunu falan idda etti. Neyse sonunda kartlarımızı aldık, parka girdik.

İşte böyle. Otelde kahve makinesi için bozuk para bulamadık. Bozuk para bulduğunumuzda ise makine çalışmadı. Süpermarketteki alış veriş arabasının tekeri kırık, odamızda telefon cihazı yok, kasa kitlenmiyor, vesaire, vesaire.

Yakında arabaları kaldırıp, develeri koyarlar, foie gras yerine de hurma satmaya başlarlar herhalde. Sonrası da Indiana Jones bildiğiniz gibi...

Sevgi ile kalın ❤️

Not: Tanıyanlarınız bilir, ırkçı biri olmadığım gibi ırkçılıkla sonuna kadar mücadele eden biriyimdir. Yukarda yazdıklarımın Kuzey Afrikalıların genleriyle değil, onları eğitim vermeden ucuz işgücü olarak kullanan sitem ile ilgili olduğunu anlatabilmiş olmayı umuyorum.

31 Aralık 2019 Salı

Grev

Sevgili arkadaşlar, size bahsetmiştim, Fransa’da demiryollarındaki grev yüzünden Lozan-Paris trenimizin akibeti biraz karanlıktı. Sonradan trenimizi teyit ettiler, bu sabah da trene binip, Paris'e doğru yola koyulduk. Daha trenden inmeden Jelena mahkeme duvarı gibi bir suratla iPad'ini gösterip, "Dönüş trenini iptal etmişler" dedi. Aynı email'de hemen yeni treninizi teyit edin diyordu. Jelena söyledikleri web sitesine girip, değiştirmeyi denedi, nada. Email'de verdikleri telefon numarasını aradı, cevap yok. Grev tabi.... Fransızlar, siz Türkçede nasıl diyor, bu grev işine çok propensite, yani temayüllü, daha da doğrusu mütemayil bir millet. Her şey için greve giderler, kendileri dahil bütün turistlere sistematik bir biçimde hayatı zehir ederler.

Çaresiz, Paris'e indiğimizde biletleri Gare de Lyon'daki gişelerden değiştirelim dedik. TGV trenlerinin gişeleri koca bir salonda. Salona girerken bir Kuzey Afrikalı "görevli" bizi durdurdu. "Ne yapmak istiyorsunuz?" diye sordu. Jelena, "Trenimiz iptal olmuş, biletlerimizi değiştireceğiz" dedi. "Haa, o zaman doğru yerdesiniz" dedi bizimki. Sanki bilet gişelerinden striptiz şovuna bilet almayı düşünecekmişiz gibi.

Yan tarafındaki bir kuyruğu işaret etti, "Sıraya girin" dedi. Salonun içinde otomatik numara veren bir cihaz vardı. Ama o cihazda sıraya girebilmek için demek ki salonun girişinde bir sıraya daha girmek gerekiyordu.

Bir on beş dakika sırada bekledik, sonra yine o Kuzey Afrikalının önüne geldik. Az önce konuştuğumuz adam yine “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sordu. Jelena da bir kez daha,“Trenimiz iptal olmuş, biletlerimizi değiştireceğiz” dedi. Adam da bir kez daha “Haa, o zaman doğru yerdesiniz” diye teyit etti. Gülmemek için ciddi bir çaba sarf ederek içeri girdik.

Sıra numarası veren makinenin önünde başka bir Kuzey Afrikalı duruyordu. Bize “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sordu. Jelena da, artık soruya şerbetlendiğinden iki kelimeyle “Biletlerimizi değiştireceğiz” dedi. Görevli “Haa, o zaman doğru yerdesiniz” dedi, ancak önceki görevliye kıyasla bize hayati önemdeki bir başka bilgiyi de aktardı "Yukardaki ekranda numaranızı görünce, yanında yazan gişeye gidin"...

Salonda yirmi iki gişe vardı, ancak grev nedeniyle sadece beşi çalışıyordu. Beşinden de ikisinin önünde kimse yoktu. Gişedeki görevliler Walking Dead dizisindeki zombiler gibi hiç bir şey yapmadan, anlamsız bir biçimde bilgisayar ekranlarına bakıyorlardı.

Bir yarım saat sonra sıramız geldi, gişeye ulaşabildik. "Biletlerimizi değiştirmek istiyoruz" dedik, "Aynı güne, en geç saate"...

Neyse eski trenimizden bir saat öncesine bir tren bulabildik. 🐝Mezzy🐝 parkta son gün bir saat az vakit geçirecekti ama buna da şükür....

Görevli doğum tarihimizi sordu. Jelena da "Mile neuf cent septant cinq' yani 'Mil nöf san septan senk', yani yani 1975 dedi. Bizim gişeci "Ha?" diye şaşırdı. Garip zevcen İsviçre'de on iki yıldan sonra asimile olmuş tabi, Fransızca değil İsviçrece sayıyor. Septan cinq yetmiş beş demek, ama Fransızlar yetmiş beş yerine altmış on beş derler, yani 60 + 15. Daha da kötüsü var. Mesela doksan dokuz için dört yirmi on dokuz, yani 4 x 20 + 19...

Karım Fransızcayı Fransa'da tahsil ettiğinden kıvırır bu gereksiz matematiği, işin aslı ben Fransadayken parmaklamaya başlarım ama tren iptalinin stresi, üstüne bir de üç buçuk saatlik Mezzy-Show eklenince İsviçre sayılarına daldı.

Neyse, e=mc2 anlaştık gişeciyle.

Dönüşe biletimiz var, trenimiz de olacak mı, göreceğiz.

Bugün yılbaşı, çok mızmızlanmayalım.

Disneyland Park'a gitmek üzere otelden çıkıyoruz.

Yeni yılınız kutlu olsun ❤️

22 Aralık 2019 Pazar

Yılbaşı

Sevgili arkadaşlar, bugün 21 Aralık, yani yılın en uzun gecesi. 22 Aralık itibarıyla geceler kısalıp, günler uzamaya başlayacak. Sabahları saat altıda kalkıyorum. 🐝Mezzy🐝'yi servise bırakıp, o okuldayken biraz da huzurla kendi işlerime bakabiliyorum.

Sabah kalktığımda ortalık kapkara. Türkiye'deki dostlarım için saat sekiz. O karanlıkta ne yapıyorlar, düşünmek bile istemiyorum. Ancak yarın itibarıyla en azından ben kulunuz için hayat güzelleşecek, aydınlık artacak, karanlık azalacak. Güneş sisteminin fiziği bu. Kimsenin bunu değiştirecek gücü yok. Yiyen varsa buyursun...

Dünyanın bu tarafında hayat bu iki hafta boyunca durur. Önce Noel, sonra da yeni yıl. Her yer süslenir, tatlı, Noel müzikleri çalar. Herkes mutludur. Ne insanlar yumruklarını kaldırıp bağırarak sağa sola tehdit sallarlar, ne de diğer dinlerce önem verilen kişilerin şişme kopyalarını sokak ortasında sünnet ederler. Gerçekten huzurlu, mutlu bir ortamdır yılın sonu.

Noel'in ardından yılbaşı gelir. İnsanlar Noel'in huzuruna, yılbaşının coşkusunu eklerler, yılın son gününü eğlenerek geçirip, yeni yılı karşılarlar. Alkolün, müziğin yoğun olduğu bir gecedir yeni yıl.

İşte uzun bir süre boyunca, bu konseptte bir gece benim problemim olmuştu.

Hadi problem demeyelim de biraz ekşi, biraz hayal kırıklıklarıyla sonlanan bir gece. Bunun da kısa açıklaması, yeni yıl gecesini eğlenerek geçirme zorunluluğunun benden aldığı bir bedel olması.

Bu fenomeni Türkiye'den ayrılmadan da defalarca yaşadım. Lan yılbaşında nasıl eğleneceğiz diye başladığım bir çok gece anlamsız bir alkol tüketimiyle sonlanmıştı. Ertesi sabah kalktığımda ne bir önceki gecenin hazzı, ne eğlencenin tatlı yorgunluğu, sadece baş ağrısı kalmıştı.

Aslında olan biten çok basitti. Normal bir akşama göre gerçekten farklı ve eğlenceli sayılabilecek bir yılbaşı akşamı, eğlenme beklentilerinin gereksiz olarak yükseltilmesinden dolayı bir hayal kırıklığı haline geliyordu.

Okulumu bitirip, askerlik vesaire, hayatın zorunluluklarını yerine getirdiğim yıllarda yılbaşılarım bırakın beklentilere göre düşük eğlenceyi, hüzünlü bile geçti diyebilirim.

İş hayatına başladığımda uzun bir süre stokların sorumluluğunu üstlenmiştim. Bu da 31 Aralık günü stok saymak demekti. İzmir'deyken yılbaşılarım hep stok sayarak geçti. Dükkanı kapayıp, 'eğlenmek' üzere eve döndüğümde yorgunluktan yarı ölü bir şekilde zar zor bir kadeh bir şeyler içip, eğlenme taklidi yapmıştım.

Lozan'a yerleştiğimde ise sadece dekor değişti ama piyesin teması hep aynı kaldı.

Yazının bu bölümünde size şu yılbaşında buradaydım diye anlatacağım ama bunu hıyarlık olarak almayın lütfen. İsviçre, Avrupa'da o kadar merkezi bir konumdadır ki, İstanbulun bir ucundan diğerine giderken harcayacağınız zamanın daha azına, Avrupa'nın bütün büyük şehirlerine ulaşabilirsiniz.

Hayatımda ilk defa Parisi bir yıl sonu seyahatinde gördüm. Milenium'u Viyana'da klasik müzik dinleyerek döndüm. Ancak buralarda güzel olan hep bu yerlerde olabilmekti. Yılbaşında 'eğleneceğim' fenomeni yüzünden eğlenmek mümkün olamıyordu.

Sonrasında bu yılbaşı işini tamamen bıraktım. Zaten tek başımaydım, o yüzden de kimseyle 'eğlenme' zorunluluğum kalmamıştı. Hadi yeni yılda şunu yapalım, şuraya gidelim tarzı, arkadaşlardan gelen önerileri de savuşturmak suretiyle bir kaç yıl yeni yılları tek başıma geçirdim. Evdeyken bilgisayar oyunları oynuyordum. Sağa sola gittiğim bir iki yılbaşı daha oldu ki, yeminle neredeydim, ne yapmıştım hatırlamıyorum.

Sonra Lozan'dan ayrılıp, Niş'e yerleştim. Niş'teki ilk yılbaşım 2005'i 2006'ya bağlıyordu. Hayatımda hafif bir deja vu olmuş, 31 Aralık'ta bir stok sayımı sonrası yeni açılan koca bir gece kulübüne atmıştım kendimi. Hem ofisten, hem de dışardan bir kaç arkadaşla yine eğlenme taklidi yapıyordum.

Ancak bu yılbaşı ilk bakışta diğer yılbaşıları kadar monoton ve can sıkıcı gibi görünse de sonradan öğreneceğim bir nedenle belki de geçirdiğim en ilginç yılbaşılarından biri olacaktı. Çünkü hayatta dinlemekten en çok zevk aldığım tekno müziği eşliğinde, bardağa koydukları alkol artık her ne ise onu yudumlarken, hemen yanımızdaki grupta sevgili müstakbel karım durmuyor muymuş! Tabi ki o sırada birbirimizi tanımıyorduk, Jelena sonradan anlatmıştı bana.

Gördünüz mü iç bayıcı bir yılbaşı öyküsü nasıl How I Met Your Mother'a döndü...

İki ay sonra sevgili karımla beraberdik artık. Günler birbirini kovaladı, bir sonraki yılbaşı geldi. Artık ilişki durumum bekardan başı bağlı'ya dönmüştü, bu yüzden de ufukta yılbaşı nedeniyle yine mecburi bir eğlenme seansı görünüyordu.

2007'yi Evde Beklerken
Bir de bu yılbaşı işi Sırbistan'da öyle bildiğiniz gibi değildir sevgili arkadaşlar. Aralığın 19'unda Saint Nicolas Slavasından başlayarak Ocağın 13'ündeki Ortadoks yeni yılına kadar herkes devamlı bir yeni yıl kutlama modumdadır. Rezervasyonlar sadece 31 Aralık akşamı için değil, 1 ve 2 Ocak akşamları için de yapılır. Bu bir aylık süre içinde hayat durur desem yeridir. Çok az ayık insan görürsünüz. Herkes mutlu mutlu eğlenir.

Bir tek 31 Aralık akşamının bile zul geldiği şahsımın durumunu takdir edersiniz artık. Sadece bir yılbaşı akşamı değil, eğlenilmesi zorunlu en azından bir beş gün daha çıkmıştı ortaya.

Bu sondan kaçmak mümkün değildi elbette, zaten demirden korksak da trene binmezdik, hattızatında...

Sevgili - o zaman görlfrendim - karıma sordum "Aşkım, yıl başında ne yapalım?" şeklinde, sonra da gözlerimi kapayıp, sonumu beklemeye başladım.

"Bilmem ki, sen ne yapmak istiyorsun?" dedi. Ben 31 akşamı disko, 1'inde Belgrad, 2'sinde kayak falan beklerken bayağı şaşırmıştım. Altta kalmadım, "Bana her şey uyar, sen söyle" dedim.

"Evde oturalım" dedi. Kulaklarıma inanamamıştım. "Emin misin?" diye bir daha sordum, hani disko, zebehe kadar dans falan....

"Yok!" dedi. Görürüz iki sene sonra dedim, kendi kendime. Hele biraz yıllanalım, kalk ayağa sünepe herif, bir yerlere götür beni, eğlenmek benim de hakkım diye başlarsın.

Aradan on beş yıl geçti, bu süre boyunca bir kere bile disko, gece klübü kılıklı hiç bir yere gitmedik. Devran öyle bir döndü ki, hadi karıcım, bu akşam dışarı çıkalım diyen ben oldum.

O yılbaşı evde oturduk. Taco hazırlayıp, arkadaşları çağırdık. Tek arşın müzik, tek endaze dans etmeden bitmişti gece. Saat bir olmadan da uyumuştuk. Niş'te geçirdiğimiz son yılbaşıydı bu.

Tekrar Lozan'a gelmiştik, sonraki bir kaç yılbaşını Montreux Casino’da geçirdik, hani Deep Purple'ın Smoke on the Water casinosu.

Daha sonra da her yılbaşında bir başka kente gittik, ama sadece gezi amaçlı. Bir kez bile zebehe kadar dans olmadı. Sonraki yılbaşlarımızı sırasıyla Brüksel, Hong Kong, Paris ve Kopenhag’da geçirdik.

2015 Yılbaşı, Sevgili kızımızı Beklerken
2014 yılını 2015'e bağlayan yılbaşında ise Côte d’Azur'deydik. Nice, Cannes, Antibes falan dolaşmıştık ama yeni yılı Monte Carlo Casino’da karşıladık. Hayatımın en mutlu yılbaşısıydı bu. Çünkü artık iki değil, üç kişiydik. Üçüncümüzün kim olduğu o zamanlar henüz belli değildi, ancak ben onun ismine kadar kim olduğunu, ne olduğunu biliyordum. Aynen beklediğim gibi de oldu. Canım kızım Melissa bir sonraki yıl doğmuştu.

2015 yılını sonlandıran yılbaşı 🐝Mezzy🐝'nin gelmesiyle biraz karmaşıklaşmıştı. Daha beş aylık bir bebekle ne yapalım diye bir süre düşündük.

2010 yılında bir Normandiya gezisi sonunda sevgili karımla Paris'te Disneyland'de bir gün geçirmiştik. Olayı çok Kemalettin Tuğcu yapmayalım ama parkta eğlenen çocuklara bakıp bayağı hüzünlenmiştik. Bir gün bir çocuğumuz olursa buraya getirelim diye sözleşmiştik. Zaten 🐝Mezzy🐝'nin haberi geldiğinde hemen konuyu açmış, üç yaşına falan geldiğinde Disneyland'e gideriz deyip, kapatmıştık.

Sevgili Kızımın İlk Yılbaşı
Yılbaşında ne yapalım diye düşünürken fikir hangimizden çıktı hatırlamıyorum, hadi Disneyland'e gidelim dedik. Ama 🐝Mezzy🐝 çok ufak, hatırlamaz falan dedik, sonra da o hatırlamazsa biz hatırlarız dedik, atladık arabaya, Paris'in yolunu tuttuk. 🐝Mezzy🐝 nin ilk uzun yoluydu bu, o yüzden ismi Paris olsun dedik, Paris'te yarım gün geçirdik. 🐝Mezzy🐝 'cik hayatının ilk metrosuna burada bindi, Eyfel kulesini, Zafer Anıtı'nı, Şanzelize'yi falan gördü.

Yılbaşı yemeğimiz için Disney Village'deki Planet Hollywood isimli restorandaki rezervasyonumuz işe yaramayınca bir İtalyan fast food restoranından take-away makarna ve otelin barından zar zor bulduğumuz bir şişe Brouilly alıp odamıza çıkmıştık. Kızım hayatımızı aydınlatmıştı ama o aralar hayatımızın gerisi bayağı karanlıktı. Her şeye rağmen hayatımın en mutlu yılbaşısını iki yuroluk karton kutuda makarna ve ucuz şarapla geçirmiştim.

Karton Kutuda Makarna Ve Ucuz Şarap İle Yılbaşı
Sonraki bütün yılbaşlarını Disneyland'de geçirdik. Bazen yılbaşında neredeydiniz diye snob sorular geldiğinde Paristeydik hayatım diye cevaplıyorduk. Yalan da değidi tabi. Paris'in Gare de Lyon istasyonunda gün yüzünü görmeden tren değiştirip, Disneyland'e gidiyorduk😜

Arabasında başını zor kaldırdığı ilk Disneyland seyahatinden bu güne dek 🐝Mezzy🐝cik için çok şey değişti tabi. Önce arabasını bırakıp yürümeye, sonra da koşmaya başladı. Mickey 🐝Mezzy🐝 ilk konuşmaya başladığımda 'Biki' idi, sonra Miki oldu. Sonra boyu bir metreyi geçti ve ilk grup roller-coaster'lara binmeye başladı. Hesaplarımıza göre bu yaz parktaki her roller-coaster'a binebilecek. Şu anda boyu 110 cm, Temmuz'da hem beş yaşına, hem de gerekli 112 cm'ye ulaşacak.

İşte böyle. Anladığınız üzere yeni yılı Disneyland'de karşılayacağız. Yola bir hafta sonra çıkacağız ancak 🐝Mezzy🐝 sağolsun, her an her şey için vakit olamayabiliyor. Ondan size biraz erkenden yazıp, yeni yılınızı kutlayayım istedim.

2020 herkese sağlık ve mutluluk getirsin.

Sevgi ile kalın ❤️

12 Aralık 2019 Perşembe

İki Asır Sonra Bile...

Yıl 1997 falandı. Krakow havaalanında o günler için vakai adiye olmuş, geleneksel rötarını yapan uçağımızı bekliyorduk.

Yanımda Amerikalı bir arkadaş vardı. Benden bir on-on beş yaş falan büyüktü. Vietnam'da field medic'lik yapmış, bu hasta-doktor işlerine de bu yüzden kafayı takmış biriydi. Her antibiyotik aldığında dünyaya yaptığı kötülüğü düşünür, her fırsatta ilaç firmalarının ne kadar düzenbaz, ne kadar şeytani olduklarını anlatırdı. Bu kadar germofobik, pimpirikli biri olmasına rağmen yine kendini tutamaz, seyahatlerde poligamik takılıp onla bunla aganigi yapar, bir halt ettiğinde de iki gün uyuyamaz, AIDS falan kaptım diye aklı çıkardı.

İşte böyle bir günün ardından havaalanında başımın etini yiyiyordu. "Bu orospu çocuklarının yüzünden AIDS'den öleceğiz" diyor, "AIDS'e çare bulacaklarına, sadece insanları aldıkça yaşatabilecek ilaçlara yatırım yapıyorlar, hastalar da ölene kadar bunlara para vermek zorunda kalıyorlar" diye yırtınıyordu.

Her komplo teorisinin olduğu gibi bunun da haliyle insanın aklına yatabilecek tarafları vardır. Elbette farma şirketler karlarını artırmak için hastalığı kökten tedavi eden ilaçlar yerine sadece semptomları ortadan kaldıran ya da azaltan ilaçlara yönelirler. Düşünün, AİDS'li bir hastayı hayatta tutabilmek için on sene boyunca ona ilaç satmak, aynı hastayı sağlığına kavuşturmaktan çok çok daha fazla karlıdır. Ancak genelde bu yaklaşımı dengeleyen üniversiteler, vakıflar, alternatif ilaçcılar, anti-kapitalist devletler falan vardır. Bazen de sadece rekabet yüzünden, yani başka bir şirket bunun lisansına, patentine artık her neyine ise, sahip olmasın diye şirketler tedavi edici ilaçları piyasaya sürerler.

Geçmişte bu teorinin genişletilmiş halleri, bazen de ona birer spin-off şeklinde ortaya atılan, hedefte devamlı paralı ve şeytani farma şirketlerinin olduğu daha bir dolu zırva ortaya çıkmıştır. İlaç şirketleri önce sağlıklı insanları gıda, içme suları yada başka ilaçlarla zehirler, sonra onları tedavi edip, paralarını alır. Yukarda andığım arkadaşım, içme suyuna katılan klorun bile bu şeytanların işi olduğuna inanırdı.

Bu işleri seviyorsanız bayağı eğlenceli bir konudur bu, ama o kadar eskidir ki, popülerliğinin tavanındayken Leonid Brejnev Sovyetlerin başkanı, Gülşen Bubikoğlu da her gencin rüyasıydı.

O yüzden geçenlerde Youtube'da Soner Yalçın'ı duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Aşıların sağlığa sanıldığı kadar yararlı olmadığını, günümüz ilaçlarının, elbette ki 'küresel' şirketlerin gaz vermesiyle, doktorlar tarafından hastaların bireysel durumlarına bakılmaksızın kullandırıldığını falan anlatıyordu.

Bir anda deja vu olmuştum. Krakow havaalanına geri döndüm, yanımdaki arkadaşın ruhu etrafımdaki mumları falan söndürdü. Soner, kırk senelik böğk bir zırvayı bir eureka havasıyla yeni bulmuş gibi anlatıyordu!

Soner, bugüne kadar okuduğum yazılarıyla birer tarihçi, dilbilimci, gıda mühendisi falan olmuştu, ancak doktorluk mertebesine ulaştığından haberim yoktu. Demek sonunda Nirvana'ya ulaşmıştı. Her aydın gibi her şeyi doğuştan bildiğinden, öyle okul okuyup, ihtisas-mihtisas yapmasına gerek de yoktu. Bilgi çağının olanaklarını kullanarak hekimliğin sırrını çözmüş, bütün Türkiye'ye tıbbın sırlarını açıklıyordu.

Bu bilgi çağının olanakları deyince de aklınıza öyle Internet, Wikipedia, forumlar, tartışma grupları falan gelmesin lütfen. Her kontemporer Türk aydını gibi Soner'in de favori bilgi çağı aracı Google Translator'dır. Bu program sayesinde tembelliklerinden Türkçe'den başka bir tek dil konuşamayan bu sözde aydın tayfası altın bulmuş gibi oldu. Artık Internet üzerinde yarım yamalak da olsa modern dünyanın ne düşündüğünden, ne konuştuğundan haberleri olabiliyor.

Bu işten ilk nemalanan, anladığım kadarıyla o Acun isimli arkadaş. Türkiye gibi dünyanın gerisinin ne yaptığından bihaber, bakir bir cennette yaşadığını farkedip, batının kırk senedir izlediği programları memlekete getirdi ve milyoner oldu.

Soner de aynı hesap, kırk senelik komplo teorisini Googıl Tranzleytörden geçirip kitap yapmış, bize satıyor.

Soner'in (ve benim de tabi) gençliğimizin geçtiği yetmişli, seksenli yılların fantezisidir, zengin ama kötü kalpli vilanlar dünyayı yok etme amacıyla akıllarına gelen her türlü kötülüğü yaparlar. James Bomd filmlerinin Hugo Drax'i, Karl Stromberg'ü, Mandrake'in "8" 'i, Superman'in Lex Luthor'u falan hep böyle karakterlerdir.

Soner de bu tıbbi komplo teorisi için böyle bir vilana gereksinim duymuş anlaşılan. Ancak burada anlamanız gerekli şey, Soner'de biraz da çav bella'lık olduğudur. Bu yüzden de kendisine klişe bir kapitalist vilan bulmuş.

Rockefeller!

Gençliğimin komünistleri çok severdi bu kelimeyi. Çoğu da Rockefeller'ın kim olduğunu, niye bu kadar şeytani olduğunu falan bilmez, anlamazdı. Ancak konuşurlardı tabi. 1980'de ben on dört yaşımdaydım, hadi o zaman idare ediyorduk da, elli küsür yaşımıza geldik birader, değiştir şu plağı artık yahu!

Rockefeller dediğin adam 1839 da, Atatürk'den kırk sene önce doğmuş, 1937'de hakka yürümüş. Hadi oğlu desen 1874'de doğmuş, 1960'da, ben doğmadan altı sene önce ölmüş. Eğer bu adamlar hala aşılara su katıp 'dünya uluslarını' zehirliyorlarsa, yazık bu dünya uluslarına, iki asırdır anlayamamışlar bunu demek ki...

Aslında Soner bir uyansa, bu Rockefeller'larla ilgili Kennedy suikastinden Orta Doğu'ya kadar öyle çok komplo teorisi var ki, üç kitap daha çıkar bunlardan. Ancak Google Translator'ın gücü yeter mi, bilmiyorum.

Neyse. Soner'i bir kaç farklı programda dinledim. Hepsinde birinci suçlu Rockefeller'di, ama en ufak bir şekilde bir bütünlük, yada konuyla herhangi bir ilgi bulamadım. Sadece Rockefeller diye şuursuzca bağrınıyordu.

İnsanlara aşıların zararlı olduklarını/olabileceklerini ima ediyor, ilaçların çoğunlukla işe yaramadıklarını anlatıyordu. Zaten kollektif beyin gücünün orta çağın altında işlediği bir memlekette, bu anne babalara çocuklarını aşılatmamak için eyyamcılıktan kaynaklı, aradıkları bahaneyi sunan bu tür söylemlerin tehlikesini umarım anlamışsınızdır.

Soner'in kitabına ayıracak beş dakikam bile yok. Okumadım, okumayacağım. Sizlere bu anlattıklarım Youtube programlarından izlediklerimden. Bunlar yetti ve arttı bile...

Çok arkadaşça bir yazı olmadığının farkındayım, ancak bu kendini bir bok zanneden ve üç kuruşluk bilgisi olmadan bağrışan bu aydın tipinden o kadar sıkıldım ki, siz de umarım beni hoş görürsünüz.

İnsanlara yabancı dil öğrenmeyin diyen Nihat Genç, ya da çocuklarınızı aşılatmayın diyen Soner Yalçın gibileri aydın falan değil, birer dingildirler. Aykırı olup dikkat çekmeye çalışmaktansa vakitlerini ülkenin düştüğü şu durumdan kurtarmaya harcasalar daha iyi olacak bence.

Akşamınız güzel olsun ❤️

28 Kasım 2019 Perşembe

Harman Şaraplar

Sevgili arkadaşlar, gelin bu akşam tarih boyunca filozofları meşgul etmiş, bugün bile gizemini koruyan, varoluşun en önemli cevapsız sorularından birine cevap bulmaya çalışalım.

Harman şaraplar mı yoksa tek bir üzümden yapılmış şaraplar mı daha makbulüdür? 😜

İşin aslı, binlerce yıl boyunca şaraplar bir tek üzüm türünden yapılagelmiştir, o üzüm de çoğunlukla şarapçının bağında yetişen üzüm olmuştur. Bu üzüm türü ise beklendiği üzere doğal olarak şarap bağının bulunduğu bölgeye özgü türdür.

Geçmişte şarap içmenin tad almaktan çok yoksul halkın yoksul olduklarını anlamaması ya da savaşa giden askerlerin kafayı bulup, kendilerini ölüme atmaları için olduğunu düşünürsek, şarabın hangi üzümden yapıldığının çok da fazla önemli olmamasını anlayabiliriz.

Ancak geçen zamanla şarap sadece bir kafayı bulma aracı olmaktan çıkmış, insanların içerken de zevk aldığı bir ürün haline gelmiş. Bu yüzden de şarabın hangi üzümden yapıldığı, ne tür fıçılarda ne kadar süre yıllandırılacağı önem kazanmaya başlamış. Yaratıcılık bir başlayınca sonu gelmiyor işte, sivri akıllının biri, kim bilir ne zaman, hadi demiş, kör değneği gibi aynı üzüm olmasın, biraz da başka üzüm katalım harmanımıza.

Böylece de harman şaraplar çıkmış ortaya.

Yazının tümünde şarap dediğimde sadece kırmızı şaraplardan bahsedeceğimi hatırlatarak devam edelim.

Günümüzde harman şarapların en yoğun yapıldığı ülke Fransa’dır. Fransız şarapları arasında harman olmayan çok az şarap vardır.

Tek tür üzümden yapılan en önemli Fransız şarabı Burgundy'dir. Kullanılan yegane üzüm ise Pinot Noir isimli, dünyanın en güzel üzümlerinden biridir. Dünyanın en pahalı şarapları bu bölgeden gelir.

Aynı bölgeden ancak bu kez Gamay isimli üzümden yapılma Beaujolais, nadir harman olmayan Fransız şaraplarından bir başkasıdır.

Ancak geri kalan hemen tüm Fransız şarapları harmandır.

Bunlardan en önemlisi Bordeaux şaraplarıdır ki hemen tümü Cabernet Sauvignon, Merlot ve Cabernet Franc üzümlerinin bir harmanından yapılır. Bir başka bilinen Fransız şarabı olan Côtes du Rhône ise sanki Zihni Sinir’in laboratuarından çıkmış gibidir. Başta Syrah (Şiraz), Grenache, Mourverde ve bazıları beyaz, onlarca farklı üzüm türünün karışımımdan yapılır. Keza Launguedoc şarapları da yine bir dolu farklı üzümden yapılır.

İtalyan şaraplarının neredeyse tümü tek bir üzümden yapılır, harmanlama çok nadirdir.

Örneğin Barolo yada Barbarescu. Her ikisi de Piemonte’de yetişen Nebuiolo üzümünden yapılır. Salice şarapları Negroamaro, Toskana şarapları, özellikle Montalcino ve Montepulciano (Vino Nobile), ise neredeyse tamamen Sangiovese üzümünden yapılır. Burada istisna Chianti’dir ki, bariz çoğunluğu Sangiovese olsa da şarabın cinsine göre yüzde yirmiye yakını, beyaz üzüm dahil, aklınıza gelen her türlü ıvır-zıvır üzüm türünü içerir.

İspanya’da da durum İtalya’nın, daha doğrusu Toskano’nun bir benzeridir. Asli üzüm Tempranillo, bazen de Grenacha genelde az biraz başka türlerle karıştırılır. İspanyol şarapları hakkımda çok yüzeysel bir bilgim var sevgili arkadaşlar - çok da yazık, İspanya’dan gerçekten çok güzel şarap çıkar.

Balkanlara gelirsek, Sırbistan ve Karadağ’da daha hiç harman şarap görmedim ve içmedim - kayımpederimin ev şarabı istisna. Prokupac, Vranac ve Tamjanka Crna aklıma gelen ilk örnekler. Bir arkadaş bu sonuncu üzümden yapılma çok nadir iki şişe şarap saklıyor benim için, hatta şarapların yapıldığı manastırı ziyaret edeceğiz. Bir sonraki seyahatimizi dört gözle bekliyorum tahmin edersiniz. Prokupac ise müthiş leziz bir üzüm. Vranac daha ziyade Karadağ orijinli ve en iddalıları. Bana sorarsanız inandıkları kadar iyi değil. Mesela bence Prokupac, Vranac’a beş basar.

Hırvatistan’da işler biraz karışıyor yalnız. Yunanlılardan, komşu İtalyanlardan ve imparatorluk zamanında Avusturya-Macaristan’dan hangi üzümü bulmuşlarsa getirmişler. Ülkenin iklimi ise üzüm tarımına çok uygun - dünyanın en iyisi diyenler var. Bu yüzden de yine bir dolu Hırvatistana özgü üzüm türü var. Ama bu karmaşada kim kimdir bilmek imkansız gibi. Şimdiye kadar kötü bir Hırvat şarabına denk gelmedim. Haydi yiğide hakkını verelim, bu kadar güzel şarabı çok az içtim. Ama harman mıdır, tek üzüm müdür, hangi üzümden nasıl yaparlar, bilmemekteyim.

Romanya, Bulgaristan falan daha ziyada tek üzüm. Yunan şaraplarının tarihi 6500 yıl öncesine gidiyor. Siz düşünün nasıl bir hazine var oralarda. Bu şarapları da istediğimden çok az deneme şansım oldu. Kendi denediklerim çoğunlukla tek üzümlüydü, ancak harman da yaptıklarını bilgiye dayalı olarak söyleyebilirim.

Yeni dünya şarapları yani Şili, Arjantin, Avusturalya, Güney Amerika, bir de bizim Amarika’nın şarapları ise neredeyse tamamen tek üzümden yapılıyor.

Yukarda yazdıklarımı lütfen kaba eğilimler şeklinde alın. Bordeaux şarapları sayesinde Cabernet Sauvignon ve Merlot dünyanın her şarap bölgesinde ekilmeye başlandı. Daha iki sene önce açtığım bir İtaiyan şarabında bu iki üzümden yapılma Bordeaux harmanı vardı. Amarika'da, Güney Amerika'da, Avusturalya'da özellikle Bordeaux, zaman zaman da Cotes du Rhone tarzı harman şaraplar yapılmakta.

Durumu özetledik. Şimdi tek üzüm ve harmandan yapılan şarapların ne farkı vardır, biraz ona bakalım.

Farklı üzümlerden şarap yapmak takdir edersiniz ki tek bir üzüme göre şarapçılara çok fazla esneklik sağlar.

Paletinde sadece siyah boya olan bir ressamla elinde dokuz renk bulunan bir diğerini karşılaştırın. İlki sadece grinin tonlarını kullanırken, ikincisinin elinde milyonlarca farklı renk tonu bulunur.

Bu da harman şaraplara iki önemli avantaj sağlar.

İlki çeşitliliktir tabi. Harman şaraplarda şarapçının tercihine göre çok ilginç, çok farklı tatlar, renkler ve kokular bulabilirsiniz.

Çeşitliliğin getirdiği ikinci avantaj ise şarabın terbiye edilebilmesidir.

Bunu biraz açayım izninizle.

Her tarımsal ürünün olduğu gibi farklı üzümlerin de farklı baskın karekteristikleri vardır. Kiminin rengi güzeldir ama tadı çok iyi değildir, kimi çok asitli, kimi çok meyve kokuludur. Kimi şarap olunca çok, kimisi daha az alkollü olur. Üzümler harmanlandığında baskın karekteristikler biraz daha iyi kontrol altına alınır, eksik taraflar bunların daha baskın olduğu başka üzümlerle tamamlanır.

Sadece şarapta değil, harmanlanabilen hemen tüm tarımsal ürünlerde harmanlılar tek türlülere göre daha fazla tercih edilir. Örneğin harman viskiler single malt’lara göre daha fazla tercih edilir - viski maçoları lütfen “En güzel viski single malt’lardır” diye savunmaya geçmesin. Sigara da aynı şekilde. Oryantal, yani Türk tütünü dünyanın en güzel ve en pahalı tütünüdür, ancak içenleriniz bilir, kim eski oryantal Tekel sigaralarını develi, kovboylu harman sigaralarına tercih eder?

Fırsatınız olursa kendiniz deneyin. Bordo’nun solundan bir şişe Médoc, sağından da bir şişe Saint-émilion açın. Her ikisi de Bordeaux, arada sadece bir nehir var. Her ikisinin de içinde Cabernet Sauvignon, Merlot ve Cabernet Franc üzümleri bulunur - sadece farklı oranlarda. İki bardağa koyup, birbiri ardına için. Ne kadar farklı olduklarını göreceksiniz - iki ayrı dünyadan gelme gibi. Médoc daha fazla Cabernet Sauvignon, Saint-émilion da daha fazla Merlot içerir.

İsterseniz bir adım daha ileri gidip, Médoc ile yüzde yüz Cabernet Sauvignon’dan yapılma bir Şili şarabını arka arkaya için. Médoc’un yarıdan fazla Cabernet Sauvignon içermesine rağmen Şili şarabına göre tamamen farklı bir tada sahip olduğunu göreceksiniz.

Cabernet Sauvignon daha koyu renkli, daha fazla asitli, taninli bir üzümdür. Merlot ise daha meyveli, daha kokulu bir üzüm. Bunların uygun karışımı Cabernet Sauvignon’un kuvvetli asidi ile taninini, Merlot’nun da aşırı meyvesini dengelediği için harman Médoc, yüzde yüz Cabernet Sauvignon Şili şarabına göre “BENCE” çok daha lezzetli, çok daha içilebilir bir şaraptır.

Harman şaraplarla tek üzümden yapılma şaraplar arasındaki farkları açıklamaya devam etmeden önce isterseniz biraz üzümün kendisine bakalım.

Üzüm tarımsal bir üründür sevgili arkadaşlar ve her tarımsal ürünün olduğu gibi fazlasıyla gereksiz, fazlasıyla can sıkıcı bir özelliği vardır. Üzüm senede bir kez hasatlanır. Aynı bağdan, aynı üzüm bitkisinden birer sene arayla bir tane üzüm alıp, ağızınıza atın. Tadları birbirlerinden farklı olacaktır. Çünkü her iki yıl arasında güneş, yağmur, rüzgar, toprağın kalitesi bakımından farklar bulunur.

Daha da ilginçi farklı üzümler farklı derecede güneş, yağmur falan isterler. Kimi üzümler güneşi, kimi yağmuru sever. O yüzden güneşli bir yıl güneşi seven üzümlerin yetiştiği bölgelerde “iyi”, yağmuru seven üzümlerin yetiştiği bölgelerde ise “kötü” bir yıl sayılır.

Kısacası aynı üzümden yapılma şarap, iki farklı yılda çok farklı tad ve kokuya sahip olabilir.

Harman şaraplar arasında bu tad farkları tek üzümden yapılan şaraplara göre göreceli olarak daha azdır. Harmandaki hangi üzüm tad ve koku bakımından kötü bir yıl geçirmişse şaraptaki oranı şanslı diğer üzümlerin aleyhine artırılarak şarapta farklı yıllarda daha az dalgalanma sağlanır.

Bordeaux şarapları bu bakımdan çok şanslıdırlar. Cabernet Sauvignon’un iyi olduğu yıllarda Merlot, Merlot’nun iyi olduğu yıllarda da Cabernet Sauvignon oranları artırılır. Her ikisinin de kötü olduğu yıllarda blend-neutral olduğu söylenen Cabernet Franc azaltılıp, bu ikisi artırılır, her ikisi de iyiyse Cabernet Franc artırılır çok kaba ve hassas olmayan terimlerle anlatıyorum, işin aslı bu kadar basit değil elbette.

Yıllar arasındaki bu farklar doğal olarak en çok tek üzümden yapılma şarapları etkiler. Bunların başında da Burgundy şarapları gelir. Çünkü bırakın şarap türünü, şarabın hangi parselden geldiğine göre (teroir-temelli) bir sınıflama yapmışlar. O yüzden bir Burgundy’nin markası kadar yılı da çok önemlidir. Dünyanın en pahalı kırmızı şarabı dahil gerçekten yüksek fiyatlı şaraplar bu bölgeden gelir, o yüzden tavsiyem misafir için Burgundy yerine Bordeaux alın, daha güvenli.

Başka bir örnek İtalya’nın en iyi şaraplarından biri olan Barolo’dur. Burgundy biraz içlerde kaldığından iklim çok fazla değişmez. Barolo ise Piemomte’de yetişen Nebuilo isimli bir üzümden yapılır. İklim burada biraz daha fazla dalgalanır o yüzden Barolo’lar yılları bakımından daha duyarlıdırlar.

Durum işte böyle.

Ancak gerçek hayatta işler elbette bu kadar basit değil.

Örneğin şarabın tadını sadece üzümlerin türleri ve hasat yıllarının iklim özellikleri belirlemez.

Yıllandıkları fıçıların yaşı, bu fıçılarda geçirdikleri süre - ki unutmayın, tek üzümden şarap yapan bir şarapçı, hala aynı üzümü ikiye ayırıp, bunların yarısını genç, yarısını yaşlı fıçılara koyup, her yarımın yarısını da bu farklı fıçılarda farklı zamanlarda tutarak çok farklı tadlar elde edebilir. Yine şarabın içerdiği üzüm kabuklarının miktarıyla oynayarak, şarabın koyuluğunu, asit miktarını yani sonuçta tadını değiştirebilir.

Bazen de Pinot Noir örneğinde olduğu gibi üzüm o kadar güzeldir ki, neyle harmanlarsanız harmanlayın, kalitesi düşer. Bu yüzdendir ki Burgundy şarapları çok özel, çok değerli şaraplardır.

Sadece bu yazıyı okuyup bir karar verirseniz, harman şarapların daha iyi olduğu sonucuna varırsınız. Gerçekten de kişisel eğilimim harman şaraplara, özellikle Bordeaux’ya doğrudur. Tek üzümden yapılma yeni dünya şaraplarından hiç haz etmem. Amarikan şaraplarını ise tenekelere koyup, six-pack yaptıklarında cheeseburgerla birlikte içeceğim. Şarap konusunda hayatımın en büyük hayal kırıklığıdır Yank’ler. Sprite tadında Pinot-Noir’ı ilk kez ABD’de içmiştim... 😜🍔🍷

Bununla birlikte tek üzümlü Burgundy, Barolo ve Sırp şaraplarını büyük bir zevkle içerim.

Ancak en önemlisi sizin o şaraptan zevk almanız. Eğer sevdiyseniz için, tadını çıkarın. Kime ne şarap tek üzümden miymiş, harman mıymış.

Santé 🍷

Edit: Şimdi bir tekzip geldi, harman şaraplar Sırbistan'da da yaygınmış. Kayıtlarımızı düzeltelim.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...