14 Ocak 2019 Pazartesi

EOS R - 5

Uzun bir süredir yazıyoruz, artık EOS R hakkında söylediklerimizi toparlayıp, bir sonuca ulaşmanın zamanı geldi sevgili arkadaşlar.

EOS R kimin için uygun bir kamera?

Hayatını fotoğrafçılıkla kazananları bu yazacaklarımın dışında tutuyorum. Onlar zaten ne istediklerini bilen insanlar ve karar vermek için bu yazıya gereksinimleri yok. Lafım, kendim gibi bu işi bir hobi olarak yapanlara.

EOS R, her standarda göre hiç de ucuz olmayan bir yatırım.

Ben hobi için para harcamaya karşı biri değilim, yeter ki bu para bilinçli olarak harcansın.

Fotoğrafçılık içerisinde kamera sadece bir araçtır sevgili arkadaşlar.

Bir çok kişi iyi bir kameraya para harcayıp, güzel fotoğraf çekeceğini düşünür. Bu Picasso'nun kullandığı fırçaları kullanıp, onun gibi resim yapabilmeyi, ya da bir televizyon tamircisinin tornavidasını alıp, bozuk televizyonunuzu onarabilmeyi beklemeye benzer.

Resim yapmak için elbette fırça gerekir ve iyi bir fırça da ressama elbette daha fazla yardımcı olur ama işin gerisinde çok daha fazlası vardır. Sanat, bilgi, yetenek, deneyim, vs... Öyle bastır parayı, al pahalı bir kamera, sonra da güzel fotoğraf çek olmuyor işte.

Apperture, shutter speed, ISO, exposure compensation, metering, drive ve auto focus gibi basit fotoğraf konseptlerini bilmiyorsanız (bu ayıp değil), yani kameranızı hep otomatik modda kullanıyorsanız, EOS R size göre değil demektir.

İşin aslı sadece EOS R'a değil, başka hiç bir kameraya ihtiyacımız yoktur. Kendinize bir iPhone X alın, otomatik modda bir EOS R'dan çok daha güzel fotoğraflar çekersiniz.

Fotoğrafçılığa ilgi duyuyor ve biraz derinine inmek istiyorsanız yine EOS R yerine ucuz bir DSLR kamera ile başlayın derim.

Herkes başlarken heveslidir ama aradan biraz zaman geçtiğinde yeni hobisinden hoşlanmayabilir. Bu durumda üç bin beş yüz dolar yerine üç yüz doları çöpe atmak daha akıllıca olacaktır. Eğer bu fotoğraf işi sizi sararsa kendinize bir EOS R alırsınız.

Eğer elinizde birden fazla özellikle full-frame Canon lensiniz varsa hiç sağa sola bakınmadan kendinize bir EOS R alın. Mutlu olursunuz.

Eğer Nikon ya da Sony gemisinde iseniz, ya da ileri Canon DSLR'larınız varsa bu noktada kendinize ve kameraların özelliklerini yani spesifikasyonularına bakmanız gerekir.

Çok bela bir iştir bu. Hiç bir kameranın bütün spesifikasyonları bir diğerinden daha üstün değildir. Bazıları iyi, bazıları kötüdür. Burada da anahtar hangi spesifikasyonun sizin için daha önemli olduğudur.

Benzeri kameralar arasında sadece EOS R'ın sensöründe görüntü sabitleme özelliği yoktur. Bazı lenslerinin de üzerinde bulunmasına rağmen, hem Sony, hem Nikon kameralar görüntü sabitleyen sensörlere sahiptir. Canon ise farklı olarak görüntü sabitleme sisteminin tümünü lensin üzerinde bırakmış.

Canon USA'den Rudy Winston diyor ki, "Görüntü sabitleme yöntemi, lensin türüne göre farklılık gösterir. Geniş açılı bir lens ile telefoto bir lens üzerinde etkin bir sonuç alabilmek için, farklı sabitleme tekniklerinin kullanması gerekir. Canon olarak bu yüzden görüntü sabitleme sistemlerini lenslerin üzerinde bıraktık."

Ben Canon'ın çok uzak olmayan bir zamanda sensörlerine bu sistemi koyacağına neredeyse eminim ama hadi şimdilik Rudy'e inanmış olalım.

Burada problem her Canon lensin üzerinde bir görüntü sabitleme sisteminin bulunmaması.

Hem de özellikle, bir de fazlasıyla pahalı, sabit odak uzaklıklı prime lenslerde bu özellik bulunmaz. Bu lensleri sensör üzerinde görüntü sabitleme özelliği bulunan bir kameraya takabilseniz, bir anda bu güne kadar arayıp da bulamadığımız süper kullanışlı bir kombinasyon oluşur.

Başka bir açıdan bakarsak, önceki yazılarda anlattığım üzere Canon'ın yeni RF Mount'u kamera ile lens arasında kurduğu çok gelişmiş bir haberleşme sistemiyle, eğer varsa, lensin üzerindeki görüntü sabitleme sistemini Nikon ve Sony'e göre çok daha iyi kullanır.

Nitekim RF 24-105 f/4L IS'in görüntü sabitlemesi hem lenslerinde, hem de sensörlerinde görüntü sabitleme sistemleri bulunan Nikon ve Sony'e göre çok daha etkin çalışıyor.

Şimdi gelin de karar verin.

Görüntü sabitleme sizin için önemli mi?

Hemen önemli olması gerekir tabi diye atlamayalım. Eğer astro fotoğrafçılığı ile ilgileniyor ya da ürün fotoğrafları çekiyorsanız çoğunlukla bir tripod üzerinde çalışıyorsunuz demektir ve bu özellik sizi ilgilendirmez. Hatta tripod ile kullanırken, lenslerin üzerindeki görüntü sabitleyiciyi kapatmanız bile gerekebilir.

Üzerinde görüntü sabiteme özelliği bulunmayan lensiniz var mı?

Bu sorunun cevabı çoğunlukla evettir. Herkesin bir yerinde en az bir 50 mm f/1.8, yani bir nifty-fifty bulunur.

Ne var ki doğru soru üzerinde görüntü sabitleme özelliği olmayan bu lensleri ne sıklıkla kullandığınızdır.

Ben Adobe Lightroom üzerinde bir rapor oluşturdum. Buna göre üzerinde görüntü sabitleme olmayan lenslerle çektiğim fotoğraflar toplamın yüzde birinden daha az.

O zaman da iş bu yüzde biri mi görüntü sabitlemesine kavuşturalım, yoksa yüzde doksan dokuz için daha yetkin bir görüntü sabitlemesi mi kullanalıma geliyor ki, benim için cevabı çok kolay bir soru bu.

Ancak hayatını bir 50 mil prime ile geçiren insanlar tanıyorum. Onlar için sensör üzerinde bulunan bir görüntü sabitleme sistemi çok çok daha önemli olacaktır.

Bu tür sorular hemen hemen her özellik için sorulmalı.

EOS R'ın benim içimi gıcıklayan bir özelliği, yüksek ISO değerleri ile çok verimli çalışabilmesi. Eski kameramda en çok ISO 3200'e çıkarken EOS R ile ISO 12800'ü aynı verimle kullanabiliyorum. Net iki f-stop fark! Bu da eski kamera üzerindeki f/4 lensi EOS R üzerinde f/2 gibi kullanmamı sağlıyor. 24-105 f/2L IS kulağa hiç de fena gelmiyor bana sorarsanız!

Bir kaç kez ISO 40000"e kadar çıktım. Bu fotoğrafların kusursuz olduğunu idda etmiyorum elbette, ama özellikle sosyal medya kullanımı için mükemmele yakınlar. Bir önceki hesapla, ISO 40000, eski kameradaki maksimum ISO 3200 f/4 lensi ~f/1.2 yapıyor, inanabiliyor musunuz?

Eğer düşük ışıklı ortamlarda flaşsız resim çekiyorsanız EOS R'ı tercih edebilirsiniz. Yok fotoğraf çekerken flaş kullanıyorsanız bu özellik sizi ilgilendirmez bile.

Hoş EOS R'ın üzerinde bir flaş yok zaten.

Gördünüz mü bir anda flaş girdi işin içine. Öyle insanlar var ki, kameralarının üzerindeki o flaş hiç kapanmaz. Gece, gündüz, içerisi, dışarısı, o flaş hep patlar (Grand Canyon'u flaşıyla aydınlatmaya çalışanları gördüm). Eğer flaş-obsesif biriyseniz üzerinde flaş olmadığı için EOS R'dan nefret edeceksinizdir. Tek seçeneğiniz harici bir flaş kullanmak, sonra da ona da ayrı pil tak falan... Sinir edecektir sizi.

Eğer kameranızı burst modunda özellikle bir telefoto lens ile kullanıyorsanız, yine EOS R'dan nefret edeceksinizdir. Benim Lightroom raporum bu özelliği yine yüzde bir'den daha az kullandığımı söylüyor.

İşin aslı, bu düşük seviyeli kullanımın bile dişe dokunur bir bölümü düşük ışıkta işe yarar bir netlik elde edebilmek için ya tutarsa mantığıyla çektiğim fotoğraflar. EOS R'ın yüksek ISO performansıyla bu tür çekimlere çok daha az ihtiyacım olacağını düşünürsek, EOS R'ın gerçekten kötü burst performansı benim hayatımı fazlaca değiştirmeyecektir. Ancak başka biri için bu özellik çok önemli olabilir tabi.

Video-centric bir workflow'unuz varsa EOS R'dan uzak durun derim. Bu kameranın üzerindeki video özellikleri sadece basit anlamda ortamı film edebilmek için tasarlanmış.

İşin komik tarafı, EOS R, rakiplerinin arasında self video çekimlerinin yapılabileceği tek kamera, çünkü öne bakabilen bir ekranı var. Ne Sony, ne Nikon bu işi yapabiliyor. Youtube için video hazırlıyor, ya da yürürken kendi videonuzu çekmek istiyorsanız EOS R kendi klasmanında tek seçenek!

Yine kendinize doğru soruları sorduğunuza emin olun. EOS R'ın 4K özellikleri çok çok basit ama ben 4K video çekiyor muyum? EOS R sadece 720p de sesi kaydetmeden yavaş çekim yapıyor ama ben yavaş çekim özelliğini kullanıyor muyum?

Diyeceğim o ki hemen spec'lerin cazibesine kapılmayın.

Bir Excel sheet açıp, iki kameranın özelliklerini yan yana koyup, karşılaştırmayı herkes yapabilir. Önemli olan bu özelliklerin sizin için ne kadar önemli olduklarını da karar verme sürecine katabilmek.

Ve bol bol okuyup, pratik yapmak.

Geri planı flulaştırma, yani bokeh oluşturmanın üç yöntemi vardır. Bunların en bilinen ve en çok uygulananı da hızlı bir lens, yani apperture açıklığı kullanmaktır.

Ancak bu yöntemlerin arasında en pahalısı da budur.

Bir kaç saatlik okumayla, bir kuruş bile harcamadan, daha hızlı bir lensle ulaşabileceğinizden çok daha iyi flu geri planlar yapabilirsiniz (konumuz bu değil ama odak uzaklığını artırarak ve kamera nesne/nesne geri plan oranını düşürerek de aynı sonuca ulaşılabilir).

Kompozisyon, renkler, paternler, parlaklık gibi konular üzerinde bilginizi artırarak, bir EOS R'a binlerce dolar harcamadan, iPhone'unuzla kat kat güzel fotoğraflar çekebilirsiniz.

Spesifikasyonlara tav olup, bu işe on binlerce dolar yatırmış insanlar tanıyorum. Bunlar hep konuşur ama çektikleri bir fotoğrafı göremezsiniz.

Bir ara sevgili annem mutfağı yumurta haşlama makinelerinden, yoğurt makinelerine, mutfak robotlarından elektrikli kahve değirmenlerine kadar bir çok aletle donatmıştı. Bunları ya bir kere kullanmış, ya da hiç kullanmamıştı. Aynı hesap...

Bu tuzağa düşmeyin derim.

Ama illa para harcayacağım derseniz EOS R'ı şiddetle tavsiye ederim. Söylediğini yapan, eşek gibi çalışıp, çatır çatır, hem de çok güzel fotoğraflar çeken mükemmel bir kamera.

Piyasaya sürüleli altı ay bile olmadı, Nikon Z'lerin auto focus sisteminin balon olduğu çıktı ortaya. Lensleri, her zaman olduğu gibi, bilmem ne modelin bilmem ne yılından önce ise yavaş çalışıyor, beş aks üzerinde çalışan sensör sabitlemesi üçe düşüyor falan...

Sony için 'ZQPY', Nikon için 'QDXY' bellek kartı almanız gerekiyor. Nikon'a bir battery grip aldığınızda portre çekmek için ayrı bir düğmesi yok, Nikon'un ilk çıkardığı Z Mount lensleri öyle vasat ki, neredeyse okullarda fotoğrafçılık dersini geçmek için bile yeterli olmayacaklar. 'Sony' üzerinde 'Canon' lens kullanmak için bir 'Sigma' adaptör almanız gerekiyor, lensler ya çalışıyor, ya yavaş çalışıyor, ya hiç çalışmıyor falan...

EOS R'da yok böyle şeyler.

Sevgi ile kalın...

13 Ocak 2019 Pazar

EOS R - 4

Canon EOS R'ın yeniliklerini sayfa sayfa inceleyebiliriz, ancak fotoğraf severlerin hayatını değiştiren en önemli özelliği hiç tartışmasız EVF'i yani elektronik görüntü bulucusudur.

Kamerayı gözünüze yapıştırdığınızda, fotoğrafın kapsadığı alanı gösteren sisteme viewfinder derler. EOS R'ın üzerinde bulunan viewfinder geleneksel DSLR kameralarda bulunan bir ayna-prizma sistemiyle objektife bağlı optik bir sistem değil, görüntü sensörüne bağlı yarım inç boyunda, çok detaylı minik bir ekranla çalışan elektronik bir sistemdir.

Kısacası kamerayı gözümüze yapıştırdığınızda minik bir TV ekranına bakıyor olursunuz.

Canon EOS R'ın viewfinder'ına ilk kez baktığımda o güne kadar bir kamerada gördüğüm en net, en parlak, en güzel görüntülerden birini gördüm.

EOS R, EVF sistemini kullanan ilk kamera değil, hatta EVF sistemini kullanan ilk Canon yapımı kamera da değil. Ancak EVF sisteminin benim gördüğüm, kabul edilebilir hızda ve doğallıkta kullanıldığı ilk kamera.

İlk EVF'ler oldukça yavaştı, yani kamera ya da fotoğrafın içeriği biraz hızla hareket ettiğinde görüntü atlıyor, bozuluyordu.

EVF'ler aslında birer video ekranıdırlar demiştik. Her video sisteminin de refresh rate yani yenileme hızı denilen bir değeri bulunur. Bu değer ekrandaki görüntünün saniyede kaç kez yenilendiğini gösterir. Refresh rate düştükçe hareket kesikli, yapay bir hale gelir.

İlk EVF'lerin refresh rate'leri normalden düşüktü. Kamera gözünüzdeyken hafifçe sağa yada sola döndüğünüzde ekran karışıyor, düzelmesi bir kaç saniye alıyordu. Bu da oldukça can sıkıcı bir hale gelebiliyordu. Düşünün, çocuğunuzun bahçede oynarken fotoğrafını çekmeye çalıştığınızda, her kımıldadığınızda görüntü karışıp yeniden normal hale gelmesi zaman aldığında, anı kaçırıp, istediğiniz fotoğrafı çekemeyenileyordunuz.

İlk EVF'ler düşük ışıklı ortamlarda da birer felaketlerdi. Yine görüntüleri bozuk, kesikli, üstüne bir de bol bol gürültülü, yani kumluydular.

Bu EVF'lerin çözünürlükleri, yani detayları düşük, renkleri donuk, gerçekten farklıydılar.

Ne olursa olsun, herkes geleceğin EVF'ler olduğunu biliyor, bu kaçınılmaz teknoloji de hızla gelişmeye devam ediyordu.

EVF'leri full-frame ve APS-C sensörlü kameralarda yaygın olarak ilk Sony kullandı. Yakın zamana kadar geliştirmeye devam etti ve A7/A9 kameralarının son sürümlerinde bu teknoloji artık rahatça kullanılabilir hale geldi. Sony'nin pro demekten nefret ediyorum ama ciddi kameraları diyelim, satışları Canon ve Nikon'u geçti.

Canon ve Nikon için EVF'lerin hükümranlığının başlangıcı elbette bir sürpriz olmadı, zaten bekliyorlardı. Onlar da yastığın altına sakladıkları silahlarını çıkarıp ateşe başladılar. Nikon Z serisi, Canon da EOS R kameralarını piyasaya çıkardı.

OVF kullanan DSLR kameralar bugün itibarıyla misyonlarını tamamlamış durumdadırlar. Teknoloji ölmüş, ortadan kalkması sadece zamana kalmıştır. Bu hemen yarın olacak değildir elbette, yıllar alabilir, ancak mutlaka gerçekleşecektir.

Peki nedir bu EVF'in kerameti?

Gelin beraber bakalım.

OVF'lerin bunca yıl dayanmalarının nedeni fotoğrafçıya temiz, net bir görüntü verebilmeleriydi. Görüntü için doğrudan lensi kullandıklarından, lensin üzerindeki odaklama ayarının istenene ne kadar yakın yapıldığını da gösteriyorlardı.

Ancak OVF'ler fotoğrafın çekildiğinde hangi parlaklıkta olacağını gösteremiyorlardı, çünkü bu parlaklık lens üzerinde değil, kameranın içinde oluşuyordu.

EVF'ler netlik gösterimini OVF'ler kadar kusursuz yapabilecek duruma geldiler. Netlik ayarlarına ek olarak OVF'lerin gösteremediği parlaklık değerini de göstermeğe başladılar çünkü görüntü için lense değil parlaklığın oluştuğu sensöre bakmaktaydılar. Kısacası fotoğrafı çekmeden fotoğrafın nasıl olacağını tamamen görmek mümkün oldu.

Bunun çok ilginç sonuçları oldu tabi.

Karanlık bir ortamda OVF size gözünüzün gördüğü karanlığı, yani parlaklık seciyesini gösterir. EVF ise karanlığı kompanse etmek için kamera üzerinde belirlediğiniz parlaklık değerleri sayesinde çok daha aydınlık bir görüntü verir. Disneyland'de, karanlık ride'larda EOS R'ı bir gece görüş dürbünü gibi kullanarak, bütün ışıklar açıkmış gibi gezindim.

EOS R'ın bu özelliğini yazıya dökmek çok zor. Fırsatınız olduğumda bu kamerayla karanlık bir gecede sokaklara bir bakın. Güneşli bir günde geziyor gibi olacaksınız.

EVF'ler OVF sistemindeki ayna/prizma elementlerini ortadan kaldırdı ve bunun birden fazla sonucu oldu sevgili arkadaşlar.

Bir kere kamera hafifledi. Prizmalar, aynalar ve bunları hareket ettiren sistem cam ve metalden yapılır. Bunlar da haliyle ağırdırlar.

Kameralar daha sessiz çalışmaya başladı. Bir DSLR'ın fotoğraf çekerken çıkardığı gürültü bu aynanın kapanıp açılması ve shutter perdesinin hareketinden kaynaklanır. Bu sistem rahatsız edecek kadar çok gürültü çıkarır. EVF sistemlerde aynanın hareketi ortadan kalkmıştır. Şimdilik perde sesi kalmış olsa da çok yakında bu perde de ortadan kalkacaktır. Bu günlerde elektronik perde ile sıfır gürültülü fotoğraf çekebiliyoruz, ancak elektronik perdeler henüz mekanik perdeleri kaldıracak kadar hızlanmadı. Bu da sadece bir zaman meselesi tabi.

Mekanik hareketler bir titreşim yaratır. Aynanın hareketinin olmadığı EVF sisteminde kamera daha az sarsılır, fotoğraflar da daha net çıkar.

EVF'ler aslında birer TV ekranıdır demiştik sevgili arkadaşlar.

Görüntünün elektronik olarak gösterildiği bu sistemde sadece lensin gördüğü manzara ile yetinmek zorunda değilsinizdir. Teorik olarak lensin görüntüsünün üzerinde porno film bile oynatabilirsiniz.

OVF'lerde bakınca lensin gördüğü görüntünün üzerinde araya konulmuş Auto Focus sisteminin noktalarını kenarında ise üzerinde basit parlaklık değerlerinin yazılı olduğu ilkel bir dijital göstergeyi görüyorduk.

EVF ise bunun üzerine neler koyup göstermiyor...

Bir kere kamera üzerindeki değerlerin bir çoğunu görebiliyorsunuz. AF modu, Drive, ISO, Apperture, Shutter Speed, vesaire, vesaire. Wi-Fi açık mı, onu bile söylüyor.

Ancak iki değer var ki, benim hayatımı değiştirdi.

Bunlardan ilki EVF üzerinden "fotoğrafı çekerken" görebildiğiniz bir histogram.

Eski 60D'm bile bir histogram gösterebiliyordu ama sadece arka ekranda. Arka ekranı da kimse resim çekerken kullanmayıp, OVF'e baktığı için histograma sadece fotoğrafı çektikten sonra ulaşmak mümkündü. O zaman da çok geç oluyordu ve aynı fotoğrafı doğru parlaklık ayarlarıyla yeniden çekebilecek olabilseniz bile hava güneşli ise arka ekranda yine bir şey görebilmek imkansız olabiliyordu.

Ne işe yarar bu histogram derseniz, arzedeyim.

Histogram, fotoğrafın parlaklığını gösteren bir grafiktir. Yatay ekseni üzerinde en karanlıktan en aydınlığa fotoğrafın gösterebileceği parlaklık değerleri, dikey eksende de fotoğraf üzerinde bu parlaklık değerine sahip kaç nokta olduğu bulunur.

Kamera üzerinde parlaklığı artıracak değerler kullandıysanız, yani objektifi açıp (apperture), poz süresini (shutter speed) artırdıysanız, ya da ISO değerini yüksek tuttuysanız, bu grafik sağa doğru kayar. Bu esnada bir'den fazla maksimum parlaklığa sahip nokta görürseniz demektir ki highlight denilen parlak noktalardaki detayların bir bölümü kaybolmuştur. Bu grafiği sola çekmek için parlaklığı olası bir kaç yöntemden birini kullanarak düşürmeniz gerekir. Aynı şekilde parlaklık ayarları olması gerekenden düşükse bu kez grafik sola kayar ve bir'den fazla maksimum karanlık değerine sahip noktalar oluşur. Bu kez de shaddows denilen karanlık noktalarda detayları kaybetmişsiniz demektir.

İdeali, görüntüde minimum ve maksimum parlaklığa sahip hiç bir nokta bulunmamasıdır. Eğer varsa da bunun fotoğrafçının bir tercihi olması, ayarlardan doğan istem dışı bir sorun olmaması gerekir.

Doğru parlaklıkta resim çekebilmek için histogram çok, çok önemli bir göstergedir. EVF üzerinde bir histogram görebilmekten dolayı ne kadar mutluyum, anlatamam.

EVF'in bana ikinci yardımı ise bir düzey göstergesini resmin üzerine koyması.

Eğri çekilmiş bir fotoğraf kadar çok az şey gözümü rahatsız eder sevgili arkadaşlar. Facebook ya da Instagram üzerinde arkadaşlarımın çektiği eğri bir ufuk çizgisi, ya da sağa, sola yatmış binalar gördüğümde bazen resmi Photoshop'da düzeltip, geri onlara göndermemek için kendimi zor tutarım.

Çok nadir durumlarda bu eğrilikler istemlidir, yani estetik, sanatsal nedenlerle bilerek konur, ancak eğri çekilmiş bin fotoğrafın dokuz yüz doksan dokuzunda bu eğrilik istemsiz, farkında olmadan ya da umursanmadığından bulunur.

EOS R, fotoğrafı çekerken bir seviye göstergesi ile, iki eksende kamerayı ne kadar doğru tuttuğunuzu EVF üzerinden size gösterir. Böylece doğru seviyeli resimler çekip, sonradan düzeltmek zorunda kalmazsınız.

EVF'lerin başkaca bir özelliği, kare içerisinde seçtiğiniz bir bölümü büyütüp, size göstermeleri. Bu, netliği yakalamak, ya da bir gurup resminde örneğin özel birini gözü açık mı, emin olmak için çok faydalıdır. EOS R, bir noktayı beş ya da on kez büyütebiliyor. Eski OVF'ler ile hiç bir şekilde olanaklı olmayan bir özellik bu.

EVF ile çekilmiş resimleri yeniden izlemek mümkün. Arkadaki ekrandan rahat rahat görürüm, niye EVF'e bakayım diye sorarsanız, yine güneşli günler diyeceğim. EVF'in çözünürlüğü arkadaki ekrandan çok daha yüksek. Bu sayede resimleri çok daha fazla detayları ile izlemek mümkün.

EOS R'da, EVF'ten bakarak video da çekebiliyorsunuz. OVF'lerde bu da mümkün değildi.

Auto Focus kullanmak istemediğiniz, Auto Focus sonrasında netliği daha detaylı ayarlamak istediğiniz, ya da ben mazoşistim, ilgi çekmek istiyorum motifleriyle Auto Focus'u desteklemeyen bir lens kullandığınız zamanlarda bu işi EVF üzerinden yapabiliyorsunuz.

Elbette bu iş için yukarda da bahsettiğimiz görüntü büyütme yöntemini kullanabilirsiniz, ancak EOS R size daha hassas, nokta atışlı olanaklar sunuyor.

Focus peeking isimli bir yöntemle o anki odakta bulunan, yani en net bölgenin kenarları renkli bir biçimde gösteriliyor.

Focus guide isimli bir sistem de aynı Auto Focus'da kullanılan karelerden birini netlemek istediğiniz bölgeye getirdiğinizde, odak noktasının seçtiğiniz alanın önünde mi, arkasında mı olduğunu, hatta netleme halkasını hangi yöne çevirmeniz gerektiğini bile gösteriyor.

Yine EVF üzerinde netlemenin kaç metre için yapıldığını da görmek mümkün, ama sadece RF lensleri ile.

EVF üzerinde değişik Auto Focus modlarını da rahatlıkla izleyebiliyorsunuz.

Auto Focus, EOS R üzerinde tek tek fotoğraf çekilen senaryolarda, şimdiye kadar gördüğüm en hassas ve hızlısı. Burst modunda ise her kare için ayrı ayrı Auto Focus yapmak istediğinizde, bir saniyede çekebileceğiniz kare sayısı sekiz'den kağıt üzerinde beş'e, pratikte iki'ye kadar düşebiliyor. Spor müsabakalarını ya da kaplanları ve kuşları çekiyorsanız çok hoşlaşmayabilirsiniz.

Auto focus yöntemleri içerisinde beş küsür bin noktaya taşıyabileceğiniz focus karesi, bu karenin bir alanı kaplayan büyük halleri, insan yüzünü ve isterseniz doğrudan gözleri izleyebiliyorsunuz.

Internet üzerinde yaa, bu göz izleme o kadar hassas değil falan diye geleneksel bir gürültü var ama ben bu yüz ve göz izleme sisteminin fazlasıyla hassas ve yeterli buldum. Çok da memnunum. Bu arada göz takibini burst modunda yani devamlı fotoğraf çekiminde kullanamıyorsunuz. Buna da miyavlıyorlar, sanki portre çekerken burst moduna geçip, kamerayı karşıdaki insanın yüzüne çevirip, pırrrrr diye saniyede sekiz fotoğraf çekecekmişsiniz gibi...

İşte böyle...

Fotoğrafçılık meraklıları anlayacaktır, viewfinder kameranın üzerindeki en büyük ve en önemli yardımcınızdır. EOS R'ın viewfinder'ı benden on üzerinden on, geçer not aldı.

Sevgi ile kalın.

11 Ocak 2019 Cuma

EOS R - 3

Başta DSLR, lensleri değişebilen kameraların önemli aksamlarından biri Lens Mount ismi verilen, lenslerin kameraya takıldığı bağlantı noktasıdır.

Bu bağlantı aksamı öncelikle lenslerin mekanik olarak kameraya takılıp, kitlenmesini sağlar.

Yine bu noktadaki kontaklar sayesinde kamera ile lens arasındaki haberleşme sağlanır. Auto Focus, Apperture, gibi değerler kameradan lense bu bağlantı protokolüyle aktarılır.

Canon 1987 yılına kadar kullandığı FD isimli Lens Mount'u EF isimli yenisi ile değiştirdi. Canon için ciddi bir karardı bu, çünkü EF mount ile FD mount için yapılmış lenslerin hiçbiri araya kaliteyi düşüren optik bir uyumlaştırıcı koymadan kullanılamıyordu. Auto Focus falan hak getire tabi. Canon sadece ya tutarsa diye kameraya bağlı motorları kullanan dört Auto Focus FD lens yapmıştı.

Auto Focus'un yaygın hale gelmesiyle Canon bu sistemi FD Mount üzerine yamamaktansa, yeni bir tasarımı tercih etti.

İyi de etti. Geniş çaplı, tamamı elektronik bağlantılı yeni EF Mount hem hızlı, hem de derli toplu bir arayüz sağladı. Eski FD lenslerin hepsi pratikte hurdaya çıkmış olsa da fotoğrafçılar yeni EF lensleri sevdi, Canon da eskileri yenileyerek bir servet yaptı.

Canon APS-C kameraları piyasaya çıkarırken bunların üzerime EF-S isimli yeni bir lens mount koydu. EF-S Mount, EF Mount'un tamamen aynısı olup, sadece full-frame kameralara görüntünün kenarlarında kararmalara yol açabilecek APS-C lenslerin takılmasını önlemek için mekanik bir bloğa sahipti.

Canon, aynasız sistemlerle ilk denemesini EOS-M kamera sistemiyle yaptı. Bunlar APS-C sensöre sahip, doğrudan ya da sonradan eklenebilen EVF'lere sahip kameralardı. Canon bu kameralarda EF-M Mount isimli bir lens mount kullandı. Bu yeni mount da teknik olarak bir EF Mount'du, sadece aynanın kalkmasıyla sensöre yaklaşan lensi destekliyordu.

Kısacası hepimiz 1987'den beri otuz küsür senedir aynı lens mount'u kullanıyorduk.

Bu EOS R ile değişti.

Canon bu yeni lens mount'u baştan aşağı sıfırdan başlayıp tasarımladı.

Neyin değiştiğini anlatmaya en önemlisinden başlayalım.

Defalarca söylediğimiz üzere EOS R'da, diğer kameralarda bulunan ve doğrudan lensin gördüğünü viewfinder'a aktaran optik reflex sistemi bulunmaz.

Bu optik reflex sisteminde lensin hemen arkasında görüntüyü yukarı yansıtan 45 derecelik eğimde duran bir ayna vardır. Fotoğraf çekerken de bu ayna yukarı katlanır ve lensten gelen görüntü doğrudan sensörün (ya da filmin) üstüne düşer.

İşte bu aynanın hareket edebilmesi için kamera içinde ciddi bir hacim bulunması gerekir. Canon DSLR kameralarda lensin bağlantı noktasıyla sensörün arasında 44 mm'lik bir açıklık bulunur. Biraz terminoloji, bu açıklığa flange uzaklığı derler.

Canon EOS R'da bir ayna bulunmasa da, bu açıklığı 44 mm'de tutup, EF Mount'u kullanmaya devam edebilirdi ancak doğru bir kararla aynanın gitmesinden dolayı artık gerekmeyen bu aralığı kaldırıp, lens bağlantısı ile sensörün aralığını 20 mm'ye düşürdü. Bunun sayesinde kameranın kalınlığı da doğrudan iki santim kısaldı. İki santim diye küçümsemeyelim, ciddi ve farkedilebilir bir boyut tasarrufudur bu.

Ancak boyut tasarrufundan çok daha önemli, bu kısa flange uzaklığı, lenslerin arkasının daha büyük olabilmesinin sağladı.

Bunun nedeni tamamen bir mühendislik tasarım kararı. Niyesine girmeyelim, ben de hattızatında bir optik mühendisi değilim, bilmiyorum. Şimdilik flange uzaklığının kısaldıkça lensin arka açıklığının büyük olabileceğini kabul edelim.

Elinize bir EF lensi alıp, arka kapağını açın. Oradaki karenin 35 mm'lik sensörün boyundan çok daha küçük olduğunu göreceksiniz. Eğer bu küçük aralıktan görüntü büyük sensörü nasıl kaplayabiliyor derseniz, lensin arkasında bir yerdeki konveks bir optik eleman görüntüyü kırarak dağıttığını, yani sinema makinelerindeki gibi büyüttüğünü düşünebiliriz.

Lensin arka açıklığı ile sensörün boyu arasındaki oran büyüdükçe bu optik elemanın görüntüyü daha bir şiddetle kırıp, büyütmesi, yine işin optiğine çok girmeden, bu optik elemanın kenarlarının da daha kalın camdan yapılması gerekir.

Sorun da burada oluşmaya başlar.

Lensin tam ortasında, yan yana iki nokta düşünün. Bu iki nokta lensin arkasındaki büyüten elemandan hiç kırılmadan dümdüz geçer ve sensörün üzerine düşer.

Sensörün en kenarında iki nokta ise büyütmeden dolayı ciddi bir kırılmaya uğrar. İlk nokta ile ikincisi arasında minik bir açı farkı olur. Lensle sensörün arasındaki uzaklık arttıkça bu iki noktanın sensör üzerinde araları açılır. Aynı noktadan başlayıp otuz derecelik bir açıyla farklı yönlere giden iki insanı düşünün, bunlar yürüdükçe, birbirlerinden uzaklaşacaklardır.

İşte bu nedenlerden, fotoğrafların kenarları, ortalarına göre daha az keskin, yani daha fludur, renkleri daha az canlı, daha az belirgindir çünkü lensin arkasından çıkıp büyüyen görüntü, kenarlarda, ortaya göre daha uzun, daha açılı bir yol izler.

Bu kırılma meselesinde başka bir bela daha vardır sevgili arkadaşlar.

Işığı oluşturan dalga boylarının tümü - yani renkler, aynı açıyla kırılmazlar. Dalga boyu kısa renkler, örneğin mor, dalga boyu uzun renklere göre, örneğin kırmızı, daha yüksek açılarla kırılır.

Hafif bir kırma yapan ince bir optik elemanın arkasında bu ayrım çok belirgin olmazken, kırma miktarı şiddetlendikçe bu ayrım da gözle farkedilir hale gelir. Buna da Chromatic Abberration derler, siz Türkler nasıl diyor, ben bilmiyor.

Sözün kısası, 44 mm'den 20 mm'ye düşen flange uzaklığı, lenslerin optik elemanların, sensörlerin falan kalitelerinin değişmediğini varsayarsak görüntü kalitesinde ciddi bir artış sağlar. Fotoğrafın kenarlarında daha fazla keskinlik, daha az şiddette chromatic abberation bekleyebiliriz.

Bu demek değildir ki her RF lens EF kardeşinden daha kaliteli olacaktır. Flange uzaklığı her şey demek değildir. Canon, flange uzaklığından kazanılan kaliteyi, az kaliteli cam kullanıp, maliyeti düşürerek de dengeleyebilir. Burada şimdilik emin olabileceğimiz bir tek şey var, Canon 'isterse' çok kaliteli RF lensler yapabilir.

RF lenslerin arkalarının büyük olabilmesi başka bir avantaj daha sağlar. Bunun da niyesine çok girmeyelim, aynı miktarda ışığı alabilmek için lensin arkası büyüdükçe önünün büyümesi gerekmez.

Bunu tersten okursak, lensin arkası küçüldükçe, önünün büyümesi gerekir.

Lenslerin aldığı ışık miktarı çok önemlidir sevgili arkadaşlar. Işık arttıkça poz süresi kısalır, hızla hareket eden cisimlerin net fotoğrafları çekilebilir, kamerayı tutarken elinizin titremesi daha az görünür hale gelir.

Daha çok ışık için daha büyük lens elemanları gerekir. Yukardaki önermemiz çerçevesinde daha hızlı lensler yapabilmek için, eğer lensin arkası küçükse zaten büyümesi gerekli ön tarafının daha da bir büyük olması gerekir ki belli bir noktadan sonra boyutlar kabul edilemez bir duruma gelir.

Bu sebepledir ki genelde zoom lensler en fazla f/2.8 hızında olur.

Yeni RF mount'un arkası yeteri kadar büyük olduğu için Canon ön tarafını bir tabak kadar büyük yapmak zorunda kalmadan 28-70 mm, f/2 hızında, şimdiye kadar bir ilk, delice hızlı bir lens yaptı. Söylenene göre bu lensin optik kalitesi prime lensler kadar yüksekmiş. Eğer bu doğruysa dört prime lens yerine bu zoom alınıp, kullanılabilir.

Yeni RF Mount olmasaydı bu lens mümkün olamazdı.

Yeni RF Mount'la değişen tek şey flange uzaklığı değil.

EF Mount, kamera ile lens arasında sekiz kanal üzerinden haberleşiyordu. RF Mount bunu yüzde elli artırıp, 12 kanala çıkardı.

Sadece kanal sayısı artmadı, bu kanalların üzerindeki veri akışı da ciddi biçimde hızlandı. RF lenslerin üzerine yeni ve güçlü bir işlemci kondu.

Canon bu yeni RF Mount lenslerin üzerine, klasik Focus ve (varsa) Zoom kontrol halkalarına ek olarak bir kontrol halkası daha koymuş.

Bu halka neyi kontrol ediyor diye sorarsanız, cevap neyi isterseniz onu kontrol ediyor.

Bu halkayla Apperture, Shutter Speed, ISO, Exposure Compensation gibi parlaklık değerlerinden seçtiğiniz birini değiştirebilmeniz mümkün.

Bu değerler kamera üzerinde de değişebilir tabi, ancak fotoğraf çekerken boş kalan sol elinizle bu halkayı çevirmek çok daha pratik ve hızlı.

Bu halka dönerken tatlı bir 'tık' 'lamayla geri bildirim yapıyor. Eğer video çekerken bu tıklamanın audio'ya girebilme olasılığından rahatsızsanız, Canon bir ücret karşılığı bu tıklamayı kaldırabiliyor.

RF Mount EVF kullanmanın başka bir avantajını da başarıyla kullanmış.

Eskiden, bir DSLR ile sensör ancak fotoğrafın çekilme aşamasında görüntüye ilk kez hasıl olurdu. EOS R'da EVF ile sensör devamlı görüntüye hakim.

Çoğu lensin üzerinde titremeyi önleyici bir görüntü sabitleme mekanizması bulunur. Bu mekanizma da bir cayroskop kullanarak titremenin yönü ve miktarını belirlemeye çalışır.

Bir DSLR üzerinde görüntü sabitleme görevini lens tek başına yapar. EOS R'da ise sensör devamlı görüntüyü izlediğinden bu görev lens ve kamera tarafından ortak olarak yerine getirilir.

RF Mount lens üzerindeki cayroskopun ölçüm değerlerini kameraya aktarır, kamera ise bu bilgiyi sensörden gördüğü hareketten dolayı ortaya çıkan flu alanlarla birleştirir ve titremeyi gidermek için yeni dengeleme değerlerini hesaplayıp, geri lense gönderir.

Bu da görüntü sabitlemeyi çok etkin bir hale getiriyor.

Bunu size güvenle teyit edebilirim. Eski EF 24-105 f/4L IS lensini on sene boyunca kullandım. Huyunu, suyunu çok iyi bilirim. Yeni RF 24-105 f/4L IS'in görüntü sabitlemesi tartışmasız çok daha iyi çalışıyor. Neredeyse bir saniye uzunluğundaki shutter speed'i ile f/4, 50 mm'de kamerayı elde tutarak resim çekebilecekmişim gibi duruyor.

RF Mount'un özellikleri bir nefeste işte böyle.

RF lensler elbette ki geleceğin lensleri. Canon geleneksel odak uzaklığı ve hızları ile klasik RF serisini çok yakın zamanda tamamlayacakmış. Bundan sonra da yeni teknolojileri kullanarak fazlasıyla egzotik RF lensleri yapacağını tahmin ediyorum.

Eski EF lenslere ne olacak derseniz...

Canon, bu lensleri EOS R üzerinde kullanabilmek için üç tane adaptör yapmış.

44 mm'lik bir flange uzaklığında çalışmak üzere tasarlanmış bu lensleri sadece sevdikleri flange uzaklığına getiren ve işin aslı sadece 24 mm'lik ortası bomboş bir boru olan adaptörlerle hiç sorunsuz kullanmak mümkün.

Bu adaptörlerin hepsi RF, EF-S, TS gibi bütün full-frame EF lensleri kullanıyorlar. EOS R ile EF-M lensleri kullanmak mümkün değil - zaten bu lens sistemi ölü doğmuştu, şimdi de garantili bir şekilde ölüme mahkum oldu. Bu üç adaptör arasındaki fark fazladan sağladıkları özellikleri.

İlk adaptör sadece eski lenslerin takılmasını sağlıyor. Bununla sanki eski DSLR'ınızı kullanıyor gibi işinizi görebiliyorsunuz. Ben bu adaptörü tercih ettim.

İkinci adaptör üzerinde RF lenslerindeki standard kontrol halkasını bulunduruyor. Yani adaptörün üzerinden bir EF lensi sanki RF lensiymiş gibi belirlediğiniz parlaklık değerini sol elinizle değiştirerek kullanabiliyorsunuz.

Üçüncü adaptör ise flange uzaklığını uydurmak için boş kalmış borunun içine ND yada CPL filtreleri takabilmenizi sağlıyor. Eğer filtre seviyorsanız adaptör sayesinde aynı filtreyi bütün EF lenslerinizle kullanabiliyorsunuz.

EOS R, ilginçtir EF-S lensleri de kullanabiliyor. Bu da Canon dünyasında bir ilk. Eski full-frame DSLR kameralarının hiçbiri bu APS-C lensleri kullanamıyordu.

Bir EF-S lensi EOS R'a taktığınızda kamera otomatik olarak 12 Megapiksel bir APS-C sensörlü kamera gibi çalışıyor.

Full frame sensörlere göre daha ufak APS-C sensörler için tasarımlanmış EF-S lensleri niye EOS R'a takayım diye sorabilirsiniz.

Bunun öyle dünyanızı değiştirecek önemde bir cevabı yok tabi, ama gelin EF-S bir lensi EOS R'la kullanılma senaryolarına bir bakalım.

EF-S lensler küçük ve hafiftir. Öyle poster basacak kadar megapiksele ihtiyacınızın olmadığı, bir zevk tatiline çıkıyorsanız 18-135 IS gibi çok amaçlı bir lens takıp, hafif hafif gezebilirsiniz. Bu odak uzaklığı aralığının (bir Stinger füzesinden daha ağır EF 28-300L'i saymazsanız) EF yada RF lensler arasında dengi yok.

Yine Canon'ın elde tutulabilir en hızlı çok amaçlı zoom lensi olan EF-S 17-55 f/2.8 IS de bir kullanım alternatif olabilir. Canon'ın bu odak uzaklığı aralığında ve bu hızda görüntü sabitlemeli bir full-frame alternatifi yok. Bu lens bende var ve EOS R ile hiç de fena çalışmıyor.

EOS R 4K video çekerken 1.8'lik bir crop alıyor demiştik. Eğer mesela EF-S 10-18mm'lik bir EF-S kullanırsanız, bu crop'a rağmen rahatlıkla ve hiç kalite kaybı olmadan 4K selfie video çekebilirsiniz.

Yeri gelmişken başka ilginç bir lensten bahsedeyim. Sigma 18-35 f/1.8 Art. Bu lens APS-C sensörler için tasarımlanmış ama Sigma her nedense bu lensi EF-S yerine EF Mount"a göre imal etmiş. Bu lens full-frame sensörler üzerinde elbette ki kenarlarda koyu bir vignetting oluşturuyor. Ne var ki bu vignetting düşündüğünüz kadar büyük değil. Biraz cropping yaparak bu kaliteli lensi EOS-R'da kullanmak mümkün (sadece EOS R değil, diğer full frame DSLR'lar da bu lensi kullanabilir).

Bu adaptörlere Canon'ın range extender'larını da takmak olanaklı. 2x bir extender ile kullanılan f/5.6 bir telefoto f/11 hızına düşer. EOS R, f/11'de bile Auto Focus yapabiliyor. Bu da bir ilk.

Bu adaptörle lens kullanmayı önceden denediyseniz bilirsiniz. Herşey her zaman çalışmaz, bazen yavaş çalışır, aksaklıklar çıkar falan.

Canon EOS R ile gerçekten özenli bir uyarlama yapmış. EF ve EF-S lensleri adaptörle kullanırken orijinal DSLR'lara göre herhangi bir fark göremedim. Bütün lensler kusursuz çalıştı, hatta Auto Focus eskiye göre daha bile hızlı diyebilirim.

Ben elimdeki EF ve EF-S lenslerin çoğunu sattım. Sadece bir EF 50 f/1.4 ve klasik 70-200 f/2.8L IS II, 17-40 f/4L ultra geniş açı, bir de yukarda bahsettiğim EF-S 17-55 f/2.8 IS kaldı.

Ben çok fazla 50 mil hastası sayılmam ama bu lensi low light için tutuyorum.

17-40 ultra geniş açılı lensi ilk aldığımda çok sevmiştim, ama görüntüyü o kadar çarpıtıyor ki, şu sıralar çok, çok istisnai durumlarda kullanıyorum. Bu lensi, çıktığında, RF versiyonu ile değiştirmek için bir neden görmüyorum.

RF versiyonu çıktığımda 70-200'ü değiştireceğim - ki bu bile o kadar acil ve gerekli değil. Başka da bir lens almayı düşünmüyorum çünkü RF 24-105 f/4L, yukarda bahsettiğim görüntü sabitleme, bir de EOS R'ın anormal yüksek ISO kapasitesi eklendiğinde, benim workflow'umda 24-70 f/2.8L başta, çok başka lenslere ihtiyaç bırakmıyor.

Olasılıkla RF 24-70 f/2.8L, IS ile gelecek, belki dayanamam alırım ama o da şımarıklıktan, yoksa çok iyi biliyorum, bir yere giderken yanıma yine RF 24-105 f/4L IS'i alacağım.

RF Mount işte böyle.

EOS R'a bakmaya devam edeceğiz.

7 Ocak 2019 Pazartesi

EOS R - 2

EOS R Canon firmasının yaptığı full-frame yani 35 mm'lik bir sensöre sahip, EVF adı verilen Electronic Viewfinder yani elektronik görüntü bulucuya sahip ilk kamera.

Canon'la birlikte Nikon ve uzunca bir süreden beri Sony markalı benzeri full-frame EVF kameralar piyasada bulunuyor. Panasonic de benzeri bir kamera lanse edeceğini açıkladı.

Daha önce de değindiğimiz gibi bu kameralarda gözünüzü dayadığınızda kameranın lensinden çekeceğiniz fotoğrafı gördüğünüz OVF, yani Optical Wiewfinder'lar yerine gözünüzü dayadığınızda küçük bir ekrandan çekeceğiniz fotoğrafı gördüğünüz bir EVF var.

Bu EVF, DSLR kameralardaki OVF'lere göre birçok avantaja sahip.

Bunlardan ilki, OVF'li DSLR kameralarda bulunan ve kameranın lensinden gelen görüntüyü insan gözüne aktaran açılır kapanır ayna ve prizma gibi hem optik, hem mekanik düzeceğin bu yeni kameralarda bulunmaması.

Bu düzenek olmadığı için yeni EVF kameralar daha hafif, daha küçük ve mekanik aksamın olmamasından dolayı bozulma şamsı çok daha düşük. Bu yeni sistem sonraki nesil kameralarda saniyede çekebileceği fotoğraf sayısına göre bir hız üstünlüğü de sağlayacak, ancak şimdilik uzmanlık DSLR kameraları bu alanda daha hızlı.

Eğer almayı düşündüğünüz kameraların özelliklerini yan yana koyup, karşılaştırmayı seven biriyseniz peşinen söyleyeyim, bu kamera sizi mutlu etmeyecektir.

EOS R kamera özellikleri bakımından rakiplerinin arasında en geride olanı.

Peki, niye gittin, kendine bunu aldın diye sorarsanız hemen arzedeyim.

Tanıdığım bir büyük şirkette yöneticilik yapan biri vardı. Adamın hali vakti yerinde, kendisine bir Porsche almaya karar verdi. Okudu, test drive yaptı, karşılaştırdı falan, ve sonunda parayı bayılıp, kendisine düz vitesli bir model aldı. Buralarda düz vitesli araba neredeyse kalmadı. Herkes otomatik vitesli arabaları tercih ediyor.

Bu adamın düz vites alma nedeni ise şöyle.

Otomatik vitesli Porsche, düz vitesliye göre 0-100 km'ye meğer yarım saniye falan geç çıkabiliyormuş!

Dahası da var. Otomatik Porsche'larda vites, direksiyonun sağ ve solundaki, Tiptronik ismi verilen düğmelere basarak değiştirilir. Viraj yada dönüş esnasında bu düğmelere basmak zor oluyormuş, o da bir kaç saniye vakit kaybetmesine yol açıyormuş!

Adam da bu arada yarışçı falan değil. Finansçı!

Neyse, sonuçta özellikleri bakımından daha 'hızlı', daha 'atak', düz vitesli modeli aldı.

Bu daha 'iyi' modeli aldı da ne oldu? Hayatında kaç kere 0-100'e yarım saniye geç çıktığımdan bir toplantıyı kaçırdı, ya da kaç kere virajda vites değiştirirken bir saniye kaybetti diye para kaybetti?

Neyse, bu arkadaş böyle bir kaç sene hamal gibi debreyaj-vites gezdi, sonra da kimse düz vites istemediğinden arabasını satamadı, elinde patladı.

Kısacası özellikler her şey demek değil. Bazen uygunluk, kullanılabilirlik, kullanım amacı ve tarzı, özelliklerin çok önüne geçebiliyor. EOS R bana bu yüzden çekici geldi.

EOS R'ı almadan hem Nikon, hem de Sony'i elime alıp şöyle bir tarttım. EOS R hem diğerlerinden büyük, hem de daha ağır. Benim ellerim çok büyüktür, o yüzden EOS R elime çok güzel oturdu. Diğer kameralarda parmaklarımın hepsi 'grip' denilen, kamerayı tuttuğunuz aralığa sığmıyordu.

EOS R yine bana daha derli-toplu, daha sağlam göründü.

Disneyland'de dan dun çarpanlara, yağmura, Roller Coaster'ların sarsmalarına, Karayip Korsanlarının sıçrayan sularına bana mısın demedi. Kamera metal bir iskelete sahip. Canon bu korumanın 6D II seviyesinde olduğunu söylüyor. İşin açıkçası, Canon markasını kullandığım on küsür sene boyunca her hangi bir kameramın hava koşulları ya da çarpmalardan etkilendiğine tanık olmadım. Sadece Dominik Cumhuriyetinde denize düşen bir lens - ki bu Canon'ın profesyonel kalitede değil, oldukça amatör bir lensiydi - yavaş Auto Focus yapmaya başlamıştı.

Youtube'da Jared Polin isimli bir manyak var. Kameralara 'snif test' yapıyor, yani koklayıp, kokularını yorumluyor. Görünüşe göre EOS R'ın kokusunu beğenmiş, bunu da yazmış olalım.

EOS R’ın 35 mm film boyunda, full-frame 30.4 megapixel'lik bir sensörü var. Bu sensörün üzerindeki Dual Pixel özelliği çok hızlı ve yumuşak, yani ileri-geri aramadan Auto Foucus yapabiliyor.

Auto Focus için 5,655 nokta kullanıyor. Garip 5D II'mda 9 nokta vardı! Bu beş küsür bin noktalar ekranın enlemesine %100'ünü, boylamasına da %88'ini kaplıyor. Daha bir kaç sene öncesine göre bile delice sayılabilecek değerler bunlar. Bir çok farklı amaca uygun Auto Focus yöntemi var, bunlara daha sonra geleceğiz.

Bu sensör ne yazık ki rakipleri Nikon ve Sony'de bulunan IBIS (In Body Image Stabilisation, yani kamera içi görüntü dengeleme) özelliğine sahip değil. İşin aslı, rakipleri ile karşılaştırıldığında olmadığına üzüldüğüm tek özellik bu.

ISO 100-40,000 aralığımda çekim yapabiliyorsunuz. ISO 102,000'e çıkmak mümkün ama...

1/8000 saniyeye kadar da shutter speed mümkün.

EOS R, lens bağlantısı için Canon'un ilk defa tanıtıp, kullandığı R-Mount isimli yepyeni ve gelişmiş bir bağlantı standardı kullanıyor. Bu konuya da daha sonra geleceğiz.

Hızlı modda saniyede sekiz, eğer her kare için yeniden odaklanma yapmak isterseniz de saniyede beş resim çekebiliyorsunuz. Elektronik perde kullanarak tamamen sessiz fotoğraf çekmek de mümkün.

EOS R bir video kamerası değil. Eğer ileri video özellikleri arıyorsanız, okumayı burda bırakın derim.

EOS R, 4K videoyu saniyede 30 kare (30 FPS) ile sensörün ortasından bir crop alıp kaydediyor. Bu da fotoğrafa göre 1.8 katı daha büyütülmüş bir görüntü veriyor. Neyse ki 5D IV'daki aptalca Motion JPEG yerine çok daha medeni H.264 codec'ini kullanıyor.

HD 1080p modunda bütün sensörü kullanıyor, yani bir crop almaya gerek kalmıyor. Burada da 30 ve 60 FPS çekim yapabiliyorsunuz.

Ancak en çok sinirimi kaldıran yavaş çekimde sadece HD 720p, 120 FPS modunu kullanabilmesi. Burada da ses kaydetmiyor. Bu tamamen kullanıcıya eziyet olsun diye düğmeleri kapamak. Canon'da buna kim karar verdiyse tez zamanda Hara Kiri yapa...

Harici bir mikrofon ve kulaklık bağlamak mümkün. HDMI portu üzerinden harici bir cihaza 10 bit 4K video da kaydedebiliyorsunuz.

Hala inanamıyorum, iPhone bile EOS R'dan daha fazla video özelliklerine sahip. EOS R ile sadece günlük video çekmek mümkün. Canon Cinema Line isimli ürün serisini korumak için bir çok özelliği kaldırmış ve bence çok tehlikeli bir seçim yapmış. Rakip Nikon ve Sony kameraların video özellikleri Canon'ı tuvalete sokup, sifonu çekiyor.

Neyse ki video ile iştigalim sadece ilginç bir şey gördüğümde videosunu çekmek. Bunun için de zaten iPhone'u kullanıyorum. iPhone'un H.265 codec'i çok daha küçük video dosyaları oluşturuyor, yer kaplamıyorlar.

4K video çekmek için de Henüz geçerli bir sebep göremiyorum. Özellikle Internet'e yüklemek ya da indirmek bir eziyete dönüşüyor. HD formatı en azından bana fazlasıyla yetiyor.

Ama yine de Canon ayıp etmiş bu video işinde. Üç bin küsür dolarlık kamera üzerinde insan biraz daha fazlasını bekliyor.

EOS R'ın belki de en önemli özelliği 0.5 inç boyumdaki 3.69 milyon noktalık OLED EVF, yani elektronik görüntü bulucusu. Kusursuz, pırıl pırıl bir görüntüsü var. Ve tabi ki çok daha da fazlası.

EOS R'ın ekranı dokunmatik, her yöne dönebilen, görüntüsü şimdiye kadar gördüğüm en netlerinden biri. 2.1 milyon noktalı ve 3.15 inç boyunda.

Tam dönebilen ekran benim için hayati önem taşıyan bir özellik ve rakiplerin hiç birinde yok. Bu ekran sayesinde selfie ve kendinizin videosunu çekmek olanaklı.

Ayrıca bir kalabalığın ortasındayken ekranı aşağı çevirip, kamerayı baş üstüne kaldırarak ya da ekranı yukarı çevirip, kamerayı yere doğru alçaltarak çok farklı açılardan resim ve video çekilebiliyorsunuz.

Beğendiğim ya da popülaritesi yüksek resimlerin önemli bir bölümü hep bu farklı açılardan çektiklerim.

EOS R'ın menüleri de çok kullanışlı. Diğer Canon DSLR'ların menülerine çok yakın. Canon'un menüleri evvel ezel tutarlı ve düzenlidir. Aradığınızı çok kolay bulursunuz.

Çok tanımamama rağmen Nikon'larda da yolumu bulabiliyorum.

Ancak Sony bu menü işinde tam bir felakettir. Her şey her yere dağılmıştır. Ekranın yarısı boş olmasına rağmen 'estetik' olsun diye ufacık fontlarla, işlevleri oraya buraya serpiştirirler. İkonlarını anlamak mümkün değildir.

On sene önce aldığım bir su geçirmez kameraları var, hala kart nasıl formatlanır bulamıyorum. NEX model başka bir kameraları var, mükemmel de fotoğraf çeker ama sadece menülerine duyduğum nefretten dolayı yıllardır elime almıyorum. Yeni modellerinde menüleri baştan tasarımlayıp, daha anlaşılır, daha intüitif bir hale getirmişler diye duydum ama süt ve yoğurt işte...

EOS R'ın üst kenarında bir Canon DSLR'da hiç görmediğim, ve görünce de gerçekten mutlu olduğum dijital bir LCD ekran var. Kameranın kritik değerlerinin gösterildiği çok kullanışlı bu ekran her nedense eski modellerde bizim çocukluğumuzda dedemin Hac'dan getirdiği Casio saatlerdeki gibi gri-siyah, tatsız bir ekrandı.

Bu ekran hala monokrom ancak hem çok daha modern görünüşlü, hem de çok daha kullanışlı şekilde tasarımlanmış.

EOS R'ın üzerinde bir flaş yok, ancak hot shoe dedikleri klasik bağlantı noktasını kullanarak uygun her flaşı takıp kullanmak olanaklı.

EOS R'ın üzerindeki düğme sayısı, muadili bir DSLR'dan çok daha az. Bir çok kamera sahibinin egosu bakımımdan hoş bir özellik değil bu. Önünde, arkasında, sağında, solunda yüzlerce düğme elbette kamera sahibinin 'önemini' artırmakta. İşin aslı, kamerayı bir Boeing-747'nin kokpitine döndürmektense, az sayıda akıllıca tasarımlanmış düğmeyi her zaman tercih ederim.

Bana kalırsa Canın bu işi çok iyi becermiş. Düğmeler ilk başta biraz alışma gerektirse de bir saatten az bir sürede ben problemsiz uyum sağladım.

Hem basılabilen, hem de çevrilebilen düğmeler fiziksel olarak da çok sağlam ve kullanıldığında tıklayarak temiz bir geri bildirim veriyorlar.

EOS R'da menü ve AF noktalarını değiştirmeye yarayan bir joystick yok. Onun yerine dokunmatik ekranı kullanıyorsunuz. Bana sorarsanız ekran joystick'ten çok daha kullanışlı.

Ancak Youtube'a giderseniz, orada yüzlerce yorumcunun bu joystick bulunmamasına kafayı takıp, kıçlarını yırttığını göreceksiniz. Bunlar abartıp, işi joystick yok diye kamerayı almayın'a kadar getiriyorlar. Bunların çoğu, camiada lafı geçen birinin yorumunu alıp, amplifiye eden müptezeller. Ben joystick olmamasında hiçbir mahzur görmüyorum. Ekranı kullanmak çok daha çabuk, etkili ve duyarlı.

EOS R, bellek olarak bir tane SD tipi kart kullanıyor. UHS-III dahil yüksek hızların tümüne uygun ancak uzun süreli 4K video çekmeyecekseniz, hele fotoğraflar için hemen her tür SD kartı kullanabilirsiniz.

Burada yine başka bir Youtube fenomeninin ortaya attığı bir argümana değinelim.

Efendim, sadece bir bellek kartı aldığı için bu kamera güvensizmiş ve önemli işler için kullanılmazmış. Eğer yedekleme amaçlı iki kart alsaymış pro bir kamera sayılabilirmiş.

Yaygaracılık, başka hiç bir şey değil.

1996 yılından beri dijital kamera kullanıyorum, bellek kartları sadece üç kere sorun çıkardı. Yani yirmi küsür yılda üç kez!

İlk bellek kartı sorunumu Canon 5D-II ile yaşadım - 5D-II tam bu egomanyakların 'profesyonel' sayacağı iki tane kart alabilen bir kameradır.

Ne acıdır ki içinde sadece bir tane kart vardı. Yani böylesi de mümkün 😛

Kart bozulduğunda son çekilen kare hariç bütün resimler ulaşılabilir durumdaydı. O kartı çıkarıp, başka bir kart taktım ve hayat devam etti.

İkinci vukuatım bir 6D üzerinde oldu, bu kez iki kare kaybettim. Kartın üzerinde geriye kalan bütün fotoğraf ve videolar ulaşılabilir durumdaydı.

Üçüncüsü ise sıkı durun, EOS R ile Disneyland'de geldi başıma. Ali Express'ten beş dolara mı ne, 256 GB bir SD kart almıştım. Ya tutarsa diye denemek için taktım. Kartın çalışması bile zaten mucizeydi, hatta bir gün boyunca hiç vukuatsız resim çekti!

Akşama da hakkın rahmetine kavuştu...

Bu kart üzerinde bile sadece bir kare kaybettim ve çekmek istediğim bir kareyi de kaçırdım. Hadi toplam iki kare diyelim.

Yani bir kart ile iki kart arasındaki risk çoğunlukla son kareyi kaybedip, kartı değiştirirken kaybedeceğiniz zaman. Bunun için de bence bu kadar yırtınmaya değmez.

Bu işi büyütenler sanki kameranın tek sorun çıkaracak parçası bellek kartıymış gibi davranıyorlar. İki bellek kartı kullanıyorsunuz diyelim, atıyorum ya shutter çalışmazsa ne yapacaksınız mesela?

Yirmi küsür senede, birinin geleceği bariz toplam üç bellek kartı problemi yaşadım. Ancak aynı süre içerisinde pilim bozuldu, lens değiştirdiğimde kamera lensi tanımayıp, ha bire reboot etti, kameraya kum doldu, bir çocuk yağlı elleriyle lensin ön camını sıvadı, bir keresinde de adaptör bozuldu, hatta yukarda söylediğim gibi kamera lensle birlikte denize düştü. İkinci bellek kartının olup olmaması bunların hiç birini çözmeyecekti.

Kısacası, bir roket fırlatılması ya da kızkardeşinizin nikahını çekecekseniz, iki bellek kartı ile redundancy oluşturmaya çalışmak yerine, yanınıza yedek bir kamera almanızı öneririm.

Çok büyütmeyin bu kendini profesyonel zannedenlerin ukalalığını...

EOS R'ın üzerinde hem Wi-Fi, hem de Bluetooth var. Her iki fonksiyonda biraz 'eh işte' çalışıyor. Canon, henüz bir yazılım firması olamamış, ondandır, bu bağlantılardan fazlaca mucize beklemeyin.

Wi-Fi ile doğrudan ya da aynı ağ üzerinden bir smartphone veya tablete bağlanabiliyorsunuz. Bu bağlantıyı kamerayı remote olarak uzaktan kontrol etmek, ya da fotoğrafları transfer etmek için kullanabiliyorsunuz. RAW formatında transfer olanaklı değil. Bütün transferler JPEG'e dönüştürülüp yapılıyor. Çekilen fotoğrafları otomatik olarak transfer etmek de olanaklı ancak diğer cihaz ile devamlı bir Wi-Fi bağlantısı gerekiyor. Bu da ekstra pil kullanımı anlamına geliyor tabi.

Bağlantı zahmetsiz değil. Kamera üzerinde her nedense iki menü fonksiyonuna gitmek gerekiyor, ancak ilk Canon kameralarına göre birden fazla cihazı aklında tutabiliyor. Bu da biraz işinizi kolaylaştırıyor.

Bluetooth ise benim için çok önemli bir işlevi gerçekleştiriyor. Fotoğraf çekildiğinde telefonun üzerindeki GPS'den konum bilgisini alıp fotoğraf dosyalarına yazıyor. Bütün parkuru kaydedip, zaman bilgilerine göre resimleri sonradan geotag'lemek de mümkün.

Bluetooth bağlantısı neredeyse hiç pil tüketmiyor. Benim iPhone X'im günün sonunda yüzde on falan pil kullanmıştı. Bu arada tabi ki GSM ve Wi-Fi açıktı.

Hem Wi-Fi, hem de Bluetooth için telefon ya da tablette Canon'ın CameraConnect aplikasyonunun yüklenmiş ve çalışıyor olması gerekiyor. Bluetooth üzerinden geotagging yaparken de bu aplikasyon önde (foreground) iken ekranı kapatmanızı öneririm. Geri planda da geotagging yaptığını idda etse de en azından benim kullanımımda bir kaç kez bağlantı koptu. Aplikasyon öndeyken hiç problem yaşamadım.

CameraConnect daha çok fırın ekmek yemesi gerekli bir aplikasyon. Bana sorarsanız hala emekleme devresinde. Bazı basit işlemlerde bile çuvallayabiliyor.

Örneğin Apple cihazlarda GPS, GSM bağlantısını sağlayan chip'in üzerindedir. Birçok iPad GSM bağlantısına sahip olmasa da bazılarında, örneğin benim iPad'imde bu özellik mevcuttur. Ancak bu aplikasyonu geliştiren Hiro Nakamura, eğer bağlantı iPad'e ise nasılsa konum bilgisi yoktur diye kesip atmış. Böylece üzerinde GPS özelliği bulunsa da iPad üzerinden EOS R'a konum aktarmak mümkün olmadı.

Böyle basit şeyler işte.

Ancak bu gün bile ne istediğinizi bilip, daha fazlasına göz dikmezseniz bu aplikasyon gayet güzel çalışıyor.

Connectivity sizin için önemliyse, bu işin erbabı Sony. Nikon ise duyduğum kadarıyla acınacak durumdaymış. SnapBridge isimli aplikasyonları herkese saç baş yolduruyormuş.

EOS R, son on senedir Canon DSLR'larda kullandığımız LP-E6 pilini kullanıyor. Yani elinizde varsa eski piller işe yarıyor. Kamerayla gelen yeni DSLR'lara mahsus LP-E6N modeli ise biraz daha uzun dayanıyor.

Hiçbir güç ekonomisi seçeneğini aktive etmeden, gün boyu fotoğraf çekerek, devamlı Bluetooth geotaging aktif haldeyken ve zaman zaman resimleri Wi-Di üzerinden aktarmak kaydıyla bir pil bana tam bir gün yetti.

Unutmayalım EVF devamlı pil kullanan bir özellik. Eski OVF'ler hiç pil kullanmazdı. Yine unutmayalım, EOS R'ın işlemcisi DIGIC 8 daha hızlı ve daha güçlü bir işlemci. Kamerayla gelen birçok yeni özellik kulağa hoş gelse de, bunların hepsi daha fazla enerji kullanıyor.

Eğer EOS R ile seyahat ediyorsanız, kesinlikle ikinci bir pil almanızı öneririm.

EOS R'ın üzerinde bir USB-C portu var ve DSLR kameraların aksine, bu port üzerinden kameraya takılı pili şarj etmek mümkün. Ne yazık ki bu işlem için sadece Canon'ın iki yüz dolara sattığı kendi adaptörünü kullanabiliyorsunuz.

Bir USB adaptöre iki yüz dolar vermek akla zarar bir şey. Onun yerine iki yeni pil almak daha mantıklı. Yine aklınızda olsun, yeni Macbook Pro adaptörlerinin de EOS R'ı şarj edebildiğini duydum. Kendim denemedim ama 'güvenilir kaynaklar' bu bilgiyi doğruladı. Zaten bir Macbook Pro'nuz varsa adaptörü EOS R ile de işe yarayabilir.

İşte size bir nefeste EOS R.

Sonraki yazılarda biraz daha detaya gireceğiz.

6 Ocak 2019 Pazar

EOS R - 1

Metalik gri-beyaz bir gövdesi vardı. El ve parmakların dokunduğu noktaları kaymayı önleyen tırtıklı plastik bir dokuyla kaplanmıştı.

Eski, birinci jenerasyon denen, hiç bir özelliği olmayan alelade bir fotoğraf makinesi (kısaca kamera) idi.

Babam doğduğum günden on altı yaşıma kadar bu kamerayla binlerce fotoğrafımı çekmişti. Kim bilir nerededir şimdi. Neler vermezdim onu bulabilmek için.

Bu kameranın üzerinde sabit bir objektif (kısaca lens) vardı. Yani bu lensi çıkarıp, farklı birini takmak olanaklı değildi. Üzerinde başkaca hiç bir özellik yoktu.

Sevgili babam daha ben beş yaşımdayken bu kameranın kullanımını bana öğretmeye başlamıştı.

Doğru düzgün bir fotoğraf çekebilmek için önce kaç "DIN" film kullandığınızı bilmek zorundaydınız. DIN o zamanki siyah-beyaz filmlerin bir özelliğiydi ve filmin ışığa duyarlılığının bir ölçüsüydü. Yüksek DIN'li filmler, ışığa daha fazla duyarlıydı ve ışığın az olduğu koşullarda işe yarıyordu. Düşük DIN'li filmler ise sözde daha kaliteli sonuç veriyordu.

O günlerde ekonomide İthal İkamesi denilen bir politika uygulanıyordu. Yani bir mal eğer ülkede üretiliyorsa ithali yasaktı. Sivri akıllının biri fotoğrafların basıldığı kağıtları üretiyorum diye lisans almıştı. Bundan dolayı uzun bir süre boyunca baskı kağıdı ithal edilemedi. Dolayısıyla da kullandığınız filmin DIN değeri ne olursa olsun, bu yerli kağıtlara basıldığında fotoğrafların kalitesi her zaman çok kötü oluyordu.

Babam bu eski kamerayı kullandığında, yanında hep iki sayfalık bir tablo taşırdı. O çocuk aklıma girsin diye ekstremleri ayırıp, bir özetini benim için hazırlamış, kameranın çantasına koymuştu.

Bana hazırladığı sayfanın bir yüzü küçük, diğer yüzü de yüksek DIN'li filmler için makinenin ayarlarını içeriyordu. Bu iki tabloda, ortamın ışık düzeyine, yani güneşli, bulutlu, gece ve suni ışıklı - yani kapalı ortamda olmasına göre makinenin alacağı diyafram ve enstantane değerleri yazılıydı.

Diyafram, lensin ne kadar açılıp ışık alacağı, enstantane de lensin ne kadar süre açık kalacağını gösteren değerlerdi.

Bu günlerde diyafram açıklığına 'apperture', enstantane'ye de 'shutter speed' diyoruz. Çok isterseniz DIN eşleneği değerin bu günkü ismi ise 'ISO'. ISO, biraz yine eski günlerdeki ASA'nın dengi. Bu üç değer fotoğrafın parlaklığını belirler.

Örneğin güneşli bir günde durağan bir nesnenin fotoğrafını 21 DIN'lik bir film kullanarak çekmek için diyaframı 11'e, enstantaneyi de 400'e getirmek gerekiyordu (bu değerler afaki tabi, üzerlerinde asıl değerlerin bulunduğu, sevgili babamın bana yaptığı özet tablolar kamera ile kayboldu). Bu günkü aklımla diyafram 11'in f/11, enstantane 400'ün de 1/400 saniye olduğunu anlıyorum elbette.

Neyse. O günlerde bir fotoğraf çekerken önce filmin DIN değerine göre uygun sayfayı çeker, sonra kafayı kaldırıp havaya bakar ve güneşli, bulutlu, kapalı falan olmasına göre tablonun uygun satırını seçer, hareketin olup olmadığına göre de uygun sütunu bulup aşağı yukarı doğru diyafram ve enstantane değerlerini lensin üzerindeki halkaları çevirerek belirlerdim.

O zaman hem film, hem de kağıt delicesine pahalıydı. Deklanşöre bir kere basmadan önce bu kadar ilim yapmak gerçekten de gerekliydi.

Beş yaşımda rakamları okuyabiliyor olsam da (hıyarlık olsun diye söylemiyorum, doğrusu bu), elbette ki bunların anlamını bilmiyordum. Anlamlarını hep çok sonradan öğrendim, ancak bu tablolar sayesinde makineyi biraz da şansla doğru ayarlayabiliyordum.

Ne var ki yukardaki ayarların üstüne, fotoğrafı çekmeden belirlemem gerekli başka bir değer daha vardı ki, onu doğru olarak çok nadir tutturabiliyordum. Bu değer fotoğrafını çektiğim nesnenin uzaklığıydı ve bu uzaklığı doğru olarak belirleyemediğim zamanlar resim hep flu çıkıyordu. Bu uzaklık ayarı, yani odaklama yukardaki üç değer gibi fotoğrafın parlaklığını değil, netliğini etkiliyordu.

Burada babamın yardım edebileceği çok fazla şey de yoktu. Ya elime metreyi alıp, uzaklığı ölçecektim, ya da deneyimlerime dayanarak bir tahminde bulunacaktım.

Bacak kadar çocuğun deneyimi ne olur, siz düşünün. Bu yüzden uzun bir süre hep burası kaç metredir diye eğer yanımdaysa sevgili babama sormuştum.

Herneyse, üç aşağı, beş yukarı bu değerleri makineye girip, deklanşöre bastığımda sonuç uzun bir süre boyunca bir muamma olarak kalıyordu. Çekilen fotoğrafları görebilmek için önce film rulosunu tamamen çekip, bitirmek, sonra filmi banyoya göndermek, daha sonra da kağıda bastırmak gerekiyordu. Böylece ancak, bazen aradan aylar geçtikten sonra, çekilen resmi iyi mi, kötü mü kağıt üzerinde görebiliyordum.

Ve ancak flu resmi gördüğünüzde "Lan, demek uzaklık bir metreden fazlaymış" diye dövünüyordum.

Halbuki ne güzel olurdu çektiğim resmin nasıl çıkacağını daha resmî çekmeden önce görebilseydim ve ona göre ayarları değiştirip doğru değerleri kameraya girebilseydim? Daha da fazlası, keşke kamera ışığın falan ne kadar olduğuna bakıp, bu ayarları kendisi yapabilseydi...

Resmin parlaklığındaki küçük sorunlar banyo ve basım esnasında giderilebilse de, netlikte bir problem olduğunda fotoğraf işe yaramaz hale geliyordu. Kamera üreticileri önceliği ilkin bu netlik, yani fotoğrafı çekilen nesne ile kamera arasındaki uzaklığın belirlenmesine verdiler.

Babamın eski kamerasında fotoğraf karesi, gözünüzü dayayınca gördüğünüz dikdörtgen bir vizörle ayarlanabiliyordu. Bu vizörün kameranın lensi ile hiç bir bağlantısı yoktu. Sadece deklanşöre bastığınızda lensin göreceği alanı üç aşağı, beş yukarı tahmin ederek gösteriyordu. Lensin kapağı kapalı bile olsa, bu vizörden bir şeyler görmek mümkündü.

Gözünüzü dayadığınız bu vizörlere viewfinder, yani görüntü bulucu derler. Viewfinder'lar görüntünün sınırlarını belirlese de, fotoğrafın parlaklığı ya da netliği hakkında hiç bir fikir vermezler. Bunlara baktığınızda görüntü her zaman net, parlaklık da gözünüzün normalde gördüğü parlaklıktır.

En azından fotoğrafı çekmeden netlik nasıl, onu fotoğrafçıya gösterelim diyen kamera tasarımcıları, daha ta o eskilerde iki lensli kameralar yaptılar. Bu lenslerden ilki görüntüyü filmin üzerine odaklayan, yani fotoğrafı çeken lens, ikincisi de bel hizasından, kameranın üzerinden görüntüyü viewfinder'a, yani fotoğrafçıya gösteren lensti. Her iki lensin de odak uzaklığı aynıydı ve uzaklık bilgisi girildiğinde her iki lens de aynı şekilde odaklama yapıyordu. Böyle kameralara Twin Lens Reflex kamera dediler. Twin ikiz demek, kullanılan çift lense bir referans. Reflex ise normalde ileri bakan lensin arkasına konulan kırk beş derecelik bir ayna sayesinde görüntüyü yukardan bakan fotoğrafçıya yönelten ayna yüzünden verilmiş bir isim. Bu reflex sözcüğü ileride de önemli olacak.

Kameraların en pahalı parçaları olan lens sayısını ikiye katlamak çok ekonomik olmuyordu. İşin içine bir de odak uzaklığı değişebilen zoom lensler girdiğinde, aynı mekaniğin ikinci lense de eklenmesi gerekiyordu ki, bu hiç de pratik değildi. O yüzden Twin Lens Reflex kameralar çok uzun ömürlü olmadılar.

Sonraları Rangefinder, yani menzil bulucu isimli bir sistem gelişti. İki ayrı görüntünün üst üste geldiği noktanın uzaklığını bulmaya yarayan bu yöntem, yine filmin gördüğü lensten bağımsız çalışıyordu. İlk başlarda rangefinder'ların bulduğu uzaklığı okuyup, kameranın lensini bu değerlere ayarlamak gerekiyordu. Bu sistem zamanla gelişse de hiçbir zaman fotoğrafçıların arzuladığı hıza ve esnekliğe ulaşamadı.

Gerek TLR, gerekse de Rangefinder kameralar fotoğrafçıya uygun ayar yapmak için yardım etseler de, yaptıkları fotoğrafın neye benzeyeceği sadece bir tahmindi ve çekilen resimler viewfinder'da görünenden çok farklı çıkabiliyordu.

Netlik için fotoğraf karesine film ile aynı lensten bakmak gerekiyordu.

Bunun için tam bir Zihni Sinir sistemi tasarladılar. Kamera normal halinde beklerken, bir perde ile filmi kapıyor, lensten gelen ışık, kırk beş derecelik bir ayna ile önce yukarı, ve viewfinder seviyesine geldiğinde de başka bir ayna, ya da prizma ile tekrar yatay konuma kırılıp, fotoğrafçının gözüne ulaşıyordu. Fotoğrafçı da resmini çekeceği nesnenin görüntüsü netleşene kadar uzaklık halkasını sağa sola çevirip, fotoğrafı çekiyordu.

Böyle kameralara Single Reflex Camera dediler. Single tek demek ve sadece bir lens kullanılmasından dolayı bu ismi almış.

Bu sistemin karmaşıklığı fotoğrafı çekerken ilk aynanın yukarı doğru katlanıp, filmin önünden çekilmesi, perdenin açılıp, filmin görüntüyle karşılaşması, sonra da perdenin kapanıp, aynanın geri aşağı doğru açılmasının gerekmesinden kaynaklanıyordu.

Neredeyse araba şanzımanı gibi karmaşık bir mekanizmadır bu arkadaşlar. O yüzden Single Lens Reflex, kısaca SLR, bir kamera ile fotoğraf çektiğinizde klak, şırak, tırak şeklinde canhıraş sesler duyarsınız.

Yine de çok başarılı bir sistemdir bu. Günümüzde tam gaz bir çok kamerada kullanılmaktadır.

Geriye dönersek, yine başka bir akıllı niye fotoğrafçı bir nesnenin görüntüsü netleşene kadar uzaklık halkasını çevirsin, bunu kamera otomatik olarak yapamaz mı diye düşündü.

Elbette bu netleştirme işi otomatik hale getirilebilirdi. Burada sorun fotoğraf karesindeki hangi nesnenin netlenmesi gerektiğiydi.

Tüm kare net olsun falan diyebiliriz tabi, ancak bir fotoğrafta sadece bir düzlem net olabilir. Bu düzlemin önündeki ve gerisindeki her nesne flu görünecektir. Bu düzlemden her iki yöne doğru uzaklaştıkça fluluk da artacaktır.

Bunu biraz açıklayalım.

Kameranın lensine bir metre uzaklıkta bir vazo koyalım. Lensin uzaklığını bir metreye ayarladığımızda bu vazo net olarak çıkacaktır. Şimdi bunun hemen yanına bir vazo daha koyalım. Bu ikinci vazonun da lense uzaklığı bir metre olduğundan o da fotoğrafta birincisi kadar net çıkacaktır.

Şimdi ikinci vazoyu birincinin yanından alıp, bir metre kadar arkasına koyalım. Bu haliyle ikinci vazonun lense uzaklığı iki metreye çıkacaktır. Lens bir metreye ayarlı olduğu için birinci vazo net, ikincisi flu çıkacaktır.

İşte netliği otomatik hale getirmenin inceliği burada karşımıza çıkıyor. Kamera hangi vazoyu netlesin, başka bir değişle uzaklığı bir metreye mi, iki metreye mi ayarlasın?

Bu sorunun doğru cevabı fotoğrafçıdadır sevgili arkadaşlar. Kamera doğrudan bunu bilemez.

Tasarımcılar bu nedenle viewfinder'ın ortasına küçük bir kare koydular. Makine bu karenin altında ne varsa uzaklığı, dolayısıyla netliği ona göre ayarlıyordu. Örneğimizde fotoğrafçı vazoların hangisini netlemek istiyorsa kamerayı yavaşça çevirip, o vazoyu viewfinder üzerindeki karenin altına getiriyor, deklanşöre yarım basarak odaklamayı tamamlıyordu. İsterse de resmi çekmeden kamerayı tekrar hareket ettirip, mesela odaklandığı vazoyu fotoğrafın ortasına değil de bir kenarına alabiliyordu.

Sonradan bu karelerin sayısını artırdılar. Fotoğrafçı kamerayı hareket ettirmeden fotoğrafın değişik noktalarına odaklanabiliyordu.

Bu sisteme Auto-Focus ismini verdiler. Auto-Focus sistemi günümüzde o kadar çok gelişti ki hareket eden nesneleri hatta yürüyen bir insanın gözlerini fotoğraf çekilene kadar izleyebiliyor.

Fotoğrafın netliği bu şekilde halledilse de parlaklığı ayarlamak o kadar kolay olmamıştı.

Öncelikle kullanılan filmin karakteristiği, banyo edenin ve karta basanın tercihleri fotoğrafın parlaklığını ve renkli fotoğraflardaki renk dengesini önemli ölçüde değiştiriyordu. Kameranın fotoğrafı çekerkenki tercihleri sonuçta ortaya çıkacak resmin her özelliğini belirlemeye yetmiyordu.

Ta ki dijital sensörler filmlerin yerini alana kadar.

Dijital sensörler banyo ve baskı işini ortadan kaldırmışlardı. Bu kameraların oluşturduğu dijital fotoğrafları sonradan rötuşlamak mümkün olsa da sürecin yeteri kadar büyük bir bölümü kamerada geçtiği için parlaklık ayarlarını otomatikleştirmek de olanaklı olmuştu.

Filmin ışığa duyarlılığının yerini sensörlerin ışığa duyarlılığı almıştı. Kameranın üreticisi içine koyduğu sensörün ne olduğunu bildiğinden bu duyarlılığın ölçüsünü de biliyordu. Fazlası, bu duyarlılık sensör üzerinde farklı DIN/ASA değerlerinde film kullanıyormuş gibi ayarlanabiliyordu.

SLR kameralara kadar doğru parlaklığın otomatik olarak ayarlanması bakımından çok fazla bir ilerleme olmadı. Point And Shoot dedikleri, her ayarın otomatik olduğu kameralar olağan koşullarda doğru parlaklığı ayarlayabiliyorlardı ancak kontrastın çok yüksek olduğu, örneğin karlı bir alandaki koyu kahverengi bir kulübenin fotoğrafı çekildiğinde sonuçlar çok iyi olamayabiliyordu.

SLR kameralar parlaklık ayarlarını yani apperture, shutter speed ve ISO değerlerini detaylı olarak hesaplamaya başladılar. Ancak bunlar da tahmini değerlerdi ve ortaya çıkan fotoğraf her zaman beklendiği gibi olmuyordu.

Dijital sensörler sayesinde sonuç fotoğrafın neye benzeyeceğini daha resmi çekmeden görmek olanaklı bir hale gelmişti. Bir çok dijital kamera, arkalarında ufak bir ekranla piyasaya çıktı ve bu ekranı izleyerek istenilen noktada bir kare resmi çekmek mümkün oldu.

Ancak bu ekranlar viewfinder'ların yerini alamadı.

Öncelikle güneşli havalarda bu ekranların üzerinde bir detay görmek olanaksızdı.

İkinci olsa da, belki de birincisinden daha önemli olarak, bu ekranların üzerinde Auto-Focus çok, çok yavaş çalışıyordu. Odaklanma tamamlanana kadar sahne değişiyor, fotoğrafı kaçırıyordunuz.

Bu nedenle gerçekten çok uzunca bir süre SLR tarzı, optik şanzımanlı viewfinder ve arkalarında dijital ekranlı hibrid kameralar fotoğrafçıların tercihi oldu. Optik viewfinder'larla güneşli günlerde bile kusursuz bir biçimde detayları görüyor, gerçekten hızlı biçimde Auto-Focus yapabiliyordunuz. Resmin parlaklığı da çoğunlukla işe yarar bir biçimde hesaplansa da, profesyonel fotoğrafçılar viewfinder ile fotoğrafı çektikten sonra kamerayı göz hizasından aşağı indirip, arka ekrandan parlaklığını kontrol edebiliyorlardı. Bu o kadar yaygın bir refleks haline dönüştü ki bir ismi bile oldu.

Chimping!

Chimp şempanze demektir. Gerçekten de her defasında çıtır resmi çekip, hop diya ekrandan izleyen fotoğrafçılar bir maymunu andırır. Rivayete göre baktıktan sonra resmi beğenip, bir şempanze gibi uh, uh diye sesler de çıkarırlarmış 🙂

Güneşli günlerde pek işe yaramasa da, özellikle kameralarını tanıyıp, değişik ışık şartlarına reaksiyonlarını bilen fotoğrafçılar uzun bir süre viewfinder+chimping ile idare ettiler.

Bu iki fonksiyonu birleştirmek, yani arkadaki ekranı viewfinder'a taşımak uzun süredir tasarımcıların aklındaydı. Yani lensten gelen görüntüyü optik olarak viewfinder'a aktarmaktansa sensörün gördüğü ve gerçek fotoğrafı oluşturacak görüntüyü küçük bir ekranla televizyon misali fotoğrafçıya göstermek, bir de odaklanma hızını kabul edilebilir düzeylere çıkarılabilirse, bütün geri kalan sorunları çözecekti.

İlk elektronik viewfinder'lar kalite olarak çok kötüydü. Optik viewfinder'lar kadar detaylı değillerdi. Kamerayı hareket ettirdiğinizde eski siyah beyaz televizyonlardaki gibi görüntü atlıyor, resmi çekilen son görüntü viewfinder'da görünenle aynı olmuyordu. Auto-Focus'u ise sormayın bile. Gelin ile damat imzalarken deklanşöre bastığınızda kamera odaklanana kadar çift balayılarına çıkmış oluyorlardı.

Ancak elektronik viewfinder'lar kaçınılmaz gelecekti. Artık kimse içlerindeki şanzıman yüzünden kocaman boyutlara büyümüş, eşek cesedi gibi ağır SLR kameraları taşımak istemiyordu. Aynayı katlayan sonra da açan bu mekanik düzen hem maliyetliydi, hem de bozulma riskini artırıyordu.

Her şey gibi elektronik viewfinder’lar da gelişti. Mühendislik sorunları çözüldü ve ortaya çıkan bu mini ekranlar optik viewfinder'lar kadar net ve kesintisiz görüntü vermeye başladılar.

Başta Canon firması, Auto-Focus yavaşlığına da çare buldular ve yeni nesil elektronik viewfinder’lı kameralar piyasaya çıktı.

Ben de Canon'un ilk full-frame dedikleri, sensörü 35 mm'lik filmlerin boyundaki EOS R isimli bu kamerasını satın aldım.

Bu kamerayla sevgili kızımızla gittiğimiz Disneyland'de bir hafta geçirdim. Bol bol resim çektim ve iyi sayılabilecek bir deneyim elde ettim.

Önümüzdeki günler boyunca bunları sizle paylaşacağım.

Sevgi ile kalın.

27 Aralık 2018 Perşembe

Masonlar - Bilinenler

Her devrin kendine özgü popüler bir iş kolu vardır. Örneğin annem benim bir "mühendis" olmamı istemişti, çünkü onun zamanında deyimi uygunsa dünyayı döndüren üretim olgusuydu. Para üretip, satarak kazanılıyordu. Gençliğimde popülarite işletme, ekonomi gibi finansal alanlara kaymıştı, yani para, parayı yöneterek kazanılıyordu. Şimdilerde ise popülarite çoğunlukla bilgi ve internet üzerinde iş kollarında. Yine yukarıdakilerin benzeri bir parelelde, para bilgiyi yöneterek kazanılıyor.

Ortaçağda ise en popüler iş kolu inşaattı. Avrupa'nın her önemli kentinde baktığımızda heybetleri ve mimarileri ile hala bizi etkileyen katedraller, şatolar ve saraylar bulunur. Bu göz kamaştıran yapılar, zamanın egemenlerinin halklarını ve dost ya da düşman, diğer egemenleri etkilemek için kullandıkları bir yöntemdi.

Bir katedralin inşaası yüz yılları alıyordu. Bu nedenle, özellikle o devrin ortalama yaşam süresinin kısalığı da dikkate alındığında, yapıma başlayıp, bitiren kişiler de genellikle farklı oluyordu. Yine yapıların mimarları çok detaylı olmayan genel bir yapı planı hazırlıyor, gerçek detaylı planlama ise ustalar tarafından yapım esnasında tasarımlanıp, uygulanıyordu. Yani o devrin ustaları sadece birer çalışan değil, aynı zamanda tam anlamıyla birer sanatçıydılar.

Bu eserlerin yapıldıkları günlerde vinçlerin ve diğer inşaat makinelerinin, standard yapı malzemelerinin ve binaları ayakta tutan modern hesaplama yöntemlerinin bulunmadığını düşünürsek, mimarları ve ustaları biraz daha fazla takdir ederiz.

Katedral, şato ve sarayların elbette ki ahşap işleri ve heykel gibi dekorasyonlarıyla ilgilenen meslek gurupları vardı, ancak bu yapıların can damarları olan duvarlarının yapıldığı taş işçiliğini "stone mason" ismi verilen taş ustaları yapıyordu. Bu ustaların taş işleme ve inşa etme yöntemleri birer meslek sırrı olarak saklanıyor, böylece bu kişiler dişe dokunur bir yapı inşa etmek isteyen her asil için çok aranan birer değer olmalarını sağlıyordu. Bu ustalar Avrupa'da, ülkeler arasında serbestçe dolaşabiliyorlardı.

Bugün işinin ehli bir uzman arandığında diploma, eski işvereninden referans gibi yazılı belgeler istenir, ancak takdir edersiniz ki o zamanlar ne resmi taş ustası enstitüleri, ne de bunların verdiği diplomalar vardı. Taş ustaları İngilizce'de 'Guild' denilen, Türkçesi ise 'Lonca' olan, bir tür esnaf derneklerinde toplandılar. Böylece yerel olarak bildiklerini diğer taş ustalarına öğretme ve bu bilgileri dış dünyadan gizleme olamamağı buldular.

Yerel olmayan bir inşaat projesinde çalışmak isteyen bir taş ustasını sahtesinden ayırmak için de yine sadece taş ustalarının bildiği el sıkma ve kendilerini tanıtma yöntemi geliştirdiler.

Taş ustalarının birden fazla alt grupları vardı. Bunlardan en önemlisi ise kireçtaşı gibi yumuşak ve işlenebilir taşlarla çalışan taş ustalarıydı. Bu tür taşlara 'Free Stone' yani 'Uygun Taş', bu taşlarla çalışan ustalara da 'Free Stone Mason' deniyordu.

Özellikle Birleşik Krallık sınırları içinde örgütlenen bu taş ustaları ilk kez 1717 de, İngiltere'de, ismi Mason Locası olarak kurulan bir topluluğa evrildiler. Bu topluluk Birleşik Krallık, bu devletler topluluğunun zamanımda bir üyesi olan Amerika ve başta Fransa, tüm dünyaya yayıldı.

Bu topluluk kendini, kökleri olan Free Stone Mason'dan alıntı, Freemasons şeklinde adlandırdı (Freemasons isminin eski taş ustalarının Avrupa'da serbestçe dolaşabildiklerinden dolayı da verildiği söylenir). Sonraları topluluğa taş ustası olmayan kişiler de kabul edildi. Bu yeni üyelere Accepted Mason ismi verildi. Hepsine de kısaca Mason dediler. Bugün zaten Masonlar içerisinde neredeyse hiç taş ustası kalmadığını düşünürsek, bu üç isim de aynı anlamda, her biri diğerinin yerine değişimli biçimde kullanılıyor.

Masonluk kurulduğu günlerde sadece erkekleri üye kabul ediyordu. Zaten kadın taş ustası yoktu ve bu insanlar çalıştıkları yerler yüzünden zamanlarının çoğunu evlerinden uzakta, inşaatlarda 'loca' ismi verilen barınaklarda geçiriyorlardı. Masonların bugün 'loca' ismi verilen asli organizasyon biriminin ismi buradan gelir. Neyse, bu hayat tarzı zamanın kadınının evde oturup, çocuk bakma gibi görevlerine uymadığından kadınlar taş ustası olmuyordu.

Bugünün Mason localarının bir bölümü hala sadece erkek üye kabul ediyor. Ancak sadece kadın, ya da hem erkek, hem kadın üye kabul eden bir çok loca var. İşin aslı sadece erkek üye kabul eden localar, bunu daha ziyade ritüelistik nedenlerle yapıyorlar. Bu localar çoğunlukla sadece kadın, ya da karışık üye kabul eden diğer locaları doğrudan destekleyerek bu açıklarını kapıyorlar.

Benzeri bir ayrımcılık ABD'de, bu kez de siyahi üyeleri için yapılmış. İlk kurulan Mason locaları siyahi üyeleri kabul etmemişler. Irkçılığın zirvesi olan günlerde kurulan Prince Hall isimli bir loca sadece siyahi Amerikalıları Mason olarak kabul etmeye başlamış. Sonrasında ise siyahiler diğer localara da üye olarak kabul edilmiş.

Bu kadınlara ve siyahilere yapılan ayrımcılık yüzünden Masonları ırkçı, ayrımcı bir topluluk olarak düşünebilirsiniz. Bana sorarsanız Masonlar bu günkü güçlerini ırkçılık ve ayrımcılık yapmamalarına borçludur.

Nasıl mı?

Din bakımından.

İlk günden beri Masonlar dini, tanrı ile insanın arasındaki bir inanç tercihi olarak görmüş, Mason olabilmek için herhangi özel bir dine inanma zorunluluğunu kaldırmışlardır. Mason olabilmek için üstün bir yaratıcının olduğuna inanmak yeterlidir. Mason felsefesi dinin, kişinin kimliğini tanımlayan önemli bir parametre olduğunu kabul eder ama dinin uygulamasını kişiye bırakır. Mason toplantılarımda din (ve siyaset) tartışılması yasaktır.

Bu da Masonları dünyada yaşayan yetenekli, güçlü 'her' kişiyi üye kabul etmesine olanak sağlar. Yahudisi, Katoliği, Protestanı, Müslümanı, hepsi aynı çatı altında birleşebilir.

Her Mason bir Mason locasına bağlıdır. Bu localar üye kabülü, gelir temini ve yeni üye kaydı bakımımdan otonomdurlar. Ancak bütün bu localar bölgesel ya da ülkesel düzeyde kurulu Büyük Loca isimli bir üst locaya bağlıdır. Bu büyük locada politika belirlemesi, kayıt tutulması gibi daha üst düzeyde fonksiyonları yerine getirir. Locaların yöneticisine Worshipful Master, bölgesel locaların başındakilere de Grand Master derler. Bu ünvanları doğrudan çevirirsek ortaya "Tapılası Efendi", "Büyük Efendi" gibi ünvanları çıkar, ancak unutmayalım, bunların hepsi Ortaçağ'dan kalma ünvanlardır. Başkan ve Genel Başkan gibi anlasak daha doğru olur.

İşim şaşırtıcı tarafı, dünya üzerinde bu bölgesel locaların bağlı olduğu bir en üst loca ya da bir Masonlar Konfederasyonu yok. Yazıldığına göre bölgesel localar tamamen bağımsız ve otonomdur.

İşte ben de bu noktada yok artık diyorum. Böyle köklü bir topluluğun bölgesel ya da ülkesel bir seviyeye kadar örgütlenip, orada duracaklarına inanmak gerçekten zor. Belki de dünyanın bir köşesinde, gerçekten Bond filmlerindeki gibi herkesin aynı kırmızı üniformayı giydiği, yer altında, sadece üyelerin parmak izleriyle açılan kapıların ardında Masonik bir genel merkez bulunmakta. Neyse... Varsa da biz bilmiyoruz.

Peki nasıl Mason olunur?

Mason olmanın şartları başvuruda bulunduğunuz locaya göre bazı farklılıklar göstermekte. Özellikle kadınsanız bazı localar sizi kabul etmeyebilir. Ancak bunun dışında, din, dil, ırk ayırmadan herkes eşit bir biçimde Mason olmak için başvurabilir, yeter ki bir büyük gücün yaratıcılığına inanın. Masonluk hiç bir şekilde üye toplamaya yönelik bir faaliyette bulunmaz. Üye olmak isteyenlerin kendilerinin gidip baş vurmaları gerekir.

Bundan sonra bir başvuru formu doldurup, katılmak istediğiniz locaya veriyorsunuz. Başka bir Mason'un size referans vermesi anladığım kadarıyla çok önemli. Sonra bir mülakata çağrılıyorsunuz. Mülakat ve araştırmaların sonucu eğer üye olma maksadınız ve kişiliğiniz uygun bulunursa kabul ediliyorsunuz.

Üzerinde çok spekülasyon yapılan, ancak kesin bir teyidi olmayan önemli bir kabul seromonisinden geçiyor ve 'Çırak' ünvanı ile Masonluk kariyerinize başlıyorsunuz. Bu rütbeler çok karmaşık değil. Çıraklıktan sonra sadece iki rütbe daha var. Ustalık ve Efendilik. Rütbe yükseldikçe de birbirlerini tanımak başta, farklı amaçlar için kullanılan, yine başta el sıkma şekilleri, diğer şifreleri öğreniyorsunuz. Unutmadan, kabul seromonisinin önemli bir parçası inandığınız kutsal kitap üzerine ettiğiniz bir yemin. George Bush'un ve George Washington un el bastığı İncil aynı İncil.

Yine kabul seromonisi esnasında uygulanan bir ritüel, kuru sıkı bir silahın kafanıza dayanıp, tetiğin çekilmesi. Yakın zaman önce avanak bir Mason silaha kuru sıkı mermi yerine gerçek mermi koyup, yeni üyeyi dan diye kafasından vurmuş ve öldürmüş. Tabi dünya ayağa kalkmış, "Biz demedik mi, bu adamlar şeytan diye" şeklinde.

Mason olduktan sonra Mason olduğunuzu dış dünyaya açıklama kararı tamamen size kalmış. Loca size bu konuda hiç bir telkinde bulunmuyor. Ancak toplantıların gizli bölümlerinde konuşulanları açıklamak yasak.

Mason localarında ve üyelerin kendilerinin Mason olduklarını göstermek amacıyla kullandıkları en önemli sembol, bazen ortasında bir "G" harfi de bulunan bir pergel ve köşe cetveli. Başka semboller de var tabi, ilgileniyorsanız bir Google araması yetiyor.

Masonların gençlik kolları da var. Bunlardan en önemlilerinden biri DeMolay Topluluğu. Daha önceki yazıları okuduysanız bu ismi hatırlayacaksınız. Jacques de Molay, Tapınak Şövalyeleri'nin diri diri yakılan son lideri. Size daha önce de yazdığım gibi Tapınak Şövalyeleri'nin Mason'ların kurucuları olma olasılığı bence çok yüksek.

Sadece Masonlar değil, bir araya gelip, bir topluluk oluşturan her gurup insanın bir amacı vardır. Masonların resmi amaçları yardımlaşma ve eğitim ya da felaketler sonrası yardım gibi hayır işleri. İşte ben burada da biraz skeptik kalmayı tercih ediyorum. Bunca insan yüzlerce yıl boyunca sadece okul bursu dağıtmak için bir araya gelmez gibi geliyor bana.

Umarım Masonlar hakkımda basit de olsa bir bilgi sahibi olmanıza katkıda bulundum.

Herkes gibi ben de gizli olan şeylere şüphe ile balarım. Masonlar da bu şüpheyi hak edecek kadar gizliliğe sahipler. Hal böyle olunca benim de şüpheci gözlerim üzerlerinde kalıyor, ancak bunca yüz yıldır yaptıkları ispatlanan zararlı bir şey yok. Bir köprüye asılı bulunmuş, Mason, ancak Mafya falan gibi örgütlere biraz yakın İtalyan bir bankacı ile size yukarda anlattığım, adamın kafasına boş diye dolu tabancayı dayayıp, tetiği çeken avanak dışında doğrudan Masonlara bağlanabilmiş bir yasadışı olaya rastlamadım. Komplo teorilerine göre Fransız İhtilalinden Bolşevik harekete kadar her şey Masonların işi tabi, ama bir kanıt yok ne yazık ki.

Mason olduğunu dolaylı yollardan bildiğim bir iki kişiyi tanıyorum ancak sıkıştırıp ağızından laf alabilecek kadar yakından tanıdığım bir Mason yok - varsa da ben bilmiyorum. O yüzden size 'insider information' da sağlayamıyorum.

En iyisi burda durmak.

Sevgi ile kalın.

21 Aralık 2018 Cuma

Masonlar - Ne Değiller

Bir önceki bölümde sizle paylaştığım ünlü Masonların öyküleri sadece size ilginç gelebileceğini düşündüğüm sınırlı sayıda örneklerdi. İşin aslı on dört ABD başkanı Mason'du. Ünlü Masonların listesinde İsveç Kralları, Sırp Prensleri, Rumen şairler, İngiliz, Amerikan senatörler, devlet adamları, sanatçıları, filozofları var. Bugün itibarıyla dünya üzerinde beş milyon Mason bulunmakta.

Bizde Mason deyince bilir bilmez - aslında bizde herhangi bir şeyi bilmeyen yoktur, herkes her şeyi bilir o yüzdem 'bilmez de bilir' şeklinde düzelteyim, herkesin aklına sinsi, dünyayı ele geçirmeye çalışan, James Bond filmlerindeki Hugo Drax tarzı yasa dışı bir örgüt akla gelir.

Mesela "Demirel" dersiniz, "Bırak ya, o Masondu" derler. Masondu da ne yaptı diye sorarsınız, Amerikan uşağı falan gibi klişe, başı sonu olmayan saçma bir cevap verirler.

Masonluğu, ritüellerinde insanların kurban edildikleri gizli bir din zannedenler bile vardır.

Benzeri bir anlayış, yani Masonların yararlı bir topluluk olmadığı, Türkiye'deki gibi saçma boyutlarda olmasa da batıda da görülür.

Peki kimdir bu Masonlar? Amaçları iyi midir, yoksa kötü mü? Yasa dışı, sinsi, karanlık, zararlı bir topluluk mudurlar yoksa yasal bir toplum örgütü müdürler? Nasıl seçilirler? Bir Mason olabilmek için neler gereklidir? Masonluk bırakılabilir mi?

Bu soruların tümü için bir cevabım yok. Ben Mason değilim, o yüzden bu konu hakkındaki bilgim araştırdıklarımla sınırlı. Neyse ki bu topluluğu biraz tanıyabilecek kadar bilgi erişilebilir bir durumda. Bu bilginin kaynağı da Masonların ta kendileri.

Masonların hiç bir şekilde saklamadıkları, hatta biraz da gururla hiç çekinmeden bütün ayrıntılarını umuma açtıkları en önemli bilgi, bu topluluğun üyelerinin kim olduklarıdır.

Mason olmak topluluk üyelerinin korumalarının beklendiği bir sır değildir. Bir çok Mason yakasında bir Mason rozeti taşır. Yani Mason sembollerinin ne olduklarını biliyorsanız, bu kişilerin Mason olduklarını hemen anlarsınız.

Masonların toplanma yerleri de gizli değildir. Bazı ülkelerde biraz da güvenlik için kapılarına neon işaretlerle "Mason Locası" falan yazmasalar da, dünyanın uygar kesiminde bu bilgi de halka açıktır.

Ancak bu mekanların kapıları toplantıları için kapandığında içerde ne konuşuluyor, ne yapılıyor, bunları bilmiyoruz. Topluluk, bunların detaylarını umumla paylaşmıyor.

Gizli olan her şey ilgi çeker ve yoruma açıktır. Zaten Masonlarla ilgili komplo teorilerin çoğu bu gizlilik yüzünden ortaya atılmıştır.

Bir uçak yolculuğu esnasında yanımdaki yolcunun yakasındaki, üzerinde Mason işareti bulunan rozetine gözüm takıldı. Adam da bunu farkedip gülümsedi. Ben de biraz utandım.

"Her halde ne olduğunu biliyorsun" dedi. Ben de "Kusura bakmayın, böyle 'stare ettiğim' - yani fazlaca dikkatlice baktığım için" dedim. Kendini tanıtıp elini uzattı. Ben de cevap verip, elini sıktım. Bu el sıkışması esnasında Masonların özel bir şekilde birbirlerini tanıtabildiklerini bir yerlerde okumuştum ama bu el sıkışması gerçekten benim Mason olup olmadığımı anlamak için miydi, yoksa sadece nezaketten miydi, bilmiyorum.

Neyse. Konu tabi ki Masonlara geldi, ben de niye toplantılarını gizli tuttuklarını sordum. Bana "Şimdi ben senin çalıştığın şirketin kapısına gelip, falanca tarihteki executive toplantıda ne konuşulduğunu sorsam bana söylerler mi?" diye sordu. Haklı mı, haklı... Söylemezler tabi.

Toplantıları, ritüelleri, detaylı amaçları gizli tutulam bir topluluk Masonlar.

Madem amaçlarını, ritüellerini, toplantılarında ne konuştuklarını bilmiyoruz, o zaman onları tanıyabilmek için bildiklerimizden başlayalım.

Masonlar hakkında bildiklerimizin en detaylıları kimlerin Mason oldukları.

Zaten bir önceki yazıda da bu yüzden size ünlü Masonların kısa öykülerini detaylıca anlattım. Bu insanların profillerine bakarak Masonların tam olarak ne olduklarını olmasa da, ne olmadıklarını anlayabiliriz.

Her şeyden önce Masonlar dini bir topluluk değiller. Listeye balarsanız Katolik, Ortodoks, Protestan, Yahudi, Müslüman, Ateist bir çok Mason göreceksiniz. Zaten daha sonra da değineceğimiz üzere Mason olmanın koşullarından biri, ismi, tanımı ne olursa olsun 'sadece' üstün bir varlığa, bir yaratana inanmak.

Masonlar dini bir topluluk olmadıklarına göre Masonluk da bir din değil.

Masonluk coğrafik, ırkçı, ulusçu bir topluluk da değil. Nat King Cole'dan, Eyfel’e, Talat Paşa'dan Garibaldi'ye, siyahı, beyazı, Avrupalısı, Asyalısı, Amerikalısı, Türkü, Sırpı, İtalyanı, Almanı, Rumeni, dünyanın her köşesinden, aklınıza gelen her ırk ve ulustan üyeleri var ve olmuş.

Masonluk, bir meslek, bilim, sanat ya da başka bir ilgi alanının üyelerine hitab eden bir oluşum da değil. İçlerinde politikacılar, bilim adamları, kaşifler, sanatçılar, mucitler, iş adamları, filozoflar, askerler, yaşamın aklınıza gelen her alanından insanlar var.

Özellikle günümüzde bazı sosyal topluluklar, üyelerine maddi ya da kariyerlerinde yükselme benzeri avantajlar sağlarlar. Masonlar ne kadar bu işin içindeler bilmek zor. Topluluğun üyelerinin bir birlerine yardım ettiklerini düşünmek her halde yanlış olmaz. Ancak bir araya geliş nedenlerinin sadece bu olduğuna ben pek emin değilim.

Bir kere Mozart gibi neredeyse açlıktan ölen, Garibaldi gibi köyüne dönüp, çiftçilik yapan ünlü Masonlar var. Eğer Masonluk finansal bir yardımlaşma kuruluşu olsaydı, bunlar maddi sıkıntıya düşmezlerdi.

Kariyerlerinde yükselme konusunda biraz daha grinin tonlarında kalıyoruz. McArthur ve Roosevelt"in ikisi de Masondular. Roosevelt'in McArthur'a yükselmesinde yardımcı olduğunu düşünebiliriz. Ancak Buffalo Bill'den Henry Ford'a, Samuel Colt'a, Benjamin Franklin'e, Amudsen'e bir çok ünlü Mason, Mason amcalarından ziyade, kendi bilgi ve yeteneklerinden dolayı yükselmiş görünüyorlar. Yine de bilinmez tabi.

Masonların kimlikleri ile ilgili en önemli soru olan şeytan mı melek mi oldukları ise bence yine ünlü Masonların öykülerine bakarak öngörülebilir.

Modern demokrasinin temelini oluşturan Jean-Jacques Rousso, Goethe gibi filozofların, herkese eşitliği öngören ABD anayasası gibi ilerici bir anayasayı yazıp, uygulayan devlet adamlarının, Mozart, Beethoven gibi sanatçıların, endüstri devrimini gerçekleştiren Ford, Colt gibi girişimcilerin horoz kanı içip, Şeytana taptıklarını düşünmek zor. Bir Mason olan Gerald Ford'un elinde nükleer silahlar vardı. Masonlar dünyayı yok etmeye kararlı şeytani bir örgüt olsalardı, her halde bu silahları kullanırlardı.

Kısacası ben Masonların şeytani bir örgüt olduklarını düşünmüyorum, ancak bu birer melek oldukları anlamına da gelmeyebilir tabi.

Masonların ne olmadıklarına baktık. Gelin şimdi de ne olduklarını anlamaya çalışalım.

Devam edeceğiz...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...