26 Ekim 2018 Cuma

Philip'in Öyküsü

Philomena banyo yapmak için odaya girdiğinde bir rahibe ile aynı çalışma evinde kalan başka bir kadının bağırmasını duydu.

"Niye ben yapacakmışım? Git zencinin anasına söyle, o yapsın bu aşağılık işi!'

Philomena ilk defa oğluna zenci anlamına gelen ve onur kırıcı bir sözcük olan "nigger" dendiğini duymuştu.

Banyoya girmeden önce çimenlerin üzerinde duran ve içlerinde evlilik dışı doğmuş çocukların olduğu beşiklere yaklaşıp, çocukları inceleyen çiftler dikkatini çekmişti.

Bu çiftlerden biri içinde oğlu Philip'in olduğu beşiğin yanında durmuş, kadın ve kocası çocuğa uzun uzun ve dikkatli bir biçimde bakmaya başlamıştı.

Philomena yanındaki arkadaşına dönüp sordu:

"Ne istiyor bunlar benim Philip'imden?"

Arkadaşı gülüp cevap verdi.

"Bunlar evlat edinecek bir çocuk arıyorlar, aptal. Dua et de senin çocuğunu alsınlar. Bu cehennemden kurtulmanın tek yolu bu."

Hayat Philomena için bu çalışma evi dedikleri yerde gerçekten bir cehennem gibiydi.

Kendine bakamayanların kalacak bir yer ve yiyecek karşılığında çalıştıkları bu evde Philomena gibi on sekiz tane daha evlilik dışı çocuk doğurmuş kadın vardı.

Ama sadece Philomena'nın çocuğu siyahiydi.

Bu yüzden işlerin en kötüleri ona veriliyor, diğer kadınlar ve rahibeler dahil herkes onu devamlı dövüyordu.

Çocuğu siyahi olduğu için o hiç bir değeri olmayan bir çöptü.

Ama oğluna nigger denmesi bardağı taşırmıştı.

Odadan çıktı ve oğluna nigger diyen kadına bir tane çaktı. Kadın karşılık verince de onu eşek sudan gelinceye kadar dövdü. Odadaki rahibe de Philomena'ya vurmaya başladı. Philomena onu da evire çevire dövdü.

Diğer rahibeler araya girdi ve Philomena'ya kiliseye gidip, tanrıya onu affetmesi için yakarmasını söylediler.

Philomena kiliseye gitti ama dua etmek yerine sunağa çıkıp, bağırmaya devam etti.

Evin yöneticileri ona sakin olmasını söylediler ve önüne imzalaması için bir kaç sayfa kağıt getirdiler.

"İmzala bunları Philomena, sonra buradan çıkıp, İrlanda'ya dönebilir, istediğin gibi yaşayabilirsin."

"Bu kağıtlar ne?" diye sordu Philomena.

"Philip'i evlatlık olarak verebilmemiz için gerekli bu kağıtlar."

Philomena, "Philip benim oğlum, o bir eşya değil ki. Nasıl veririm onu?" diye bağırıyordu.

Koşarak yatakhaneye gitti, Philip'i de alıp, yangın merdiveninden yukarı çıktı.

Herkes onun, çocuğu ile birlikte atlayarak intihar edeceğini düşünmüştü.

Philomena'nın ise başka bir planı vardı. Ertesi gün on sekiz yaşına basacaktı ve o zaman kimsenin oğlunu elinden alamayacağını biliyordu. Sadece bu geceyi atlatması gerekiyordu.

Philomena o geceyi atlattı.

Philip'in babası Cecil, İngiliz Guyana'sından bir zenciydi. Hava kuvvetlerinde görevliydi. Beyaz bir kadınla beraber olduğu anlaşılınca 1948 yılında Birmingham'dan Londra'ya sürmüşlerdi. Philomena ise bundan habersiz, Cecil'in ilişkiden sıkılıp, kaçtığını düşünmüştü.

Bir kaç ay sonra hamile kaldığını anladı ve Philip doğdu. Philomena da kendisini bu gayri meşru çocuk annelerinin kaldığı çalışma evinde buldu.

Philomena o gecenin sonrasında Cecil'i buldu ve Cecil'e olan biteni anlattı. Adam üzülmüş, Philomena'ya niye hamile olduğunu öğrendiğinde ona haber vermediğini sormuştu.

Cecil çocuk için Philomena'ya yardım etmeyi kabul etti. Philomena da Manchester'a taşındı ve sekiz yaşına kadar Philip'e burada baktı.

O günün İngilteresindeki slogan "Zenciler, İrlandalılar ve köpekler giremez" olduğundan 1957 yılında Philomena oğlunu Dublin'e, annesi ve babasının yanına gönderdi.

Hayatının bir cilvesi, Philomena ilerleyen yıllarda iki çocuk daha yaptı ve Philip'in aksine, bunları evlatlık verdi.

İrlanda, Philip için daha güvenli bir yerdi. Siyahi bir çocuk, İrlanda'nın gerisiyle oldukça belirgin bir kontrast oluştursa da, karşılaştığı ırkçılık, İngiltere'ye göre çok daha azdı.

Gerçek bir İrlandalı olarak büyüdü ve ülkesine hep bağlı kaldı.

Philip, annesinin Lynott olan soyadını almıştı ancak babasının soyadı olan Parris'i de ikinci ismi olarak kullandı.

Peynir kadar beyaz İrlanda, bu kara tenli, zenci sesli, zenci saçlı, zayıf, incecik oğlandan bir yıldız yaratacak, ona İrlanda'dan çıkmış en iyi müzisyen sayıp, Dublin'e koca bronz bir heykelini dikecekti.

Phil, 1965 yılında Black Eagles isimli gruba vokalist olarak katılıp, Dublin'de, kulüplerde zamanın popüler şarkılarını söyledi. Burada devam ettiği okulda da davulcu Brian Downey ile tanışıp, arkadaş oldu.

1967 civarlarında Kama Sutra isimli bir grupta vokalist olarak seyirciyle etkileşim yeteneklerini geliştirdi.

Phil, 1968 yılında Skid Row gurubundan (Amerikan heavy rock grubu Skid Row değil) bas gitarist Brendan Shiels ve Brian Downey'in kabul etmemesi yüzünden davulu alan Noel Bridgeman ile birlikte yine zamanın popüler şarkılarını çalan bir orkestra kurdu. Phil bir enstrüman çalmayı bilmediğimden solo anlarımda eko yardımıyla müziği kendi sesiyle mırıldanıyordu. Sahne hayatının gerisinde sürdüreceği, gözlerinin altına ayakkabı boyası sürme adetine de bu günlerde başlamıştı.

Gurubun gitaristi Guinness fabrikasında (burada bu birayı çok seven, ebediyete intikal etmiş bir dostumu yad edeyim) full time bir iş bulup ayrılınca, yerini yine Belfast'lı bir gitarist, Gary Moore almıştı.

Phil'in çok ilginç bir sesi olmasına rağmen şarkı söylerken zaman zaman detone oluyordu. Problemin bademciklerinde olduğunu anlayınca tedavi olmak için geçici olarak grubu bıraktı. Döndüğünde ise vokali Shiels'in aldığını gördü.

Shiels bir dostunun ayağını kaydırdığı için üzgün, ilerde müzik hayatına yalnız devam edebilsin diye Phil'e bas gitar çalmayı öğretti.

Phil, Brian Downey ile birlikte Orphanage isimli bir gurup kurdu. Burada yine vokaldeydi ve bas öğrenmeye devam ediyordu.

1969 yılımda artık yeteri kadar bas gitar çalabileceğine inanmış, yine Brian Downey ile birlikte, yanlarına gitarist Eric Bell ve klavyeci Eric Wrixon'u alıp yeni bir gurup kurdu.

Dandy isimli bir çizgi romandan Tin Lizzie adında bir karekterden esinlenip, guruplarının ismini Thin Lizzy koydular. Rivayete göre Tin'e ekledikleri "h" Dublin aksanını sembolize ediyormuş.

İlk single'larından sonra klavyeciyi atıp, yollarına üç kişi devam ettiler.

İkinci albümleri Shades of a Blue Orphanage'dan sonra Phil az daha Thin Lizzy'i terk edecekmiş. O aralar Ian Gillan ile papaz olan Ritchie Blackmore, davulcu Ian Paice ile birlikte Baby Face isimli yeni kuracakları gruplarına bir vokalist arıyorlarmış. Phil ve Ritchie beraber çalmışlar, aslında fena da gitmemiş ama Phil, kendi grubumda lider olmayı başka bir grupta bir şarkıcı olmaya tercih ederim demiş ve Thin Lizzy ile yoluna devam etmiş.

Thin Lizzy ilk çıkışını 1973 yılında bir İrlanda folk şarkısı olan Whisky In The Jar ile yaptı.

Eric Bell bu esnada gruptan ayrılmış ve yerini sonradan gruptan yüz elli sekiz kere ayrılıp, üç yüz kırk dokuz kez yeniden katılacak Gary Moore'a bırakmıştı.

Phil Lynott
Ancak bence grubun yükselişini tetikleyen en önemli değişim, Amarikalı gitarist Scott Gorham'ın gruba katılması oldu. Gorham'ın kız kardeşi Supertramp'in davulcusuyla evliymiş ve bu vesileyle İngiltereye gelmiş. Bu adamın gitarını gerçekten çok severim. Phil'in gerisinde kalmış gibi görünse de Gorham, Thin Lizzy'yi Thin Lizzy yapan çok önemli bir karakterdir bence.

Önce Bell'in, sonra da Moore'un ayrılması Phil'in grubun yapısını değiştirmesine yol açtı. Phil gurupta iki gitarist olsun istemiş ki, biri kaçarsa, turneleri kalan gitarist ile bitirebilsinler.

Böylece Gorham ile birlikte gitarcı Brian Robertson da gruba dahil oldu.

Kör istemiş bir göz, Allah vermiş iki göz. Grupta iki gitar olunca bu arkadaşlar da normalde akıllarına gelmeyecek ilginç fikirleri uygulamaya başlamışlar.

Bir gün stüdyoda bir teknisyen aynı gitar kaydını bir iki mili saniye gecikmeyle aynı melodinin üstüne çalmış ve ortaya çok ilginç bir sound çıkmış. Eh, grupta iki gitar olunca da Gorham'ın fikriyle bu efekti sahnede canlı yapmaya başlamışlar ve ortaya Thin Lizzy’nin alameti farikası olan harmonize gitar riff'leri çıkmış.

Sonraki hit'leri The Boys Are Back in Town, Thin Lizzy'nin adını müzik dünyasının ölümsüzleri arasına yazdırdı.

Thin Lizzy'nin öyküsünün buradan sonrası tüm müzikseverlere malum sevgili arkadaşlar.

Still In Love With You, Don't Believe A Word, Waiting For An Alibi, Thunder And Lightning, Killer On The Loose, Emerald, Cold Sweat, Chinatown, Rosalie, Dancing On The Moonlight herhalde rock müziğini seven herkesin bileceği ya da dinlediklerinde hatırlayacağı mükemmel şarkılar.

Ancak rock dünyasının geleneksel hastalığına Thin Lizzy de bağışıklı değildi. Gurup 1980,lerde başlayan uyuşturucu kullanımı yüzünden çatırdamaya başladı ve Lynott 1983'de gurubu dağıttı.

Gorham uyuşturucu tedavisinden galip çıkmış, ancak Phil, Gorham kadar şanslı olamamıştı. 1986 yılımda, daha 36 yaşımdayken hayata gözlerini yumdu.

Hala hayatta olan annesi Philomena neredeyse her gün mezarına gidip, ağlıyormuş.

İşte bir çalışma evinde başlayıp, mezarlıkta biten acıklı bir öykü sevgili arkadaşlar. Öykünün içine de rock dünyasının bir efsanesi sıkışmış böyle. Ancak bunca başarı, bunca yetenek ve bunca mücadele, uyuşturucu gibi, artık kullananın sonunu hiç değişmeksizin getiren bir melanetin yüznden çöpe gitmiş.

Kimseye şunu yap, bunu yapma demeyi sevmem. Hiç uyuşturucu kullanmadım ama günde paketlerce sigara içerdim. Dokuz sene oldu bırakalı. Yine abartılı biçimde alkol içerdim, şimdi sadece şarap içiyorum. Diyeceğim o ki, yazık etmeyelim kendimize. Bizi sevenleri düşünelim, uzak duralım bunlardan.

Phil de alkol ve uyuşturucunun sonunda olacakların farkındaydı. Bunun için de "Got To Give It Up", yani "Bırakmam Lazım Bu Mereti" isimli şarkıyı yazdı zaten. Eğer şarkıda dilediğini yapabilseydi, bugün belki de hala müzik yapıyor olacaktı.

Geceniz dumansız, alkolsüz, ama en önemlisi uyuşturucusuz olsun. Ancak şarap serbest tabi 😛🍷🎸


14 Ekim 2018 Pazar

Zaman Yolcuları

"...2008 yılında yeşil mercimek sağlığa zararlı demiş, dün de muhtarlar toplantısında yeşil mercimek kadar sağlığa yararlı bir şey yok demiş, ha, ha, ha!"

Sol elini yumruk yapıp, sağ elinin avuç içiyle üstüne vurdu.

"Nasıl geçirdim ama! Kesin en az elli 'layk' alırım bunla..."

Sonra da 'Paylaş' tuşuna dokundu.

Kısa bir süre sonra bir 'ping' ile ilk beğeni geldi.

"Batuhan beğenmiş. Köpek gibi beğeneceksin tabi! Ben de senin 'Cumhuriyet Elden Gidiyor' paylaşımını beğenmiştim."

Sonra başka bir 'ping'...

"Aney! Hanzade de beğenmiş! Bir iş çıkacak bu karıdan, kesin!"

Bir 'ping' daha...

"Tufancan yorum yazmış. 'Böyle halka böyle lider!', sinirli adam suratı ve 'Yanıtla'..."

Odanın uzak köşesindeki iki gözlemci birbirlerine baktılar.

Out-of-phase dedikleri, vücutlarını oluşturan maddenin quark ve elektronları evrenin geri kalanına göre dik bir açıda döndüğünden kimsenin onları görmesi ya da onlara dokunabilmesi imkansızdı. Onlar ise çevrelerinde olan biteni görüp, duyabiliyorlardı.

Zaman yolculuklarında out-of-phase kalmak zorunluydu. Eğer geçmişteki olaylara müdehale ederlerse gelecek değişebilir, kendi varlıkları dahil bir çok kişinin geleceği tehlikeye düşebilirdi. Yirmi ikinci yüzyılda kimse de doğal olarak böyle şeyler olsun istemiyordu.

Zaman yolcularından erkek olanı kadın olanına döndü.

"Olan biteni anlayabildin mi?"

"Hayır. Günlerdir bu deneği gözlemliyoruz, bir adım bile ilerleyendik."

"Bu yaptıklarının anlayamadığımız bir nedeni olmalı. Acaba ek olarak bizim bilmediğimiz vokal olmayan bir iletişim şekli mi kullanıyorlar da tüm verilere ulaşamıyoruz?"

"Onu bilmiyorum ama böyle giderse görev başarısızlıkla sonuçlanacak. Ben phase-in olup doğrudan iletişime geçeceğim bu denekle."

"Dur, yapma, prosedür dışına çıkma..."

Kadın arkadaşının sözünün bitmesini beklemedi bile. Belindeki phaser cihazının düğmesini kapadı ve odanın köşesinde maddeleşti. Mobil telefonu ile oynayan genç, arkası dönük olduğu için kadını görememişti.

Kadın gence yaklaşıp, hafifçe eliyle omuzuna dokundu.

"Hay ananı s...."

"Korkuttuğum için özür dilerim. Benim ismim MZ2307!"

"Kimsin sen? Nereden çıktın böyle? Ne zaman girdin eve?"

"Her şeyi açıklayacağım, ancak lütfen öncelikle sakin olun."

"Tamam, sakinim, anlat şimdi!"

"Başlangıç olarak, burada yalnız değilim."

"Ne dedin sen? Başkaları da mı var odamda?"

"Benden başka sadece bir kişi daha var. Phase-in olurmusun XJ1908?"

Erkek gözlemci istemeye istemeye phaser'ını kapattı?

"Güzel zamanlar. Benim ismim XJ1908."

"Güzel zamanlar mı? İyi günler demek istedin her halde."

"İlk karşılaşma sonrası pozitif bir refleksiyonda bulunmak istedim. Döneminize uygun olmayan bir vokal dizin kullandıysam özür dilerim."

"Kimsiniz, ne yapıyorsunuz evimde?"

"Biz yirmi ikinci yüzyıldan zamanınıza gözlem için gelmiş iki politik sosyoloğuz."

"...ve yirmi birinci yüzyılın başında, ülkenizde gerçekleşen sosyo-politik değişimin nedenlerini anlamaya çalışıyoruz."

"Peki benden ne istiyorsunuz?"

"Bizim misyonumuz ülkenin yönetici topluluğuna karşıt bireylerin analizi."

"Yani muhalefeti anlamaya çalışıyoruz. Siz de gördüğümüz kadarıyla bir muhalifsiniz."

"Gözlemlediğimiz kadarıyla iktidara oy veren seçmenlerin doğru bir eylem yapmadığını düşünüyor...."

"...bunu da onların bilgisizliğine bağlıyorsunuz."

Genç adam bu zaman yolcularının sırayla birbiri ardından konuşmalarını biraz yadırgasa da sonlara doğru alışmıştı.

"Söyledikleriniz doğru."

Dedi.

"Peki niçin bu insanlara gerçeği ve doğruyu anlatmıyor da, bunları yine sizin gibi düşünen başkalarıyla paylaşıyorsunuz?"

"Ama onlar cahil, aptal. Anlatsak da anlamazlar ki?"

"Peki zaten anlamış olanlara yeniden anlatarak nereye varmaya çalışıyorsunuz?"

"Aydınlar olarak bir araya gelmek istiyoruz."

"Peki zaten bunu yapan bir parti yok mu?"

"Var tabi ama onlar bir şey yapmıyorlar. Sadece liderleri o gün kimin ölüm yıldönümüyse ona taziyelerini belirten bir tivit atıyor."

"Peki madem bir işe yaramıyorlar, niye hala bu partiyi destekliyorsunuz?"

"Ne yapalım yani? Akepe'ye mi oy verelim?"

"Akepe'ye oy vermenizi önermedim, sadece davranışınızı anlamaya ça..."

Kadın araya girdi.

"Denek reductio ad absurdum yapıyor, literal alma söylediklerini."

"Hop, hop, sesimizi çıkarmadık diye sen de bizi iyice ilkel ettin şimdi. Biz de biliriz öyle bilimsel konuşmayı. Paradigma, fenomen ve aksiyom yani!"

"Yanlış anladıysanız özür dilerim. Reductio ad absurdum, konuyu abartılı boyutlara çekip, iddayı komik hale getirerek küçümsemek anlamına gelir."

"Tekrar konuya dönersek, Akepe'ye karşı olan başka kimse yok diye yeterli bulmasanız da bu adama oy veriyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?"

"Evet."

"Gözlemlediğimiz kadarıyla Akepe lideri, sizin yetersiz muhalefete oy vermenize rağmen önce belediye başkanı, sonra başbakan olmuş, Anayasa'yı değiştirip, Cumhurbaşkanını halkın seçebilmesinin önünü açmış, sonra kendini Cumhurbaşkanı seçtirmiş, sonra Anayasa'yı bir kez daha değiştirerek devletin yönetim biçimini başkanlığa çevirmiş, sonra da kendini başkan seçtirmiş."

"Evet."

"Şimdi bir an için abartmak maksadıyla söylemiş olsanız da, bu bahsettiğimiz seçimlerde oyunuzu muhalefet yerine Akepe'ye verdiğinizi düşünelim. O zaman ne olacaktı?"

"Akepe lideri, önce belediye başkanı, sonra başbakan olacak, Anayasa'yı değiştirip, Cumhurbaşkanını halkın seçebilmesinin önünü açacak, sonra kendini Cumhurbaşkanı seçtirecek, sonra Anayasa'yı bir kez daha değiştirerek devletin yönetim biçimini başkanlığa çevirecek, sonra da kendini başkan seçtirecekti."

"Yani hiç bir şey değişmeyecekti."

"Nereye getiriyorsunuz lafı?"

"Muhalefet yetersiz olmasına rağmen sizden oy aldıkça, Akepe'ye oy vermiş gibi oluyorsunuz."

"Olur mu öyle şey?"

"Siz söylediniz. Muhalefet yerine Akepe'ye oy verseydiniz de aynı şey olacaktı."

"Bu nasıl oldu, anlamadım."

"Biz de anlayamadığımız için sizle konuşmaya karar verdik ya..."

"Peki muhalefete oy vermeseydik ne olacaktı?"

"Muhalefet yeniden yapılanıp, sizi geri kazanmaya çalışacak, başındaki yetersiz lideri değiştirip, yerine yeni, işe yarar bir lider bulacaktı."

"Peki ne yapmalıyız sizce?"

"Bizim geçmişteki olayları değiştirmeye yetkimiz yok, ancak hala bu soruyu sorduğunuza göre zaten gelecek de pek değişmeyecek gibi."

"Muhalefet partisi ülkenin geleceği için modern, laik bir yönetim şekline inanıyor, doğru mu anlıyoruz?"

"Evet."

"Peki bunu halka söylüyor mu?"

"Hayır, daha ziyade dinden bahşediyor, sürekli dinci adaylar gösteriyor."

"Bu yaptığı dürüst mü peki?"

"Ama Akepe dini sömürerek çoğunluğun oyunu alıyor."

"Bizim gözlemlediğimiz kadarıyla muhalefet de Akepe'nin argümanlarını kullanarak, dua, namaz diyerek aynı Akepe gibi dini sömürmeye çalışıyor. Tek farkı, bunu beceremiyor."

"Biz de niçin sizin Akepe'ye dini sömürüyor diye kızdığınızı anlamaya çalışıyoruz."

"Ama Akepe lideri yalan söylüyor."

"Peki muhalefet lideri dindar halkın oylarını alabilmek için Said Nursi okuturken, herkesin önünde namaz kılarken doğruyu mu söylüyordu?"

"Ama onlar yalan söylüyorsa, biz de yalan söyleriz tabi..."

"Özür dileriz, bu dürüst bir yaklaşım değil. O zaman diğerine de yalan söylüyor diye kızmamanız gerekir. Seçmenler de aptal değil zaten. Herkes anlıyor olan biteni."

"Size başka bir soru, muhalefet, istemediği bu iktidara karşı olanları birleştirmek için ne yapıyor?"

"Ne yapabilir ki? Medya iktidarın elinde."

"Çok yanlış! Zamanınızda fazlasıyla aktif bir sosyal medya var. Toplantılar, mitingler, iktidara oy veren kitleyle konuşmalar, kahve ziyaretleri, muhalefetin yanındaki gazetelerle halka ulaşma, uluslararası medya, sivil toplum kuruluşları, bilboardlar, yapacak çok şey var. Seçimlerin güvenliğini sağlamak, seçim hilelerini zamanında tesbit edip, hemen tepki göstermek, seçmene ve halkın gerisine güven veren, tutarlı bir lider ve parti profili oluşturmak..."

"Ama her şeye rağmen muhalefet başarılı. Bu koşullarda bundan iyisi olmaz."

"Gel MZ2307, bırak bunları, ne halleri varsa görsünler. Başlarına gelen her şeyi hakediyor bunlar."

Her iki zaman yolcusu da phaser'larını aktive edip gözden kaybolurlar...

11 Ekim 2018 Perşembe

Without You

Geçenlerde sevgili karımla beraber bir akşam yemeği hazırladık, ben de bir şarap açtım. Jelena pek şarap içmese de beraber yerken bir kadeh de olsa alır benim kalbim kırılmasın diye. Ben de onun kadehine şarabını doldurdum, çin çin yapacağız, şarabını şöyle bir kokladı ve "Nereden bu şarap?" diye sordu.

Sonra da benim cevabımı bile beklemeden, "Bordeaux, değil mi?" diye devam etti.

Anlamadım, "Niye sordun?" dedim.

"Bıktık yahu, yok mu başka bir şey?" dedi.

Eh, emir demiri keser, süpermarkete gidip, Bordeaux olmayan bir kaç şarap aldım.

Geçen akşam Katalunya,dan bir şarap denedik. Çok iyi şaraptı. Yarın da yemeğe misafirimiz var, bu kez Valencia'dan başka bir şarap açacağız, bu akşam onu bir QA yapayım dedim.

Şarap flying colors! Tempranillo diye çok çok tipik İspanyol orijinli bir üzümden yapılma. Bir çok İspanyol şarabında bulunur. Son bir kaç senede içtiğim göreceli olarak az sayılabilecek İspanyol şaraplarının çoğunda da Tempranillo vardı tabi ama onlar hep Cabernet, Syrah falan ile blend halindeydi. Bu şarap saf, yüzde yüz Tempranillo.

Normalde Tempranillo dengeli bir tat ve aromaya sahiptir o yüzden hangi üzümle harmanlanırsa, şarabın ona göre çok farklılaşan bir tadı olur. Sadece Tempranillo'dan yapılan şaraplar ise doğrudan fıçının tat ve aromasını alır.

Bizim şarabın yapımcısı, fıçıların meşesini Amarika'dan getirtmiş ve şarabı yedi ay bu fıçılarda tutmuş. Çok da iyi etmiş, bence on numaradan vurmuş. Harika bir tat! Hatta yarın misafirimize mahçup olmamak için bir şişe daha açabilirim bu akşam, bakalım 'her' şişesi aynı güzellikte mi diye 😛🍷

Gecenin şarabını Nilsson'dan Without You şarkısını dinleyerek içtik.

7 Ekim 2018 Pazar

Osmanlı ve Kölelik

Yakın zamanda birileri sinirimi kaldırdı, biraz detaylarına baktım sevgili arkadaşlar. Orasını, burasını bölük pörçük duyarız hep ancak tümünü bir arada görünce insan biraz anaaa oluyor böyle.

Konumuz Osmanlı'da kölelik.

Wikipedia konuya şöyle girmiş.

"Kölelik, her zaman Osmanlı ekonomisi ve toplumunun önemli bir parçası olmuştu."

Erkek köleler Kapıkulu, Yeniçeri gibi askeri birinlerle, pipileri kesilerek ya da testisleri ezilerek hadım edildikten sonrasında haremde, Enderun denen okula gittikten sonra devlet kademelerinde, tarım işlerinde, garson ve hizmetçi olarak ve oğlan durumlarında seks amaçlı kullanılırmış.

Erkek kölelerin en makbulleri sekiz ile on yaşımda olanlarıymış. Çünkü bu köleler hemen her zaman zorla Müslüman yapıldıkları için yaşı geçmiş çocuklar bu dönüşümü genç çocuklar kadar rahat ve verimli geçiremezlermiş. Ayrıca sekiz yaşımda bir çocuğu şekillendirip, artık istedikleri neyse öyle bir insan haline getirmek daha kolay olurmuş.

Bu köleler genelde Balkanlardan, Orta ve Doğu Avrupadan, Anadolu içlerinden hatta ta Macaristan'dan falan getirirlermiş. Çocuklar Hristiyanlardan alınır, Yahudiler örneğin devşirilmezmiş.

Köle adayı çocuklar genelde zorla ailelerinden koparılır, bu işlem de çoğu zaman acılı gerçekleşirmiş. Çocuğunu vermemek için öldüren ya da duruma katlanamayıp intahar eden anne babalar hiç de az sayıda değilmiş.

Sırbistanda yaşadığım günlerden biliyorum, hala bir çok folk şarkısı bu zorla alınıp, Yeniçeri yapılan çocuklara yakılan ağıtlarla doludur.

Osmanlı yönetiminin önemli bir bölümü bu devşirmelerden oluşurmuş. Mimar Sinan, Sokullu Mehmet Paşa falan hep devşirmedir. Sokullu zaten Sırptır ve Sırbistan'da Sokoliç kentinden gelmedir.

Siyahi harem ağalarının hikayesi daha bir iç kaldırıcı sevgili arkadaşlar. Kuran hadımı yasakladığı için Osmanlılar bu hadım işlerini genelde Kıpti papazlara havale ederlermiş. Afrikanın Sudan, Etiyopya gibi bölgelerinde yakalanan sekiz yaşımda çocuklar Kıptiler tarafından zincirle masalara bağlanır, önce pipileri ve testisleri cart diye bağırta bağırta kesilir, kesilen yere bir bambu kamışı sokulur, sonra da zavallı çocuklar bu halde boğazlarına kadar kuma gömülüp, iyileşmeleri beklenirmiş. Bu işlemden iyileşerek canlı kurtulanların oranı sadece yüzde onmuş! Sonra bunlar Osmanlıya satılır, Hristiyan Kıptiler para yapar, Müslüman Osmanlılar da Kuran'ın emrinin dışına çıkmamanın rahatlığıyla bu zavallı insanları kullanırmış. Bir aralar bu siyahi köleler o kadar popüler olmuş ki haremdeki kadınlara sadece bunlar bakmış. Beyaz hadımlar ise İçoğlanı denilen erkek seks köleleriyle ilgilenmiş.

Kölelerin normal zamanda satış işlemleri öncelikle İstanbul, ve diğer büyük merkezlerdeki köle pazarlarında yapılırmış. Ordu seferden döndüğünde kölelerin fiyatı düşermiş, çünkü askerler ganimet olarak köle toplamış olurlarmış.

Bir kölenin fiyatı kölenin yaşına, tenine sağlık durumuna ve bakire olup olmadığına göre çok fazla farklılık gösterirmiş. En pahalı köle kızlar 13-25 yaş arası Avrupalı bakireler ile 12-19 yaşımdaki oğlanlarmış. Fiyatları karşılaştırmak zor haliyle o yüzden Wikipedia'nın örneğini kullanalım. Girit'te satılmış bir köle kızın fiyatı 350 kuruşmuş. Yine o günlerde Hanya'da bir evin değeri de 300 kuruş. Yani bir seks kölesi almak bir ev almak kadar pahalıymış. Öyle herkes pazara gidip, eve bir karı alamıyormuş.

Köleler savaş zamanı ganimet olarak getirilir, barış zamanı da esir akınları dizenlenirmiş. Kuzey Afrikalı berberiler bu işi sanat haline getirmişler. İtalya, Fransa, Balkanlar demeden Avrupa'ya saldırır, karıları toplarlarmış. İyileri de sonra İstanbula.

Şanslı kadın köleler elbette ki saraya kapağı atabilenler olurmuş. Padişahların kız isteme adeti olmadığı için Osmanlı Sultanlarını hep köle saymak doğru olacaktır. Zaten çoğunluğu da önceden köle olarak getirilen kızlarmış.

Bakalım padişahların sultansı zevkleri hangi coğrafyalardanmış...

Abhaz 27,
Türk 14,
Çerkez 12,
Sırp, 10,
Yunan, 8,
Gürcü 6,
Kafkaslar 5,
Arnavut 3,
Bulgar 2,
Fransız 1,
Ermeni 1,
Boşnak 1

Listemiz tam değil. Memleketleri bilinmeyen çok sultan var, bazılarını da listeyi uzatmamak için almadım. Ukrayna'dan İtalya'ya, Kafkaslar'dan Polonya'ya, daha bir dolu Sultan var.

Dönem dönem farklı memleketler popüler olmuş. Kuruluş ve genişlemede çoğunluk Balkanlardan. Bir süre Kafkaslar ve civarları, Abhazlar, Çerkezler falan çok revaçtaymış.

Ama bunlar sadece sultanlar. Yani Padişahların anneleri. Bu arada Osmanlı ne kadar yerli, ne kadar milli anlıyoruz hep beraber. Fatih Sırpça'yı, Türkçe'den iyi konuşurmuş derler. Ana Hüma Hatun'un orijini resmi olarak bilinmese de İlber Hoca Sırp olduğunu teyit etmiş. Bizim damat yani...

Bu arada Fatih bu zevkini gizlemeye gerek duymayan bir oğlancıymış. Bir keresinde 14 yaşındaki oğlunu istediği Bizans bilmemnesi vermeyince oğlanın da, babanın da, evde olan damatlarının da kafalarını kestirip saraya getirtmiş.

Neyse, konumuz bu değil...

Sultanların bir alt sınıfı cariyeler. Bunların hepsi güzel, akıllı köle kızlar. Orijinleri de Sultanlarınki gibi. Savaşlar yada esir akınlarıyla toplanmış kadınlar.

Osmanlının saray dışındaki eliti de köle kız ve oğlanları bol bol, uzun, uzun kullanmış. İkinci Mahmut bu köleliği kaldırmaya çalışsa da, kayıtlara göre kölelik müessesesi 1908'e kadar aktif olarak sürmüş.

Şimdi olaya biraz da gerçekçi bakalım. Ayy bu Osmanlı ne kadar çağdışıymış falan gibi yorumlar yapmadan önce o zamanın koşullarını bir gözden geçirmekte fayda var.

Kölelik sadece Osmanlı'da değil, dünyanın hemen her yerinde varmış. Belki Osmanlı biraz uzatmış bu işi ama olur o kadar. Yine kadınların seks amaçlı kullanımı, oğlancılık gibi içimizi kaldıran aktiviteler de zamanımda normalmiş.

Diyeceğim o ki geçmişi kınamaya gerek yok, en önemlisi, olanları bilelim ve anlayalım.

Geçmişi geleceğe taşımayalım da...

4 Ekim 2018 Perşembe

Asteroidler

Bundan yaklaşık on beş milyar yıl önce evrenin bizim şu anda bulunduğumuz bölgesine yakın bir yerde dev bir yıldız patladı.

Patlayan bu yıldız hayatına ilk başladığında, evreni var eden büyük patlama sonrasında ortaya çıkan yalnızca iki elementten, yani hidrojen ve helyumdan oluşmuştu.

Hidrojenlerin birleşip, helyum atomunu oluşturduğu gençlik dönemi bittiğinde dev yıldız artık kendi yerçekimi altında sıkışıp küçülmeye başlamış, çekirdeğindeki helyum atomları da birleşerek en ağırı demir olan diğer karmaşık atomları oluşturmuştu.

Yıldızın yerçekimi o kadar kuvvetliydi ki, demir atomları bile bu sıkışmaya dayanamadı ve parçalanıp birleşerek demirden de ağır atomları oluşturdu. Bu esnada da insanoğlunun bildiği en şiddetli doğa olayı olan bir süpernova patlaması meydana geldi.

Yıldızın çekirdeğinde ağır elementler oluşmuş olsa da, dev yıldızın çoğunluğu hala hidrojen ve helyumdu. Süpernova patlaması ise bu kokteyli uzaya saçtı.

Bu madde bulutu ne kadar yol aldı, kaç zaman seyahatini sürdürdü, şu anda bilemiyoruz ancak güneş sisteminin bu günkü bulunduğu yere geldiğinde bazı şeyler değişti.

Evrende enerji kazanıp konum değiştiren her şey dönme eğilimindedir. Bu fenomeni galaksiler gibi dev kütlelerden, atom boyundaki mikro kütlelere kadar her yerde gözlemleriz. İşin fiziğine çok girmeyelim, bu doğa olayı bir çok tarafıyla açısal momentum isimli bir kavramla açıklanıp, ölçülür.

İşte, süpernova patlamasının evrene saçtığı bu madde bulutu da fıldır fıldır dönmekteydi.

Açısal momentumun bir sonucu, bulutun içindeki merkeze yakın parçacıklar uzaktakilerinden daha hızlı dönmekteydiler. Bu yüzden de merkezdeki parçalar hızlandı ve birbirlerine çarpmaya başladılar. Bu çarpmalar sonucunda serbest biçimde sağda solda uçuşan atomlar bir araya gelip bir anlamda yapıştılar ve bir kütle oluşturdular.

Bu kütle yavaş yavaş büyüdü ve büyüdükçe hissedilebilir bir yerçekimi oluşmaya başladı. Bu yerçekimi etraftaki serbest atomları daha etkili biçimde toplamaya devam etti. Madde arttıkça yerçekimi arttı, yerçekimi arttıkça da daha uzaktaki atomları çekerek bir araya getirmeye devam etti.

Bir noktada bu yerçekimi o kadar kuvvetli hale geldi ki, çoğunluğu hidrojen olan çekirdekteki bu atomlar sıkışmaya dayanamayıp parçalandılar ve birleşip helyum atomlarını oluşturdular. Dört hidrojen çekirdeği birleşerek bir helyum çekirdeği oluşturduğunda ortaya tarifsiz büyüklükte bir enerji çıkar. Hidrojen bombası örneğin bu ilkeyle çalışır.

Böylece güneşimiz doğmuş oldu.

Güneşi oluşturan bulut kendi etrafında dönerken, bulutun merkezi dışında da çarpışmalar oluyordu. Bu çarpışmalar da ortaya büyüdükçe yerçekimi artarak madde toplayan başka kümeleri çıkardı. Böylece dünyamız dahil, güneş sisteminin gezegenleri oluştu.

Güneşe yakın gezegenler güneşten aldıkları ışıma ile ısımdılar. Yerçekimleri güneş kadar güçlü olmadıkları için de bulutu oluşturan maddelerin büyük çoğunluğu olmasına rağmen sahip oldukları hidrojen ve helyumu kaybettiler.

Ancak güneşten uzaklaştıkça, güneşin sağladığı ısı düştüğünden bazı gezegenler hidrojen ve helyumlarını tutabildiler. Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün bu yüzden dev boyutlara ulaştılar. Bu gaz devlerinin kütlelerinin büyük bir bölümü, tutmayı becerebildikleri çoğunluğu hidrojenden, biraz da helyumdan oluşur.

Bu dev gezegenlerin arasında özellikle Jüpiter o kadar büyüdü ki, biraz daha madde toplayabilseydi güneş gibi ışımaya başlayıp, sistemde ikinci bir yıldız oluşturabilecekti. Binary star dedikleri iki yıldızlı bu sistemler evrende çok, çok yaygındır.

Jüpiter belki bir yıldız olamadı ama güçlü yerçekimi eğer bıraksalar Mars'la arasında başka bir gezegen oluşturacak madde kümesini etkiledi.

Jüpiter'in yerçekimi yüzünden gereğinden fazla hızlanan maddeler çarpışıp bir araya gelmek yerine birbirlerini parçalayıp dağıttılar ve ortaya bugünkü bildiğimiz asteroid kuşağı çıktı.

Bu asteroid kuşağının toplam kütlesi ayın yüzde dördü kadardır. Yani astronomik ölçekte çok küçük bir kütledir bu. Daha da ilginci bu kütlenin yarısı, çapları 950 ile 500 kilometre arasında değişen dört büyük asteroidde toplanmıştır. Geri kalanları ise çok daha küçüktürler.

Video oyunlarımda bu asteroid kuşağı her yeri kaya dolu, uzay gemilerinin zig zaglar yaparak ilerledikleri tehlikeli bölgeler olarak canlandırılır, ancak işin aslı bu asteroidlerin aralarındaki mesafe o kadar büyüktür ki, bir asteroide nişanlanmamış bir uzay aracı neredeyse her zaman hiç bir asteroide çarpmadan bu bölgeyi geçebilir.

Dönerek gezegen oluşturan maddelerin ilginç bir özelliği vardır sevgili arkadaşlar. Bu "gezegenleşme" sürecinde ağır moleküller çekirdeğe doğru çöker, yüzeyde ise görece hafif moleküller kalır. Bundandır ki, dünyanın önemli bölümü denir olan ağır bir metal çekirdeği vardır. Bu çekirdeğe bir ulaşabilsek, kullan kullan bitmeyecek bir maden kaynağımız olurdu ama bu metaller hem yerin on binlerce kilometre altında, hem de binlerce derece ısıda, ister inanın, ister inanmayın, güneşin yüzeyinden daha da sıcak bir haldedirler.

Bu uzaktan sevebildiğimiz metal çekirdeğin bize sağladığı faydası ise dünyanın manyetik alanını oluşturup pusulalarımızı çalıştırması, bir de zararlı radyasyonları kutuplara yönlendirmesidir, o kadar.

Dünyanın yüzeyinde ise göreceli olarak daha hafif silikatlar - yani dağ-taş, ve su bulunur.

Bugün çıkardığımız madenler aslında sadece bu silikat tabakaları arasına sıkışıp, çekirdeğe gidememiş metal kırıntılardır.

Jüpiter'in azizliği sayesinde gezegen olamamış asteroid kuşağında ise meraller serbest olarak etrafa saçılmıştır.

Kaba bir hesapla asteroid kuşağının yüzde onu metaldir. Bu da ayın binde biri kadar kütlede serbest metal demektir. Kulağınıza az gibi gelebilir ama çok büyük bir miktardır bu. Örneğin beş yüz metre çapımda bir asteroidde dünyada madenlerde bulunan platinumun bir buçuk katı kadarı bulunabilir.

Asteroidlerdeki madenler dünyadakilerine göre çok daha arıdırlar. O yüzden birim kilo cevherden çok daha fazla saf maden elde edilebilir.

Bu madenler bir de binlerce metre kayanın altında saklı değildirler. Neredeyse asteroidlerin yüzünden kazınıp, alınabilirler.

Çeşit olarak da aklınıza gelen hemen her maden gözlemlenmiştir. Neredeyse hiç bir işe yaramayan altın bile asteroidlerde bol bol bulunur.

Asteroidlerde sadece madenler bulunmaz. Madenler dışında dünya yüzeyinde bol bol bulunan silikatlar ve karbon bazlı moleküller, hatta su bile bulabilirsiniz.

Dünyamız hızla ulaşılabilir madenlerini tüketme yolundadır. Neyse ki yakın zamanda demir yokluğundan araba yapamaz hale gelip, demir bir asteroidi dünyaya indirmek zorunda kalmayacağız. Hala elimizin altında bize yetecek demir var.

Yokluk ilk önce aklınıza çok zor gelebilecek, belki de ismini ilk defa duyacağınız metaller için sorun olmaya başlayacak.

İndium diye bir metal vardır sevgili arkadaşlar. Önünümüzdeki on yıl içerisinde dünya üzerinde bilinen rezervleri tükenecektir.

Kim takar indiumu demeyin.

Eğer işlenebilir rezervleri biter, teknoloji de yerine geçecek başka bir metal bulamazsa on yıl sonra iPhone, iPad almayı unutun. Mobil telefon ve tabletlerin dokunmatik ekranları hep bu indium sayesinde çalışır.

Dünyada işlenebilir rezervleri bitmek üzere olan İndium ise asteroid kuşağında bol bol bulunur.

Bunun gibi başka örnekleri sayabiliriz. İndium gibi on sene sonra bitecek olmasalarda belki elli, belki yüz sene sonra azalacak ya da bitecek başka az bulunur metaller vardır.

Çok bulunan metallerin ise fiyatları kaynakların azalmasından dolayı yükselecek, bu da günlük hayatımızda kullandığımız bir çok aletin maliyetini artıracaktır.

Akıllarını ve enerjilerini zırva işlere değil geleceklerine odaklamış uygar ülkeler asteroid kuşağındaki bu madenleri elde etmek için her geçen gün artan bir yoğunlukla çalışıyorlar.

Hedef bu madenlerin bazılarını dünyaya getirmek, bazılarını da uzayda uzay taşıtları yada kolonileri inşa etmek için kullanmak.

Dünyaya demir getirmek pek karlı olmayabilir ama örneğin bir kaç milyon ton titanyum hiç de fena olmaz. Ya da yukarda değindiğimiz indium...

Altını ise düşünmeyin bile. Amerikanın keşfinden sonra İspanyolların yağmalayıp, Avrupa'ya getirdiği her kilo altın, altının değerini düşürdü. İspanya da, Portekiz de zengin olacağız derken iflas ettiler. Asteroidlerden gelecek altının kimseye faydası yok sizin anlayacağınız.

Madem madeni bulduk, onu nasıl kullanabiliriz, şimdi biraz ona bakalım.

Asteroid kuşağına ulaşabilmek ciddi bir sorundur sevgili arkadaşlar. Bugün Mars'a insanlı bir yolculuk teknolojimizin tam sınırımdadır. Asteroid kuşağının Mars'ın da ilerisinde olduğunu düşünürsek, bu yolculuğun zorluğunu daha da iyi anlayabiliriz.

Olasılıkla bizi asteroid kuşağına götürecek uzay taşıtları, aya giden roketler gibi tek parça halinde dünyadan kalkıp, asteroidlere inmeyecektir.

Dünyanın yer çekimi çok güçlüdür ve yörüngeye çıkarılacak her kilonun astronomik bir maliyeti bulunur. Bundandır ki, bu uzay taşırları ya dünya yörüngesinde, ya ayda inşa edilecek, yolculuklarına dünyanın dışından başlayacaklardır.

Asteroidlere ulaştığımızda ise kapısı açılıp, deposuna demir cevheri doldurulacak bir uzay gemisi yerine, olasılıkla asteroidlerin kıçlarına birer motor takıp, dünyaya doğru uçuracağız. Isaac Asimov bir öyküsünde, bırakın asteroid kuşağını, Satürn'ün yakınlarında yörüngedeki serbest buzlara motor takılıp, dünyaya gönderilişlerini detaylı bir biçimde tasvir eder.

Madenlerin dünyaya indirilmesi ise ayrı bir mühendislik sorunudur. Bir uzay mekiğinin arkasına bir kamyon kasası takıp, bu madenleri dünyaya indiremeyiz. Bunun için olasılıkla yörüngesel asansör de denilen, yörüngedeki bir uyduya bağlı bir kabloyla yukarı, aşağı taşıma yapabilecek bir sistem kullanılacaktır.

Asteroidlerdeki madenlerin dünya dışında kullanılmaları da olasıdır. Örneğin Mars'da bir üs kurmak için inşaat malzemelerini dünyadan göndermektense, bir asteroidden bulmak daha kolay ve daha az maliyetli olabilir. Bir kuyruklu yıldızı Mars’a indirerek de gezegenin su ihtiyacı karşılanabilir.

İşin iyi tarafı, bu anlattıklarımı ciddi olarak düşünüp, planlayanlar var. İşin kötü tarafı ise bunların hiçbiri biz değiliz.

Ne diyelim, belki bir gün...

30 Eylül 2018 Pazar

Sibernetik

Robot cerrahın on altı kolundan dördü hastanın beyni, üçü kalbi, ikisi ak ciğerleri, geri kalanları da diğer organları üzerinde büyük bir hassasiyetle çalışıyor, donma sonucunda kristalleşmiş vücut sıvılarının verdiği hasarı onarıp, hasta uyanmadan bu organları çalışabilecek hale getiriyordu.

Robotun çalıştığı ameliyat odası tamamen karanlıktı. Hasta hayata döndüğünde fotosensitif, yani ışığa duyarlı olacağından görünebilir banttaki bütün radyasyon engellenmişti. Ancak bu karanlık robot cerrah için hiç bir güçlük çıkarmıyordu. Işıklar açık olsaydı bile o halen karanlıkta kullandığı kızıl altı sensörlerini kullanmaya devam edecekti. Böylece üzerinde çalıştığı organları sadece "görmekle" kalmayıp, onların ısılarını da ölçme şansını bulacaktı.

Robot cerrah, odanın ısısını eksi on beş dereceye yükseltti. Hastadan aldığı kanın analizini tamamlamış, uyandıktan sonra gereksinimi olan yapay kanı sentezlemişti.

İki binli yılların başında gezegenin iklimi tamamen değiştirip bilinen tarihteki ikinci büyük buz çağını başlatarak milyarlarca insanın ölümüne yol açan bu dönemin insanı, bir azizlikle başlattığı buz çağının sayesinde masada yatan hastanın ölmeden çok hızlı biçimde donmasını sağlayıp, hayatını kurtarmıştı.

Modern zamanların kriyojenik stasis sistemleri bile bir insanı bu kadar hassas bir biçimde donduramıyordu. Bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, doğa hala böyle sürprizler yapabiliyordu işte.

Robot, odanın ısısını önce sıfır, sonra da beş dereceye yükseltti. Önce beyin bölgesini ısıtıp, hemen bol oksijenli yapay kanın bu organa ulaşmasını sağladı. Sonra da doğal kan dolaşımını başlatmak için kalbe bağlı sinirlere düşük voltajlı bir elektrik akımı uyguladı.

Hastanın gözleri açılmış, parmak uçları kımıldamaya başlamıştı.

Bundan kısa bir süre sonra alarm zilleri çalmaya başladı.

Hastanedeki biyolojik zekalı tek hekim koşarak ameliyat odasına girdi. Hemen ışıkları yaktı ve gördüğü manzaraya kendisi de inanamadı.

Cerrah robot hareketsiz duruyor, arkeolojik kazıdan çıkarılan donmuş hasta da elinde bir metal cihaz, yatağın köşesinde oturuyor, avazı çıktığı kadar da bağırıyordu.

Hemen güvenliği aradı.

"Ameliyat odasındaki hasta, cerrah robotu etkisiz hale getirmiş, elinde de bir rektal prob var. Anlayamadığım bir dilde bağırarak bir şeyler söylüyor. Bir üniversal çevirici alıp hemen buraya gelin."

Bir kaç dakika içinde güvenlik görevlileri odaya girip, üniversal çevriciyi çalıştırdı. Artık hastanın dediği anlaşılabiliyordu.

"Hangi hayvan soktu bunu g.tüme lan?"

İlk şaşkınlıklarını üzerlerinden atan güvenlik görevlileri hemen kollarına girip, hastayı yatağına yatırdılar. Bir teknisyen de cerrah robotu incelemeye başladı.

"Pozitronik beyni sökülmüş bunun..."

"Kafasını koparmadığıma dua etsin şerefsiz. Bana parmak attı, ben de çaktım bir tane..."

"O sizi tedavi etmeye çalışıyordu beyefendi. Rektal prob sindirim sisteminizi gözlem altımda tutmaya yarayan bir medikal cihazdır."

"Yapma ya? Benim aklım da nerelere gitmiş bak, üzüldüm şimdi. Neresi bozulmuş dedindi? Elettronik beyni mi?"

"Pozitronik..."

"Herneyse. Düzeltiriz şimdi. Kaldır şunun kolunu, bas marşa, ben tutuyorum bu taraftan."

"Siz bir şey yapamazsınız beyefendi. Ben sibernetik onarım servisini aradım, onlar gelip bakacaklar."

"Sen de bizi şey durumuna soktun şimdi bak. Ben bunlardan çok gördüm, çok tamir ettim. Anlarım bu işlerden."

"Bu robot siz donduktan yedi bin yıl sonra yapıldı beyefendi. Görmüş olmanız olanaksız."

"Yani gördük dediysem illa bu aynısını gördük demedim. Hanım almıştı mutfak robotu. Ha mutfak robotu, ha hastane robotu, aynı şeyler bunlar."

Hasta ayağa kalkıp, üstünü başını düzeltti. Sonra da elindeki trikorderle bozulan pozitronik beyni inceleyen teknisyenin yanına gitti.

"Abi bu elindeki pos makinesi de mi?"

"Hayır, bu bir trikorder. Ölçüm yapmaya yarar."

"Tamam işte, ben de onu demiştim. Bizim yan dükkanda Tayfun abide de var aynısı, oradan biliyorum."

"Siz her şeyi biliyorsunuz beyefendi."

"Eh, biraz görmüşlüğümüz var tabi. Şimdi sen o aleti yukarı doğru tut, daha iyi ölçer. Aşağıdan iyi çekmez bunlar."

"Beyefendi, lütfen uzanın yatağa. Hala durumunuz iyi değil."

"İyi olmaz tabi abi. Hep dış güçlerin işi bunlar."

"Hangi dış güçler beyefendi?"

"Amarika, İsrayil, fayiz lobisi ve Merkel."

"?"

"Bunlar hep bizi kıskanıyor abi. Bir de Cehapeliler var."

"Siz kimsiniz beyefendi?"

"Türküz"

"Cehapeliler Türk değil mi?"

"Ya, karıştırma işte. Türk ama hep İnönü'nün yüzünden. Camileri ahır yaptılar..."

"Biriniz yoğun bakım cihazına baksın. Hasta halüsinatif ama makine ilaç vermiyor."

"Hasta halusinatif değil, tamamen kendinde doktor bey. Söyledikleri bilinçli, normal kraniyal aktivite gözlemliyoruz."

"Bu bana pek normal gelmedi. Şu pos makinesini alıp, yoğun bakım robotunu da bir ölçün hemen."

Doktor yeniden hastaya döner.

"Bunlar niye sizi kıskanıyorlar?"

"Çünkü bizde bor madeni var. Aynı zamanda dünyanın en cennet ülkesiyiz."

"Bir yanlışınız olmasın? Sizi bulduğumuz bölge zamanın diğer bölgelerinden yüz yıl kadar geride kalmış. Yetersiz beslenmeden, akraba evliliğinden falan dolayı düşük zeka seviyeleri gözlemledik. Gerçi çok küçük bir alanda bir saray, bir de lüks bir hava taşıtı bulduk ama gerisi hep sefalet."

"Fetöcümüsün lan sen? O ne biçim laf öyle? İtibarın fiyatı mı olurmuş?"

"Ben doktorum beyefendi. Duyduğumu söylüyorum."

"Sen her duyduğuna inanma. Yalan onlar. Bizim önümüz açık, on sene sonra dünya bize öyle aşağıdan bakacak. Ümmet, hilafet, Osmanlı ve Abdulhamit Han!"

"Baktınız mı makineye?"

"Halen normal çalışıyor gösteriyor doktor bey. Hasta tamamen kendinde."

"Doktor abi, bırak bunları şimdi. Gel yanıma şöyle hele."

"Buyrun beyefendi."

Hasta fısıldar.

"Şu robotlar felan var ya..."

"Evet."

"Hani sen de az önce 'sibernetik' falan da deyince..."

"Ee.."

"Ben de hafiften hallendim. Yok mu bunlardan şöyle etek falan giyeni?"

28 Eylül 2018 Cuma

Doğru Bilgi

Doğru bilgi çok önemlidir sevgili arkadaşlar. Doğru bilginin üzerine inşa edilen doğru bir hareket planı, bizi doğru sonuçlara götürür.

Şu söyleyeceğim size komik gelebilir belki, yine de söyleyeyim.

Bence yanlış bilgi de doğru kullanıldığımda istenen sonucu verebilir. Bilgi niye yanlış, neresi yanlış bilirseniz, bu yanlış bilgiyi doğru iş için kullanabilirsiniz.

Kimi zaman da doğru bilgiye rağmen yanlış sonuç elde edebiliriz. Bu da doğru bilgiyi doğru kullanamamaktan kaynaklanır.

Ez cümle bilginin doğruluğundan ziyade, onu doğru olarak kullanmak önemlidir.

Ne var ki, okumuşunun da cahili kadar inatçı ve kafasız olduğu biz dahil bir çok geri kalmış Orta Doğu toplumunda bilgi, çok nadir doğru bir biçimde kullanılır.

Bu toplumların cahil kesimi zaten tanımı gereği herhangi bir bilgiye vakıf değildir.

Okumuşları ise kafasızlıklarından doğru bilgiyi alırlar, bundan işe yarar sonuçlar çıkarmak yerine okudukları gibi cart diye uygulamaya çalışırlar.

Hadi madem bu kadar Aristo olduk, Aristovari bir örnek verelim.

Gerçek hayatta "A" anahtarı "X" kapısını açtı diye, bu anahtarı "Y" kapısının kilidine sokup çevirdiğimizde bu kapının açılmasını bekleyemeyiz. "Kilitli kapılar anahtarla açılır" bilgisi doğru olsa da "Y" kapısını açmaya çalışan kafasız, elindeki doğru bilgiyi anlayıp, içinde bulunduğu duruma uygulayamadığı için ikinci kapıyı açamaz.

Bunları niye yazıyorum...

Aydın kesimin medyasında iki tane favori yazarım vardır sevgili arkadaşlar.

Soner Yalçın ve Nihat Genç.

Bunların her iki yazısından birini okuduğumda afaganlar basar, sinirlerim kalkar.

Bizim kuşağımızın gençlik yıllarının modası kitapları hatmetmişlerdir ve her fırsatta bu klişeleri yeniden pişirip, önümüze koyarlar.

Bu iki hıyarın son zamanlardaki popüler geyiği Karma Ekonomi. Yani dar anlamı ile devletin de özel sektörle birlikte üretimde fiilen yer alması. Sümerbank, Petlas, Seka durumları yani.

Karma Ekonomi'nin karşılığı ise devletin üretime karışmaması. Bu da liberalizm ve ona doğru ilerlerken kullanılan özelleştirme durumları.

Bu ikisi ve başka bir kaç çığırtkan, her fırsatta "Bakın, liberal ekonomi dediniz, başımıza neler geldi. Çözüm karma ekonomide." diye yırtıyorlar kendilerini

Sanki ülkenin sorunu ekonomik sistem. Yobazlar orduyu, yargıyı hep "Liberal Ekonomi" uyguladığımız için ele geçirdi. Yine "Liberal Ekonomi" yüzünden cumhuriyeti ve parlementer sistemi çöpe atıp, saltanatı getirdik. Eğer "Karma Ekonomi" 'ye geçersek yobazlar falan hep gidecek, parlementer sistem ve cumhuriyet geri gelecek.

Bir de "bilimsel" kafa var ya, hemen bir örnekle tezini destekliyor.

"Bakın Çin’e, karma ekonomi sayesinde nasıl kalkındı."

Ama cin çocuk Amerikanın nasıl liberal ekonomi sayesinde kalkınıp, süper bir dünya gücü olabildiğini işine geldiği biçimde gayet güzel atlıyor.

Çözüm bu etiketler, tanımlar değil, doğru şeyi doğru zamanda yapmak.

Çinliler karma ekonomiyi doğru zamanda, doğru şekilde uyguladıkları için kalkındılar. Daha da komiği, bugün Trump korumacı bir ekonomiyi savunurken, Çinliler birer liberalizm savaşçısı haline geldiler.

Ancak bizim Nihat ve Soner kılıklı aydınlar kitaplardan okudukları klişeleri papağan gibi tekrar etmekten başka bir işe yaramadıklarından dolayı sadece sallıyorlar.

Yetmişli yılların posası hepsi.

Yine klişeleri tekrarla, o yıllarda doğru düzgün üretimi bile olmayan Türkiyedeki bir avuç işçiyi yine o zamanların Türkiyesinde var olmayan burjuva sınıfının "sömürüsünden" kurtaracağız diye ortaya atlayıp, sonunda Marx bunu dedi, Mao şunu dedi diye birbirlerine giren zeka küpleri bunlar...

Eğer kafalarını kaldırıp (bence doğru ve kullanışlı olan) ideolojilerini papağanlamak yerine, ülkenin koşullarını göz önüne alarak gerçek hayata uyarlasalardı, sorunun "burjuva" sınıfı değil dünyadan bihaber Yozgatlının olduğunu görür, ona hayatı anlatıp, bu günkü din tüccarlarına oy vermemesini sağlayabilirlerdi.

Ama nerde...

Alfabenin üç harfli tüm kombinasyonlarını kullanarak kendilerine isimler buldular ve diğer üç harflilerle kavgaya tutuştular.

Cumartesileri Nihat'ın Veryansın diye bir programı var. Normalde geceleri Two And A Half Men seyrederim - biraz gülüp, gevşemek bakımından. Sadece Cumartesileri bu adeti bozup, bunun yerine Nihat'ı dinliyorum.

Baba bir başlıyor, ellerini masaya vura vura kaç kitap okuduğunu haykırıyor. Cengiz Han'dan girip, Sun Tsu'dan çıkıyor. Hepsi doğru bir çok bilgiyi alıp, plansız, bir bütünlükten uzak, konuyla alakasız bir biçimde yüzümüze çarpıyor.

Sadece okuyabiliyor. Anlama, yorumlama, değerlendirme ve uygulama gibi bir tasası yok.

Gururla kaç yüz kitap okuduğunu tekrar tekrar söylüyor bize. Benim de aklıma hep aynı şey geliyor. Keşke okuyacağına yeseydi o kitapları. Nasılsa sonucu hep aynı yerden çıkıyor, en azından karnı doymuş olurdu.

Bırakalım bu karma ekonomi, özelleştirme, şeker fabrikalarını, Seka, üçüncü köprünün dolar bazında taahhütlerini.

Bunlar sonuç. Gelin çözüme odaklanalım.

Sorunumuz koyun dedik diye koyanlar.

Bunlar olduğu sürece, bugün AKP, yarın BKP.

Bir de sorunu görmeyen ama bizlerin umut bağladığı malum gurup var ki, kamyon tekerine sokulmuş çomak gibiler.

Bizler de doğru şeyi yapmadığımız sürece Kemolar, Nihatlar, Sonerler, Devletler yüzünden bu batağa, biraz daha derinine gömüleceğiz.

İçinizi kararttım, kusura bakmayın.

Yeni döndüm vatandan. Biraz üzgünüm, o bakımdan...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...