4 Ekim 2018 Perşembe

Asteroidler

Bundan yaklaşık on beş milyar yıl önce evrenin bizim şu anda bulunduğumuz bölgesine yakın bir yerde dev bir yıldız patladı.

Patlayan bu yıldız hayatına ilk başladığında, evreni var eden büyük patlama sonrasında ortaya çıkan yalnızca iki elementten, yani hidrojen ve helyumdan oluşmuştu.

Hidrojenlerin birleşip, helyum atomunu oluşturduğu gençlik dönemi bittiğinde dev yıldız artık kendi yerçekimi altında sıkışıp küçülmeye başlamış, çekirdeğindeki helyum atomları da birleşerek en ağırı demir olan diğer karmaşık atomları oluşturmuştu.

Yıldızın yerçekimi o kadar kuvvetliydi ki, demir atomları bile bu sıkışmaya dayanamadı ve parçalanıp birleşerek demirden de ağır atomları oluşturdu. Bu esnada da insanoğlunun bildiği en şiddetli doğa olayı olan bir süpernova patlaması meydana geldi.

Yıldızın çekirdeğinde ağır elementler oluşmuş olsa da, dev yıldızın çoğunluğu hala hidrojen ve helyumdu. Süpernova patlaması ise bu kokteyli uzaya saçtı.

Bu madde bulutu ne kadar yol aldı, kaç zaman seyahatini sürdürdü, şu anda bilemiyoruz ancak güneş sisteminin bu günkü bulunduğu yere geldiğinde bazı şeyler değişti.

Evrende enerji kazanıp konum değiştiren her şey dönme eğilimindedir. Bu fenomeni galaksiler gibi dev kütlelerden, atom boyundaki mikro kütlelere kadar her yerde gözlemleriz. İşin fiziğine çok girmeyelim, bu doğa olayı bir çok tarafıyla açısal momentum isimli bir kavramla açıklanıp, ölçülür.

İşte, süpernova patlamasının evrene saçtığı bu madde bulutu da fıldır fıldır dönmekteydi.

Açısal momentumun bir sonucu, bulutun içindeki merkeze yakın parçacıklar uzaktakilerinden daha hızlı dönmekteydiler. Bu yüzden de merkezdeki parçalar hızlandı ve birbirlerine çarpmaya başladılar. Bu çarpmalar sonucunda serbest biçimde sağda solda uçuşan atomlar bir araya gelip bir anlamda yapıştılar ve bir kütle oluşturdular.

Bu kütle yavaş yavaş büyüdü ve büyüdükçe hissedilebilir bir yerçekimi oluşmaya başladı. Bu yerçekimi etraftaki serbest atomları daha etkili biçimde toplamaya devam etti. Madde arttıkça yerçekimi arttı, yerçekimi arttıkça da daha uzaktaki atomları çekerek bir araya getirmeye devam etti.

Bir noktada bu yerçekimi o kadar kuvvetli hale geldi ki, çoğunluğu hidrojen olan çekirdekteki bu atomlar sıkışmaya dayanamayıp parçalandılar ve birleşip helyum atomlarını oluşturdular. Dört hidrojen çekirdeği birleşerek bir helyum çekirdeği oluşturduğunda ortaya tarifsiz büyüklükte bir enerji çıkar. Hidrojen bombası örneğin bu ilkeyle çalışır.

Böylece güneşimiz doğmuş oldu.

Güneşi oluşturan bulut kendi etrafında dönerken, bulutun merkezi dışında da çarpışmalar oluyordu. Bu çarpışmalar da ortaya büyüdükçe yerçekimi artarak madde toplayan başka kümeleri çıkardı. Böylece dünyamız dahil, güneş sisteminin gezegenleri oluştu.

Güneşe yakın gezegenler güneşten aldıkları ışıma ile ısımdılar. Yerçekimleri güneş kadar güçlü olmadıkları için de bulutu oluşturan maddelerin büyük çoğunluğu olmasına rağmen sahip oldukları hidrojen ve helyumu kaybettiler.

Ancak güneşten uzaklaştıkça, güneşin sağladığı ısı düştüğünden bazı gezegenler hidrojen ve helyumlarını tutabildiler. Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün bu yüzden dev boyutlara ulaştılar. Bu gaz devlerinin kütlelerinin büyük bir bölümü, tutmayı becerebildikleri çoğunluğu hidrojenden, biraz da helyumdan oluşur.

Bu dev gezegenlerin arasında özellikle Jüpiter o kadar büyüdü ki, biraz daha madde toplayabilseydi güneş gibi ışımaya başlayıp, sistemde ikinci bir yıldız oluşturabilecekti. Binary star dedikleri iki yıldızlı bu sistemler evrende çok, çok yaygındır.

Jüpiter belki bir yıldız olamadı ama güçlü yerçekimi eğer bıraksalar Mars'la arasında başka bir gezegen oluşturacak madde kümesini etkiledi.

Jüpiter'in yerçekimi yüzünden gereğinden fazla hızlanan maddeler çarpışıp bir araya gelmek yerine birbirlerini parçalayıp dağıttılar ve ortaya bugünkü bildiğimiz asteroid kuşağı çıktı.

Bu asteroid kuşağının toplam kütlesi ayın yüzde dördü kadardır. Yani astronomik ölçekte çok küçük bir kütledir bu. Daha da ilginci bu kütlenin yarısı, çapları 950 ile 500 kilometre arasında değişen dört büyük asteroidde toplanmıştır. Geri kalanları ise çok daha küçüktürler.

Video oyunlarımda bu asteroid kuşağı her yeri kaya dolu, uzay gemilerinin zig zaglar yaparak ilerledikleri tehlikeli bölgeler olarak canlandırılır, ancak işin aslı bu asteroidlerin aralarındaki mesafe o kadar büyüktür ki, bir asteroide nişanlanmamış bir uzay aracı neredeyse her zaman hiç bir asteroide çarpmadan bu bölgeyi geçebilir.

Dönerek gezegen oluşturan maddelerin ilginç bir özelliği vardır sevgili arkadaşlar. Bu "gezegenleşme" sürecinde ağır moleküller çekirdeğe doğru çöker, yüzeyde ise görece hafif moleküller kalır. Bundandır ki, dünyanın önemli bölümü denir olan ağır bir metal çekirdeği vardır. Bu çekirdeğe bir ulaşabilsek, kullan kullan bitmeyecek bir maden kaynağımız olurdu ama bu metaller hem yerin on binlerce kilometre altında, hem de binlerce derece ısıda, ister inanın, ister inanmayın, güneşin yüzeyinden daha da sıcak bir haldedirler.

Bu uzaktan sevebildiğimiz metal çekirdeğin bize sağladığı faydası ise dünyanın manyetik alanını oluşturup pusulalarımızı çalıştırması, bir de zararlı radyasyonları kutuplara yönlendirmesidir, o kadar.

Dünyanın yüzeyinde ise göreceli olarak daha hafif silikatlar - yani dağ-taş, ve su bulunur.

Bugün çıkardığımız madenler aslında sadece bu silikat tabakaları arasına sıkışıp, çekirdeğe gidememiş metal kırıntılardır.

Jüpiter'in azizliği sayesinde gezegen olamamış asteroid kuşağında ise meraller serbest olarak etrafa saçılmıştır.

Kaba bir hesapla asteroid kuşağının yüzde onu metaldir. Bu da ayın binde biri kadar kütlede serbest metal demektir. Kulağınıza az gibi gelebilir ama çok büyük bir miktardır bu. Örneğin beş yüz metre çapımda bir asteroidde dünyada madenlerde bulunan platinumun bir buçuk katı kadarı bulunabilir.

Asteroidlerdeki madenler dünyadakilerine göre çok daha arıdırlar. O yüzden birim kilo cevherden çok daha fazla saf maden elde edilebilir.

Bu madenler bir de binlerce metre kayanın altında saklı değildirler. Neredeyse asteroidlerin yüzünden kazınıp, alınabilirler.

Çeşit olarak da aklınıza gelen hemen her maden gözlemlenmiştir. Neredeyse hiç bir işe yaramayan altın bile asteroidlerde bol bol bulunur.

Asteroidlerde sadece madenler bulunmaz. Madenler dışında dünya yüzeyinde bol bol bulunan silikatlar ve karbon bazlı moleküller, hatta su bile bulabilirsiniz.

Dünyamız hızla ulaşılabilir madenlerini tüketme yolundadır. Neyse ki yakın zamanda demir yokluğundan araba yapamaz hale gelip, demir bir asteroidi dünyaya indirmek zorunda kalmayacağız. Hala elimizin altında bize yetecek demir var.

Yokluk ilk önce aklınıza çok zor gelebilecek, belki de ismini ilk defa duyacağınız metaller için sorun olmaya başlayacak.

İndium diye bir metal vardır sevgili arkadaşlar. Önünümüzdeki on yıl içerisinde dünya üzerinde bilinen rezervleri tükenecektir.

Kim takar indiumu demeyin.

Eğer işlenebilir rezervleri biter, teknoloji de yerine geçecek başka bir metal bulamazsa on yıl sonra iPhone, iPad almayı unutun. Mobil telefon ve tabletlerin dokunmatik ekranları hep bu indium sayesinde çalışır.

Dünyada işlenebilir rezervleri bitmek üzere olan İndium ise asteroid kuşağında bol bol bulunur.

Bunun gibi başka örnekleri sayabiliriz. İndium gibi on sene sonra bitecek olmasalarda belki elli, belki yüz sene sonra azalacak ya da bitecek başka az bulunur metaller vardır.

Çok bulunan metallerin ise fiyatları kaynakların azalmasından dolayı yükselecek, bu da günlük hayatımızda kullandığımız bir çok aletin maliyetini artıracaktır.

Akıllarını ve enerjilerini zırva işlere değil geleceklerine odaklamış uygar ülkeler asteroid kuşağındaki bu madenleri elde etmek için her geçen gün artan bir yoğunlukla çalışıyorlar.

Hedef bu madenlerin bazılarını dünyaya getirmek, bazılarını da uzayda uzay taşıtları yada kolonileri inşa etmek için kullanmak.

Dünyaya demir getirmek pek karlı olmayabilir ama örneğin bir kaç milyon ton titanyum hiç de fena olmaz. Ya da yukarda değindiğimiz indium...

Altını ise düşünmeyin bile. Amerikanın keşfinden sonra İspanyolların yağmalayıp, Avrupa'ya getirdiği her kilo altın, altının değerini düşürdü. İspanya da, Portekiz de zengin olacağız derken iflas ettiler. Asteroidlerden gelecek altının kimseye faydası yok sizin anlayacağınız.

Madem madeni bulduk, onu nasıl kullanabiliriz, şimdi biraz ona bakalım.

Asteroid kuşağına ulaşabilmek ciddi bir sorundur sevgili arkadaşlar. Bugün Mars'a insanlı bir yolculuk teknolojimizin tam sınırımdadır. Asteroid kuşağının Mars'ın da ilerisinde olduğunu düşünürsek, bu yolculuğun zorluğunu daha da iyi anlayabiliriz.

Olasılıkla bizi asteroid kuşağına götürecek uzay taşıtları, aya giden roketler gibi tek parça halinde dünyadan kalkıp, asteroidlere inmeyecektir.

Dünyanın yer çekimi çok güçlüdür ve yörüngeye çıkarılacak her kilonun astronomik bir maliyeti bulunur. Bundandır ki, bu uzay taşırları ya dünya yörüngesinde, ya ayda inşa edilecek, yolculuklarına dünyanın dışından başlayacaklardır.

Asteroidlere ulaştığımızda ise kapısı açılıp, deposuna demir cevheri doldurulacak bir uzay gemisi yerine, olasılıkla asteroidlerin kıçlarına birer motor takıp, dünyaya doğru uçuracağız. Isaac Asimov bir öyküsünde, bırakın asteroid kuşağını, Satürn'ün yakınlarında yörüngedeki serbest buzlara motor takılıp, dünyaya gönderilişlerini detaylı bir biçimde tasvir eder.

Madenlerin dünyaya indirilmesi ise ayrı bir mühendislik sorunudur. Bir uzay mekiğinin arkasına bir kamyon kasası takıp, bu madenleri dünyaya indiremeyiz. Bunun için olasılıkla yörüngesel asansör de denilen, yörüngedeki bir uyduya bağlı bir kabloyla yukarı, aşağı taşıma yapabilecek bir sistem kullanılacaktır.

Asteroidlerdeki madenlerin dünya dışında kullanılmaları da olasıdır. Örneğin Mars'da bir üs kurmak için inşaat malzemelerini dünyadan göndermektense, bir asteroidden bulmak daha kolay ve daha az maliyetli olabilir. Bir kuyruklu yıldızı Mars’a indirerek de gezegenin su ihtiyacı karşılanabilir.

İşin iyi tarafı, bu anlattıklarımı ciddi olarak düşünüp, planlayanlar var. İşin kötü tarafı ise bunların hiçbiri biz değiliz.

Ne diyelim, belki bir gün...

30 Eylül 2018 Pazar

Sibernetik

Robot cerrahın on altı kolundan dördü hastanın beyni, üçü kalbi, ikisi ak ciğerleri, geri kalanları da diğer organları üzerinde büyük bir hassasiyetle çalışıyor, donma sonucunda kristalleşmiş vücut sıvılarının verdiği hasarı onarıp, hasta uyanmadan bu organları çalışabilecek hale getiriyordu.

Robotun çalıştığı ameliyat odası tamamen karanlıktı. Hasta hayata döndüğünde fotosensitif, yani ışığa duyarlı olacağından görünebilir banttaki bütün radyasyon engellenmişti. Ancak bu karanlık robot cerrah için hiç bir güçlük çıkarmıyordu. Işıklar açık olsaydı bile o halen karanlıkta kullandığı kızıl altı sensörlerini kullanmaya devam edecekti. Böylece üzerinde çalıştığı organları sadece "görmekle" kalmayıp, onların ısılarını da ölçme şansını bulacaktı.

Robot cerrah, odanın ısısını eksi on beş dereceye yükseltti. Hastadan aldığı kanın analizini tamamlamış, uyandıktan sonra gereksinimi olan yapay kanı sentezlemişti.

İki binli yılların başında gezegenin iklimi tamamen değiştirip bilinen tarihteki ikinci büyük buz çağını başlatarak milyarlarca insanın ölümüne yol açan bu dönemin insanı, bir azizlikle başlattığı buz çağının sayesinde masada yatan hastanın ölmeden çok hızlı biçimde donmasını sağlayıp, hayatını kurtarmıştı.

Modern zamanların kriyojenik stasis sistemleri bile bir insanı bu kadar hassas bir biçimde donduramıyordu. Bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, doğa hala böyle sürprizler yapabiliyordu işte.

Robot, odanın ısısını önce sıfır, sonra da beş dereceye yükseltti. Önce beyin bölgesini ısıtıp, hemen bol oksijenli yapay kanın bu organa ulaşmasını sağladı. Sonra da doğal kan dolaşımını başlatmak için kalbe bağlı sinirlere düşük voltajlı bir elektrik akımı uyguladı.

Hastanın gözleri açılmış, parmak uçları kımıldamaya başlamıştı.

Bundan kısa bir süre sonra alarm zilleri çalmaya başladı.

Hastanedeki biyolojik zekalı tek hekim koşarak ameliyat odasına girdi. Hemen ışıkları yaktı ve gördüğü manzaraya kendisi de inanamadı.

Cerrah robot hareketsiz duruyor, arkeolojik kazıdan çıkarılan donmuş hasta da elinde bir metal cihaz, yatağın köşesinde oturuyor, avazı çıktığı kadar da bağırıyordu.

Hemen güvenliği aradı.

"Ameliyat odasındaki hasta, cerrah robotu etkisiz hale getirmiş, elinde de bir rektal prob var. Anlayamadığım bir dilde bağırarak bir şeyler söylüyor. Bir üniversal çevirici alıp hemen buraya gelin."

Bir kaç dakika içinde güvenlik görevlileri odaya girip, üniversal çevriciyi çalıştırdı. Artık hastanın dediği anlaşılabiliyordu.

"Hangi hayvan soktu bunu g.tüme lan?"

İlk şaşkınlıklarını üzerlerinden atan güvenlik görevlileri hemen kollarına girip, hastayı yatağına yatırdılar. Bir teknisyen de cerrah robotu incelemeye başladı.

"Pozitronik beyni sökülmüş bunun..."

"Kafasını koparmadığıma dua etsin şerefsiz. Bana parmak attı, ben de çaktım bir tane..."

"O sizi tedavi etmeye çalışıyordu beyefendi. Rektal prob sindirim sisteminizi gözlem altımda tutmaya yarayan bir medikal cihazdır."

"Yapma ya? Benim aklım da nerelere gitmiş bak, üzüldüm şimdi. Neresi bozulmuş dedindi? Elettronik beyni mi?"

"Pozitronik..."

"Herneyse. Düzeltiriz şimdi. Kaldır şunun kolunu, bas marşa, ben tutuyorum bu taraftan."

"Siz bir şey yapamazsınız beyefendi. Ben sibernetik onarım servisini aradım, onlar gelip bakacaklar."

"Sen de bizi şey durumuna soktun şimdi bak. Ben bunlardan çok gördüm, çok tamir ettim. Anlarım bu işlerden."

"Bu robot siz donduktan yedi bin yıl sonra yapıldı beyefendi. Görmüş olmanız olanaksız."

"Yani gördük dediysem illa bu aynısını gördük demedim. Hanım almıştı mutfak robotu. Ha mutfak robotu, ha hastane robotu, aynı şeyler bunlar."

Hasta ayağa kalkıp, üstünü başını düzeltti. Sonra da elindeki trikorderle bozulan pozitronik beyni inceleyen teknisyenin yanına gitti.

"Abi bu elindeki pos makinesi de mi?"

"Hayır, bu bir trikorder. Ölçüm yapmaya yarar."

"Tamam işte, ben de onu demiştim. Bizim yan dükkanda Tayfun abide de var aynısı, oradan biliyorum."

"Siz her şeyi biliyorsunuz beyefendi."

"Eh, biraz görmüşlüğümüz var tabi. Şimdi sen o aleti yukarı doğru tut, daha iyi ölçer. Aşağıdan iyi çekmez bunlar."

"Beyefendi, lütfen uzanın yatağa. Hala durumunuz iyi değil."

"İyi olmaz tabi abi. Hep dış güçlerin işi bunlar."

"Hangi dış güçler beyefendi?"

"Amarika, İsrayil, fayiz lobisi ve Merkel."

"?"

"Bunlar hep bizi kıskanıyor abi. Bir de Cehapeliler var."

"Siz kimsiniz beyefendi?"

"Türküz"

"Cehapeliler Türk değil mi?"

"Ya, karıştırma işte. Türk ama hep İnönü'nün yüzünden. Camileri ahır yaptılar..."

"Biriniz yoğun bakım cihazına baksın. Hasta halüsinatif ama makine ilaç vermiyor."

"Hasta halusinatif değil, tamamen kendinde doktor bey. Söyledikleri bilinçli, normal kraniyal aktivite gözlemliyoruz."

"Bu bana pek normal gelmedi. Şu pos makinesini alıp, yoğun bakım robotunu da bir ölçün hemen."

Doktor yeniden hastaya döner.

"Bunlar niye sizi kıskanıyorlar?"

"Çünkü bizde bor madeni var. Aynı zamanda dünyanın en cennet ülkesiyiz."

"Bir yanlışınız olmasın? Sizi bulduğumuz bölge zamanın diğer bölgelerinden yüz yıl kadar geride kalmış. Yetersiz beslenmeden, akraba evliliğinden falan dolayı düşük zeka seviyeleri gözlemledik. Gerçi çok küçük bir alanda bir saray, bir de lüks bir hava taşıtı bulduk ama gerisi hep sefalet."

"Fetöcümüsün lan sen? O ne biçim laf öyle? İtibarın fiyatı mı olurmuş?"

"Ben doktorum beyefendi. Duyduğumu söylüyorum."

"Sen her duyduğuna inanma. Yalan onlar. Bizim önümüz açık, on sene sonra dünya bize öyle aşağıdan bakacak. Ümmet, hilafet, Osmanlı ve Abdulhamit Han!"

"Baktınız mı makineye?"

"Halen normal çalışıyor gösteriyor doktor bey. Hasta tamamen kendinde."

"Doktor abi, bırak bunları şimdi. Gel yanıma şöyle hele."

"Buyrun beyefendi."

Hasta fısıldar.

"Şu robotlar felan var ya..."

"Evet."

"Hani sen de az önce 'sibernetik' falan da deyince..."

"Ee.."

"Ben de hafiften hallendim. Yok mu bunlardan şöyle etek falan giyeni?"

28 Eylül 2018 Cuma

Doğru Bilgi

Doğru bilgi çok önemlidir sevgili arkadaşlar. Doğru bilginin üzerine inşa edilen doğru bir hareket planı, bizi doğru sonuçlara götürür.

Şu söyleyeceğim size komik gelebilir belki, yine de söyleyeyim.

Bence yanlış bilgi de doğru kullanıldığımda istenen sonucu verebilir. Bilgi niye yanlış, neresi yanlış bilirseniz, bu yanlış bilgiyi doğru iş için kullanabilirsiniz.

Kimi zaman da doğru bilgiye rağmen yanlış sonuç elde edebiliriz. Bu da doğru bilgiyi doğru kullanamamaktan kaynaklanır.

Ez cümle bilginin doğruluğundan ziyade, onu doğru olarak kullanmak önemlidir.

Ne var ki, okumuşunun da cahili kadar inatçı ve kafasız olduğu biz dahil bir çok geri kalmış Orta Doğu toplumunda bilgi, çok nadir doğru bir biçimde kullanılır.

Bu toplumların cahil kesimi zaten tanımı gereği herhangi bir bilgiye vakıf değildir.

Okumuşları ise kafasızlıklarından doğru bilgiyi alırlar, bundan işe yarar sonuçlar çıkarmak yerine okudukları gibi cart diye uygulamaya çalışırlar.

Hadi madem bu kadar Aristo olduk, Aristovari bir örnek verelim.

Gerçek hayatta "A" anahtarı "X" kapısını açtı diye, bu anahtarı "Y" kapısının kilidine sokup çevirdiğimizde bu kapının açılmasını bekleyemeyiz. "Kilitli kapılar anahtarla açılır" bilgisi doğru olsa da "Y" kapısını açmaya çalışan kafasız, elindeki doğru bilgiyi anlayıp, içinde bulunduğu duruma uygulayamadığı için ikinci kapıyı açamaz.

Bunları niye yazıyorum...

Aydın kesimin medyasında iki tane favori yazarım vardır sevgili arkadaşlar.

Soner Yalçın ve Nihat Genç.

Bunların her iki yazısından birini okuduğumda afaganlar basar, sinirlerim kalkar.

Bizim kuşağımızın gençlik yıllarının modası kitapları hatmetmişlerdir ve her fırsatta bu klişeleri yeniden pişirip, önümüze koyarlar.

Bu iki hıyarın son zamanlardaki popüler geyiği Karma Ekonomi. Yani dar anlamı ile devletin de özel sektörle birlikte üretimde fiilen yer alması. Sümerbank, Petlas, Seka durumları yani.

Karma Ekonomi'nin karşılığı ise devletin üretime karışmaması. Bu da liberalizm ve ona doğru ilerlerken kullanılan özelleştirme durumları.

Bu ikisi ve başka bir kaç çığırtkan, her fırsatta "Bakın, liberal ekonomi dediniz, başımıza neler geldi. Çözüm karma ekonomide." diye yırtıyorlar kendilerini

Sanki ülkenin sorunu ekonomik sistem. Yobazlar orduyu, yargıyı hep "Liberal Ekonomi" uyguladığımız için ele geçirdi. Yine "Liberal Ekonomi" yüzünden cumhuriyeti ve parlementer sistemi çöpe atıp, saltanatı getirdik. Eğer "Karma Ekonomi" 'ye geçersek yobazlar falan hep gidecek, parlementer sistem ve cumhuriyet geri gelecek.

Bir de "bilimsel" kafa var ya, hemen bir örnekle tezini destekliyor.

"Bakın Çin’e, karma ekonomi sayesinde nasıl kalkındı."

Ama cin çocuk Amerikanın nasıl liberal ekonomi sayesinde kalkınıp, süper bir dünya gücü olabildiğini işine geldiği biçimde gayet güzel atlıyor.

Çözüm bu etiketler, tanımlar değil, doğru şeyi doğru zamanda yapmak.

Çinliler karma ekonomiyi doğru zamanda, doğru şekilde uyguladıkları için kalkındılar. Daha da komiği, bugün Trump korumacı bir ekonomiyi savunurken, Çinliler birer liberalizm savaşçısı haline geldiler.

Ancak bizim Nihat ve Soner kılıklı aydınlar kitaplardan okudukları klişeleri papağan gibi tekrar etmekten başka bir işe yaramadıklarından dolayı sadece sallıyorlar.

Yetmişli yılların posası hepsi.

Yine klişeleri tekrarla, o yıllarda doğru düzgün üretimi bile olmayan Türkiyedeki bir avuç işçiyi yine o zamanların Türkiyesinde var olmayan burjuva sınıfının "sömürüsünden" kurtaracağız diye ortaya atlayıp, sonunda Marx bunu dedi, Mao şunu dedi diye birbirlerine giren zeka küpleri bunlar...

Eğer kafalarını kaldırıp (bence doğru ve kullanışlı olan) ideolojilerini papağanlamak yerine, ülkenin koşullarını göz önüne alarak gerçek hayata uyarlasalardı, sorunun "burjuva" sınıfı değil dünyadan bihaber Yozgatlının olduğunu görür, ona hayatı anlatıp, bu günkü din tüccarlarına oy vermemesini sağlayabilirlerdi.

Ama nerde...

Alfabenin üç harfli tüm kombinasyonlarını kullanarak kendilerine isimler buldular ve diğer üç harflilerle kavgaya tutuştular.

Cumartesileri Nihat'ın Veryansın diye bir programı var. Normalde geceleri Two And A Half Men seyrederim - biraz gülüp, gevşemek bakımından. Sadece Cumartesileri bu adeti bozup, bunun yerine Nihat'ı dinliyorum.

Baba bir başlıyor, ellerini masaya vura vura kaç kitap okuduğunu haykırıyor. Cengiz Han'dan girip, Sun Tsu'dan çıkıyor. Hepsi doğru bir çok bilgiyi alıp, plansız, bir bütünlükten uzak, konuyla alakasız bir biçimde yüzümüze çarpıyor.

Sadece okuyabiliyor. Anlama, yorumlama, değerlendirme ve uygulama gibi bir tasası yok.

Gururla kaç yüz kitap okuduğunu tekrar tekrar söylüyor bize. Benim de aklıma hep aynı şey geliyor. Keşke okuyacağına yeseydi o kitapları. Nasılsa sonucu hep aynı yerden çıkıyor, en azından karnı doymuş olurdu.

Bırakalım bu karma ekonomi, özelleştirme, şeker fabrikalarını, Seka, üçüncü köprünün dolar bazında taahhütlerini.

Bunlar sonuç. Gelin çözüme odaklanalım.

Sorunumuz koyun dedik diye koyanlar.

Bunlar olduğu sürece, bugün AKP, yarın BKP.

Bir de sorunu görmeyen ama bizlerin umut bağladığı malum gurup var ki, kamyon tekerine sokulmuş çomak gibiler.

Bizler de doğru şeyi yapmadığımız sürece Kemolar, Nihatlar, Sonerler, Devletler yüzünden bu batağa, biraz daha derinine gömüleceğiz.

İçinizi kararttım, kusura bakmayın.

Yeni döndüm vatandan. Biraz üzgünüm, o bakımdan...

22 Eylül 2018 Cumartesi

Çoşe

Sevgili kızımız 🐝Mezzy🐝 her zaman fotoğraflarda göründüğü kadar masum ve sevimli değildir arkadaşlar. Öyle bir damarı, öyle bir karekteri vardır ki, nuh der, peygamber demez. Kafasını bir şeye taktığımda, mümkün değil, onu değiştiremez, 🐝Mezzy🐝'yi o şeyi yapmaktan alıkoyamazsınız.

Şimdi bir de parmak sallamayı öğrendi ki, atıyorum, 🐝Mezzy🐝 hadi odaya dediğinizde işaret parmağını kaldırıyor ve kafası ile birlikte "No! No! No!" diyerek sağa, sola sallıyor.

Dün otelin karşısındaki bakkala gidip, ona pamper aldık. Bakkaldan çıkarken, asılı plastik topları gördü ve "Ama ball" yani I want ball diye kendini yırtmaya başladı. Annesi ne yapsın, aldı bir tane.

O top alındığı andan itibaren yapıştı bize. Akşam yatağında bile sağa sola atıyordu o topu.

Top sonra bizle kahvaltıya geldi. Masaların arasında, dan dun, topla birlikte koşmaya başladı. Zar zor yerine oturttuk.

Bu kez top masada kullanılmaya başlandı. Masanın üzerinde ne varsa ona çarpıyor, deviriyordu. En son bir kase cereal'ın içine düştü.

İş artık "Yapma 🐝Mezzy🐝" safhasını geçmişti. Ciddi bir tepki gerekiyordu.

Bugüne kadar ne annesi, ne ben ona elimizi kaldırmış değiliz. Tabi ki hep beraber normali zaten bu, niye marifetmiş gibi söylüyorsun diyebilirsiniz ama çocuklara en azından bir iki şaplak zannettiğinizden daha yaygın sevgili arkadaşlar, hem de sadece "dünyanın kıskandığı" ülkemizde değil, heryerde.

Neyse.

Bizim 🐝Mezzy🐝'ye uyguladığımız disiplin protokolü, onu köşeye göndermek. Köşe'nin Sırpçası da "Çoşe". Ben de "Çoşe" demeyi daha çok seviyorum. O yüzden ne zaman 🐝Mezzy🐝 'nin ayarı kaçırdığında annesi de, ben de ona "Haydi Çoşe" diyoruz, bu da süklüm püklüm köşeye gidip arkasını dönüyor ve cezasının tamamlanıp, onu geri çağırmamızı bekliyor.

Masayı handball sahasına çevirdikten sonra annesi onu "çoşe" 'ye yolladı. Tam girişte oturuyoruz, köşe de kapının hemen yanında.

Salona giren herkes, çoğu da cezalı olduğunu anlamadığı için, bu maymunu köşede görünce, yanına gidip onun saçını okşamaya, öpmeye falan başladı. Hatta kurabiye falan verenler oldu.

Bizim ceza protokolü döndü mü 🐝Mezzy🐝'nin stand-up şovuna...

Jelena, n'apsın, çağırdı onu geri masaya. Normalde "Çoşe" cezası bitip, geri çağırdığımızda, ağızı kulaklarına varır, koşar, geri gelir, ikimize de sarılır, öper falan.

Bu kez bize dönüp, işaret parmağını sallayarak "No! No! No!" demeye başlamasın mı?

Bu sefer biz yalvarmaya başladık, "Haydi 🐝Mezzy🐝, gel kahvaltını bitir" demeye.

İşte böyle benim sevgili maymunum...

15 Eylül 2018 Cumartesi

Diş

Bu sağlık sigortası işlerinden çok anlamam ancak İsviçre'deki sigorta sisteminin kıymetini anlayacak kadar bilirim. Tedavinin maliyeti ne olursa olsun, nerede yapılırsa yapılsın, bir sene içerisinde cebinizden en fazla iki bin Frank çıkar. Eğer bir kaza sonucu başınıza bir iş gelmişse, o bile çıkmaz. Ülkede yaşayan herkes, mevkisi, geliri ne olursa olsun, aynı kalitede sağlık hizmetine ulaşabilir. Bu kadarını hiç bir yerde görmedim desem yeri.

Bu sağlık sigortasının kapsamadığı nadir tedavilerden birisi ise diş tedavisidir. Diş tedavileri o kadar yaygın, aynı zamanda da o kadar pahalıdır ki, dişi kapsayan sağlık sigortalarının pirimleri de hem oldukça yüksek, hem de coverage'ları, yani kapsama alanları biraz netamelidir. Bir çok tedavinin sigortanın karşılayacağı bir üst limiti bulunur, yani atıyorum, bir senede çürükler için en çok üç bin Frank gibi.

Ben bir ara çalıştığım şirketin sigortaya sağladığı kolaylıklardan faydalanıp, diş tedavisini de dahil edeyim istedim. Ne var ki, sigortamız olduğu halde diş tedavilerimizin çoğunu yine biz ödemek zorunda kaldık. Çünkü yukardakilere ek olarak, sigortanın masrafı karşılaması için, örneğin dolgu yapılan bir dişin, sigortanın başladığı tarihte yüzde yüz sağlam olması falan gerekiyordu.

Anladınız her halde, hep bu yüzden, insanlar sağlık sigortalarına büyük çoğunlukla diş harcamalarını dahil etmezler.

Sevgili karım Jelena'nın iki tane diş implant'i yaptırması gerekti. Yakın zamanda da tatile memlekete gideceğiz, hadi kendimizi Türk hekimlerine emanet edelim dedik. Bu da aradan çıkmış olur, biraz da ekonomi yapmış oluruz böylece...

Gugıl'a girdim, "diş+klinik+antalya" yazdım. Beklemediğim kadar sayıda sonuç geldi.

İlk sıradaki, gerçek ismi saklı kalsın hadi, Sütbeyaz Diş Kliniği'nin İnternet sitesine girdim.

Gerçekten profesyonelce hazırlanmış bir web sitesi. Hem İngilizce, hem Türkçe. Browser default language'im Ingilizce olduğu için Gugıl beni doğrudan İngilizce versiyonuna gönderdi, ben de biraz bakındım. Sitenin İngilizce'si de öyle süt mısırına milk egypt dedikleri gugıl tranzleytör İngilizce'si değil, cidden düzgün yazmışlar. Doktorların resimleri, özgeçmişleri falan bayağı düzgün. Kliniğin resimlerini koymuşlar, onlar da İsviçre'dekileri aratmayacak kadar modern, temiz ve zevkli.

Diş Turizmi diye bir sayfa da hazırlamışlar. Gözlerime inanamadım. Tatile gelen turistlere diş tedavi hizmeti veriyorlar. Sayfada bir form var, onu kullanarak şikayetinizi, ne tedavisi istediğinizi yazıyorsunuz, daha sizi görmeden hazırlıklarını yapıyorlar. Form üzerinde dosya göndermek için bir seçenek bile koymuşlar.

Bu kadarını beklemiyordum, işin açıkçası.

Hemen Jelena ve kendimin durumlarını yazdım, Jelena'nın diş röntgenlerini de ekleyip, gönderdim. Size kırk sekiz saat içinde geri döneceğiz diye bir mesaj gönderdiklerimin alındığını teyit etti.

Başka bir kliniğe bakmadım bile. Jelena'yı arayıp, bir klinik buldum diye haber verdim.

Yirmi dört saat, kırk sekiz saat, yetmiş iki saat geçti, arayan, soran yok.

Yeniden web sitelerine girdim. Telefon numaralarını alıp, aradım. Böyle bir numara kayıtlı değil diye bir cevap aldım. O zaman bir email yazayım dedim, iletişim sayfalarında bir email adresi bulamadım. Sadece ilk gün kullandığım form var.

Biraz daha bakındıktan sonra Hakkımızda falan gibi bir yerde ikinci bir telefon numarası daha gördüm. Hemen onu aradım.

Neyse ki bu çalmaya başladı.

Telefon açıldı, karşıda bir kadın sesi. Ancak ne bir selamlama, ne bir kendini ya da müesseseyi tanıtma. Sadece net bir...

"Alo"

Ama öyle bir "Alo" ki, nasıl yazıya dökerim, bilmiyorum. "Ay-Lo" gibi geliyor kulağa. "L" 'yi de alabildiğince incelterek, "lo" kısmını kısa kesip, hıçkırık tutmuş gibi söylüyor.

"İyi günler han-fendi, benim adım Bülent Gü...."

"Alo, alo, alo, alo!"

Cümlemi bitiremedim. Kadın bir histeri krizine tutulmuş gibi devamlı "alo" diyor. Bir sussa, duyacak beni ama öyle bir otomatiğe bağlamış ki çaresiz, krizinin geçmesini bekledim.

Abartmıyorum, bir dakika falan boyunca kesintisiz "alo" dedikten sonra sakinleşti.

"Şimdi duyuyor musunuz han-fendi?"

"Hah şimdi duyuyorum."

Aferin sana. Süper sekreter bir, telefon tanrısı sıfır. Kırdık kaderimizin zincirlerini...

"Benim adım Bülent Güven Nalcı. Sütbeyaz Diş kliniği mi orası?"

"Evet, kimi aramıştınız?"

Bir diş kliniğini arayan insanların genellikle arama nedenleri bir diş problemidir, tanıdıklarıyla görüşmek değil. "Kimi aramıştınız?" yerine "Buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?" gibi bir cevap daha mantıklı olabilirdi tabi.

Daha da kötüsü, eğer gayri ihtiyari "Özel birini aramadım" falan desem, çat diye kapatacak yüzüme.

O yüzden stratejik bir cevap verdim.

"Bir konuda bilgi almak istemiştim."

"Evet"

Tek kelimelik bir cevap. Kelime kirliliğine karşı bir savaş açılmış demek ki. Diş kliniğin sekreterinin ağızından birden fazla kelime almak, dişini çekmekten daha zor.

"Size eşim ve benim için birer form göndermiştim, sizden ce..."

"Hangi mail adresine gönderdiniz?"

"Mail göndermedim han-fendi, İnter..."

"Ne zaman postaya verdiniz?"

Yine bir gülme krizi geldi, zar zor bastırdım.

"İnternet sitenizden göndermiştim."

"Haa, form dediniz de, o yüzden sormuştum."

Form dedim diye email ya da posta tarihinin sormuş. Kabahat bende yani, form deyip yanılttım onu. Bütün Web sayfalarında bilgi yazıp, gönderdiğiniz haberleşme yapısına form denmesi, bizzati kendi sayfalarında aşağıdaki 'Formu' Doldurun, 'Form' Alındı falan gibi mesajların olması onu ilgilendirmiyor tabi.

"Hangi İnternet sitemizden göndermiştiniz?"

Anlamadım ne sorduğunu.

"Sizin İnternet sitenizden gönderdim."

Hoşnutsuzluğunu belli ederek biraz sertçe çıkıştı.

"Beyefendi dat kom'dan mı, dat kom dat ti-ar'dan mı gönderdiniz?"

Demek 'sutbeyazi.com' ve 'sutbeyazi.com.tr' diye iki ayrı web siteleri varmış.

Burada yanlış giden o kadar fazla şey var ki, hangisinin ucundan tutup kadına bir cevap vereyim bilemedim.

Bir kere niye ayrı ayrı iki isimde site kuruyorsun? Tek isimli bir site yap, insanların da kafası karışmasın. Yok eğer iki ismi de kullanmak istiyorsan, aptal gibi iki ayrı siteyi parelel olarak barındırmak yerine, iki ismi de tek bir siteye yönlendir, .com da, .com.tr da aynı sitede çalışsın.

Yok ben aptalım, böyle istiyorum, karışma bana diyorsan da, hangi siteden kim ne göndermiş, mesai harca, ikisini de takip et. Bana niye soruyorsun?

"Han-fendi, Gugıl'dan arayıp buldum, hangi adrese gittiğine dikkat etmedim."

"Beyefendi, bundan sonrası için söylemiş olayım, tarayıcınızın üstünde bir beyaz şerit var, oraya bakarsanız, hangi adrese gittiğinizi görürsünüz."

Allah kahretsin seni. Her linke tıkladığında kafanı kaldırıp, hangi adrese gittiğine bakıyor musun sen?

K&R C'yi okuduğumda yıl 1984'tü, o zamanlar sen dünyada bile yoktun. Yüz'den fazla web sitesi dizayn edip, kodladım. Bir tarayıcı nasıl çalışır, sen mi öğreteceksin bana?

Derin bir nefes aldım.

"Tarayıcı kullanmayı senden öğrenecek değiliz!"

Demedim tabi.

"Eyy Sütbeyaz Diş Kliniğinin sekreteri! Sen kimsin yaaa..."

Bu da içimden geçti, ama bunu da demedim 😛

"Han-fendi bu ikisi de sizin siteniz değil mi? Bakın, hangisinden göndermişim bulursunuz."

Bunu dedim ama...

"Ben bakıp, birazdan size döneceğim."

Dedi.

Teşekkür edip, kapattım. Bana dönmesini beklemeden, bir sonraki klinikten randevu aldım. Zaten o da bana geri falan dönmedi.

O kliniğin sahibi için üzüldüm sonra. İleri görüşlü biriymiş. Zamanını ve parasını harcamış, profesyonel bir web sitesi kurmuş. O gerçekten düzgün doktorları, uzmanları toplamış. Pazarın farkına varıp, sağlık turizmi için müessesesini hazırlamış.

Ama haftada yüz lira az vermek için telefonun başına koyduğu bir aşure beyinli yüzünden bütün yukardakiler ulaşılamaz bir durumda kalmış. Kliniğine harcadığı para, web sitesine harcadığı para, hep boşa gitmiş. İki implant, iki diş temizliği, bir iki de dolgu parasını on dakikada çöpe attı.

Bir hizmet işletmesinde, müşteri ile ilk teması kuran frontline man, müşterinin make or break noktasıdır. Gerisinde ne kadar deneyim, servis, fayda bekliyor olursa olsun, o ilk temas yanlış olursa müşteri kaçar, gider.

İsviçre’de ciddi organizasyonlarda bu kişiler çoğunlukla özel eğitim, en azından uzun bir süre on the job training alırlar. Telefona nasıl bakılır, müşteri ile nasıl konuşulur, bir dil problemi nasıl yumuşatılır ve çözülür, kötü haber nasıl verilir, vesaire, vesaire, ...

Bizde ise konuşmayı biliyorsa koy telefonun başına.

Siz siz olum, dişlerinize iyi bakın arkadaşlar ❤️

9 Eylül 2018 Pazar

Bir Bilen, Her Bilen, Hep Bilen

Şu sıralar "bizim" TV'lerde yeni bir akım popülarite kazandı. Gazeteci yada siyasetçiler ekranlarda ellerine bir tomar gazete alıp, günün haberlerini yorumluyorlar.

Bunlara bir de tartışma programlarını eklediğimde, ben bu yorumların bazılarını zevkle dinliyorum. Özellikle iş Türk siyasetine geldiğinde çok fazla şey öğreniyorum.

Ancak tedavisi imkansız, "Ben herşeyi bilirim, bilmesemde şeytani zekamla kıvırırım" sendromu yüzünden, bu arkadaşlar zaman zaman birer ekonomist, stratejist, erkan-ı harp, tarihçi, astro-fizikçi, dilbilimci vesaire olup, öyle yorumlar yapıyorlar ki, ya gülmekten kırılıyorum, ya da sinirden tırnaklarımı yiyiyorum.

Neye dayanarak, nasıl bir kibirle, nasıl bir cesaretle böyle saçmalıyorlar, anlaması gerçekten zor.

Bunlardan birisi geçenlerde ayın oluşumu ile ilgili bir haberi okudu. Sonrasında da kızarak "Ya, ne var bunda haber yapacak, Ay, dünyaya bir meteor çarpmasıyla oluşmuş bir gök cismi işte" deyip, çıktı işin içinden.

Son yüz yılı, ayın nasıl oluştuğunu araştırarak geçiren gökbilimcilerden sağ kalanları bir ürperti ile uyandılar, ölenler ise mezarlarında bir tur döndüler.

Ayın oluşumu o kadar gizemli ki, normal gökbilimsel fenomenlerin hiç biriyle açıklanamıyor. Akla yakın, ya da daha doğru bir biçimde bildiğimiz gökbilimsel ilkelere aykırı düşmeyen tek teori, dünya ile mars büyüklüğünde bir gezegenin çarpışması sonucu, eski dünya ve çarpan gezegenin toplamından dünya-ay sisteminin oluştuğu. Yani meteor çarpması falan değil. Bu teori de sadece açısal momentum, yerçekimi falan gibi temel teorilere aykırı olmadığı için ayakta durabiliyor. Yoksa ayın çekirdeğinin demir gibi ağır elementleri içermeyip, daha ziyade yüzeyde bulunan maddeleri içermesi gibi dolaylı bir kaç veriden başka hiç bir kanıt yok.

Ama bizim baba, bir cahil cesaretiyle meteor çarptı deyip sallayabiliyor, bir de haberi yapana kızıyor...

Başka biri, bankamatikten çektiği paranın yeni olduğuna dayanarak, Merkez Bankası'nın karşılıksız para bastığına kanaat getiriyor, bunu da devletin izlediği ekonomik politikaların başarısızlığına bağlıyor.

Anasını sattığımın makro ekonomisi, eğer iyiliği ya da kötülüğü bankamatikten çekilen paranın mürekkep kokusundan anlaşılıyor olsaydı, biz de iki sömestiri kanırarak geçirmezdik okulda. Kokla parayı, yeniyse ekonomi kötü, eskiyse işler yolunda 😛

Bu yorumları yapan sadece cahil değil, tabirimi hoş görün, bir de salak, hem de süzme salak.

Günümüzde bir paranın fiziksel bir karşılığı yok. Eskiden devletler altın stokları karşılığında para basarlarmış, şimdilerde kimse bu yöntemi kullanmıyor. Yani basılan her para, bu anlamda zaten karşılıksız.

Merkez bankası rutin olarak eskimiş ve yıpranmış paraları toplayıp, imha eder, yerine de yeni para basar. Banka görevlileri de bankamatiklerde eski paraların kolayca kıvrılıp, makinede tıkalı kalmalarından dolayı bu yeni banknotları tercih ederler.

Bu cahilin aslında ıkınıp söylemek istediği ama saçmaladığı konu ise "karşılıksız" basılan paranın değerinin düşmesi ve sonuçta enflasyonu artırıcı bir zararlı etkisi olması.

Bu elbette ki doğru bir argüman ama kapsamı bankamatik paraları koklayarak anlaşılmaz.

Çünkü kağıt para, piyasadaki paranın sadece bir bölümünü oluşturur.

Dolaşımdaki diğer para türüne kaydi para derler.

Çok basit biçimde cebinizdeki yüz lirayı bankaya koyarsınız. Banka bu parayı alır, başka birine kredi olarak verir. Krediyi alan kişi bu parayı ödemelerini yapmak için kullanır, ödeme yapılan kişi bu parayı alır, yeniden bankaya yatırır. Banka aynı parayı yine kredi olarak verir, bu böyle sürer, gider.

Paranın dolaşım hızına bağlı olarak bu nakit yüz lira, sonsuz miktarda para üretebilir.

Çoğu zaman bu kaydi paranın yaratılması için baştaki nakit paraya da gerek yoktur. Çek, senet, EFT gibi ödeme araçları ile başta sıfır lira nakitle piyasada yüksek miktarda para dolaşımı oluşturulabilir.

Bankaların sonsuz miktarda kredi dağıtması hem saçma, hem de tehlikelidir. Bunu önlemek için devlet bankaların dağıttığı kredilerin bir bölümünü nakit olarak tutmasını mecbur kılar. Buna "mevduat karşılıkları", ya da yirmi beş sene öncesinden doğru hatırlıyorsam "muzam karşılıkları" derler.

Bankalar bu parayı nakit tutmak yerine devlet tahvili alarak da değerlendirebilirler. Elbette ki devlet tahvilleri faiz getirdiğinden, bankalar bu parayı nakit tutup, hiç bir kazanç elde edememek yerine tahvil alıp, kar etmeyi tercih ederler ve günlük para çekimleri için bir miktar nakit ayırdıktan sonra kalan karşılık miktarı ile devlet tahvili alırlar.

Nakit para de böylece dolaşımdan çıkıp, devletin kasasına geri döner, yani o para hiç basılmamış gibi olur.

Şimdi bir an için devletin bu muzam karşılık oranını düşürdüğünü varsayalım. Bir anda tahvil karşılığı devletin kasasına dönecek olan para piyasada kalır ve yine bir kaç misli kaydi para üretir.

Alın size bir tane banknot basmadan enflasyon.

Piyasadaki para miktarını bu yöntemle artırmak en kolayıdır, böylece darphanedeki matbaacıları çalıştırmaya falan da gerek kalmaz.

İşin komiği, devlet bunu zaten yaptı, yani karşılık oranlarını düşürdü. Bunu anlamak için de gazete okumak yeter, öyle afgan tazısı gibi bankamatik koklamaya gerek yok.

Eskilerde para basma, devletin maaş ödemek için ihtiyacı olan parayı öyle piyasa dinamiklerine başvurmadan, kısa yoldan temin etmek için uygulanırdı. Şimdilerde bu iş daha bir zerafetle yapılıyor.

Hükümet çok başarılı, ekonomi çok iyi, aslında enflasyon falan yok demiyorum. Yazdıklarımı okuyorsanız, zaten battığımıza inandığımı biliyorsunuzdur. Söylemek istediğim, sadece bankamatik paralarının yeniliğine bakıp, böyle sonuçlar çıkarmanın anlamsız, çocukça bir çaba olduğu...

Zamanın başka popüler bir konusu şu S-400'ler.

Bütün gazeteciler, yorumcular bir şeyler söylüyor. Kimisi S-400'leri bir de F-35 uçaklarının teslimatı ile birleştirip, öyle senaryolar uyduruyorlar ki, dinlerken, ya da okurken utanıyorum.

Bu konunun en popüler argümanı, "Efendim S-400'ler NATO sistemleri ile entegre değil.", "Sistemlerimize entegre olmayan füzeleri almamız doğru olmaz.", "Bunları alırsak, paramızı sokağa atarız çünkü entegre değiller."

Birisini yakalayabilsem soracağım.

Ne demek lan, NATO sistemlerine entegre değil?

Gerçekten....

Ne anlıyorsun entegre değil dediğinde anasını satayım? Pirizleri mi uymuyor? 110 volt mu? El kitapları mı Rusça?

Bazıları öyle senaryolar uyduruyorki, sonunu beklemeden tuvalete gidiyorum. İran'dan füzeler atılıyor, Kürecik radarı bunları görüyor, ama "entegre" olmadığı için S-400 sıkamıyoruz falan...

S-400'ler tamamen bağımsız çalışabilen sistemlerdir sevgili arkadaşlar.

Eskiden bu hava savunma füzeleri sabit yerlere konulurdu. Mesela boğazların etrafında, bazıları taktik nükleer başlık taşıyan Nika Ajax ve Nike Hercules füzeleri vardı. Yine tepelere kurulmuş sabit radarlar - benim yaşıtlarım hatırlarlar, beyaz küre biçiminde koca yapılardır bunlar, bir hava saldırısını tesbit eder, bu bilgiye göre de Nike'ları hazırlayıp sıkarlardı.

Sonradan ABD, Wild Weasel isimli bir operasyon geliştirdi. Önce Shrike, sonra da Harm isimli özel ARM, yani Anti Radyasyon Füzeleri ile bu sabit arama radarlarının yaydıkları radyasyona kitlenip, radarları da, füzeleri de cart diye vurabilme kabiliyeti kazandılar.

Ruslar da buna karşılık hem füzeleri, hem de radarları mobil hale getirdiler, yani kamyonlara yüklediler, böylece kabak gibi yere çakılı ekipmanlarla "Gel beni vur" durumundan çıktılar. En önemlisi, uçsuz bucaksız hava sahalarını bu füzeleri sağa sola taşıyarak daha etkin bir biçimde korumaya başladılar.

S-300 ve 400 sistemleri 600 kilometre içinde başka hiç bir radara ya da enformasyona ihtiyaç duymadan tamamen bağımsız çalışabiliyorlar. Ne entegrasyonu? Neye entegrasyon?

Eğer Kürecik, İran'dan sıkılmış bir füzeyi bu 400 km'lik menzile girmeden yakalarsa, telefon açsınlar abicim, S-400'cüler kontağı açıp, müziği kapayarak füzelerin menzile girmesini bekleyebilirler. Zaten S-400 yerine Patriot da alsak 400 km'den önce bunları sıkamayız.

İşin başka bir enteresanlığı daha var.

Bu S-400'leri acaba hangi tehdide karşılık alıyoruz? Rusya'dan ya da Suriyeden gelecek uçaklara karşı mı, yoksa "entegre" olmak istediğimiz NATO tabanlı bir tehdide karşı mı? Bu sorunun bayağı gri alanda kalan bir cevabı var.

Bazen de yine temelsiz, tabansız S-400 menzili tartışmalarına denk geliyorum. Birisi diyor ki S-400'lerin menzili 300 kilometredir, bir başkası da n'ayır, 300 değil, 400 kilometredir. Ya da S-400 bir orta irtifa savunma sistemidir ya da n'ayır aslında bir yüksek irtifa sistemidir...

Gariplerim, S-400'leri tek bir füze tipi zannediyorlar. Bilmiyorlar ki S-400 bir savunma sisteminin adı. Aslen menzili 40 km'den 400 kilometreye kadar değişen dört ayrı füze ile çalışıyor. Hangisini sıkarsan, menzili de, irtifası da füzenin etkili olduğu tehdit tipine göre değişiyor.

İşte böyle. O kadar çok zırva dinledim ki bu S-400'ler hakkında, bayağı eskimiş "Çarıklı Erkanıharp" tabirini "Kalemli Erkanıharp" şeklinde değiştirmeyi öneriyorum.

Yine bu her şeyi bilenlerin ağababalarından biri dedi ki "Ünlü Marie-Antoinette aslında 'Ekmek yoksa pasta yesinler' dediğinde siz pastayı pasta zannediyorsunuz ama batı dillerinde pasta ekmek benzeri hamur işine denir" gibi bir şey söyledi.

Yani demeye getiriyor ki "Siz bilmezsiniz, pasta aslında makarna demek."

Eee, baba gazetesi sayesinde İtalya'ya hasıl olmuş, orada da bir menüye bakıp "pasta" bölümünü görünce makarnaya pasta dendiğini anlamış ve 1 ile 1'i toplayıp, Marie-Antoinette'i yanlış anladığımıza karar vermiş.

Kadın bu lafı yüzünden bütün ülkesinin nefretini kazanıp, kafasını giyotine kaptırdı, ben mi yanlış biliyorum dedim. Sonra da üşenmedim, baktım.

Marie-Antoinette, bu ünlü vecizesinin Türkçeye "Pasta" olarak çevrisinin orijinalinde "Brioché" demiş, yani "batı dillerinde" yanlış anlamaya yol açacak "Pasta" kelimesini bile kullanmamış. "Brioché" ise bildiğiniz kek, pasta. Nokta.

Ama baba biliyor işte. Ne söylesek boş. Dayanamadım, bir tivit attım, bakalım bir şey çıkacak mı?

Daha çok var da başınızı ağrıtmayayım. Yarın Pazartesi, hayat başlayacak, yatıp uyuyalım 😍

Edit: Muzam değil, Munzam karşılıkmış. Bir de bu karşılıklara bugün devlet tahvili yerine direkt TCMB faiz ödüyormuş.

1 Eylül 2018 Cumartesi

Zaman Yolculuğu

Genç kız bitkin bir halde, cafe'de kendisini bekleyen arkadaşının karşısına oturdu. Ellerini kalbinin üzerinde birleştirip, "Bir dakika soluklanayım, sonra senle konuşacağım" anlamında sempatik bir hareket yaptı. Bir kaç saniye dinlendikten sonra, masanın yanındaki ekrandan en sevdiği meyve kokteylini seçti. Açılan kapaktan bardağına uzanıp, ilk yudumunu aldı.

Arkadaşı dayanamayıp sordu:

"Çok mu zor geçti?"

"Sorma, canımı çıkardılar. Bir önceki gözlemde mühendislerden birinin gerçek babasının mahallenin kadastro müdürü olduğunu anladığından beri çok ince eleyip, sık dokuyorlar. Bir dolu psikolojik test, sağlık muayenesi, sinir kontrolü, prosedür uyum çalışması..."

İçeceğinden uzun bir yudum alıp, devam etti.

"Sabahın sekizinden beri test, mülakat, doktorlar... Sorma işte."

"Bu kadar didiklemekte aslında haklılar. Bu işlem çok masraflı. Ekipten biri kontrolünü kaybedip saçma bir şey yapar diye korkuyorlar."

"O yüzden yakın geçmişe bütün seyahatleri durdurdular ya. Zamanda yolculuk dikkat istiyor, geçmişe en ufak bir müdehale, bu günü değiştirebilir. Bundandır, yolculukları, ekipler geçmişe gittiğinde yakın akrabalarını göremeyecek şekilde planlıyorlar."

"Sonucu ne oldu? Seni kabul ettiler mi?"

"Onayladılar... Ama zar zor. O da gideceğimiz döneme ait annemin babasından dinlediklerini bildiğim için."

"İyi etmişler. Dedenle babaannen, anneni çok geç yaptıkları için, arada bir nesil kaybı olmadan bir çok şeyi sana aktarabilmiş."

"Öyle. Dönemin bir çok yaşlısı bellek engram transfer teknolojisi gelişmeden ölmüştü. Annem geç geldiği için yetişebildi. İlerde bu bellek transferleri sadece akraba olmayanlar arasında da yapılabilecek herhalde, ama şimdilik ellerinde sadece ben varım."

"Tam olarak nereye ve hangi döneme gideceksiniz?"

"Türkiye'ye, yirmi birinci yüzyılın başlarına..."

"Türkiye mi? Ne işiniz var orada? Okulda tarih derslerinden hatırlıyorum, Amerika, Trump falan daha ilginç değil mi?"

"Şaka mı yapıyorsun? Yirmi birinci yüzyıl Türkiyesi siyasal toplumbilimcilerin mabedidir. Bütün bilim dünyası iki yüz yıldır çalışıyor olsa da, hala o dönemin Türkiye'sinde olan biteni anlamış değil. Bunu çözen bilim adamı kesin Nobel alacaktır. Geçenlerde bulunan soğuk füzyondan daha fazla ses getirecek bir buluş olacak bu."

"Gerçekten mi? Nedir o dönemi bu kadar özel yapan?"

"Türkiye, tüm zamanların ülkelerine kıyasla, en kısa zamanda, en fazla tersine evrilip, geriye gitmiş bir ülke. On yıl içinde, yüzyıllarca geriye... Tüm tarihte başka bir örneği yok."

"Peki ülkenin insanları engelleyememiş mi bu gerilemeyi?"

"Ne engellemesi, ülkenin insanları istediği için bu gerileme kavgasız, gürültüsüz gerçekleşmiş!"

"Yani insanlar bile bile mi yüz yıllarca geriye gitmeyi kabul etmişler?"

"Aynen öyle. Kadınlar isteyerek haklarından ve özgürlüklerinden vaz geçmişler. İnsanlar o zamanın değişim aracı olan paralarının değer kaybettiğini görüp, bize ne demişler. Modern bir eğitimden, çağdışı bir eğitime geçişi kutlamışlar. Yine o zamanın kaynak paylaşım sistemi olan ekonomileri batmış, aldırmamışlar. Yargı sistemleri işlevini kaybetmiş, yine boş vermişler. Ülkede üretim durmuş, kaynaklar üretime ve ilerlemeye katkısı olmayan din görevlilerinin yetişmesine harcanmış. O zamanlar robotlar yok biliyorsun, madenlerde insanlar çalışıyormuş. Sistemin işlememesi yüzünden yüzlerce insan toprak altında kalıp, ölmüş, halk bu geriye gidişi daha da fazla desteklemiş."

"İnanmıyorum!"

"Tamamen gerçek! Bu yüzden kimse bunların nasıl olduğunu anlayamıyor ya..."

"Peki bu Türklerin zihinsel gelişimlerinde bir problem mi varmış ki, göz göre göre geriye gitmeyi kabullenmişler?"

"Uzunca bir süre bilim dünyası bunu araştırmış. Hatta Türklerin o zaman Homo Sapiens düzeyine evrilemediklerini falan düşünenler olmuş, ama bulunan fosiller bu teorileri kanıtlayamamış. Türkler görünüşe göre antropolojik olarak normal insanlarmış."

Meyve suyundan bir yudum alıp, devam etti.

"Ancak mezarlarda bulunan kafatasları incelendiğinde, beyinlerinde ufak bir anormallik bulunmuş. Synapsis anında oluşan homongolus kromozomlarının dizilişindeki bir hata yüzünden Türkler doğuştan her şeyi bildiklerine inanıyorlarmış."

"Eh, anlaşılabilir bir şey bu. Yetersiz beslenme, fakirlik ve eğitimsizlik yüzünden tabi..."

"Yok, yok, tam tersine. Bu bozukluk zamanın hali vakti yerinde, düzgün beslenmiş, eğitimli aydınlarında daha da fazla, daha da etkin görülüyormuş."

"Nasıl yani? Eğitimli biri her şeyi bildiğine inanabilir mi?"

"Bu yüzden işte yirmi birinci yüzyıl Türkiyesi ilginç bir hale dönüşüyor ya..."

"Gerçekten ilginçmiş. Peki bu aydınlar ülkenin nereye gittiğini görüp, bir şeyler yapmamışlar mı?"

"Yapmışlar. Sosyal medya dedikleri bir ortamda, ülkenin nasıl kötüye gittiğini, ülkenin nasıl kötüye gittiğini zaten bilen başka aydınlara bıkmadan, usanmadan, defalarca anlatmışlar."

"Ama o anlattıkları aydınlar zaten ülkenin kötüye gittiğini anlamışlarsa, niye onlara yeniden anlatmışlar? Anlamayan cahillere anlatsalarmış ya..."

"Anlamayan cahiller de diğer anlamayan cahillere ülkenin nasıl iyiye gittiğini anlatıyorlarmış çünkü. İşin aslı aydınlar anlatsalar da bu cahil kesimin anlayacağı şüpheliymiş. Yukarda söyledim ya, bu her şeyi bilme bozukluğundan..."

"İnanılmaz..."

"Bu görev niye bu kadar önemli zannediyorsun?"

"Peki bu ekipte senin görevin ne olacak?"

Tablet bilgisayarının üzerinde bir sayfa açıp, arkadaşına gösterdi.

"Bana bu adamı inceleme görevi verildi."

"Kim bu? Kılıbık, Kıçılık, Kılçık, Kıçımlık..."

"Kılıçdaroğlu...."

"Neyin nesi bu adam?"

"Tarihin iktidar olmayı istemeyen tek muhalefet lideri. Görevinin sağdan soldan cumhurbaşkanı adayı 'atamak' olduğuna inanan tuhaf bir karekter."

"Böyle deliler her dönemde vardır. Bunun özelliği ne?"

"Bunun özelliği falan yok. İşe yaramaz, aptalın biri. İki sayıyı toplamayı beceremeyen, doğru düzgün bir cümle kuramayan, üçüncü sınıf bir muhasebeci. Aldığı hiç bir karar, yaptığı hiç bir öngörü, verdiği hiç bir taahhüt doğru çıkmamış."

Durup, meyve kokteylimden bir yudum daha aldı.

"Bu adamı ilginç kılan, dokuz seçim kaybetmesine rağmen, taraftarlarının bunun 'başarılı' olduğuna inanmaları. Bunun sayesinde iktidar partisi lideri adım adım belediye başkanlığından Sultanlığa evrildi. Her seçimi kaybettiklerinde muhalefet taraftarları muhalefet liderini başarısından dolayı kutlayıp, bir sonraki seçimi kazanacaklarına inandılar. Arka arkaya dokuz kere! Son seçimle ülkenin rejimi değiştikten sonra muhalefet taraftarları buna sonunda "Sen artık git" demeye başladılar. Bu sefer de bu, hayır, ben başarılıyım, niye gideyim diye çıktı işin içinden. Antropologlar da sonunda pes edip, topu biz siyasal tarihçilere attılar."

"Peki iktidardaki partiyi ve liderini kim araştıracak?"

"Kimse araştırmayacak. İktidarın hiç bir orijinalliği yok ki. Tarih boyunca örneğini bol bol gördüğümüz, tipik bir din sömürücü demogog. İcraatları o kadar klişe ki, yarım günlük bir ders bütün tarihini anlatmaya fazla geliyor..."

"Sen anlatınca daha iyi anladım. Bu işi çözerseniz, kesin ucunda Nobel var. İyi şanslar..."

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...