15 Ağustos 2018 Çarşamba

Walk of Shame

"Pas-han-hers... San-Diego... tu... Ti-hu-ana... geyt... nambır... tuuu!"

Durağın yarısı ayağa kalkıp, valizleriyle iki numaralı kapıya doğru hareketlendiler.

Açık havada, üstine saç bir çatı iliştirilmiş ufak bir otobüs durağındaydık. En fazla on beş yaşındaki Meksikalı çocuğun da "Gate Number Two" falan demesine gerek yoktu. Bir numaralı kapı solda, iki numaralı kapı sağdaydı ve aralarında iki metre ya vardı, ya yoktu. Uzun bir Greyhound otobüsü geldiğinde, her iki kapıyı da kaplıyordu zaten.

Otobüs yanaştı ve şoför otobüsün gideceği yeri gösteren ışıklı tabelayı çalıştırdı. Üzerinde Los Angeles yazıyordu.

Tijuana'ya gitmek için ayaklanan yolcular bir anda "Ooooo!", "Aaaaa!" oldular. Çocuk da bir şeylerin doğru gitmediğini sezinledi, otobüse baktı.

"¡Carajo!"

Sonra ilk anonsun 'etkisini kaybetmesi' için biraz bekledi ve...

“Pas-han-hers... San-Diego... tu... Ti-hu-ana... siiiiit!”

Bir nefes alıp devam etti.

“Pas-han-hers... San-Diego... tu... Los... An-he-les... geyt... nambır... tuuu!”

Kapının önündeki ufacık alan geriye dönen Tijuana ve otobüse bindmeye çalışan Los Angeles yolcularının birbirine girmesiyle karıştı tabi. 🐝Mezzy🐝 ve Jelena kendilerini otobüse attılar, ben de koca çantayı bagaj kısmına zar zor koyabildim.

Üç saatten az bir zamanda Los Angeles'a ulaşmıştık. İndiğimiz otobüs terminali biraz kuku bir yerdi, insana pek öyle güven vermiyordu. Durakta iki Alman kızla bizi Downtown LA'ye (artık Los Anheles'li olduk ya, LA diye yazabilirim) götürecek otobüsümüzün bekliyorduk.

Otobüs durağa yaklaşırken el salladım, ama şoför tınmadı bile, zum diye bastı, gitti.

Tam o anda kısa boylu, Temmuz'un ortasında üzerinde ceket, şapka, Hollywood filmlerin jönlerine 'sidekick' olacak gibi biri koşarak yanımıza geldi.

"Gördüm olanları!" diye heyecanlı bir şekilde lafa girdi. "Facia bu!, kabul edilebilir gibi değil!"

Adam öyle bir konuşuyordu ki, sanki bir cinayete tanık olmuştu. Altı üstü bir otobüs şoförü durmaya üşenmiş, basmış gaza gitmişti. Öyle sevimli bir hareket değildi, tamam, ama bu kadar da şova gerek yoktu.

Sonra Alman kızlara döndü. "Sizler de gördünüz değil mi? Gördünüz değil mi?"

Kızlar ne yapsın, zoraki biraz gülümsediler, sonra da kendi aralarındaki konuşmaya döndüler.

Bizimki hala kendi kendine konuşuyor, bir o tarafa, bir bu tarafa volta atıyordu. Cep telefonunu çıkardı, pıt, pıt bir şeylere bakmaya başladı, bu arada da aralıksız "fak", "şit" tabi...

Otobüs tarifesine bakıyormuş ki, bulunca yeniden başladı.

"Kırk beş dakika! Bu sersemin (dipshit diyor) yüzünden kırk beş dakika bekleyeceğiz burada!"

Pek aklım kesmemişti bu söylediğine. Geleli on beş dakika falan olmuştu ve aynı otobüs karşı yönden iki kere geçmişti.

Alman kızlar adamın yandaki dükkana girmesinden faydalanıp bize geldiler, gerçekten kırk beş dakika bekleyecek miyiz diye sordular.

"Yok ablacım, merak etmeyin" dedim, zaten hemen o sırada otobüs de geldi, bizler de bindik.

Eğer beşimiz de bilet almak için şoförü oyalamamış olsaydık, bu arkadaş dükkancıyı taciz ederken bu otobüsü de kaçıracaktı. Ceketi bir tarafta, şapkası uçmasın diye elinde, atladı otobüse.

Hemen bu kez otobüs şoförünü taciz etmeye başladı. Beni gösterip, "Bu arkadaş durması için el kaldırdı ama otobüs durmadı!" dedi. Ben de o anda arkaya doğru ilerliyordum. Şoför "Plakayı aldın mı?" diye film icabı sordu. Ben de kafamı sağa sola hayır anlamında salladım, yürümeye devam ettim. Şoför de "Tamam ben rapor edeceğim" dedi ama adam halen söyleniyordu.

Bizimki baktı ki şoför ilgilenmiyor, ön sıralardan yeni bir kurban seçti. "Bu arkadaş el salladı, önceki otobüs durmadı! Bu kabul edilebilir bir şey değil!"

Yan sıralardan bir zenci kadın lafa girdi.

"Kalifornia hep böyle. Louisiana'da böyle şeyler hiç olmaz."

Başka bir desperate housewife da kendi yorumuyla konuya dahil oldu. Böylece otobüsün ön saflarında bir tartışma gurubu oluştu. Hepsi bağırıyor, hepsi söyleniyordu.

Ben içimden bu insanların hiç mi işi yok diye geçirirken, Jelena bana bakıp, anlaşılmasın diye Fransızca "Ne biçim bir yer burası?" dedi.

Gerçi Los Angeles'a ilk gelişimiz değildi ancak bir öncekinde balayımızdaydık ve sevgili karmı hava alanından bir taksi ile Beverly Hills'deki otelimize götürmüş, mum ışığında akşam yemeğimizi yemiştik. On bir sene sonrası gibi Greyhound şehirler arası otobüs terminalinden bir belediye otobüsü aktarması ile otelimize gitmiyorduk o zamanlar. On sene evli kalınca böyle oluyor demek 💔

Şaka tabi! 😛

San Diego'dan uçakla Los Angeles'e geçmek, Ankara'dan Eskişehire uçakla gelmeye benziyor. Hem çok daha uzun zaman alıyor, hem de bir o kadar eziyetli. İşin aslı, iki şehir arasında uçak seferi olduğundan bile emin değilim.

Bir kenti ziyaret ederken de her zaman toplu taşımı kullanmaya dikkat ederiz sevgili karımla. Ucuzluğu bir kenara, bizlere ziyaret ettiğimiz şehrin bir havasını koklatır. Paris, New York gibi bir iki yerde zaten toplu taşımdan başka şansınız yoktur. Ne arabanızı park edecek yer, ne de kolayca taksi bulabilirsiniz. Taksi bulsanız da trafik yüzünden çoğu zaman saatlerce vakit kaybedersiniz.

Downtown'a geldiğimizde tartışmayı başlatan komik adam çoktan otobüsten inmişti ancak hatunlar hala otobüs şöförlerinin kabalıklarını birbirlerine anlatıyordu.

Buradan bindiğimiz ikinci bir otobüs bizi Hollywood'daki otelimizin kapısında bıraktı.

Walk of Fame
Otelimiz Melrose Avenue üzerinde, Paramount Stüdyolarına yüz metre uzaklıkta, Amerikan standardlarında tarihi bir binaydı. İsmi de zaten Hollywood Historic Hotel. Beverly Hills'deki lüks otellerin açılmasından sonra görünüşe göre eski ışıltısını biraz kaybetmiş de olsa hala cazibesini koruyordu.

1927 yılında Monte Cristo Island Apartments ismiyle kariyerine başlamış, sonra Hollywood Melrose Hotel ismini almış. Doksanlı yıllarda Amerikan Tarihi Eserleri listesine girmiş ve yeni ismiyle bir renovasyon geçirip, içi ve dışı yirmili yıllardaki orijinal haline getirilmiş. Çok güzel bir yer ve biz de çok memnun kaldık.

Otelin önünden tepelerdeki Hollywood yazısı görülüyordu.

Melissa on Melissa
Los Angeles kentinin Hollywood bölgesi çoğunlukla tek katlı yapıları, geniş caddeleri ile dikkatimizi çekmişti. Çok trafik de olmadığımdan bir Uber çağırıp, Hollywood'a gelen turistlerin yaptığı ilk şeyi yaptık. Yani Hollywood bulvarına gidip, Walk of Fame dedikleri, üzerinde artistlerin isimleri yazılı yıldızların bulunduğu kaldırımlarda yürüdük.

Burası ilk bakışta çok özel bir yer gibi göründü gözümüze sevgili arkadaşlar.

Bir kere adım atacak yer yoktu. Metrekareye en az dört insan düşüyordu. Bunların yüzde doksanı da turistti. Turistleri ayırmak da çok kolaydı, çünkü hepsi yıldızların ismini okumak için yere bakıyor, dan dun birbirlerine çarpıyorlardı. Geri kalanlar ise bu turistlere bir şeyler satmaya çalışan fırsatçılardı. Admı başı birisi size otobüs turu ya da hediyelik ıvır zıvır satmaya, çizgi roman kahramanları da onlarla birer resim çektirmeye ikna etmeye çalışıyorlardı.

Walk of Fame
Bu kadar keşmekeşi Times Square'de bile görmemiştim.

Bir Spiderman ile Captain America vardiyalarını bitirmiş, sırt çantalarıyla yürürken hem hamburger yiyiyor, hem de gevezelik ediyorlardı. Bir sihirbaz'ın sopası eğer son anda farkedip kafamı kaçırmadaydım gözüme girecekti.

Hollywood bulvarının en önemli noktası ise ünlü salonların bulunduğu bölge arkadaşlar.

Bunlardan Dolby Theatre ve El Capitan Theatre bulvarın karşılıklı iki taraflarında bulunuyor. Dolby Theatre’ın biraz ilerisinde ise Grauman’s Chinese Theatre var.

Dolby Theatre, Oskar ödüllerinin seremonilerinin yapıldığı salon. Çok büyük bir alış veriş merkezinin bir parçası olarak tasarlanmış. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 için de Hollywood bulvarındayken tuvalet şeklinde hizmet veriyordu.

Dolby Theater
Dolby Theatre, Oskar törenlerinin olmadığı zamanlarda ise çok önemli konserlere ev sahipliği yapıyor. Burda kimler çalmış, kimler çalıyor diye hepsini yazsam bir sayfa tutar. Benim favorilerim Neil Young, Christina Aguilera, Céline Dion, Andrea Bocelli, Mariah Carey, Beyoncé, Elvis Costello, Vanilla Ice, Joe Bonamassa, Prince, kavalcı Ian Anderson ve Pink Floyd'un David Gilmour'ı.

Hemen karşıdaki El Capitan Theatre ise bir sinema salonu. Bir çok bilinen filmin premiere'leri burada yapılmış ve halen yapılıyor. Buranın en son sahib Disney olduğundan afişler çoğunlukla Disney filmlerine ait.

El Capitan
Dolby Theater'ın hemen ilerisinde ise Grauman’s Chinese Theatre var. Orijinal Star Wars'un premiere'i burada yapılmış. Şimdilerde ise bir IMAX sineması. Bu salonun girişindeki betonun üzerinde yüzlerce film yıldızının el ve ayak izleri ile imzaları var.

Bulvarın gerisi ise cafe'ler, fast food'cular, restoranlar, mağazalar, marketler, vesaire.

Ancak bu şatafatın saklayamadığı, ya da saklamaya bile çalışmadığı bir sefalet var ki, ne siz sorun, ne ben söyleyeyim sevgili arkadaşlar.

Ben hayatımda burası kadar büyük bir bok çukuru görmedim. Burasının ismi Walk of Fame değil, Walk of Shame olmalıydı bana sorarsanız.

Evsizlerin kaldırımda uyudukları...
Evsizlerin kaldırımda uyudukları, satıcıların bırakın rahatsız etmeyi, işi kabalığa, zorbalığa döktükleri, insanların birbirine bağırıp, çağırdığı, caddede aleni uyuşturucu kullanıp, kadın sattıkları, yürürken size omuz attıkları nefret bir yer burası.

Caddelerde dilenenlerin bir ikisinde üzerinde "Kokain ve karı için para lazım", ya da "S.kerim Trump'ı, bana para lazım" yazılı pankartlar vardı. Yarısı şaka, orası tamam da, diğer yarısı da vulgar işte. Çocuklar var o caddede...

Ben hayatımda bu kadar sevimsiz, kaba saba insanı bu yoğunlukta bir arada görmemiştim. Los Angeles'lılar bence anti-depresan falan kullanmadan hayatlarını zor sürdürürler.

Hard Rock Cafe Hollywood
Hollywood bulvarının hemen parelelinde Sunset Bulvarı vardır. Oraya da bir gidelim dedik ki, birileri bize saldırıp paramızı, iç organlarımızı çalmadıysa, aldıkları uyuşturucudan Amerikalıların deyimiyle 'stoned' olup, bizi farketmediklerindendir.

Hard Rock Cafe'ye oturup, bir şeyler içtik. Bir Hard Rock Nachoes söylemiştik. Hazırlayan hayvan öyle bir tuz koymuş ki, olasılıkla ya laklaka dalmış, ya da tuzluğun kapağı açılmış, bu da s.tir et yesinler böyle deyip göndermiş garsonla. Onu geri gönderdik, yenisi geldi ama getirende de bir surat, sormayın.

Hollywood Bulvarı elbette ki görülmesi gerekli bir yer, ancak çıtayı çok yükseltmeyin derim.

Başka bir Uber bizi Melrose Avenue'ya, otelimize getirdi. Yarın uzun bir gün olacaktı. Hemen yatıp, uyuduk.

14 Ağustos 2018 Salı

San Diego

Deniz kıyısında bir yer için bir başkasının fikrini sorduğumda her zaman verilen cevaba biraz şüphe ile bakarım.

Özellikle sorduğum kişi Türk değilse.

Birçok na-Türk kişi için bir yerde deniz, kum ve güneş varsa, o yer sorgusuz, sualsiz "harika" olur. Halbuki, biz Türkler, her ne kadar sahillerimizin sapık bir yapılaşma ile ırzına geçmiş olsak da, ne mutlu ki halen iyi deniz, iyi güneş nedir biliriz, deniz ve güneş şımarığı bir milletizdir.

Zordur bizi her denizle, her güneşle, her kumsalla mutlu etmek.

O yüzden San Diego için İsviçre'deyken duyduğumuz methiyeleri biraz kuşkuyla dinledim.

İyi de ettim, yoksa San Diego'da tam bir hayal kırıklığı yaşayacaktım.

Ancak lütfen yazıya böyle ekşi başladım diye San Diego'yu kötü bir yer zannetmeyin. San Diego, çok güzel, çok temiz, sıcak bir deniz kıyısı kenti.

Ama hepsi o. Öyle çok ciddi bir "wow" faktörü yok.

Bir kere San Diego'nun denizi aslen okyanus, bildiğiniz Pasifik Okyanusu.

Okyanuslar genelde hem dalgalı, hem de bulanıktır. Öyle Ege koyları gibi pırıl pırıl bir denizi, koyları ve manzaraları yoktur. Özellikle gel-git yüzünden çoğu zaman yosunlar ve okyanusun organik de olsa diğer çöpleri kıyılara vurur. Gel-git'lerin "gel" zamanlarımda, yani high-tide varken, suyun dizinize kadar derinleşmesi için on beş dakika koşmanız gerekir. Okyanus kıyılarında bir de köpekbalığı falan gibi huysuz bir iki canlı türü vardır ki, bunlardan birini gördüğünüzde ağzınızın tadı kaçar.

Ege'yi görmüş bir insan bundandır, genelde okyanuslarda mutlu olamaz.

Burada işi, okulu ya da tanıdığı olmayan bir insan acaba hangi sebeple San Diego'ya ikinci kez gelmek ister diye sordum kendi kendime.

Cevabını bulamadım.

Bana sorsalar, hiç sıkılmadan yüzlerce kez San Diego'yu ziyaret edebilirim. Ama bir çok kişi gibi denizi ve güneş için değil, rıhtımda demirli, Midway isimli bir süper yapı yüzünden.

Dünyada bir kaç uçak gemisi müze haline getirilmiş, ziyarete açılmıştır, ancak bunların Amerikan olanları hep Essex sınıfı, ikinci dünya savaşından kalma, göreceli olarak küçük gemilerdir.

Midway ise, kendi ismiyle anılan Midway sınıfı modern ve büyük uçak gemilerinden biridir.

Midway'lerden bir boy büyüğü Forrestal sınıfı dört uçak gemisi hep hurdaya çıkarılıp, kısmen parçalanmış. Forrestal'lardan sonra iki Kirty Hawk sınıfı konvansiyonel uçak gemisi daha yapılmış, ancak bunlardan ilki denemelerde hedef diye kullanılıp, batırılmış. İkincisi yani John F. Kennedy ise müze olmayı bekliyor.

Bundan sonraki uçak gemilerinin tümü nükleer. Ancak bugün itibarıyla emekli olmuş Enterprise ve gelecekte emekli olacak diğerlerinin güvenli olarak müzelere çevrilebileceğinden emin değilim.

Kısacası Midway, katapultları, açılı iniş pisti, boyu ve uçak kapasitesi ile John F. Kennedy müze olana kadar görülebilecek, gerçek anlamdaki en büyük uçak gemisi sevgili arkadaşlar. Gerisi hep oyuncak.

CVN-71 numaralı USS Theodore Roosevelt
Ne var ki San Diego'yu çok şanslı bir günümde ziyaret etmişim. Midway'in tam karşısında Nimitz sınıfı, muvazzaf, dev bir nükleer uçak gemisi park etmiş, öyle benim resmini çekmemi bekliyordu. Bunun CVN-71 numaralı USS Theodore Roosevelt olduğunu ancak geri döndüğümüzde tespit edebildim.

Uçak gemileri o kadar büyük araçlar ki, insan üstündeyken bir gemide olduğunu unutuyor, sanki deniz kıyısında, karada yürüyormuş gibi oluyor, sevgili arkadaşlar.

Midway, New York'da demirli USS Intrepid'den sonra üzerinde bulunduğum ikinci uçak gemisiydi. Her ikisi de bana o karadaymışım hissini vermişti. Ancak daha bir kez bile bunlardan birine binip denize açılmadım. O yüzden okyanusun ortasında, saatte altmış kilometre hızla giderken ne kadar sallar, insan kendini ne kadar gemide hisseder bilemem tabi. Söylenene göre Midway, yalpalamasıyla meşhurmuş.

USS Midway, Altıncı filoda, Vietnam'da, Desert Storm'da ve daha bir çok operasyonda görev almış. Başından çok iş geçmiş. Kazalar,, yangınlar, alabora tehlikeleri, vesaire, vesaire. Ve başarılı bir kariyerin sonunda San Diego'da emekli olmuş.

Gemi üzerinde, çoğunluğu emekli denizcilerin oluşturduğu gönüllü müze görevlileri gelen misafirleri ağırlıyor, özellikle Vietnam'da bu gemide görevli pilotlar anılarını anlatıp, soruları cevaplıyordu.

İtiraf edeyim, bu gemi üzerinde bir hafta geçirebilirdim, ama San Diego'ya ayırdığımız bir günün ancak yarısı kadar vaktim vardı. Hemen tepeye, uçuş güvertesine koştum.

Midway'in üzerine sadece uçak gemilerinde kullanılan uçakları koymuşlardı. Bu da söz konusu uçakları gerçek habitatlarında görmeme imkanı sağladı.

Uçuş güvertesi
Örneğin New York'da, Intrepid uçak gemisinin üstüne bir SR-71 (aslen A-12), bir Concorde, bir de Uzay Mekiği falan koymuşlar, bu da komik olmuş tabi. Bu araçların bir uçak gemisinin üzerinde her hangi bir işi yok.

Uçuş güvertesindeyken NAS'dan havalanmış bir C-2 Greyhound üzerimden uçarak geçti, mutlu oldum. Gemide zaten abisi E-2 Hawkeye vardı, her santimetre karesini elleye elleye tavaf etmiştim 😛

Yine aynı üsten kalkma, olasılıkla Top Gun okulunun jet uçakları da bol bol üstümüzden uçuyorlardı ama çok ilgimi çekmediler. Bu günlerde donanmanın F-18'lerden başka jet uçağı kalmadı. Belki F-35'ler geldiklerinde biraz heyecan yaratabilirler...

Ziyaretçiler uçakların altını gölgelik olarak kullanıyor
Çok başınızı ağrıtmayayım. Yazabileceğim o kadar çok şey var ki bu müze hakkında, ancak okumaktan zevk alacak zar zor bir-iki kişi tanıyorum 😛

Ziyarete gelmiş emekli Navy ve Marine pilotlarının hallice kilolu eşleri ve Çinli turistler uçakların altını gölgelik olarak kullandıklarından çok zor resim çekebildim. Tepkimi de sesli ama Türkçe olarak belirttim. Ancak annelerine hitaben başlayan, ve müteakip diğer bir kaç tamamlayıcı kelime ile oluşmuş cümlelerimi anlayamadıkları için meyve sularını içip, laklak yapmaya devam ettiler.

Ben de Jelena ve 🐝Mezzy🐝'yi bıraktığım cafe'ye döndüm.

Melissa San Diego'da
San Diego'ya sabah inmiştik. Hava alanından aldığımız otobüsün şoförü, yolda oteli ararken konuştuğumuz insanlar hep çok iyi, çok kibar insanlardı. Hepsi İngilizce'yi çok iyi konuşuyor olsalarda kendi aralarında kullandıkları dil hep İspanyolca idi. Kent Meksika sınırında olunca, kentliler de böyle Mehikano oluyor işte.

Otele geldiğimizde biraz tadım kaçtı. Otel çok kötü sayılmazdı belki ama Las Vegas'ta Hard Rock Hotel'den çıkıp, kendimizi bu "Mexicano Cantina" 'sında bulunca bir kültür şoku yaşadık. Neyse ki sadece bir akşam kalacaktık burada.

Bavulları attık, yolda Jelena ve 🐝Mezzy🐝'yi bir cafe'ye bıraktım, uçak gemisini ziyaret ettim ve sonra ailemiz yeniden bir araya geldi.

Old Town
Santa Fe istasyonundan aldığımız bir trolley bizi limandan alıp, kentin Old Town isimli bölgesine götürdü. Bu trolley dedikleri aslında bildiğiniz tramvay. Amarikalılar, herkesin anladığı "Tram" dururken niye "Trolley-bus" 'ı hatırlatan bu kelimeyi bu kadar severler, anlamam.

San Diego’nun öyküsü Kaliforniya'nın diğer kentlerinden pek farklı değil. Önce İspanyollar yerlileri kovalamış, sonra Meksikalılar burayı sahiplenmiş, en sonunda da Amerikalılar çöküp, kenti Meksikalılardan almışlar.

Gittiğimiz Old Town da San Diego'nun Amerikalılar almadan önceki merkeziymiş, daha doğrusu kentin tümü. San Diego'nun o aralar nüfusu sadece bir kaç yüz kişiymiş.

Old Town
Şimdiye kadar gördüğüm en güzel, en şirin yerlerden biriydi bu Old Town. Binaların hepsi İspanyol ve Meksika zamanından kalma, "adobe" dedikleri, bizdeki kerpiçe benzeyen, topraktan yapılma "hacienda" isimli, uzun, tek katlı, bitişik villalar. İçerisi Meksika restoranları, cantina'lar, hediyelik eşya mağazaları ve elbette ki Meksikalıların kendileri ile dolu.

Tijuana'ya geçip, kıçınızı haydutlara kaptırmaktansa Old Town'u gezin, Meksika'yı görmüş sayılırsınız 😛 Biz 🐝Mezzy🐝'yi Tijuana'ya götürecektik, yemedi açıkçası.

Burada oturup bir margarita bir tekila içmemek, bir taco ya da quesadilla yememek bir tür sosyal suç 😛 Böyle diyorum ama zamanlamayı doğru yapamadığımız için yukarda yiyin, için dediklerimi biz ancak bir sonraki durağımızda yapabildik. Neyse ki San Diego'da Meksika restoranı bulma sorunu yok.

Gasslamp Quarter
Santa Fe istasyonunda geri dönüp, bir sonraki ziyaret noktamız olan Gasslamp Quarter'a, yani Gaz Lambası Mahallesine doğru yürüdük.

Burası Old Town'dan sonra, kent Amerikalıların eline geçince yeni merkez olmuş. Waterfront dedikleri sahilden başlayıp, yukarı doğru bir kilometre falan giden bir cadde ve etrafımdaki eğlence lokalleri var. İsmi Gaz Lambası ancak ilk kurulduğunda temel aydınlatma yöntemi gaz lambaları değilmiş. Bugün bulunan gaz lambalarının çoğu sonradan dikilmiş.

Ankara için Tunalı hilmi ne ise San Diego için de Gaslamp Quarter o. Ama bana sorarsanız altı-gıdıkladı seviyesinde bir yer. Çok da bir şey göremedik sizin anlayacağınız. Yine de bir İspanyol barında bir şeyler yedik, bir şeyler içtik.

Bir İspanyol barında bir şeyler içtik
Herhalde havadan ya da Meksika’ya yakınlığından olsa gerek, tüm kent afyon yutmuş gibiydi. Hayat yavaş, yavaş, sakin, sakin, tam bir "mañana pace" 'ile sürüyordu.

San Diego aynı zamanda bir üniversite kenti arkadaşlar. Etraf bu nedenle genç dolu ve fazlasıyla enternasyonel olmuş bir yer.

Bir sonraki durağımız olan Balboa Park, işte bu öğrencilerin toplanma merkezi olmuş. Dünyaca ünlü hayvanat bahçeleri de bu parkta.

Park tarifi zor bir büyüklükte. Her yer ağaç, orman, nehir, göl. Ancak burada yerleşik bir alan var ki, sanırsınız Rönesans döneminin Floransa'sı.

Parkın bu bölümünde bir kültür bombası patlamış gibiydi. Her yer müze, cafe, eskinin ODTU tarzı, öğrenciler çayırlarda, kek yiyiyor, yuvarlanıyorlardı. Bizim Hacettepe'de ise, okul binasından uzaklaşıp, kırsala çıktığımızda ayılar kovalardı bizi. Çok kıskanırdık ODTU'yü o zamanlar 😛

Her yer müze, cafe
Balboa parkında antropolojik insan kaburga kemikleri müzesinden, koyu renkli metalden modern heykeller müzesine kadar hayatımda ismini duymadığım bir dolu müzeyi gördüm. Eğer ilginiz varsa burada kendinizi kaybedebilirsiniz.

Yok eğer sıcaktan bayılmış, üç yaşında, jetlag bir kızınız varsa otobüse biner, otele dönersiniz.

Otelin yanında bir 7-Eleven'dan gece için kumanya aldık. San Diego'da 7-Eleven'larda homemade taco satıyorlardı, çok güldüm.

Otele gittik. Resepsiyonist bana "Buenas noches, señor" dedi. İnsanların beni sarı saçlı, mavi gözlü, güzel beyaz kızı düşürmüş ballı Hispanic zannedip, benle İspanyolca konuşmaları ilk defa başıma gelmiyor. Zaman zaman ben İspanyolca cevap vermeyince, ukalalık yaptığımı düşünüp, kızdıkları bile oluyor.

Fazla uzatmadan ben de "Buenas noches" dedim ve yürüdüm. Odaya çıktık., kapıyı kitleyip, zincirleyip uyuduk.

Ertesi sabah yine bir Greyhound otobüs terminalindeydik. En aşağı yüz kiloluk zenci kadın güvenlik görevlisi, ayağıyla çantaları iterken bağırıyordu.

"Open'em up! Lemme see what you got inside!..."

13 Ağustos 2018 Pazartesi

Hasta La Vista Vegas

Las Vegas'daki son günümüz Venetian otelinde başladı. Strip'in en havalı otellerinden biridir Venetian. Yine ismini çoğunuzun bildiği Bellagio, Caesar's Palace, The Mirage gibi ünvanının içinde bir yerde "mega" geçen bir otel.

Venetian'da, günün hangi saati olursa olsun, gün ışığında Venedik'in kanallarında gezer, akşama doğru da San Marco meydanına ulaşırsınız.

Venedik'i görmüş biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki Venetian Las Vegas, gerçek Venedik'ten hiç de aşağı kalır bir yer değildir. Bazı yönlerden daha bile güzeldir denilebilir.

Örneğin Venetian, Venedik gibi kokmuyor! Kolunuzdan, bacağınızdan çeken satıcılar yok. Milyonlarca turistin arasında dan dun çarpılmadan, itilmeden, ezilmeden huzurla gezebiliyorsunuz. San Marco'yu su da basmıyor.

Bazı farklar da yok değil tabi. Mesela İtalya'daki Venedik'te her iki turistten biri Amerikalıyken, Amerika'daki Venetian'da ziyaretçilerin çoğu Çinli, Japon, Rus, Sırp ve Türk 😛

Ama Venedik, Venediktir sevgiki arkadaşlar. Hiç bir şey, San Marco meydanının deniz tarafındaki girişinde bulunan ve soldakinin üzerinde bir Venedik Aslanı'nın bulunduğu iki sütunun arasından bakınca gördüğünüz gondolların yerini tutamaz.

Venetian
Venetian restoranlarını ise sormayın. Yemek adları İtalyan olsalar da, tadları hep Amerikan 😛

Venetian size bir Venedik ambiansı verse de, Venedik hala gidilesi bir yer olarak kalıyor böyle sevgili arkadaşlar.

Aslında bu söylediklerimin çoğu Las Vegas'daki, temaları bilinen yerler olan otellerin tümü için geçerli. Paris, New York, New York, Luxor, Caesar's Palace, Monte Carlo (kapanmış), Aladdin (kapanmış), hep sizi alıp, dünyanın bir köşesine götürme iddasında olan oteller (di).

Bu otellerin temalarının ödünç alındığı gerçek yerleri görmüş olsanız da hala bu yerlerin Las Vegas şubeleri az ya da çok size oralarda göremeyeceğiniz ekstralar sağlayabiliyor.

Örneğin Paris ve NY NY, sizleri zaman içinde yüz, Caesar's ve Luxor ise bir kaç bin yıl geriye götürebiliyor. Bugün Roma'da kılıç-kalkan yürüyen bir gladyatör göremezsiniz mesela.

İşin özeti, size dünyada çok az görebileceğiniz hayvan türleri, roller coaster'ları, şovları, yemekleriyle Las Vegas Steip'deki oteller hep görülmeye değer yerler.

Bu otelleri ziyaret etmek ücretli değil ancak bazı şovlara para ödüyorsunuz haliyle. Bununla birlikte ziyaretlerin çok vakit aldığını hesaba katın derim. Caesar's Palace'ın Strip'deki levhasından eski Roma'nın Agora'sına gitmek neredeyse yarım saat alıyor.

Bütün gününüzü ayırıp, motive bir biçimde sadece otel gezeyim derseniz, ve tabi ki formdaysanız, günde dört civarı otel gezebilirsiniz. Oldukça iyi bir skordur bu. Eğer "Ay ben çok yoruldum şekerim!", ya da "Ay biraz alış veriş yapalım" havasında, hafif ehli keyifseniz bu sayı günde iki otele düşer.

Venetian
Las Vegas şovlarını da sakım ihmal etmeyin. Hemen her mega otelde birden fazla şov var. Müzikallerin Broadway'den bir lokma farkı yok. Ama şovlar sadece müzikallerden ibaret değil. Elvis clone'larından, gerçek müzisyenlere bir çok konser hemen her zaman mevcut. Sirklerden akrobasiye, revülerden sihirbazlara, Vegas'ta şov sıkıntısı yok.

Yine bir tavsiye, biletleri gidip otellerin gişelerinden almayın. Biraz sıra beklemeyi göze alırsanız biletlerinizi çok daha ucuza, Strip üzerindeki bilet noktalarından satın alabilirsiniz. Bu yöntemle iki kişi için yüz Dolar'a kadar tasarruf edebiliyorsunuz.

Yine, Las Vegas büfeleriyle meşhurdur. Girişte bir ücret ödeyip, yiyebildiğiniz kadar yiyiyorsunuz. Mutlaka deneyin tabi.

Kısacası bir haftayı kolaylıkla Strip'de geçirebilirsiniz. Bir de kumar oynamayı seviyorsanız değmesinler keyfinize.

Biz Las Vegas'a gelip, kumar oynamamış olmayalım diye arkadaşları beklerken toplam beş dolarlık oynadık. Jelena'da hala bir buçuk dolarlık bir bilet var, demek ki üç buçuk dolar kaybetmişiz 😍

Çocuklarla gitmeyi düşünürseniz, biz 🐝Mezzy🐝 ile çok zorluk çekmedik.

Venetian
Ancak fazlasıyla Amerikanvari bir kaç kısıtlama var ki, bazen insanın sinirlerini bozabiliyor. Örneğin bir masa bulup oturuyorsunuz, zart bir garson geliyor, "Ay burası bar bölgesi, çocuklara yasak!" diyebiliyor. Inanın abartmıyorum, yirmi santim ötede, bar bölgesinin sınırlayan platformun yanındaki bir masaya oturursanız, noproblem. Tamamen form over substance yani. Yirmi santim ötede oturdu diye elbette ki 🐝Mezzy🐝'nin ruhu kurtulmadı, ya da yirmi santim bu tarafta olsaydı sevgili kızım ayyaş olmayacaktı. Ne yapalım, when in Rome...

Bu gelişimizde biz çok Strip'e yoğunlaşmadık. Hem dayanılmaz sıcak, hem de 🐝Mezzy🐝 ile zor olacaktı, ancak en önemlisi diğer alternatifler çok daha çekiciydi 😍

Yine de numunelik, bir Venetian'a gidelim dedik. Hem de günlerdir hayatlarını durdurduğumuz sevgili arkadaşlarımıza bir iki saat de olsa bir mola verdirelim istedik. Böyle düşündük diye bize kızdılar biraz ama baskın basanın oldu tabi 😛😍

Jelena ve Melissa
🐝Mezzy🐝 ve Jelena aynı elbiseyi giymişlerdi. Çok şirin oluyorlar anne kız böyle asker gibi aynı üniformayı giydiklerinde ❤️ İkisi de Grand Canal ve San Marco'da diğer ziyaretçilerin gönlünü feth ederek dolaştılar. Sevgili kızıma doğum günü için bir Mickey Mouse kolye aldım. Sonra bir dondurma yedik ve arkadaşlarımızla bir araya gelip, akşam yemeği için rotamızı Hotel M'in büfesine çevirdik.

Bu büfe, Las Vegas'ı bilen biri olmadan bulunması imkansız bir oteldeydi. Hotel M genelde Las Vegas'ın lokallerimin gittiği bir otel ve casino. Yemekler ise mükemmel tabi, ancak beni tanıyanlarınızı şaşırtacağımı bilerek söylüyorum, üç günlük Las Vegas treatment'ınden sonra gerçekten bu akşam frene basmak zorunda kaldım.

Sevgili kardeşlerimle son akşamımızı geçirdik. Ertesi sabah da bizi hava alanına bıraktılar.

Yaşadığım yeri, şehri hatta ülkeyi çok sık değiştirdiğim bir hayatım oldu sevgili arkadaşlar, o yüzdendir, ne kadar sevsem, ne kadar iyi vakit geçirsem de yerlere ve kişilere veda etmeye alışığımdır.

Ancak itiraf edeyim, bu kez gerçekten zor geldi.

Yıllarımı birlikte geçirdiğim bu insanları uzun zaman sonra önce bulup sonra da geride bırakmak burnumun deliğini sızlatmıştı. Vegas,tan ayrılırken kalbimin bir parçası, bu bir birime komşu iki evde kalmıştı. Ancak bu sevdiğim insanları kendilerine kurdukları mutlu hayatın içinde görmek içimi ısıtmış, moralimi düzeltmişti.

Bu insanlar bizi öylesine candan karşılamış, öylesine düşünceli ağırlamışlardı ki, Jelena bir noktada dayanamadı ve "Siz cephede beraber mi savaştınız?" diye sormuştu. Sorunun cevabı "Neredeyse!" idi, ama o an gülümseyip, kapatmıştım konuyu 😍

Spirit havayollarının bir A-319'u, bizi bu güzel kentten alıp San Diego'ya götürmek üzere McCarren hava alanından ayrıldı.

Uçağın penceresinden Lake Mead görünüyordu...

12 Ağustos 2018 Pazar

Arizona

Las Vegas'tan çıkmış, Henderson'ı geçmiş ve artık çölün kahverengi-kırmızı renklerini görmeye başlamıştık.

Sonra Boulder City çıktı karşımıza. Hoover Dam'in inşaatı esnasındaki işçi barınağı hali çoktan kaybolmuş, modern bir yer haline dönüşmüş. İçine girmedik ama arkadaşım çok düzgün, çok güzel bir şehir olmuş dedi.

Sonra da Hoover Dam'in yanından geçtik. Ama bir tepenin ardında kaldığı için, "Gitmesek de görmesekte o bizim barajımızdır" olduk. Hoover Dam'i helikopterden görmüştüm, bu gelişimizde de uçakla inerken de bir kez daha gördük.

Hoover Dam, Colorado nehri üzerinde, büyük ve etkileyici bir baraj, ama sonuçta bir baraj işte sevgili arkadaşlar. Beton yani.

Yapıldığı zaman çok kişi görmek için gelmiş. Bunda biraz benim neslimin Keban Barajını ziyaret etmesindeki motifler var tabi. Zamanın en büyük barajı, bilmem kaç eyalete elektrik sağlıyor, çölün ortasında sulama yapıyor falan.

Hoover Dam'ı ilginç kılan bir başka özelliği ise yapılışı esnasındaki efsaneler.

Bu barajın yapımında beş küsür bin işçi çalışmış, bunlardan yüz civarı inşaat sırasında hayatını kaybetmiş. Amerika'da hala baraj yapılırken, kazayla betona düşen işçilerin, çıkarılması vakit alacağı için orada bırakılıp, üstlerine beton dökülmeye devam edildiğine inananlar var.

Hoover Dam bir beton yığını olsa da oluşturduğu Lake Mead gölü gerçekten görmeğe değer bir güzellik.

Gün ışığının durumuna göre doğal yeşilin ötesinde çok ilginç bir yeşil tonu, ya da mavi tonu rengi alabiliyor. Yine kıyıları çok ilginç, beyazımsı bir renkte. Bu kıyılar aslen alttaki kanyon tepelerinin zirveleri olduğu için de zig-zag'lar halinde gölü çevreliyor. O yüzden bu manzarayı havadan görmek çok daha ilginç.

Lake Mead'ı havadan görmek
Lake Mead'ı havadan görmek için, bir helikopter ya da uçak turuna alternatif olarak, Las Vegas'a gelmek için bindiğiniz yolcu uçağını kullanabilirsiniz. Biz gelirken Lake Mead sol taraftaki pencereden görülebiliyordu. İnerken dönüp, McCarran'ın pistlerini aksi istikametten almadığımızı düşünürsek, bunun hava alanının olağan operasyonlarında tekrarlayacağımı varsayabiliriz. Sözün kısası, Lake Mead'i görmek için Las Vegas'a gelirken uçağın sol tarafına oturun 😛. Los Angeles, San Francisco gibi batımsı bir yerden geliyorsanız da sağ tarafına oturun.

Hoover Dam tam Nevada ve Arizona eyaletlerinin sınırında sevgili arkadaşlar. Biz de Colorado nehrini geçtik ve 🐝Mezzy🐝'cik ilk defa Arizona topraklarına ayak basmış oldu.

Arizona her halde insanın kafasındaki Vahşi Batı resmine en çok uyan yerlerden biri sevgili arkadaşlar.

Bir kere uçsuz, bucaksız bir çöl. Ancak Arizona'yı özel yapan şeylerden biri, bu çölün bir kum çölü olmaması. Başka bir deyişle, çölde bol bol dağ, tepe ve kayalıklar var. Bu resmi bir de kahverenginin her tonuyla boyayın, ortaya dünyanın başka hiç bir yerinde göremeyeceğiniz manzaralar çıkıyor.

Hepimiz yeşil'i severiz tabi. Üstüne biz dünyanın en yeşil ülkelerinden birinde yaşama şansına sahibiz. Ancak Arizona'yı görmeden kahverengiyi o kadar küçümsemeyin derim. Her dağ, her kaya, her düzlük başka bir güzellik.

Arizona'nın kahverengisine bir de Colorado nehrini eklediğinizde ise ortaya gerçek mucizeler çıkmış. Grand Canyon bunlardan sadece biri, ki sonra ona geleceğiz zaten. Bu nehir Arizona kayalarını bin yıllar boyunca oyup, ortaya ressamların hayal güçleriyle bile çizip, boyayamayacakları manzaralar çıkarmış.

Nehir, bir de çölün ortasına su getirdiği için çöl yaşama kavuşmuş, kaktüsleri, çakalları, tilkileri, çıngıraklı yılanları ile ortaya tam bir Vahşi Batı geri planı çıkarmış.

Tommiks'in kızılderililer ile savaştığı, kervanları koruduğu, posta arabalarına refakat ettiği, haydutları kovaladığı mekanlar hep buraları işte.

Güneş yavaş yavaş yükselmiş, arabanın camları yine sıcaktan dokunulamaz hale gelmişti.

Willow Beach
Colorado nehrinin üzerinde, Willow Beach isimli bir parkta durduk. Hava öyle bir sıcaktı ki, sevgili kardeşim, arabanın motorunu durdurmadı ve 🐝Mezzy🐝'yi başında birimiz nöbetçi, arabanın içinde tuttuk.

Nehir burada bir dirsek yapıp dönüyordu ve bir sahil sayılabilecek kadar da genişlemişti. Etraftaki tepelerin ve suyun oluşturduğu ilginç bitki örtüsünün altında ortaya mükemmel bir manzara çıkmıştı.

Yeniden yola koyulduk. Bu kez hedef Kingman kentiydi.

Kingman önemli bir Route 66 konaklama noktasıymış. Zaten şehre girer girmez hemen sağda bir müze, orijinal bir de Route 66 tabelası vardı, yanında ise eski bir at arabası, bahçede de de eski model arabalar ve tren vagonları...

Western kokusu
Kingman'ın içinden geçen yol da zaten Route 66, bu yüzden yol boyu Historic Route 66 işaretlerini görmek mümkün.

Müze ise küçük olmasına rağmen oldukça ilginçti. Route 66 zamanlarından kalma benzin pompaları, arabalar, trafik işaretleri, araba plakaları gibi bol bol anı malzemesi gördük. Müzenin bir köşesinde de zamanın binalarını canlandırmışlardı.

Gezdiğimiz ikinci bir müzede de bol bol kızılderili-kovboy malzemesi vardı. Totemler, halılar, kilimler, battaniyeler, silahlar, eyerler, vesaire.

Dönüş yolunda hedeflerimizden birini daha gerçekleştirdik. Gerçek bir kaktüsle resim çektirmek!

Joshua Tree
Kaktüs yoğun bir alan bulup durduk. Oldukça ilginç kaktüslerin saysinde, çok ilginç resimler çektik. Ancak bu kaktüslerin isminin "Joshua Tree" olduğunu akşam yemekte sevgili kardeşlerimin kızından öğrenecektim.

Joshua Tree'yi U2'dan hatırlarsınız herhalde. Bu isim, ağaç ellerin açıp dua eden bir figüre benzediği için, Incil'de Joshua Peygamberin bir dua esnasında ellerini gökyüzüne kaldırdığı olaydan esinlenilip, Mormonlar tarafından verilmiş.

Güneş, gök yüzğnde alçalmaya başlarken Las Vegas'a doğru yola koyulduk. Hedefimiz Grand Canyon'ın arabadan bir manzarasını yakalamaktı. Yine yol üzerinde sevgili arkadaşım, Vegas'ın en ucuz Grand Canyon helikopter turlarının yerini gösterdi. Adam başı 39 dolar! Yürüyerek gezseniz daha pahalıya gelecektir! Biz İnternetten adam başı 300 dolara bulmuş, pahalı diye vazgeçmiştik.

Biraz daha ilerlediğimizde Grand Canyon'vari kaya yapılanmalarını görmeye başladık. Daha ileride ise South Rim dedikleri devasa kaya bloğunu gördük.

Aslen planımız içeri girmemek olsa da, hadi gidelim dedik, bastık gaza.

Arabayı park ettik ve bizi kanyonun içine götürecek otobüse bindik. On dakika sonra otobüs şoförü kadın beklenen anonsu yaptı.

"Ladies and gentlemen, the one and only Grand Canyon!"

Grand Canyon'u en kıse şekilde bir doğa harikası olarak tanımlayabiliriz, sevgili arkadaşlar.

En azından benim kayıtlarımda, bir doğa harikası, dünyanın başka bir yerinde göremeyeceğiniz bir güzelliktir. Rio Negro ve Rio Solimões nehirleri Brezilya'nın Manaus kenti yakınlarında birleşip, Amazon nehrini oluştururlar. Rio Negro'nun karanlık suları, Rio Solimões'un sarı suları ile karışmadan yüzlerce kilometre akar. Bu bir doğa harikasıdır. Arjantin, Brezilya ve Paraguay sınırındaki Iguaçu şelaleleri bir doğa harikasıdır. Kapadokya bir doğa harikasıdır. Çünkü böyle yerlerin bir ikincisi yoktur.

Grand Canyon'da böyle bir yer işte sevgili arkadaşlar. İnsan gördüğünde kendisinin doğa karşısında ne kadar küçük olduğunu idrak ediyor.

Colorado nehri milyonlarca yıl boyunca, çok daha önce bir iç deniz olan bu alanı, oymuş, oymuş ve ortaya dört yüz elli kilometre uzunluğunda, ama en etkileyicisi, iki kilometre derinliğinde bu inanılması güç sanat eserini çıkarmış.

Grand Canyon
Kanyonun duvarları bir ressamın fırçasından çıkmışcasına, değişik renkleri ve şekilleriyle akla ziyan bir manzara oluşturmuş.

Grand Canyon çoğunlukla Kızılderililere ait bölgelerden oluşmuş. Otobüsümüz de bizi Hualapai yerlilerinin arazisinde ilk durağımızda bıraktı. Hualapai Yerlileri Skywalk isimli, altı cam bir platform yaparak bu doğa harikasının ırzına geçmişler. Bu güzelliği akvaryum gibi, bir camın ardından görmek bence saçmalık. Yine bir iki noktaya Las Vegas kılıklı modern binalar dikmişler ki, ırza geçme, toplu tecavüze dönüşmüş.

Bu zırvalara kafanızı çevirdiğinizde ise dünyanın en görülmeye değer manzaralarından biri var tabi.

Yamaçları çok doğal, kendi haline bırakmışlar. Yükseklik korkunuz varsa yaklaşmayın. İki bin metre aşağıda akan Colorado nehrini görmek için bayağı kenara yaklaşmanız gerekiyor.

İyice alçalan güneş, içlerindeki demir cevherinin paslanmasından kırmızıya çalan kayaların rengini daha bir güzel açığa çıkarmış.

Grand Canyon
Kanyon'un içinde olmasa da çok yakınında çöl kumlarının taşlaşarak oluşturduğu bir vadi var. İsmi Valley of Fire. Yine inanmak için görülmesi gerekli bir yer. Bütün kayalar portakaldan vişne rengine kırmızının tonları. Total Recall, Star Trek gibi bir çok Mars filmleri burada çekilmiş. Ben yine havadan görmüştüm, ama bir gün kamerayı alıp gitmek isterim.

Bölgede başka ziyaret noktaları da var. Horseshoe Bent isimli bir kanyon örneğin, hiç görmesem de görmüş kadar olduğum bir yer. Fotoğrafı en çok çekilen kanyondur herhalde. Colorado nehri, burada bir tepenin etrafını at nalı şeklinde çevrelemiş.

Yine görmediğim ancak ününü duyduğum bir Zion park'ı da listemize ekleyelim.

İkinci durağımıza gitmek üzere otobüsü beklerken sıradan bir Amerikalı kız sordu.

"Neredensiniz?"

Bazı Amerikan hatunlarının vardır bu huyu. Sırada sessizce bekleyemezler, kendilerini konuşmak zorunda hissederler. Genelde niyetleri iyidir, ama çoğunluğunun, nasıl söyleyeyim, sizle konuşmayı sürdürecek birikimi yoktur. Bir noktadan sonra bir şey söyleyip, sinirinizi kaldırırlar genelde.

Grand Canyon
Arkadaşım "Las Vegas'tan" dedi.

"Ama sizin aksanınız var!"

Adam yirmi küsür senedir Vegasta yaşıyor, ve evet Las Vegas'tan geldik buraya. Soru nerelisiniz değil, hangi diyardan buralara geldiniz gibiydi zaten. Sana da yalan söylemek gibi bir zorunluluğumuz yok. Üstüne, Vegas'ta yaşayanların yüzde sekseni Ingilizceyi ikinci dil olarak konuşur, hepsinin aksanı var. Aksanımız varsa da var, what's your point?

Arkadaşım, "Haklısın, ben Nijeryalıyım." dedi.

Kız da bize küstü, iyi mi?

İkinci durağımız biraz daha yüksekteydi. Jelena korktu ve 🐝Mezzy🐝 ile yamaca inmedi. Biz yine manzaranın tadını çıkarıp, bol bol resim çektik. Ben bütün gün yaptığım gibi kafama su dökerek dolaşmaya devam ettim.

🎶 I'm a poor lonesome cowboy 🎶
Geri dönüş için yola koyulduğumuzda güneş artık batıyordu. Çok güzel bir bulut batan güneşi kapamış, ortaya inanılmaz güzel renkler saçıyordu. Sevgili kardeşime rica ettim, otoyolda kenara çekti.

Arizona'nın uçsuz, bucaksız çölünde, başı, sonu olmayan bir otoyolda, güneş batımında bir "🎶 I'm a poor lonesome cowboy 🎶" resmi çektik.

Çok güzel bir gün geçirmiştik, ancak bu gün gezimizin belki de en yorucu günü olmuştu. Outbeck's et restoranında birer dinozor bifteği yedik ve şarabımızı içtik. Geldikten sonra başka bir garsonun onayıyla masa değiştirip, bunun kapsama alanına girdiğimiz için bize küsen eşek garsonun ukalalığı bile et ve şarabın güzelliğini bozamadı.

Otele gittik ve kendimizden geçtik.

11 Ağustos 2018 Cumartesi

Get Your Kicks

Bobby Troup Pennsylvania'da yaşayan bir besteciymiş. 1941 yılının kim bilir hangi gününde, Hollywood'da film müzikleri yapabilir miyim demiş ve karısı Cynthia ile Buick marka arabalarına atlayıp, batıya doğru yola düşmüşler.

Önce 40 numaralı otoyolu alıp Chicago’ya, oradan da 66 numaralı otoyolu alıp on gün sonra Kaliforniya’ya ulaşmışlar. Los Angeles'a vardıklarında Bobby Boy bu yolculukları için bir şarkı yazayım demiş. 40 numaralı otoyolu anlatan bir şarkıya başlamış ki, karısı Cynthia ona 66 numaralı otoyolla kafiye yapan başka bir şarkı ismi önermiş.

"Get Your Kicks on Route 66”

Dünyanın İngilizce konuşulan kısmında bu şarkıyı bilmeyen yoktur. Dünyanın geri kalanında ise müziğe biraz meraklı herkes bu efsanevi şarkıyı duymuştur. Nat King Cole, Chuck Berry, The Rolling Stones, Depeche Mode ve yüzlerce başka gurup bu şarkıya cover atmışlardır.

Sadece ünlü değil, çok da güzel bir şarkıdır.

If you ever plan to motor west,
Travel my way, take the highway that is best.
Get your kicks on Route sixty-six.

Birgün batıya araba ile gideyim dersen,
Benim gibi git, en güzel otoyolu al,
66 numaralı otoyolda eğlen, mutlu ol.

Sevgili kardeşim Las Vegas'a geldiğimizde nereleri görmek istersiniz diye sormuştu, ben de bir Route 66 tabelası bulabilir misin, altında bir resmim olsun demiştim. Bırakın Route 66 tabelasını, bizi Route 66'in dangadanak tam kalbine götürdü.

Neresi derseniz, cevabi yine "Get Your Kicks" 'in sözleri içinde geçiyor....

Flagstaff, Arizona.
Don’t forget Winona,
KINGMAN, Barstow, San Bernandino.
Won’t you get hip to this timely tip:
When you make that California trip
Get your kicks on Route sixty-six.

Berry söylerken "Kingsman" diyor, külliyen yanlış. Doğrusu "Kingman", nokta 😛

Biz de 'got our kicks on Route 66' yaptık (teknik olarak Route I-93 South, çünkü artık Route 66 isimli bir otoyol yok, ama bu konuya daha sonra geleceğiz), ve yine mahşeri bir sıcakta rotamızı yüz mil kadar ötedeki Kingman'a çevirdik.

Kingman Arizona
Bu Route 66 meselesi biraz karışıktır, okuduğum ve dinlediklerim ışığında dilimin döndüğünce anlatayım.

Beyaz adam Kuzey Amerika'ya, doğu sahillerinden yerleşmeye başlamış. Kuzey Amerika'nın batısı sonradan, altın, petrol tarımı zorlaştıran iklim koşulları gibi nedenlerle şehirleşmiş.

New York, Boston, Philadelphia gibi doğu kıyısı şehirleri "modern" sayılırken, batının "vahşi batı" olarak isimlendirilmesi bundandır. Doğu kıyılarında Fransız ve İngilizlerin koloni zamanlarından kalma, iyi kötü bir polis gücü, yargı ve ordu varken batı çok daha bakir, eline silahı alanın dayılık yaptığı bir yer halindeymiş.

Bunun sayesinde de bizler Tommiks (aslen Captain Miki), Tom Braks (aslen Alan Mistero), ya da Tex (bunun ismini değiştirmemişiz, Teks yapmışız ama o sayılmaz) gibi Western kahramanlarla tamışma fırsatı bulduk. 'Western' sözcüğünün kendisi zaten 'Batılı' demektir.

Konumuzla çok fazla ilgisi yok ama tamamlamak bakımından söyleyelim, Amerikan Bağımsızlık Savaşı kahramanları, hani şu Kırmızı Urbalı, Red Coat dedikleri Ingilizlerle savaşan patriotlar, yukardakilerin aksine hep doğu kıyısından gelmedir. Captain Swing (aslen Captain Mark), Teksas'daki Çelik Bilek (aslen Blek) hepsi batıya binlerce mil uzaktandır.

Bu arada 'Blek' isimli birine 'Çelik Bilek' diye bir isim uydurabilen yaratıcılığın önünde saygı ile eğiliyorum. İşin daha da komiği, çizgi roman'a ismini veren ancak romanın içinde haliyle bir kere bile adı geçmeyen Teksas eyaleti, hem binlerce mil güneydedir, hem de o sıralar Amerika sınırları içinde bile değildir. Meksika'nın bir parçasıdır.

İşte böyle.

Vahşi Batı, altın arayıcıların, kanun kaçaklarının, çiftçilerin, yeni bir hayata başlamak isteyen ailelerin akın ettiği bir bölge olmuş o zamanlar.

Ancak bu insanların doğudan batıya gidişleri biraz problem olmuş. Hak verirsiniz ki tarifeli JFK-LAX uçak seferleri yoksa, aralarında üç saatlik saat farkı - dikkat üç saatlik yol demiyorum, olan iki kıyı arasında yolculuk 'biraz' uzun sürebilir.

Bu yolculuğu bırakın kolaylaştırmayı, olası kılabilmek için onlarca yıl düşünüp çalışmış Amarikalılar.

İlkin 1857'de 35'inci parelel boyu, topraktan bir wagon yolu yapmışlar. Bu 'wagon' dedikleri, filmlerden, resimli romanlardan bildiğimiz posta arabaları - hani şu kızılderililerin etrafında dönüp, ok attıkları arabalar.

Sonraları, bazen eyaletler, bazen özel teşebbüs bu doğu-batı yolunun parçalarını yapmaya başlamışlar. O aralar her parçanın kendine ait bir yol numarası değil "Yalnız Yıldız", "Eski Patikalar" falan gibi birer ismi varmış.

1925 yılında federal hükümet, halka açık ulusal otoyolları düzenleyen bir yasa çıkarmış. Yine bu yıllarda Chicago'yu Los Angeles'a bağlayacak bir otoyolun ilk planları yapılmış.

Aynı yasa kapsamında, bu yeni yola her eyalette geçerli olacak 66 numarası 1926 yılında verilmiş.

Route 66 ile ilgili özel kanun 1927'de çıkarılmış ve bu yolun asfaltlanıp tamamlanması 1938'i bulmuş.

O zamanın teknolojisi ile çok ciddi bir mühendislik çalışması yapmış Amarikalılar. Kazılar, köprüler, ve herşeyden önemlisi asfalt. O yıllarda diğer otoyollar genelde çakıl ya da tozla kaplıymış,

Dört bin kilometre uzunluğundaki bu yol üstünde tahmin edeceğiniz üzere sayısız otel, motel, benzin istasyonu, restoran, mağaza, eğlence yeri, sinema, kumarhane ve kerhane açılmış.

Bu otoyol yine tahmin edeceğiniz üzere yapıldığı gibi kalmamış. Bazı yerleri değiştirilmiş, bazı yerleri uzatılmış, yeni şeritler eklenmiş, şehirliler etrafımda transit hale getirilmiş, vesaire. Bunun bir zararlı etkisi ileride karşımıza çıkacak.

Route 66 optimize edilmiş bir otoyol değilmiş. Yani iki nokta arasındaki en kısa güzergaha yapılmamış. Eyaletler de, özellikle ilerleyen inşaat ve mühendislik tekniklerini kullanarak, Route 66'dan ayrılıp, yolculuğu kısaltan Parkway, Turnpike, Expressway falan diye isimlendirdikleri 'korsan' otoyollar yapmaya başlamışlar.

1956 yılımda ise otoyollarla ilgili yeni bir yasa çıkmış, Eyaletlerarası Otoyollar Yasası, ya da orijinal ismiyle 'Interstate Highway Act'. Bunu çıkaran da savaş sırası ve sonrasında Almanya'daki 'autobahn', yani otoban sistemini görüp, etkilenen Eisenhower.

Bu yeni yasa otoyollar için bol bol fonlama ile birlikte yeni bir çok standard getirmiş. Örneğin hız limitleri, trafik ışıklarının sadece ücret gişelerinin ya da çıkış rampalarımı önünde olması, vesaire.

Ancak bu yeni sistemin bence en işe yarar yeniliklerinden biri otoyolların numaralandırma sistemi olmuş.

Bu sisteme göre, tek ve iki basamaklı Interstate otoyollar asıl, üç basamaklılar da tali otoyollardır.

Asli otoyollarda çift numaralılar doğu-batı, tek numaralılar kuzey-güney doğrultusunda giderler. Bu numaralar batıdan doğuya, güneyden kuzeye artarlar. Böylece bir otoyolun numarasına bakıp, ne yöne gittiğinizi anlayabilirsiniz.

Neyse, Amarika'da ağır vasıta ehliyeti almayacağınıza göre çok detayına girmeyelim, tali yolların da işe yarar bir kodlama sistemi var yoksa 😛 Yine de bir gün otoyolda kaybolup, yolun numarasının tek mi, çift mi olduğuna bakarak yolunuzu bulursanız, bana bir email atın 😛

Bu yeni Interstate otoyollar ya bazen doğrudan Route 66'in bir parçası olmuş, ya da Route 66'in bir parçasını kısalttığı için onu işe yaramaz hale getirmiş.

Route 66'in ortadan kalkmasının her eyalette hayli melodramatik bir öyküsü var, çok başınızı ağrıtmayayım. Sözün kısası, en sonunda resmi olarak Route 66 yürürlükten kalkmış, yerini Interstate Otoyollara bırakmış.

1986 yılımda, ilk Arizona'da başlayıp, diğer eyaletlerde de kısmen tekrarlanmış bir Route 66'i canlandırma projesi çerçevesinde, Route 66'in geçtiği yollara "Historic Route 66", yani "Tarihi Route 66" tabelaları konmuş.

Ancak Route 66 anmalarının pirim yaptığını anlayan her eyalet, zart zurt her yere bir Route 66 tabelası, bir Route 66 müzesi açmış. Orijinal Route 66 olmayan bazı yerler de böylece Route 66 şeklinde turistlere pazarlanmış.

Biz orada yaşayıp, ilgisinden dolayı bilgisi olan arkadaşım sayesinde bilinçli olarak yaptık gezimizi. Eğer aynı imkanınız yoksa, önceden biraz okuyup "doğru" Route 66'e gitmenizi tavsiye ederim.

Şimdilik bu kadar. Sonraki yazımızda başta Kingman, Arizona’ya gidiyoruz...

10 Ağustos 2018 Cuma

Viva Las Vegas!

Las Vegas, İspanyolca bir isim. İngilizcesi The Meadows, yani Çayırlar. Gidenleriniz bilir, Las Vegas, Mojave çölünde kurulu bir kenttir. Mojave çölü, de dünya çöllerinin en çetinlerinden biridir. İnsan sormadan edemiyor, ne arar böyle bir yerde çayır?

Cevabı bölgenin çok ilginç bir özelliğinde gizli. Mojave Çölü yaşayan bir çöl sevgili arkadaşlar. Örneğin Sahara çölü yaşamsız bir çöldür. İçine girdiğinizde sadece kum görürsünüz. Mojave'de ise hayat vardır. Kaktüsler, benzeri bir kaç bitki ve yılan, çakal, tilki gibi çöl hayvanları bulunur.

Bu farkın nedeni ise Mojave'de suyun bulunması.

Başta Colorado nehri, ve az da olsa düzenli olarak bulunan yerel su kaynakları, ve yağmur, dünyanın koşulları en zor bölgelerinden biri olan Mojave çölünde yaşam için gerekli suyu sağlıyor.

Çölün ortasında biraz su bulunduğundan Las Vegas civarı binlerce yıl boyunca Kızılderililerin yaşadığı bir bölge olmuş. Beyaz adam ilk kez 1829 yılında bu bölgeye gelmiş ve Las Vegas ismi de bu sıralarda verilmiş.

1844 yılında ise görevi vahşi batıyı gezip, Meksika ile potansiyel bir savaş halinde kullanmak üzere, bu bölge hakkında rapor yazmak olan John C. Frémont'un (bu ismi unutmayın) sağladığı bilgilerin ardından ilk göçmenler Amerika'nın doğusundan bu bölgeye gelmeye başlamışlar.

Kısa bir süre sonra da Mormonlar burada bir kale kurmuşlar. Asıl amacı Mormon"ların mekanı Utah eyaletindeki Salt Lake City'e giden kervanlar için bir durak ve kumanya sağlama noktası olsa da, zamanın her Hristiyan komünitesi gibi kızılderilileri Mormon inancına döndürme gibi bir misyon da üstlenmiş, bu kalenin rahipleri. Ama bir kaç yıl sonra kaleyi bırakıp, gitmişler.

Bu yerleşim yerinin bir kente dönüşmesi 1900'lü yılların başına rastlar.

Kentte yerel bazda, o zaman yasal olmayan bir iki kumar mekanı, minik bir iki kerhane ve yine ufak çapta illegal içki satan bir iki mağaza/salon bulunuyormuş.

1930'lu yıllarda, Amerika büyük depresyon döneminin içindeyken Colorado nehrinin üzerine büyük bir baraj yapma projesi devreye girmiş. O zamandaki adı Boulder Dam olan bu barajı yapmaya gelen işçilerin yaşaması için de Boulder City isimli bir kent kurmuşlar. İşin aslı Boulder City, o ana kadar Las Vegas'ta barınan işçilerin bazılarının, önemli bir yetkilinin ziyareti esnasında sarhoş yakalanmalarından dolayı, daha sıkı federal kontrol altında tasarlanmış ve kurulmuş. Boulder Dam sonrasında Hoover Dam ismini alsa da, Boulder City, Boulder City olarak kalmış.

Nevada eyaleti bu sıralar kumarı yasal hale getirmiş ve ilk yasal casinolar Downtown Las Vegasta, Fremont Caddesinde (ismi hatırladınız mı?) açılmış. Bu casinoların kendileri yasal da olsa sahipleri lokal gangsterlermiş tabi.

Dört-beş yıl sonra Hoover Dam bitmiş ve işçiler ayrılmış. Ancak zamanın devasa bir projesi olan bu baraj, bir de Lake Mead isimli baraj gölünü oluşturunca, bu kez baraj ve göl bir turistik cazibe merkezi haline dönmüş ve Las Vegas da bunları görmeye gelen turistlere hizmet vermeye başlamış.

Baraja bağlı santrallerin çalışmasıyla da Las Vegas elektriğe kavuşmuş, Fremont Caddesi geceleri daha bir aydınlık olmuş.

1941 yılında Strip üzerinde ilk otel açılmış. Sonrasında da bütün gangsterler buraya üşüşmüş. Downtown Vegas gelişmeye devam etse de, Mafia ya da LCN dedikleri La Cosa Nostra ilgisini hep Strip üzerinde yoğunlaştırmış.

Strip'te casino-otel açan bu namlı gangsterlerin ilki Bugsy Siegel olmuş. Mekanın ismi Flamingo imiş ve Siegel bir kaç ortağı ile birlikte bu işe girmiş.

Çok enteresan bir gangstermiş Bugsy Siegel. Genel kabul görmüş gangster standardlarına pek uyan bir CV'si yokmuş. Örneğin Cosa Nostra'nın değil, Kosher Nostra dedikleri cemaatin üyesiymiş, yani Yahudiymiş. Yine resmine bakınca da göreceğiniz üzere, Al Capone, Scarface falan gibi suratsız biri değil, hayli yakışıklı, düzgün, karizmatik bir adammış.

Genelde bu eski. gangsterlere bir sempati elbisesi giydirilmeye çalışılır. İzlediğim film ve dizilerden sonra çocukken Lucky Luciano'ya hayran olmuştum mesela. Ancak bu adamlar acımasız gangsterlermiş. Cart curt insanları öldürür, onlara eziyet ederler, hatta rakiplerinin karılarının, çocuklarının canlarına kast ederlermiş.

Siegel de kökeni, görünüşü ne olursa olsun, sonuçta acımasız bir gangstermiş. 41 yaşında, Beverly Hills'de dokuz M-1 kurşunuyla kariyerini tamamlamış.

Ancak Flamingo Hotel'i "devralan" ortak ve finansörleri buradan kar etmeye başlamışlar, gerisi de gelmiş. Bu gangsterlerin orijinleri genelde New York ve Chicago’dur, hepsi buralardan Las Vegas's üşüşmüş.

İş sadece kumarla da kalmamış. Bir çok ünlü yıldız kumar oynanan bu mekanlarda çalışmaya başlamış, ve bu iki kumar arası bir şov uygulaması daha da fazla ziyaretçiyi Las Vegas'a çekmiş.

Bu arada Amerikan ordusu da Las Vegas'ın hemen dibinde dan, dun nükleer bombaları deneme amaçlı patlatıyormuş. Internet'e bir bakın, arada arkada mantar bulutlu Las Vegas manzaraları bulabilirsiniz. Neyse ki bu denemeler yer altına alınmış da ahali radyasyon altında kalmaktan kurtulmuş. Şimdilerde pek konuşulmuyor ama bu denemeler sonucunda çok fazla sayıda insanın hayatı sönmüş.

Benim de doğduğum 1966 yılında Las Vegas'ın hayatını değiştirecek başka önemli bir olay gerçekleşmiş.

Ünlü girişimci Howard Hughes Las Vegas'a gelip, Desert Inn oteline yerleşmiş.

Eğer bilmeyeniniz varsa Howard Hughes'un hayatını okumalarını tavsiye ederim. Benim görüşüm, eğer Howard Hughes diye biri yaşamasaydı, ne bugünkü Hollywood, yani Amerikan Film endüstrisi, ne Amerikan havacılığı ve ne de konumuz Las Vegas bu günkü haliyle hayata geçebilirdi. Bildiğimiz Amerikan uygarlığı bir çok şeyini Howard Hughes'a borçludur.

Bunu derken, Howard Hughes öyle engin, ulvi biriydi anlamında söylemiyorum. Adam en hafifiyle manyağın biriymiş. Bir kaç kaynaktan, fiction ve non fiction olarak okuduklarımı birleştirip rahatlıkla söyleyebilirim ki adam zaten doğuştan hafif sıyırmış kafayı. Üstüne birden fazla kendi kullandığı otomobil ve uçaklarla geçirdiği kazalar sonunda, vücudunun da dağılmasını eklediğinizde, çektiği acılardan dolayı sonlara doğru tamamen tırlatmış.

Kendisini bir film stüdyosuna kapayıp, dört ay boyunca kimseyle konuşmadan, çırılçıplak soyunup, sadece film izlemiş. Bu süre boyunca da sadece çikolata ve tavuk yemiş. Çok nadir banyo yapmış, saçları, tırnakları falan hep uzamış.

Bu film izleme işi Beverly Hills'da bir otel odasında devam etmiş. Yine çıplakmış ama pipisinin üstüne pembe bir peçete örtüyormuş.

Bir temizlik obsesyonuna kapılıp, her şeyi kağıt mendillerle tutmaya başlamış. Sonra da ağrı kesicilerin müptelası olmuş. En son çişini şişelere doldurup, biriktiriyormuş.

İşte böyle bir adammış Howie!

1966 yılında Desert Inn oteline yerleşmiş ve 1967 yılına kadar da odasından çıkmamış. Otel sahipleri caz yapınca Howard da oteli satın almış. Aylar sonra yardımcıları odasına girdiklerinde kapalı perdelerinin çürüdüğünü farketmişler çünkü Howard odada kaldığı süre boyunca bu perdeleri hiç açmamış.

Sonrasında bir, bir Strip üzerindeki otelleri satın almış.

Hughes bir manyak olabilirdi ama bir gangster değildi. Satın aldığı bu casino ve oteller, Las Vegas'ın gangsterlerin elinden çıkıp şirketlerin eline geçişini başlatmış.

İlk defa The Mirage 1989 yılında, doğrudan finansal yatırımcıların parasıyla yapılmış. Sevgili karımla balayımızın bir bölümünü bu otelde geçirmiştik. Çok güzel bir yerdir, burada çok güzel anılarımız vardır.

The Mirage gerçek anlamda megaresort dedikleri ilk temalı casino hotelmiş. Sonrasında adlarını çok iyi bildiğimiz diğerleri gelmiş.

Et voila, sonunda Las Vegas bu günkü haline dönüşmüş.

Las Vegas'ta çekilmiş, ya da plotlarının Las Vegas'ta geçtiği yüzlerce film, binlerce kitap vardır arkadaşlar. Ancak bu ilginç yerin gerçeğe yakın bir öyküsünü eğer henüz yapmadıysanız, okumanızı kuvvetle öneririm. Amerika'yı anlamak için gerçekten önemli bir deneyim.

Las Vegas'taki ikinci günümüz arkadaşlarımızın evinde bir kahvaltı ile başladı.

Şimdi bakalım Amerikada kahvaltı nasıl olur...

Önce bol bol sucuk olur. Hem de öyle endüstriyel, vakumlu sucuk değil. Hakiki el yapımı Kayseri sucuğu! Ermeni kökenli, Türk asıllı bir sucuk ustası Los Angeles'da, eliyle yapıyormuş.

Sonra yine hakiki Kayseri pastırması! O da sucukla aynı kaynaktan. Ancak sevgili arkadaşım meraklıdır bu işlere, deposundan koca bir kalıp pastırmayı çıkarıp, kasap gibi eliyle kesmeye başlayınca çok güldüm tabi 😛

İnce belli bardaklarda çay, Jelena için Türk kahvesi, zeytin, peynir, yağ, bal...

Kemerleri bir diş daha gevşettik tabi...

Mahşeri sıcak
Dışardaki mahşeri sıcak bizi eve bağlamıştı. Elli dereceye yakın bir sıcak. Üstüne bir de Las Vegas için normal olmayan, yüksek bir nem de eklenince nefes almak bile zorlaşmıştı.

🐝Mezzy🐝 evdeki kuşla oynuyor, biz de şarap içip geyiğimize devam ediyorduk.

Bir ara evden kısa bir süreliğine çıktık. Tam Nellis hava üssünün yanından geçerken sevgili kardeşim işaret etti, ben de baktım.

Başka bir efsane sekiz motoruyla havayı simsiyaha boyayarak önümüzden uçtu. Sonra da bir ikincisi...

Boeing B-52'lerin en yenisi 1962'de yapılmış sevgili arkadaşlar. Yani bu gördüğümüz iki uçak en iyi ihtimalle elli altı yıldır uçuyordu. Hem de öyle oyuncak görevler için değil, çatır çatır muharebe görevleri için. Bu uçaklar hala dünyanın yarısını geçip, bombalarını bırakıp, geri evlerine dönebiliyorlar.

Şimdilerde tabi ki "Bome' dedikleri B-1 ler ve 'Hayalet' B-2'ler kulağa çok daha funky geliyor ancak B-52'ler de, halen B-52 işte.

B-52'lerin de bir nickname'i var, 'BUFF'. "Big Ugly Fat...". ...bu son "F" biraz şaibeli. Sağda solda "Fella" diye geçse de herkes onun "F.cker" olduğunu biliyor 😛

Çocukluğumun hayaliydi, dünya gözüyle de görmüş oldum.

Akşam yemeği için bir Meksika restoranındaydık
Öğleden sonra ise Las Vegas'taki ikinci duygu bombam patladı. Toplam elli küsür yıllık bir gecikme ile iki sevgili kardeşimle daha karşılaştık. İkisini de son gördüğüm gibi bir arada buldum. İçim daha da ısındı.

Akşama doğru sıcaklık kırklı derecelere düştü, biz de burnumuzu dışarı çıkarabildik.

Akşam yemeği için bir Meksika restoranındaydık. Yine patlayıncaya kadar yedik. Ancak gecenin sürprizi 🐝Mezzy🐝'nin doğum gününü bir daha kutlamak oldu.

Garsonlar hem 🐝Mezzy🐝'ye, hem de "velisi" olarak Jelena'ya birer sombrero giydirdiler.

Ve iki shot tekilayı Jeleena'nın boğazından içeri döktüler
Ve iki shot tekilayı zorla Jeleena'nın boğazından içeri döktüler!

Sevgili karım Normalde bir gece boyunca bir kadeh şarap alır, yemek bitene kadar o bir bardağın yarısını zar zor içer, kalan yarısını da benim bardağıma boşaltıp yatmaya gider. O yüzden iki shot tekiladan sonra gecemiz biraz daha "yumuşak" ilerledi 😛

Bu kardeşlerimden biri yıllar önce Ankara'da Stüdyo 49 muydu, Kebap 54 müydü, öyle bir diskoda, beni tekila ile öyle bir sarhoş etmişti ki, detayları ne siz sorun, ne ben söyleyeyim 🍸Bu kez biraz da ondan Jelena'yı tekilaya kurban edip, ben şarapta kaldım 🍷

Yemekten sonra her halde bu böyle gitmeyecek, düdüklü tencerenin emniyet supapı gibi bir yerden patlayacağım dedim, kendi kendime. Amerikan porsiyonları gerçekten adil değil!

Yeniden yola koyulduk...

Hedefimiz Fremont Street, yani Downtown Vegas'dı. Hummer'in kliması tam kuvvet çalışıyordu ama Jelena kazayla kolunu cama dokundurduğunda, cam dışardan ısındığı için "ciyak" oluyordu.

Arabayı park edip, yürümeye başladık.

🎶 Viva Downtown Vegas 🎶
Binaların birinin tepesinde bir tarafı saat, bir tarafı termometre olan bir ışıklı tabela vardı. Saat 21:30'ken, sıcaklık 41 dereceydi! Yani hava "serinlemiş", sıcaklık, dışarda yürünecek insani seviyelere düşmüştü.

Downtown Las Vegas, Strip kadar havalı otel ve casinoları olmasa da, Strip'e göre kat kat renkli, kat kat eğlenceli bir yer. Unutmayın, Las Vegas burada başlamış. Elvis'in Las Vegası burası.

🎶 Viva Downtown Vegas 🎶!

Downtown Las Vegas'ın da en renkli bölgesi Fremont Caddesi. Buraya Fremont Street Experience diyorlar.

Fremont Street Experience
Adamlar caddenin yarım kilometrelik bölümünü bir kanopi ile kapamışlar. Bu kanopinin oluşturduğu tavan dev bir ekran, her daim o ekranda bir şeyler olmakta.

Bu tavanı bir baştan, bir başa geçen zip line dedikleri teller üzerinde insanlar Superman misali uçarak, tepenizden geçiyor.

Her köşede Elvis'ten tavşan kızlara, palyaçolardan, üstsüz hatunlara değişik karekterler yolunuzu kesiyor. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 Elvisle, ben de üstsüzlerle birer resim çektirdik.

Bir Motley Crue clone'u...
Yine her köşede bir gurup müzik çalıyor. Çoğunlukla yummy Hard Rock. Bir Motley Crue clone'u Same ol' Situation'u, en az Motley Crue kadar güzel çalıyordu.

Downtown Vegas'ın ünlü casinoları da hep burada. Çocukken kafama kazınmış Las Vegas, bir Golden Nugget Casino tabelasıydı, o casino hala burada ama Fremont'un tavanı yüzünden o eski yüksek tabelasını değiştirmişler.. Four Queens, Fremont, Binion's (Horsshoe) gibi olağan şüpheliler de hep burada.

Yine sevgili arkadaşım anlattığında öğrendim, eski Horsshoe casinosunun sahibi Benny Binion isimli Las Vegas'ın eski topraklarından, ve tabi ki bir mobster, öldüğünde evinden bir tondan fazla gümüş çıkmış!

 Binion's (Horsshoe)
İsmi değişip, Binion's olan casinoya girdiğinizde, bir camekanın arkasında gerçek kağıt paralarla bir milyon doların yanında bir resim çektirebiliyorsunuz.

Heart Attack Grill İsimli bir başka restoranda size Amerika'nın en zararlı, yağ ve kolestrol bombası burgerlerini servis ediyorlar. Zaten adı ondan Kalp Krizi Izgara. Ancak kalp krizi geçiririm diye endişelenmeyin, garsonların tümü hemşire kıyafetinde. Aslında kalp krizi geçirirseniz, burgerlerden değil, bu garsonlardan geçirirsiniz 😛 Unutmadan, eğer 350 pound, yani 175 kilonun üstündeyseniz burada bedava yiyebiliyorsunuz.

Downtown Vegas başka bir dünya işte.

Hem 🐝Mezzy🐝, hem de tekilalardan sonra Jelena günü dönüş yolunda arabada kapattılar. Ben de itiraz etmedim.

Ancak ne olursa olsun, hala "🎶 Viva Las Vegas 🎶"

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Welcome to Fabulous Las Vegas

Jelena valizimizi bulmuş, 🐝Mezzy🐝 ile bana doğru geliyordu ki, şöyle bir durdu. Sonra kulağıma yaklaşıp:

"Bugi, bu sen olabilir misin?" diye sordu.

Anlamadım önce, ne ben olabilirmişim? Sonra Jelena, elinde iPad, sicim gibi giyinmiş bir zenciyi işaret etti.

Adam "Airport Pickup" dedikleri, uçaktan inenleri karşılamaya gelen şoförlerden. Adamla aynı yöne bakıyoruz, iPad'in üzerinde ne yazıyor, göremiyorum. Bir yarım daire yapıp iPad'ın karşısına geçtim.

Üzerinde "Bulent Nalbı" yazıyor!

Yirmi sene bir Fortune 100 şirketinde finans yaptım, genlerime işlemiş. "Nalcı" değil de "Nalbı" yazıyor ya, ben olmayabilirim diye geçti içimden. Bir de öyle pick-up falan da çağırmamıştık.

Gittim, sordum adama.

"Benim adım 'Bülent Nalcı', beni bekliyor olabilir misiniz."

Adam:

"Evet sizi bekliyorum." Dedi.

Şaşırdım, "Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?" diye sordum.

Adam güldü, "Hard Rock Hotel'e gideceğiz, değil mi?" dedi.

"Evet" dedim.

"Hadi gidelim o zaman." dedi, Jelena'ya "M'am..." diye yol gösterdi. Sonra da bana dönüp:

"Believe me sir, there are not many couples with their daughters on the Dulles flight, who have a reservation at the Hard Rock Hotel!" dedi.

Yani "İnan bana, Dulles uçağında kızlarıyla Hard Rock Hotel'e giden o kadar fazla çift yoktur." diyor.

Güldüm, "It kind of narrows it down, doesn't it?", yani haklısın, olasılıklar o kadar fazla değil anlamında bir şeyler söyledim.

Adamın bekledikleri bizdik, işin o tarafını anlamıştık. Sonraki soru ise niye bizi beklediğiydi. Acaba Jelena farkımda olmadan bileti alırken pick-up mı istemişti, ya da McCarran hava alanının piyangosunu mu kazanmıştık?

"Arkadaşlarım bizi karşılayacaktı, onlara bir bakayım." dedim ama bu beni duymamazlıktan gelip yürüdü. Jelena ile 🐝Mezzy🐝 de önümüzde, ben de ister istemez yürümeye devam ettim. Bir taraftan da sağa, sola bakıyorum, bizi karşılayacak arkadaşları görür müyüm diye.

Dışarı çıktık, caddeyi geçtik, adam kelimenin tam sözlük anlamı ile dev gibi bir limuzinin önünde durdu. Kapıyı açtı, Jelena ve 🐝Mezzy🐝 'ye binmeleri için yardım etti.

Dev gibi bir limuzinin
Arabanın içi yuvarlak koltukları, loş elegant ışıklandırması ile arabadan çok bir otel odasını andırıyordu. Şoför gizli buzdolabını açıp bize şampanya ikram etti. Ben arsızlık yapıp, kırmızı şarap var mı diye sordum. O da gülüp, "Sizde varsa açın, beraber içelim sir!" dedi.

Arabanın içine biraz dikkatli bakınca bir çocuk koltuğu ve 🐝Mezzy🐝 için koca bir Prenses Elsa bebeği gördüm.

Şoför, kardeşimin ismini söyleyip, "Mr. Xxx, sizi otelden alacak" dedi.

Gözümden bir damla yaş geldi. Canım kardeşim bizi otele götürmek için bir presidential limuzin göndermiş, 🐝Mezzy🐝'nin doğum günü için hediyesini ve bizle arabada gezebilmesi için koltuğunu bile düşünmüştü.

Bize odamıza yerleşmemiz, bir duş alabilmemiz için zaman bırakmıştı.

Eh, öyle iddalı konuşmamak için yumuşatarak söyleyeyim, çok az kişinin böyle arkadaşları vardır...

Terminal binasından çıkar çıkmaz öyle bir sıcak vurdu ki yüzümüze, bir an nefes alamadım. Sahara, Arabistan çölleri, Mısır çölleri gibi sıcaklıkta iddalı yerlerde bulunmuşluğum vardır ama böylesini görmedim desem yeri. Neyse ki arabada biraz soğuyabilmiştik.

McCarren hava alanı zaten Las Vegas'ın atar damarı Strip'e çok yakındır. Bizim otelimiz de, Strip'in hava alanına en yakın noktasında. O yüzden limuzin yolculuğumuz çok uzun sürmedi. Şoförle vedalaşıp, içeri girdik.

Strip üzerindeki otellerin genelde kendilerine özgü birer temaları vardır.

Statosphere otelinin sizi neredeyse adı gibi stratosfere çıkaran 350 metre yüksekliğinde bir kulesi vardır! Bu kulenin tepesinde de akla ziyan atraksiyonlar. 350 metre yükseklikte sizi boşluğa atıp, çeken kayaklar, Las Vegas ayağınızın altında, sizi fırıl fırıl döndüren salıncaklar, roller coaster'lar, hatta belinize bir kablo bağlayıp sizi aşağı bile atıyorlar.

Treasure Island, yani Define Adası otelinde korsanları, The Mirage’da yarım saatte bir patlayan volkanı, beyaz kaplanları ve yunusları, Mandalay Bay'da köpek balıkları ile dolu dev akvaryumu, Hotel Paris'de Eyfel kulesi dahil Paris sokaklarını, Venetian'da saat kaç olursa olsun, zamanjn hiç değişmediği Venedik, Grand Canal ve San Marco meydanını, Caesar's Palace'da eski Roma'yı, Belagio'da tonlarca suyun metrelerce yükseğe fışkırtılıp, sizin için dansetmesini, Luxor'da bir Mısır piramitinin içini, Excalibur'da King Arthur'un kalesi Camelot'ı, New York, New York'da Manhattan sokaklarını, MGM'de de canlı aslanları ve film stüdyolarını görebilirsiniz.

Dahası da var da, başınızı ağrıtmayayım.

Bizim bu kez kalacağımız otelin teması zaten isminden anlaşılıyor. Hard Rock Otel!

Daha check in yaparken gülümsemekten alamadım kendimi. Las Vegas standardı, birinci sınıf lüks, devasa bir casino-otele giriyorsunuz ve bangır bangır AC/DC çalıyor.

"🎶 I'm on a hıghway to Hell! 🎶"

Yalnız kumar oynarken hard rock dinlemek gibi bir fanteziniz varsa biraz çabuk davranın, çünkü gelecek sene bunu yapabilecek bir yer bulamayabilirsiniz. Her şey gibi hard rock da eskiyor. Otel seneye hem isim, hem de tema değiştirecek.

Zaten biraz da onun için bu oteli seçmiştik. 🐝Mezzy🐝'cik ilerde Hard Rock Cafe anılarına ek olarak, Hard Rock Hotel'de de kaldım diyebilsin diye 😍

İki sevgili kardeşimle burada buluştuk. Otelden ayrıldık ve Strip'e çıktık. 🐝Mezzy🐝'cik bir kaç saat önceki limuzin sefasından sonra kapkara, devasa bir Hummer'ın içerisinde Las Vegas'ı turlamaya başladı 😛😍

İlk durağımız Strip'in başındaki ünlü "Welcome to Fabulous Las Vegas” tabelası oldu. 1959 yılında yapılmış, Las Vegas'ın alameti farikası. Mutlak filmlerde falan görmüşsünüzdür.

Welcome to Fabulous Las Vegas
Sonrasında ise Hard Rock Cafe'ye geçip, 🐝Mezzy🐝'nin resmi doğum günü kutlamalarını gerçekleştirdik.

İki sevgili kardeşimle uzun, uzun catch-up yaptık. Sanki hiç ayrılmamış gibiydik. Dostluğumuz, odadaki elektrik lambası misali, anahtara basıp yakınca, kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı.

Birbirimizi ta ortaokul, lise zamanlarından beri tanırız. İlk tanıştığımızda daha karı koca değillerdi tabi. Bunca sene sonra onları hala, hem de aynı eskisi gibi bir arada görmek içimi ısıtmıştı.

Elmanın hemcinsim yarısıyla yemediğimiz halt, başımıza gelmemiş iş kalmamıştı. Bir çoğu burada yazamayacağım şeyler, ama unutulmaz günler geçirmiştik. Hayat bizi de böyle pişirmişti işte.

Ama en güzeli, Ankara, Gaziosmanpaşa'da başlayıp, Las Vegas'ta hiç bir şey değişmemiş gibi devam etmekti tabi, daha doğrusu edebilmek. Yer, zaman, mekan, ortam, bunlar hep dekor. Baki olan dostluk işte.

Hard Rock Cafe Las Vegas
Akşam yemeği için bizleri bir Brezilya restoranına götürdüler. Brezilya lezzetini, Amerikan porsiyonlarında hayal edin.

Gece boyunca net bir kilo aldığıma eminim.

Yemekte iki dünya güzeli kızları da bize katıldı. Biri yönünü tıbba, diğeri de hukuğa çevirmiş. Güzellikleri, kusursuz Ingilizceleri, sosyal hayatları ve altlarında son model arabaları ile kararlı, ne istediklerini bilen, pırıl pırıl iki dünya insanı. Ne mutlu anne ve babalarına. Gurur duydum, koltuklarım kabardı onları görüp, tanıdığım için.

Elim istemeye istemeye masada, yanımda duran işareti "No Meat", yani yeter, artık et getirme konumuna getirdi. Yoksa patlayacaktım.

Evden çıktığımızdan beri üç zaman dilimi değiştirmiştik. Lizbon, bir saat, New York ve Washington altı saat, Las Vegas da dokuz saat.

Vücudum lokal saat ne olursa olsun, artık saatin kaç olduğunu idrak edemez hale gelmişti.

Otele döndük ve birbirimize iyi geceler diyemeden uyuya kaldık.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...