7 Ağustos 2014 Perşembe

Trier

Ardennes (Arden) gezimizden dönerken plana göre bir kaç saatlik bir vaktimiz olacaktı. Biz de yakınlarda neresi var diye bakındık ve Almanya'nın Trier kentini bulduk.

Bu gün aksiliğim üstümde hazır, lafı fazla gevelemeden anlatayım size.

Avrupa'da gezerken en az zevk aldığım ülke Almanya'dır.

Şehirleri çok tatsız, çok ruhsuz gelir bana. Ancak bu Almanların estetik eksikliklerinden değil, sadece tarihin bir sonucu.

Çünkü, İkinci Dünya Savaşının sonunda güzelim ülkede taş üstünde taş kalmamış. Ellili ve aştmışlı yıllarda ülke yeniden yapılırken de o yılların popüler ve "modern" mimarisi kullanılmış. Böylece birçok bina, modernlik adına, Karadenizli Müteahit tarzı olmuş.

Bir Paris'de gezerken insan kendini zaman tünelinden geçmiş gibi hisseder. Münihte gezerken ise sanki Ankara'da, Kızılayda hissediyorsunuz kendinizi. Çünkü, Ankara'nın birçok yeri de aynı yıllarda yapılmış.

Alman şehirlerini antipatik yapan başka bir unsur da Almanların biraz aşırıya kaçan modernlik tutkuları.

Örneğin Almanya'da, birçok şehirde, Jetgiller tarzı, manasız birer televizyon kulesi bulunur. Bu kuleler sanki Marslıların uzay merkezi gibi dururlar. Önemli bir işlevleri varmış havasını verseler de, pratikte bu uzayvari halleri fazla bir işe yaramaz. İş eğer televizyon yayını yapmaksa, dünyadaki diğer tüm ülkeler gibi televizyon antenlerini yüksek bir tepeye dikerek de aynı sonucu elde edebilirlerdi. Ne var ki, onlar modern görünüyor diye şehirlerin merkezine o ucubik kuleleri dikmişler.

Başka bir modernlik alameti de camla kaplı muazzam gökdelenler. Berlinde böyle üç beş bina gezdim ki, insan içeri girince kendisini NASA'nın kontrol merkezinde hissediyor. Keza Frankfurt, ya da Münih. Bu binalar ilk bakışta biraz cazip görünseler de, bence şehrin ruhundan çalıyorlar.

Berlin'de Merkel'in Şansölyeliği (umarım böyle bir kelime vardır, İngilizce chancellery'den uydurdum), yani Başbakanlık Binası yine Klingon'ların başkenti Kronos'a benziyor. Hemen yanı daki Reichstag binası çok daha ruhlu olabilirmiş sanki.

Durum böyle işte. Savaş sonrası dümdüz olmuş bir ülkeyi yeniden hayata döndürürken, biraz da modernleştirelim demişler, bu yüzden de Avrupa'nın tarih kokan diğer şehirlerine göre biraz tatsız kalmışlar, sizin anlayacağınız.

Ve ben de, bu yüzden, Trier gezisi için pek nefesimi tutmamıştım.

Ancak bir geldik, bir gördük ki... Yukarda söylediklerimle halt etmişim.

Ben Almanya'da bu kadar güzel, bu kadar cazibeli bir şehir olabileceğini düşünmemiştim.

Trier, Almanya'daki en eski kent. Taa, Romalılardan kalma.

Şehrin her noktası ayrı bir cazibe odağı. Kiliseler, çeşmeler, Romalılardan kalma diğer binalar insanı çok çabuk havaya sokuyor.

Ancak bir de meydanı var ki, bir ressamın fırçasından çıkmış gibi.

Trier Meydanı
Sanki her bina ayrı ayrı planlanmış. Hakim renk kahverengi, ancak pembeden mora, bir ressam paleti dolusu renkte, eski tarz mimarisiyle onlarca bina var.

Meydanın ortasında altın kaplama bir heykelin süslediği koca bir çeşme, hemen yanında da pazar yerinin korumasını ve bereketini üstlenmiş bir haç var.

Meydana giren yolların en genişi, sizi şehrin Roma devrinden kalma, devasa kapısına getiriyor. Bu kapının ismi Porto Negro, yani Kara Kapı. Porto Negro'nun diğer yüzü ise bir botanik cennetinin süslediği yol üzeri dizilmiş otel ağırlıklı yapılar.

Meydana açılan göreceli olarak dar bir yol, sizi şehrin katedraline götürüyor. Dev bir yapı bu. Etrafında ise aynı güzellikte eski yapılar.

Bu şehir, rahat rahat Strazburg yada Milano gibi şehirlerle karşılaştırılabilir.

Jelena ile bol bol gezdik, hatta niye Lüksemburg yerine burada kalmadık diye hayıflandık.

Ancak Trier'in bir başka önemli özelliği var ki, anlatmak biraz vakit alacak sanki.

Nerden başlasam, nasıl anlatsam, cidden bilmiyorum. Sonuçta bir gezi yazısı olsa da, Trier'in bu önemli özelliği sebebiyle biraz siyasete dokındıracağız ve sonunda bunu okuyan sağcısıyla da, solcusuyla da papaz olacağız, biliyorum.

Çünkü millet olarak fanatiğizdir. Kendimiz gibi düşünmeyen herkese acımasızca saldırır, farklılıkları anlayamaz yada hazmedemeyiz. Kendimize cahilce ve körlemesine inanır, başka fikirlerin doğru olabilme olasılığını bile dikkate almayız.

Kendimizi beğenir, cahilce ukalalığa bayılırız.

Az önce dediğim gibi, nasılsa bunu okuyunca, sağcısı, solcusu, dindarı, laiği tepeme çıkacaksınız, peşinen fırçamı atayım da sonrasında içimde kalmasın :)

Tabii ki bu arada dinlemesini bilen, farklı düşünceleri hazmedebilen, medeni bir biçimde karşı da olsa fikrini söyleyebilen, olgun azınlığı tenzih ediyorum.

Yazımızın bu bölümünün konusu Karl Marx (Ayy, Ayy, Ayy!)

Hani şu komünizmin mucidi Marx.

Çünkü Trier'de, 664 Brückergasse adresinde bu önemli kişiliğin 1818 yılında doğduğu ve 17 yaşına kadar yaşadığı ev var.

Alman Sosyal Demokrat partisi bu evi satın alıp, bir müze haline getirmiş.

Biz de bir zamanlar komünizmin zorunlu olduğu bir ülke kökenli eşim Jelena ve bir zamanlar komünizmin tukaka sayıldığı bir ülke kökenli ben kulunuz, buraya kadar gelmişken bu evi ziyaret edelim dedik.

Karl Marx'ın doğduğu günlerde Trier kenti Prusya krallığının, Aşağı Ren eyaletindeymiş. İlk akla gelenin aksine, Karl zengin sermayenin egemenliğine karşı fakir işçilerin mücadelesini başlatacak olsa da, ailesi varlıklı ve oldukça iyi durumdaymış.

Yine ilk akla gelenin aksine Karl Marx, ne tam anlamıyla Alman, ne de tam anlamıyla Hristiyan kökenli. Anne tarafından dedesi Felememk, yani Hollandalı bir Haham, yani Yahudi. Anne Marx Henrietta'nın akrabaları, bu günkü Philips firmasının kurucuları.

Baba tarafından dede ve tüm soy da Trier kentinin Hahamlarından, yani onlar da Yahudi.

Baba Marx, Anti-Semitizm nedeniyle daha Karl doğmadan din değiştirip Protestan (Hristiyan) olmuş ancak seküler yani laik bir eğitim görmüş. Eskiden Musevi Herschel (Herşel) olan ismini de Alman Heinrich (Haynrik) yapmış. Anne Henrietta ise dinini değiştirmeyip, Yahudi kalmış.

Karl ise Protestan olarak vaftiz edilmiş.

Bunları bilgi olsun diye söylüyorum. Ben ne Marx'ın, ne de herhangi bir kişinin Yahudilik, Hristiyanlık yada başka bir inanışa sahip olmasında bir sorun görmüyorum. Farklı inanışları ve kökenleri kültürel renklilik olarak algılıyorum ve tüm Yahudi arkadaşlarıma buradan selam gönderiyorum.

Şunu basitleştirip bir daha yazalım, ne olur ne olmaz. Ben her insanın kayıtsız eşitliğine inanıyorum ve bütün ırkçı, dinci, mezhepçi yaklaşımları şiddetle kınıyorum.

Şu geldiğimiz hale bakın ya... Bir paragraf lafa, iki paragraf disclamer yazıyoruz, müptezellerin korkusuna. Ne yapalım, çocuklarımız affetsin.

Neyse dönelim Karl Marx'a...

Karl, ilk eğitimini oldukça kültürlü biri olan babasından aldı ve Trier Lisesinde sürdürdü. 17 yaşına geldiğinde Bonn Üniversitesine girdi ve burada felsefe ve edebiyat okudu. Fikirlerini biraz fazlaca tutkuyla savunduğundan sonu düelloya giden tartışmalar yaşadı. Bu felsefi işlere biraz fazla kendisini kaptırmıştı. Okulda notları düşmeye başladı ve babası onun kaydını Berlin Üniversitesine aldırdı.

Karl, 1836 yılında Prusya'nın kraliyet ailesinden Barones Jenny von Westphalen ile nişanlandı. Jenny, Karl için başka bir aristokratla nişanını bozmuştu.

Berlin Üniversitesinde hukuk okuyor olsa da Karl'ın aklı felsefede kalmıştı. Önemli biçimde Hegel isimli filozofun etkisi altında kaldı. İlerleyen zamanlarda doktorasını tamamladı ve arkadaş olduğu Bauer ile birlikte din ile felsefe arasımdaki ilişkiyi inceledi.

Herhalde söylemeye gerek yok, Karl bir ateistti ve teolojinin felsefeye boyun eğeceğini savunuyordu. Ateist olması, caddelerde içip, içip eşekler üzerinde gezmesi ve kilisede gülüp gürültü çıkarması yüzünden, zamanın dindar kesimi ile önemli sürtüşmeler yaşamıştı.

Karl, 1842 yılında Köln'e yerleşti ve gazeteciliğe başladı. Yazılarında daha kafasında yeni gelişmeye başlamış sosyalizm ve ekonomi konularına yer veriyor, sağ eğilimli görüş ve partileri eleştiriyordu. Prıusya polisi gazeteyi gözlem altına almış, beğenmediği yazıları sansürlemeye başlamıştı.

Karl, 1843 yılında nişanlısı Jenny ile evlendi.

İlerleyen günlerde Karl fikirleri ve bunları ifade biçiminde gitgide keskinleşecekti. Radikal solcu bir gazetede yazmaya başladı ve Alman ve Fransız solcularını biraraya getirme işine soyundu. Aynı yıl karısıyla Paris'e yerleşti.

Artık görüşleriyle ve eylemleriyle bugün bilinen Marx kişiliğine evrilmişti.

1844 yılında, Paris'te, adı artık neredeyse sürekli kendisiyle birlikte anılacak Alman filozof Frederich Engels ile tanıştı. Engels, Marx'ı, komünist devrimin işçi sınıfı tarafından yapılması gerektiğine ikna etti.

Marx, Paris'te kaldığı süre boyunca ekonominin politikayla, daha geniş planda, ideolojilerle bağlantısını inceledi. Bu ilgisi ileride, belki de en önemli eseri olacak üç ciltlik Das Kapital ile sonuçlanacaktı.

Radikal görüşleri sebebiyle artık Fransa'da kalması olanaksızlaşınca, ekonomi ve politika yazmamak için söz vermesi karşılığında Bürüksel'e yerleşti. Daha sonra Engels de Bürüksel'de Marx'a katıldı.

Marx ile Engels'in en bilinen yapıtı olan Komünist Manifesto 1848 yılında yayınlandı. Bu kitapta ilkin sınıflar arası mücadele ve kapitalizmin sorunları sıralanıyor, sosyal yaşam ve politikanın doğasını inceleniyor ve kapitalist düzenin nasıl önce sosyalizme, sonra da komünizme evrileceği anlatılıyordu.

Marx 1849 yılında, karısı ile birlikte hayatının geri kalanını geçireceği Londra'ya yerleşti. Burada komünist örgütlenme için çalışmalarına devam etti.

Marx, 1860 yılında Das Kapital'i yazmaya yeniden başladı. Bu kitabın ilk cildi 1867'de yayınlamdı. İçerik olarak kapitalizmi eleştiriiyor ve çöküşünü öngörüyordu. Diğer iki cilt ise Marx'ın ölümünden sonra Engels tarafından toparlandı ve basıldı.

Marx'ın yedi çocuğu olmuştu ancak bunların sadece üçü uzun sayılanilecek kadar yaşadı. İddiaya göre evin hizmetçisinden, meşru olmayan bir çocuğu daha olmuştu

Marx, 1883 yılında, Londra'da hastalanıp öldü. Öldüğünde bir vatanı yoktu ve cenazesine de sadece onbir kişi gelmişti.

İşte, ideolojisine girmeden, bir filozofun yaşam öyküsünü aktardım size.

Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, aynı fikirde olursunuz, olmazsınız, sizin takdiriniz ancak Marx'ın dünya üzerinde iz bırakan, gelmiş geçmiş en önemli fikir insanlarından biri olduğu tartışılmaz.

Ben Marx'ı tam anlamıyla anladığımı iddia edemem. Das Kapital'in çok yalın bir özetini okudum. Komünist Manifesto'ya da şöyle bir göz gezdirdim.

Bana sorarsanız (Ayy, Ayy, Ayy!) öyle çok evrensel görüşler değil yazdıkları. Ondokuzuncu yüzyılın koşullarına daha fazla uyuyor. İşçi sınıfı artık kaybolmak üzere. Üretim toplumundan bilgi toplumuna geçiyoruz. Kapitalizmin beşiği Amerika'da bile üretim durdu. Her şey ya robotlarla, ya da dünyada işçilerin en az ücret aldığı, en kötü koşullarda çalıştığı "Komünist" Çin'de üretiliyor. Bunlar pek Marx'ın öngörülerine uymuyor sanki.

Bence fazlaca romantik ve biraz da sürrealist bir ideoloji bu komünizm, Enerji başta, kaynakların kısıtlı olduğu bir ortamda, öyle lay lay lom, herkes eşit olsun, kaynaklar eşit paylaşılsın olmuyor işte.

Aynı zamanda (Ayy, Ayy, Ayy!), adam öyle şeytani ve kötü niyetli biri de değil. Eğer istediği düzen olabilseydi, herkes mutlu olurdu. Kim bilir, belki herkese yetecek bir enerji kaynağı bulduğumuzda, fikirlerine kucak açabiliriz. Uzay Yolu dizisinin dramatize ettiği evren sanki Marx'ın düşlediği düzen gibi :)

Ancak Marx dünyamızı pek kendi istediği şekilde olmasa da kökünden değiştirdi.

Herkes komünizm ya da komünizm korkusunu kullanarak bir kazanç, bir öncelik sağladı.

Hitler ve Mussolini'den mislisiyle fazla insan öldüren tüm zamanların en kanlı diktatörü Stalin, bütün zulmünü Marx'ın ideolojisi komünizm adına, komünizmi kullanarak yaptı. SSCB Rusyası komünizm adı altında egemenliği kapitalist sermayeden alıp Komünist Partisi adlı başka bir zümreye devretti.

Kapitalist ABD komünizm korkusunu kullanarak yarım yüzyıl dünyanın yarısına silah satarken, komünist SSCB'de dünyanın geri kalan yarısına komünizm adına silah sattı.

Hitler, iktidarını komünistlerin Alman parlemento binası Reichstag'ı yaktıklarını iddia ederek perçinledi. İkinci Dünya Savaşı esnasında (yanlış okumadınız) ABD ve İngiltere ile ittifak halinde Ruslarla komünizmi durdurmak adına savaşmayı planlıyordu.

Amerikalı General George S. Patton, savaşın sonunda Almanlar teslim olduktan sonra, "Hazır gelmişken komünistlerle savaşı başlatalım, nasılsa birkaç sene içerisinde bunlarla savaşmak zorunda kalacağız." demişti.

Soğuk savaş sırasında Avrupa'da, Güney ve Kuzey Amerika'da, Avrupa'da milyonlarca insan komünizm adına yada komünist oldukları için eziyet gördü, hapislerde çürüdü ya da öldürüldü.

Ülkemizde, "Kırmızı Elma" dedikleri için, ya da dedelerinin resimlerinin Marx'ın resmine benzettiklerinden insanlara komünist damgası vuruldu, eziyet gördüler, hapse atıldılar.

Gerçekten komünizme inananlar, 70'li yıllarda ülkemizde varolmayan işçi sınıfını kurtarmak için kendi mücadelelerini verdiler. O günlerin Türkiyesi üretmiyordu. Patronların zulmünden inleyen işçiler yoktu. Tam tersine, az sayıdaki "kapitalist" özel sektör fabrikalarında çalışan işçilerin keyfi gayet yerindeydi. Zamanın Marksist hareketi peşinde koşanlar, daha çok devlet çalışanlarıydı. Bu devlet çalışanları eğer komünizm gelseydi, olasılıkla aynı işi, aynı paraya yine aynı devlet için yapıyor olacaklardı.

Varolmayan işçi sınıfını kurtarmaya çalışan komünistlere karşı, anti-komünist milliyetçi, ülkücü güçler karşılık verdi. Bugün, bu iki gurup ittifak halinde, artık siz düşünün...

Yani bu yarım yüzyıldan fazla, tüm dünyayı etkileyen hareket ve anti-hareket sonunda, numunelik de olsa bir komünist devlet çıkmış olsaydı, içim yanmayacaktı. Marx, bence yattığı yerden bütün bu olan bitene gülüyordur.

Bu yazdıklarım sonunda sevgili solcu arkadaşlarım beni Marx'ı küçümsemekle, anlamamakla ve onla aynı fikirde olmamakla suçlarken, sevgili sağcı arkadaşlarım da bana niye komünist propagandası yapıyorsun diyecekler.

Ben ikisini de yapmıyorum. Yaptığım tek şey, işte bu kadar yazıyı kaldıracak önemde bir kişiliğin evini ziyaret etmek, hepsi o :) Marx'ı sevme yada ondan nefret etme işini size bırakıyorum.

Trier kenti, Çin'li turistlerin Avrupa'da en çok ziyaret ettikleri kent. Karl Marx Müzesi de Çin'li turistlerin Avrupa'da en çok ziyaret ettikleri müze. Bilin bakalım niye?

Marx'ın evinde
Hattızatında, Çinli olmasam da, ben de Mao ve Lenin'in mozolelerini ziyaret etmiştim. Üzerine bir de Marx'ın evini koyun. Hatta biraz daha düşününce, Buenos Aires'de Che Guevera'nın orijinal bir resminin olduğu bir sergiyi de gezmiştim ki.. Aney! Eski günlerde olsa kesin bu komünist diye atarlardı içeri. Allahtan, Rusya ile Çin kapitalist olmaya karar verdiler de "Alın bu gomonisti" modası geçti :)

Neyse, hal böyle olunca müzede gözleri çekik olmayan bir Jelena, bir ben, bir de girişteki biletçi vardı desem yeri. Geri kalan herkes Çinli.

Müze estetik olarak mükemmel bir şekilde tasarlanmış. Ancak Almanca yada Çince bilmiyorsanız yandınız. İçerde herşey bu iki dilde yazılmış desem yeri. Ziyaret ederseniz mutlaka bir audio guide alın. Biz almadık, çok pişmanım.

Das Kapital'in el yazması müsveddeleri
Sergilenen kalemler arasında Marx ailesinin kullandığı ev eşyaları, Marx'ın saati, Das Kapital'in el yazması müsveddeleri, Komünist Manifesto'nun değişik dilde örmekleri falan var. Ancak beni en çok etkileyen, diğer ünlü kişilerin evini ziyaret ederken olduğu üzere, o insanların içinde bulunduğu ortamı hissetmek, yaşadıkları odaları, oynadıkları bahçeleri, yemek yedikleri mutfakları görmek. Bu nedenle ben evin kendisini gezerken inanılmaz zevk aldım.

Evden çıktığımızda, dış cepheden de bir fotoğrafını çekmek istedim.

İlk gözüme çarpan, girişte, evin duvarına yaslanmış bisikletler oldu.

Ayıp birşey bu. Hayvanlar, utanmasa, müzeye bisikletle girecekler. Avrupanın yeni asilik işareti bu bisikletler. Bunları kullanan zıpırlar böyle salakça hareketler yaparak sözde "aykırı" oluyorlar.

Ne yapayım, bekledik on beş dakika. Sonunda iki eşek çıktı kapıdan. Fotoğraf çekmek için onları beklediğimi görseler de istiflerini bozmadılar. Haha, hihi, kasklarını bağladılar. Yavaş yavaş bisikletlerine oturdular ve bir süre de bisikletin üzerinde geyiğe devam ettiler.

Marx'ın evinin dış cephesi
Yüksek bir sesle ancak maymunların bisikletlerini bir müzenin duvarına dayalı bırakabileceklerini söyledim ve bisikletlerini park etmek için alternatif olarak bir organlarını önerdim.

Duymamazlıktan ya da anlamamazlıktan geldiler, sonrasında bisikletleriyle uzaklaştılar.

Evin önünden geçen caddenin karşısında dursam da, cadde dar olduğu için evi fotoğraf karesine sığdıramadım. Biraz yanda, müzenin karşısındaki binanın girişi vardı. Kapısını açıp, içeri girdim, olabildiğince yere yakın bir biçimde çömeldim ve fotoğraf makinesinden eve baktım.. Zar zor sığmıştı kareye.

Tam resmi çekecekken, biri yetmiş yaşında kadın, digeri on yaşında erkek çocuk, iki Çinli çıktı müzeden.

Yaşlı kadının yüzümden nalet akıyor....

Yolun ortasına geldiler. Yaşlı kadın "Arabayabada Hoy Hagaaaaa" diye bağırdı ve gerilip sağ eliyle "Çaaat!" diye öyle bir tokat çaktı ki çocuğa....

Çocuk bu tokadı beklemiyordu. Ayakları yerden kesildi, yere düştü ve asfalt üzerinde yuvarlandı.

Kadın yeniden çocuğun yanına gitti. Ben yerden kaldıracak diye bekliyorum ancak eğildi ve çocuğa bağırmaya devam etti. Ağızını açıyor, gözünü yumuyor, anlayın yani.

Çocuk bir silkindi, önce dizlerinin üstüne, sonra da ayaklarının üstüne kalktı. Sonrasında da dönüp yaşlı kadına öyle bir tokat çaktı ki sesi sokakta yankılandı.

Yaşlı kadın hiç beklemeden çocuğa bir tokat daha çaktı.

Çocuk bu sefer hazırlıklı olduğundan yere düşmedi ve hala bağıran kadına, bu kez o bir tane daha çaktı.

Ben gülmekten kıçımın üstüne yere düşmüştüm. Gözlerimden yaş geliyordu. Filimlerde göremezdiniz böyle bir sahneyi. Bu ikisi hacıyatmaz gibi, "Çaat", "Çuut", birbirlerini tokatlıyorlardı.

Jelena'ya baktım, yüzü gülmekten kıpkırmızı, bir köşeye sinmişti. "Bu gerçek miydi?" diye sordum, gülmekten cevap veremedi.

Kadınla çocuk, birbirlerini kovalamaya başlamışlardı, ancak ikisi de sıralarına sadık kalıyor, önce biri, sonra diğeri tokadı basıyordu.

Kovalama esnasında bir ara evin sınırlarından dışarı çıktılar. Jelena "Pardon!" diye seslendi bunlara ve bir fotoğraf çeksin mi gibisinden beni işaret etti. Bunlar ne oluyor diye durunca ben de hemen fotoğrafı çektim.

Yaşlı kadın bana "Tamam mı?" gibisinden bir baktı, başımla tamam işareti yaptım. Bu tekrar çocuğa döndü ve "Çaat!" diye çaktı tokadı.

Sonraki on dakika gülmekten birbirimizle konuşamadık. Bu yazıyı yazarken bile gülmekten Jelena'yı uyandırdım. Bana "Sarhoş musun?" diye soruyor...

Siz şimdi "Abartma lan, olmaz bu kadarı..." diyorsunuz değil mi? Eğer bir kelimesi yalansa taş olayım :)

Tekrar geri o güzelim meydana döndük. Almanya'nın en sevdiğim taraflarından biri kahvesi. Normal kahve bir kola şişesi, büyük kahve bir hamam tası hacminde geliyor. Kahveye doyuyorsunuz yani. Köşede, pazar haçının yanında bir cafe'ye oturduk ve manzara eşliğinde aile boyu kahvemizi yudumladık.

Yazımız uzun oldu, hissemiz kıssanın içine karışıp kaldıysa çıkaralım.

Trier'i görmemek hem ayıp, hem yazık olur.

Kalın sağlıcakla...

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Bastogne

Jelena, arabadan iner inmez sağını solunu kolaçan etti ve hemen bana dönüp bağırdı:

"Aaaa! Sherman!" 
"Aaaa! Sherman!"

Gerçekten de meydanın tam ortasında koskoca, yemyeşil bir Sherman (Şörmın) tankı duruyordu.

Bunda da şaşırtıcı bir tarafı yoktu. İkinci dünya savaşının bir simgesi haline gelmiş bu tankın, yine ikinci dünya savaşının başka simgesel bir kenti olan Bastogne'da (Baston) bulunması kadar normal birşey olamazdı.

Benim için çok normal olmayan, hatta fazlasıyla sevindirici olan nokta, karım Jelena'nın bir Sherman tankını uzaktan görünce tanıyabilmesiydi. İlk tanıştığımız günlerde Jelena, bir tankı çöp kamyonundan ayıramayacak kadar ilgisizdi bu askeri işlere. Demek dokuz yıl sonra biraz da olsa bir etkim olmuştu karımın üzerinde.

Yine yanlış anlamayın, "Ben seviyorsam, karım da sevecek!." gibi şovenlik yapmıyorum, ancak niye yalan söyleyeyim, bu olaydan ufak bir haz almamış da değilim. Nasıl ben Jelena'nın sayesinde Louis Vuitton'un eski bir Fransız kralı olmadığını ya da Christian Louboutin'ın kırmızı tabanlı ayakkabı yaptığını öğrendiysem, o da bir Sherman'ı görünce tanısın dimi? :)

Bir gün öncesinin yorgunluğu hala ikimizin de üzerindeydi. Avrupa'nın bu bölümü için nadir sayılabilecek hem güneşli hem de tatil olan bir Cuma gününden faydalanabilmek için erkenden arabaya atlamış, yönümüzü Lüksemburg'a çevirmiştik.

Lüksemburg'a ulaştık
Yolda zaman kaybetmemek için bir gün öncesinden hazırladığımız sandviç ve içecekleri portatif buz kutumuza koymuştuk. Planımız sadece bir kere, şoför değişimi için durarak, saat öğleden sonra bir gibi Lüksemburg'a varmaktı.

Vardık da...

Ancak hemen otele gitmek yerine, arabayı bırakmadan Amerikan Ordu Mezarlığı'mı ziyaret edelim dedik ve yolumuzu pek uzatmayacak küçük bir sapmayla mezarlığa ulaştık.

Mezarlık ziyaret etmekten açıkçası pek haz etmem. Normandiya'daki mezarlığı sadece Saving Private Ryan (Seyving Prayvıt Rayın) filminin açılış sahnesinin anısına ziyaret etmiştik. Bu mezarlığı ise sadece General George S. Patton'ın (Corc Es Pettın) mezarı için ziyaret ettik.

Millyeti ne olursa olsun, her kahraman askerin kalbimde bir yeri vardır. Patton, hayatım boyunca etkilendiğim gerçek bir militarist, içgüdüsel bir askeri kişilik olmuştu. O yüzden bu ziyaret fırsatını kaçırmak istemedim.

General Patton'ın mezarı
"Beni birlikte savaştığım askerlerimle gömün." vasiyeti üzerine Lüksemburg'daki Askeri Mezarlığa, Üçüncü Ordusunun hayatlarını kaybetmiş askerleri ile birlikte defnedilmişti. Mezarının yeri en öndeydi. Arkasında ise birlikte savaştığı binlerce askerin mezarı, gerçekten etkileyici bir görüntü oluşturuyordu.

Geri arabaya döndük ve yolumuza devam ettik.

Otelimizi elimizle koymuş gibi bulduk. Çek-in, valizleri bırakma, odanın keşfi gibi geleneksel işlemleri tamamlayıp, bir otobüsle şehir merkezine attık kendimizi.

Lüksemburg, yarım milyon nüfusuyla, ufacık bir ülke. Başkenti yine Lüksemburg, biz de oradayız zaten.

Ülke teknik olarak monarşik, doğru deyişiyle bir dükalık. Haliyle, başında da bir dük var. Ülke ufacık da olsa, üç beş dil konuşuluyor, ancak benim bulunduğum yerlerde Fransızca hep asli dildi.

Lüksemburg yemyeşil bir kent
Lüksemburg, her yeri yemyeşil, doğal bir cennet. Kentin yerleşik bölgeleri ise biraz Karadenizli mütheait işini andıran, otuz-kırk sene öncelerinin tarzı binalarla kaplı, ancak şehrin eski merkezi inanılmaz etkileyici. Yetmişli yıllarda sahip olduğu cazibesini biraz yitirmiş de olsa hala adı gibi "lüks" ve havalı bir yer.

Haliyle alış veriş bakımından fiyatlar da biraz "lüks" - ve bunu size İsviçre gibi Avrupa'nın en pahalı ülkelerimden birinde yaşayan biri olarak söylüyorum, anlayın artık. Eğer amacınız alış veriş ise, başka kentlere yönelin derim.

Uzun bir yürüyüşün ardından ikimizin de canının çıktığı bir anda, kendimizi bir bara attık. Yeterli miktarda şarap, bizi biraz da olsa kendimize getirdi. Dört sene önce geldiğimizde bulunduğumuz bir iki cafe, bar ve restoranı görünce o gezimizi yeniden hatırladık, o zamanlar yanımızda olan Koni'yi andık ve sonrasında bizi otele götürecek otobüste bulduk kendimizi.

Kendimizi bir bara attık
Ertesi sabah kahvaltının ardından bir saatlik araba yolculuğu bizi ilk durağımız olan Bastogne'a getirdi ve Jelena'nın bulduğu Sherman tankının yanına bıraktı.

Bastogne çok küçük bir yerleşim merkezi, ancak küçük olduğu kadar da sevimli. Kentin merkezi hafifçe yüksek bir tepenin üzerinde. Burada, ismimi İkinci Dünya Savaşı sırasında kenti koruyan Amerikan birliklerinin komutanı General McAuliffe'den (Mekolif) almış.

Yönetmenliğini Steven Spielberg (Stivın Spiilbörg) ve Tom Hanks'in (Tom Henks) yaptığı Band of Brothers (Bend ov Bradırs) isimli, mini televizyon dizisinin bir bölümü Bastogne kentinin kuşatmasını anlatır. Kentin içinde ve etrafında, bu dizide anlatılan olayların geçtiği bazı yerleri görmek mümkün.

Dizide revir olarak kullanılan kilise
Bunlardan biri, dizide revir olarak kullanılan kilise. Meydana on beş dakika yürüyüş uzaklığında, koca bir yapı. Bahçesinde kuşatma günlerini hatırlatan bir heykel var. Kilisenin içi de çok güzel. Jelena ile birlikte heyecanla içeri girerken o şapkasını, ben bandanamı çıkarmayı unutmuştuk. Yaşlı bir adam bizi kibarca uyardı, biz de kafamızdakileri çıkardık.

Meydanın diğer tarafında ise üçüncü ordunun toplanma yerini ziyaret ettik.

Hava raporuna göre, öğleden sonrası yağmurlu olacaktı. O yüzden biraz da acele ederek arabaya bindik ve bizi Foy (Fua) köyü yakınındaki, 101 inci Paraşütçü Tümeni'nin mevzilendiği ormanlık bölgeye götürecek koordinatları GPS cihazına girdik. Bu alanda, askerlerin kazdığı foxhole (fakshool) isimli siperleri de görebilecektik.

Bastogne kenti, bu İkinci Dünya Savaşı ziyaretleri için hiç de hazır değildi. Savaşın geçtiği önemli noktalar için ne bir işaret, ne de bir reklam vardı. Eğer ne aradığınızı bilmiyorsanız işiniz biraz zor yani.

Ancak Normandiya'daki İngiliz kumsallarından edindiğimiz acı deneyim sonucunda, Bastogne civarındaki biri hariç tüm İkinci Dünya Savaşı noktalarını GPS koordinatlarına kadar belirlemiştim.

Foy civarındaki orman
Foy civarındaki foxhole'ların bulunduğu bu alan kentin oldukça dışında, o yüzden ulaşmak için mutlaka bir araba gerekiyor. Koordinatların gösterdiği noktaya ise ancak yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. Biz de yol kenarında uygun bir nokta bulup arabayı parkettik ve Jelena ile birlikte ormanın içlerine doğru yürümeye başladık.

O güne kadar görmediğim, değişik bir ormandı bu. Zannedersem bir tür çam ağaçlarından oluşmuş, ancak bu ağaçlar bildiğimiz çamlar gibi değil, daha çok kavak gibi ince ve uzunlardı. Bir de oldukça yoğun bir biçimde toplanmışlardı. Ağaçların gövdeleri yeşil, toprak ise kırmızıya çalan kahverengi rengindeydi.

Band of Brothers'i seyredip de bu manzaranın etkisi altında kalmamak imkansız. Topçu ateşi altında patlayan ağaçlar, bir foxhole'dan diğerine koşan sıhhiyeci, hep tek tek gözümde canlandı. Bütün foxhole'ları gezdik, Jelena'yla içlerine girip fotoğraf çektik.

Easy Company foxhole'ları
Az ileride de, bütün dizinin konusu olan Easy Company (İyizi Kampıni) için ağaçların altına konulmuş bir haç doğru yerde olduğumuzu bir kez daha kanıtlamıştı.

Yürümeye devam ettik.

Tam bu anda ağır bir Alman aksanıyla, "Bunlar Easy Company'nin foxhole'ları mı?" diye bir soru işittim. Dönüp bakınca bu orta yaşlı iki herifi gördüm. Sanki mahalle arkadaşlığından biraz ilerisi (!) gibiydiler.

Kamuflajlı pantolon giydim diye bölük yazıcısı mı zannettilerse... Ne bileyim hangi foxhole, hangi Company'nin?

İçimden "He babacım, Malarkey'le Perconte çişe gittiler, gelirler şimdi..." desem de, hernedense aksilik etmedim ve ağızımdan "Bunlar foxhole, ama Easy Company mi bilmiyorum." çıktı.

İkisinden konuşkan olanı "Biz hem kitabını okuduk, hem de televizyomda seyrettik, çok etkilendik." dedi.

Şimdi ne söylesem bilmiyorum, kaldım ortada. Adamlar Alman, ama Amerikan Easy Company"yi sempatik buluyorlar gibi. Hadi dedim, taraf olacağıma, bitaraf olayım. "Burada mücadele çok çetin geçmiş." falan gibi orta yolda birşeyler geveledim. Neyse, hemen sonra Easy Company'nin haçını gördüler de içleri rahatladı.

101'inci Paraşütçü Tümeni'nin siperleri hiçbir şekilde işaretlenmemiş ve bakımsız bırakılmış olsa da, 101'inci Paraşütçü Tümeni için yol kenarına dikilen bir anıt gayet iyi bakılmıştı. Defalarca yazdığım gibi ben bu anıtları hiç de işe yarar bulmuyorum. Geometrik taşlar ve bayraklar, anın ve olayın anlaşılması için hiç fayda sağlamıyor, hatta insanı trajedi, zafer, mutluluk gibi artık konu ne ise, bu olayın ortamından alıp alakasız, soyut, sanatsal bir beğeniye taşıyor. Ben özel olarak bu anıtları ziyaret etmeyi bıraktım. Yoluma çıkarsa ancak gidip görüyorum.

Bu anıt da böyle oldu işte. Yakınındayken görmüş olduk. Geometrik kesilmiş siyah mermerler, paraşütçü kartalı ve bayraklar var.

Hala yağmur başlamamıştı. Acaba Alman tanklarını da kuru bir havada görebilir miyiz diye düşündük. Olur mu olur, atladık arabaya ve bastık gaza.

Bu tank, top, uçak işlerine beş yaşımdan beri tutku ile bağlıyımdır. Hayatım boyunca fırsat bulduğum her zaman, askeri müzeleri, savaş noktalarını, ordu sergilerini gezdim, izledim. Ancak elli yaşına merdiven dayadığımız şu uzun sayılabilecek hayatımda daha bir kez bile bir Alman tankı görmüş değildim. O yüzden bu geziyi planlarken yakınlarda iki Alman tankının sergilendiğini duyunca çocuk gibi sevinmiş, içim kıpır kıpır olmuştu.

Yakınlık, tabii ki göreceli bir kavram. İlk tank aşağı yukarı yüz kilometre kuzeyimizdeydi.

Çoğunluğu otoyol olan bu yüz kilometre çabuk geçti. GPS bizi tankın dibine kadar getirip bıraktı.

King Tiger
Bu tank, Tiger II, ya da bilinen adı ile bir King Tiger'dı (King Taygır). İnanılmayacak kadar da iyi bir durumdaydı.

Savaşın sonuna doğru üretimine başlanmış, zamanına göre modern sayılabilecek bir tank, bu King Tiger. 10 metre boyunda, 68.5 ton ağırlığında devasa bir araç. 12 silindirli, 700 beygirlik bir motoru var. Ön tarafındaki zırhı 20 cm'e yakın kalınlıkta. Bu tankı önden vurarak etkisiz hale getirmek imkansız gibi.

Sergilenen tank, tam cepheden iki direkt isabet almıştı. Mermi izleri hala zırhın üzerinde duruyordu, ancak zırha sadece bir-iki santim girebilmişlerdi.

Elimle bu zırha dokundum. Daha önce denemediyseniz, bu zırhlara ilk dukunuş çok ilginç bir etki bırakır insanda. Diğer motorlu araçlara dokununduğunuzda hissettiğiniz tenekemsi duygu yerini bir dağa dokunuyormuş hissine bırakır. Bu King Tiger'ın zırhı ise sanki Himalayalar'dı.

8.8 cm çapındaki devasa topunun savaş alanında yok edemeyeceği bir araç yoktu. Müttefik tanklar ise King Tiger'a saatlerce ateş etseler bile önündeki zırhına zarar veremiyordu. Kısacası bu tankı durdurmak mümkün değildi. İşte bu yüzden King Tiger, Amerikan piyadesinin en çok koktuğu Alman tankı haline gelmişti.

Hala yağmur başlamamıştı. "Acaba.", dedik ve atladık arabaya. Hedefimiz ikinci Alman tankı, efsanevi Panther'di. Panther, King Tiger kadar "kodumu oturtan" bir tank olmasa da, Almanların hemen her harekatında kullanılmış, tam bir İkinci Dünya Savaşı simgesiydi.

Ancak yine bir yüz kilometre daha gitmemiz gerekiyordu, hem de otoyolda değil, köy yollarında. Bir de üstüne Tour de France (Tuur dö Frans) artığı binlerce bisikletliyi eklerseniz, niye iki saat yolarda tırmalandığımızı anlarsınız.

Avrupa'da yeni gelişen bir tür isyan, elegant bir asilik bu bisikletliler. Eski günlerde adamlar deri giyer, Harley'lere binerlerdi, biz de anlardık kim asi, kim değil. Evrim işte böyle, bu yeni "zarif" asileri yarattı.

Adamların hiç eyvallahı yok. Tek şeritli yolda, bir anda önünüzde saatte yirmi ile giden bir bisikletli buluyorsunuz. Adamın ipinde değil, yolun ortasında oflaya, puflaya, basıyor pedala. Arkasında yirmi araba konvoy olmuş, takmıyor bile.

Gözünü sevdiğimin memleketim, bunlar doğal yollardan elenir bizde. On dakika dayanamaz, ya bir kamyon ezer, ya da bir taksici döver, bir daha çıkmaz trafiğe :)

Şakası bir kenara, bisikletliler Avrupa'da gerçekten trafiği tehlikeye atıyorlar.

Bisikletlilerin arkasında, iki saatten sonra bir yol ayrımında, trafik polisinin işaretiyle durduk. Biz sola dönen şeritin en başındayız, bisikletliler de sağa dönen şeritte. Polis bize git dedi, ancak tam bu anda bisikletlilerden biri sağdaki şeriti bırakıp bizim şeride girdi, tam önümüzde durdu, tek ayağının üstüne bisikletini dayadı ve başladı su içmeye.

İşte tam bu anda Jelena'nın gözünü kan bürüdü. Öyle bir bastı ki kornaya, ben yerimde zıpladım. Ancak, bisikletlinin kılı bile kıpırdamıyor, suyunu içmeye devam ediyordu.

Ben eyvah, bu polis bizi karakola götürür dedim ama belli ki polis de bezmişti. İki elini iki yanına açıp "N'apayım?" gibisinden bize baktı.

Bisikletli hayvan suyunu bitirdi ve yavaş yavaş, ayaklarını sürüye sürüye, sağa, kendi şeridine girdi. Biz de yolumuza devam edebildik. Kısa bir süre sonra ikinci Alman tankının yanındaydık.

Panther tankı, ne yazık ki King Tiger kadar şanslı değildi. Yanındaki plaketten okuduğumuz kadarıyla, savaşta canı çıkmış, taklalar atıp ters dönmüş bir şekilde bulunmuştu. Tureti ve topu hala görülebilir olsa da tekerlekleri ve paletleri yoktu. Bir tanktan ziyade, terkedilmiş bir kulübeyi andırıyordu.

Panther Tankı
Yine de bir Panther'in yanındaydık ve sağlam kalmış taraflarını inceleyip, bol bol resim çektik.

Yağmur hala başlamamıştı...

Otoyoldan Bastogne'a dönmek çok zaman almadı.

Bastogne'a ulaştığımızda, sıra planın en zor ve en umutsuz bölümüne gelmişti. Size daha önce bahsetmiştim, kuşatma esnasında Alman komutan, Bastogne'u savunan Amerikalı General McAuliffe'e teslim olması için uzun bir mesaj göndermiş, McAuliffe de bu mesaja "NUTS!", yani "defol git" şeklinde cevap vermişti.

İşte sıradaki ziyaret noktası, bu olayın gerçekleştiği çiftlikti.

İşin beteri, bu çiftliğin koordinatlarını İnternet'ten bulamamıştım. Elimdeki tek ipucu çiftliğin ismi, yani 25 Kessler, ve bir de fotoğrafıydı. Resimde beyaz bir çiftlik evi, bu eve bitişik bir ahır ile depo karışımı ahşap bir yapı ve bol bol da ekili arazi vardı.

İlk önce turist bilgi merkezine gittik. Bastogne'lu, gençten bir çocuk görevliydi. "Bu 'Nuts' olayının gerçekleştiği çiftlik nerede?" diye sorduk.

Önce bilmiyorum dedi. Sonra da bilgisayarının başına geçti. Bir on dakika, oraya klik, buraya klik, sonra geldi yanımıza.

"Resmini buldum ama adresi yok." dedi. Eh, demek ki Google yeteneklerimde bir problem yokmuş, içim rahatladı.

"Resmi biz de gördük ama adresini bulamamıştık." dedik.

"Ben de..." dedi.

Olayı tespit etmiştik. Bu yüzden arkadaş da kendi görevini tamamlamış saydı ve bizi uğurladı.

Jelena'nın aklına bir anda mükemmel bir fikir geldi. "Haydi Bugi, 101st Airborne Müzesine soralım, adamlar sonuçta Amerikalı, bilirler mutlaka." dedi.

Atladık, gittik müzeye ve girişteki hatuna sorduk, "Bu 'Nuts' olayının geçtiği çiftlik nerede?" diye. Kız da bize "Yok, o olay çiftlikte değil, Bastogne'daki barakalarda geçti. Rehberli bir turla gezebilirsiniz." cevabını verdi.

İpe sapa gelir tarafı yok söylediklerinin. Bütün olayı satır satır okumuştum. Herşey kent dışında bir çiftlikte geçiyordu.

"Yok ablacım, olay 25 Kessler isimli bir çiftlikte geçmiş."

"Hangi köy?"

Eh işte, köyü bilsek, 25'e kadar sayma kısmını kıvıracağız da...

N'apalım, çıktık geri, arabaya yürümeye başladık. Ne var ki Jelena çoktan yaratıcılık moduna geçmişti. Böyle zamanlarda gerçekten büyük hayranlık duyarım ona. Altımdan girer, üstünden çıkar, sonuca ulaşır.

"Meydanda bir 'Nuts Cafe' gördüm. Onlar bilebilir."

Oturduk cafe'ye. Gerçekten ismi Nuts Cafe. Kahvelerimizi söyledik, garsonla muhabbet ediyoruz.

"Bu Nuts olayının geçtiği çiftlik nerede?"

"Tam yerini çok yakın zamanda tesbit ettiler ama ben bilmiyorum. 101st Airborne Müzesine sorun, onlar bilir."

Güldük. "Onlar da bilmiyor.", dedik.

Hazır wi-fi varken resimleri post ediyor, Facebook'ta yeni bir şey var mı, ona bakıyordum. Yine şeytan dürttü, gittim bir U.S. Veterans forumundan öyküye ve yorumlara bir daha baktım, belki bir ipucu buluruz diye.

Bir on dakika kadar okudum ve sonunda Eureka!, şöyle bir cümleye denk geldim.

"Arlon yolu üzerinde, Bastogne'dan iki kilometre sonra."

Hemen hesabı ödedik, koştuk arabaya. Kilometre sayacını sıfırlayıp Arlon'a doğru iki kilometre gittik. Hafif kent dışı gibi duruyor ama fotoğraftaki gibi etrafı araziyle çevrili bir çiftlik yoktu ortada.

Anayoldan çıkıp içerilere girdik, bir yarım saat dolandık, ancak "nada"... Bizim çiftliğe benzer en az on tane çiftlik bulsak da hiçbiri aradığımız çiftlik değil.

Jelena yine bir yaratıcılık halesi altında, "Biz Arlon'a doğru iki kilometre gitsek de, Arlon yolunun üzerindeki ikinci kilometrede değiliz.", dedi.

Haklıydı. Arlon yolu hemen yakınımızdaki bir kavşaktan başlıyordu. Hemen kavşağa gidip, kilometreyi sıfırladık ve iki kilometre daha gittik.

Sonunda fotoğraftakine benzer tarım arazileri üzerindeydik.

"Kessler çiftliği nerede mösyö?"
Bizimkine benzer bir çiftlik gördük ve hemen durduk, ancak yakınına gittiğimizde bizim aradığımız çiftliğin olmadığını anladık. Jelena, çiftliğin sahibi olduğunu tahmin ettiğimiz, en az seksen yaşında bir dede gördü, hemen yanına koşup sordu.

"Kessler çiftliği nerede mösyö?"

Dede "Şu Almanların geldiği çiftlik mi?" diye sorunca, kalbime bir ferahlık geldi.

"Evet, evet o çiftlik."

Dede bizim geldiğimiz yönde bir tepeyi işaret etti.

"Bak şu beyaz binayı görüyor musunuz? Orası işte."

Dedeye sarıldık, elini sıktık. Otoyolda bir "U" çekip, geri, dedenin gösterdiği tepeye ulaştık.

Çiftliğin etrafı benim boyundan yüksek mısırlarla kaplıydı. Eve doğru giden yolda bir süre yürüdük ve sonunda evi gördük.

Vallaha da burasıydı...

Eve yaklaşırken, beyaz üstüne kırmızı bir tabela üzerinde "Özel Arazi, Girmek KESİNLİKLE Yasak!" yazıyordu. Belli ki bir iki kişi "Nuts" aşkına bunları taciz etmişti.

Ancak bu açıdan çiftliğin düzgün bir fotoğrafını çekmek mümkün değildi. Biz de geri dönüp, etrafı çitle çevrili arazi tarafından yaklaşmayı denedik. Çitlerin altından geçerken "Cart" diye elektrik çarptı. Arazide inekler otluyordu ve kaçmamaları için çitlere elektrik vermişlerdi.

"Nuts" Çiftliği
Bu arazi tepenin oldukça altında kalıyordu ve yine fotoğraf için uygun bir açı bulamamıştım.

Sonunda otoyoldan bir kilometre kadar aşağı yürüdüm ve uzaktan telefoto bir objektifle çiftliğin tamamının resmini çekebildim.

Ben geri yürürken, Jelena da otoyolun kenarına oturmuş, gülüyordu.

"Ne oldu?" diye sorunca anlattı. Doğru yerde olduğumuza emin olmak için evden çıkan bir kıza "Kessler Çiftliği burası mı?" diye sormuş. Kız da "Nuts çiftliği mi? Evet burası." demiş. İngilizce "The Nuts Farm" (Dı Nats Farm) aynı zamanda "Deliler Çiftliği" gibi anlaşılıyor, ona gülüyormuş.

Görev başarılmıştı. Rotamızı otele çevirdik. Artık biraz huzur bulabilirdik.

Ardennes bölgesi işte böyle.

İkinci Dünya Savaşı'na ilginiz varsa zaten ziyaretin kaçınılmaz olduğunu biliyorsunuzdur. Ancak lütfen hazırlıksız gitmeyin, ne göreceğinizi koordinatlara kadar önceden planlayın, çünkü pek lokal yardım bulamayacaksınız.

Bir de Bastogne'lular tarihe sahip çıkmaya pek gönüllü görünmediler gözüme. Örneğin Patton anıtının etrafını bir sirk için park yeri olarak kullanmışlardı. Her yer karavan, kablo, jeneratör dolmuştu. Patton herhalde mezarında ters dönmüştür...

Eğer İkinci Dünya Savaşı ilginizi çekmiyorsa, bu güzel kenti yolunuzu çok fazla değiştirmeden görün derim. Hatta bizim gibi bir Lüksemburg ziyareti ile birleştirebilirsiniz.

Sağlıcakla kalın...

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Çıkıntı...

The Battle of the Bulge, yani Çıkıntı Savaşı, 16 Aralık 1944 sabahı, saat 5:30'da, bin altı yüz Alman topunun aynı anda ateşiyle başladı. Bir buçuk saat süren bu ateşi, başta bölgedeki birliklerin komutanı, Amerikalı General Omar Bradley olmak üzere bir çok Müttefik komutan önemsemedi. Bradley, zaten Paris'te, arkadaşı ve amiri, Müttefik Kuvvetlerin Üst Komutanı General Dweight D. Eisenhower'ın doğum gününü kutlamaktaydı.

Komutanlara göre bu sadece bir Spoiling Attack, yani iş bozma saldırısıydı. Cephedeki savaşan ordular, arada karşı tarafı alarma geçirip, canlarını sıkmak ve uykularını kaçırmak için üç beş top atarlar böyle. Yoksa, hangi akıllı, Ardennes gibi ormanlık bir alandan, buz gibi havada, Noel'e bir hafta kala saldırıya geçerdi?

Bir tek Eisenhower kıllanmıştı bu habere. Hem bir buçuk saat uzun bir zamandı, hem de istihbarata göre top mermileri çok uzaktan gelmiyordu. Bradley, "Yapma Paşam, bozma keyfini..." dese de, Eisenhower alarma geçti.

Bu yoğun topçu ateşi, piyade için çok tehlikelidir. Kurtulmanın neredeyse tek yöntemi, yer altına, siperlere inmektir, çünkü top mermisi düştüğününde sadece patlamanın şiddeti değil, bir de merminin başından yayılan şarapnel isimli metal parçaları ile, merminin düştüğü yerde bulunan ne varsa askerlerin üstüne büyük bir şiddetle yağar.

Ardennes gibi yoğun ormanlık bir alanda ise her yer patlayıp sağa sola mızrak gibi fırlayan ağaçlarla doluydu.

Savunmadaki Amerikan birlikleri, Foxhole, yani tilki deliği adı verilen, bir-iki kişilik siperlerin içindeydiler. Dışarda yakalananlar ise deliklerinde olmadıklarına bayağı pişman olmuşlardı.

Topçu ateşinin ardından çeyrek milyon Alman askeri binlerce araçla Amerikan birliklerinin üzerine aktı. Yedi binden fazla Amerikan askeri daha ne olduğunu anlayamadan teslim olmak zorunda kaldı. Bulge savaşı, Amerikalıların bir kerede en fazla esir düştükleri savaş olarak tarihe geçti.

Almanlar, bu saldırı esnasında, çok akıllıca başka bir planı da uygulamaya koydular. İngilizce konuşan ve esir yada ölü Amerikan askerlerinden topladıkları künye ve üniformaları giyen Alman askerleri, Amerikan bölgesine sızıp ortalığı karıştırmaya başlamışlardı. Bu askerler yönleri gösteren levhaları değiştiriyor, ikmal üslerinin ve malzeme depolarının yerlerini belirliyor, haberleşme hatlarını kesiyor ve başkaca düzen bozucu istihbarat faaliyetlerinde bulunuyorlardı.

Bu kılık değiştirmiş askerler fiziksel olarak çok fazla zarar veremeseler de, Amerikan ordusu içerisinde önemli karışıklık yarattılar. Yakalanan birkaçı, planları arasında yüksek rütbeli Amerikan generallerine suikastler olduğunu söyleyince, Eisenhower ve Bradley dahil birçoğu paniğe kapıldı ve ya karargahlarına kapandı, ya da rütbelerini gizleyen giysilerle gezmeye başladı.

Bu gizli harekat gücünün farkına varılmasından sonra Amerikalılar bölgedeki bütün kuvvetlerini uyardılar. Kılık değiştirmiş Alman askerlerinin önemli bir bölümü yakalandı ve yakalananların çoğu da casusluk suçuyla vurularak infaz edildi.

Saldırının başlamasıyla Alman birliklerinin bir kolu güneyden Lüksemburg'a doğru yöneldi. Başka bir panzer birliği ise Ardennes bölgesinin stratejik olarak belki de en önemli kenti olan Bastogne'a (Baston - Eşimin uyarısıyla, bu sözcüğün tam doğru okunuşu "Baston-nyı" gibi, bize biraz komik gelebilecek şekilde, ancak "Baston" affedilebilecek kadar doğru, çok takılmama taraftarıyım) ulaşmıştı.

Ardennes bölgesinin yoğun ormanlık olması nedeniyle, ağır silahlarla donanmış ordular sadece bu ormanların içerisinde açılmış yolları kullanarak hareket edebiliyordu. İşte bu yolların hepsi de Bastogne kentinden geçmekteydi. Yani Bastogne kentine hakim olan, Ardennes'deki askeri trafiğin önemli bir bölümünü kontrol edebilirdi.

Bu sebeple Bastogne kenti, Alman karşı saldırısının akibetini belirleyecekti.

Dört sene öncesinin yıldırım saldırılarını aratmayan bu Alman harekatına karşı ilk direniş Bastogne'dan değil, Elsenborn kenti yakınlarındaki Amerikan kuvvetlerinden geldi. Alman saldırısının kuzey kolunu oluşturan SS Panzer birlikleri, Liege kentindeki ikmal depolarına ulaşamadan, bu kent yakınındaki bir yamaçta gerçekleşen mücadele sonucunda durduruldu.

SS'ler, ilerleyişleri sırasında Malmedy kenti yakınlarında karşılaştıkları, 150 kişilik, hafif silahlı bir Amerikan topçu birliğini esir almışlardı. Çatışma tamamen bittikten sonra SS'ler bu esirlerin üzerine soğuk kanlılıkla ateş açtılar ve 84 savaş esiri bu ateş sonucunda katledildi. Kaçan esirlerin tanıklıkları sonucunda, kısa zamanda tüm Amerikan birliklerinin bu katliamdan haberleri olmuştu.

Etik olarak kabul edilemez olmasının yanısıra, taktik olarak da aptalca bir hareketti bu katliam. Olayı duyan Amerikalı askerler hırslarından dolayı, daha da çetin savaşır olmuşlardı. Tamamen unutsuz duruma gelenler bile, aynı şeyin kendi başlarına geleceğini düşünerek, Almanlar'a teslim olmaktansa ölene kadar savaşıyorlardı.

Benzeri şekilde, 1 Ocak 1945'de Amerikan birlikleri Chenogne kenti yakınlarında 60 Alman askerini esir aldıktan sonra aynı soğuk kanlılıkla vurarak katlettiler. Emirleri "Take no prisoners", yani "Esir alınmayacak" 'tı.

Savaşın gerçek yüzü bu işte...

Kuzeyden saldıran Alman birliklerinin hemen altında, ikinci kol olarak ortadan batıya hareket eden Alman birlikleri, harekatın ilk zamanlarındaki en başarılı birliklerdi. Müttefik cephesine otuz kilometre girmiş, Amerikan ordusuna tarihindeki en büyük kayıplarından biri olan yedi bin askeri verdirmişti.

En güneydeki üçüncü saldırı kolunun hedefi ise Bastogne'du.

Hem Müttefikler, hem de Almanlar, Bastogne'un stratejik öneminin farkındaydılar. Başta Eisenhower, Amerikalılar durumun kritikleştiğini anlayınca kentin savunması için belkide ordunun en havalı birliği olan 101'inci Paraşütçü Tümenini, ve az biraz da en az onlar kadar havalı olan 82. Tümenin bir bölümü ile birlikte Bastogne'a gönderme fırsatını kullandılar. Paraşütçüler, geleneksel olarak paraşütlerini yerine, kamyonlarla Alman kuvvetlerinin tam olarak toparlanamadıkları bir anda Bastogne'a girdiler ve hemen kentin çevresinde mevzilendiler.

Bu paraşütçülere, "Bakın oraya gittiğinizde kuşatılmış olacaksınız, korkmuyor musunuz?", diye sorduklarında hepsi "Biz paraşütçüyüz, biz her zaman kuşatma altındayız zaten." diyorlardı. Havalı olsalar da, bu birlikler gerçekten işlerini çok iyi bilen, yetenekli askerlerden oluşmaktaydı.

Komuta kademesinde ise Eisenhower, Almanların saldırıya geçtikleri bu anda yenilmelerinin, ülkelerini savunurken yapılan bir saldırıyla yenilmelerinden çok daha kolay olacağının farkındaydı. Patton ve Bradley başta olmak üzere, bir çok üst düzey generalin katıldığı bir toplantıda bu görüşlerini komutanlarıyla paylaştı.

Patton'a Üçüncü Ordu'sunun ne kadar zamanda Ardennes'e gidip savaşa katılabileceğini sordu. Patton'un Üçüncü Ordusu bu sırada kuzeydoğu Fransa'da fiilen bir çatışma içerisindeydi. Patton iki tümenle kırk sekiz saat içerisinde Bastogne'da olabileceğini söyledi.

Masa etrafında ayaklar bir anda toplanmış, hafif öksürükler ve gülümsemeler eşliğinde generaller Paton"a takılmaya başlamıştı. "Yapma George, iki tümen şu anda çatışmayı bırakıp kırk sekiz saat içinde yüzlerce kilometre kat ettikten sonra hiç dinlenmeden nasıl tekrar savaşa girer?"

Patton, "Ben onları bu durumlar için eğittim.", dedi. Eisenhower'a dönüp, "Bu olasılığı düşünerek zaten bu harekatın detaylarını planlamıştık. Git dersen giderim.", dedi. Aslında bu toplantıdan önce Patton durumu farkedip, iki tümenini yola çıkarmıştı bile. İçgüdüsel bir asker olmak böyle birşey işte.

Bu arada Eisenhower, içgüdüsel değil, bürokrat bir asker olan Bradley'ye sonunda sinirlenmiş, Bradley'in önemli birşey değil dediği bu büyük Alman saldırısının böldüğü hattın kuzeyinde kalan birliklerin komutasını Bradley'den alıp, Montgomery'ye vermişti.

Bu arada Bastogne'da isler gitgide zorlaşmaktaydı. Şehir artık tamamen çembere alınmış, karadan ulaşmak imkansız hale gelmişti. Havanın açtığı bir aralıkta, Amerikan birliklerine uçaklardan paraşütle atılarak malzeme ikmali yapıldı da, savunma devam edebildi.

Hava dondurucu derecede soğuktu. foxhole'lar içerisindeki paraşütçü ve piyadeler, sürekli Alman topçu ateşi altında Alman tanklarının saldırılarıyla baş etmeye çalışıyor, bir taraftan da trench foot adı verilen, ayak parmaklarının donmasıyla mücadele ediyorlardı.

Steven Spielberg ve Tom Hanks'ın çektiği, Band of Brothers isimli mini TV dizisinin bir bölümü Bastogne'da geçer. Bu bölümde Amerikan askerlerinin yaşadığı güçlükler çok etkileyici bir biçimde dramatize edilir. Dizinin konusu 101'inci Paraşütçü Tümeni'nin Easy Company adlı bölüğünün kazdığı foxhole'lar bugün hala Foy köyünün yakınında ziyaret edilebilir.

Kuşatmaya komuta eden Alman General Heinrich Freiherr von Lüttwitz, savunmadaki Amerikan General Anthony McAuliffe'e teslim olması için beyaz bayraklı iki Alman Subayı ile bir mesaj gönderdi. Bu mesaj "Amerikan Komutanına" diye başlıyor, bayağı uzun, detaylı bir biçimde teslim olmanın gereklerini sıralıyordu. Mesaj "Alman Komutanı" şeklinde son buluyordu.

Mesajdan haberdar edilen McAuliffe, sinirlenip, istemsiz olarak "Nuts!" yani "Ne lan bu?" anlamında tepki gösterdi. Daha sonra da oturup Alman komutana resmi bir cevap yazmaya başladı. Hemen ardından McAuliffe, uzun uzun cevap yazmayı bıraktı ve yerine aşağıdaki mesajı gönderdi.

"Alman Komutanına,


NUTS!


Amerikan Komutanı"

Bu "Nuts" sözcüğü oldukça renkli ve Amerikan diline özgü, argo bir cevaptı. Nuts kelime anlamıyla kabuklu yemiş demektir. Ancak argo'da testis'den tutun, çılgına, deli saçmasına kadar farklı anlamları vardır.

Bugün hala askeri forumlarda, McAuliffe'in "Nuts" ile tam anlamıyla ne demek istediğini tartışanlar var. Ancak McAuliffe, tabii ki 'Ay ne çılgınsın Alman Komutan" demek istemedi. McAuliffe'in cevabını en anlaşılır biçimde "S...tir Lan!", şeklinde çevirebiliriz.

Zaten, mesajı getiren Alman Subaylar da cevabı tam olarak anlayamamışlardı. Bir Amerikan Subayı "Cehennem ol!" şeklinde spontane olarak çevirdi.

Ulusu, kimliği ne olursa olsun, çok severim böyle kıçı yiyen insanları. McAuliffe, benim gözümde gerçek bir asker olarak kalacaktır. Bugün, Bastogne kentinin merkezinde, bir Sherman tankının yanında McAuliffe'in bir heykeli yer alır. Meydanın ismi de Place Général McAuliffe'dir.

Patton'ın Üçüncü Ordusu gerçekten de savaşı bırakıp, kırk sekiz saat boyunca hiç dinlenmeden kuzey doğuya yürüdü ve yine hiç dinlenmeden Bastogne'u kuşatmış Alman kuvvetlerine saldırdı. 26 Aralık'ta Üçüncü Ordu Bastogne'a bir koridor açıp kuşatmayı sonlandırdı.

Buna rağmen hiçbir 101'inci Paraşüt Tümeni askeri Patton'ın kendilerini kurtardığını kabul etmedi. "Eğer gelmeseydi, biz hala Bastogne'u sorunsuz koruyacaktık.", dediler.

Havanın açması sadece Bastogne'a havadan yardım atılmasını olanaklı kılmamış, Müttefik uçakların da Antwerp'e doğru ilerleyen Alman birliklerini bombalamak için bulunmaz bir fırsat yaratmıştı. Amerikan ve İngiliz uçakları hem Alman birliklerini, hem de bu birliklerin tedarik depolarını amansız bir bombardıman'a tabi tuttular.

Zaten Antwerp'e kadar yetecek yakıtları olmayan Almanlar, bu bombardımanın da yol açtığı kayıplar sonucu Meuse nehrine bile gelemeden durmak zorunda kaldılar. Alman komutanlarının geri çekilme önerisi Hitler tarafından kayıtsız red edilince bundan sonrası Amerikalıların zaferi için bir zaman meselesi haline dönüştü.

Hitler bu kez Müttefiklere karşı kapsamlı bir hava harekatı başlattı. Bu harekat sonunda Almanlar 465 müttefik uçağı tahrip etse de kendileri de 277 uçak kaybetmişlerdi. Amerikalıların göreceli olarak sınırsız kaynakları için bu kayıp hiç birşeydi. Hitler ise tüm fabrikaları ateş altındayken, bu kaybedilen uçakları yerine koyabilecek durumda değildi.

Hitler, hava harekatıyla hemen hemen aynı zamanda, Amerikan Yedimci Ordusuna karşı bir karşı saldırı daha başlattı. Operation North Wind isimli bu harekat, Almanların batıdaki son saldırısı olacaktı.

Eisenhower, Bulge Savaşı'nı bitirmek üzere Bastogne'da bulunan Patton'ın Üçüncü ordusuna kuzeye, Daha kuzeyde bulunan Montgomery'ye de güneye ilerleme emri verdi. Plana göre bu ordular Alman Birliklerini kıstırıp ortadan kaldıracaklar ve orta yerde buluşacaklardı.

Patton bu emir sonucu harekete geçse de, Momtgomery, yine geleneksel olarak, havanın soğukluğundan ötürü planı riskli bulup tek taraflı bir kararla ilerlemeyi red etti. Almanlar da tank ve top gibi ağır silahlarını bırakmak pahasına, bu fırsatı kullanıp geri Almanya'ya kaçabildi.

Bulge savaşının İngiliz Başbakanı Winston Churchill'in 25 Ocak'da yaptığı bir konuşması ile bittiğini söylersek herhalde yanılmış olmayız. Bu konuşmasında Churchill, Bulge Savaşı'nın tarihe Amerikan Ordu'sunun kazandığı en büyük savaşlardan biri olarak geçeceğini söylemişti.

Bu noktada Alman karşı saldırısının harita üzerinde yarattığı "Bulge", yani çıkıntı kaybolmuş, Almanlar, Montgomery'nin de yardımıyla eski savunma hatlarına çekilmişlerdi.

Bulge Savaşı, Alman Ordusunun insan gücü, silah, cephane ve diğer rezervlerini tüketmişti. Alman hava kuvvetleri Luftwafe bozguna uğramış, tüm ordu ve ulusun morali bozulmuştu.

Bu savaşın hemen ardından, 12 Ocak'da Ruslar, Berlin'de son bulacak saldırılarını başlatacaktı.

Savaşın başka önemli sonuçları da Patton'ın sonunda geçmişte bedenlerinde yaşadığına inandığı tarihi kişilikler gibi tarihe geçmesi, Bradley'in, resmi olarak kayıtlara geçmese de, prestij ve havasının alınması, Montgomery'nin de boşboğaz söz ve hareketleri yüzünden komutasını kaybetmektense özür dilemeye razı olması olacaktı.

İşte çıkıntı savaşı dilimin döndüğünce böyle arkadaşlar. Canınızı sıkmadığımı umarım. Sonraki yazı bizim hikayelerimiz olacak.

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Çıkıntı Öncesi...

Adolf Hitler tam anlamıyla sosyopat biriydi. BBC'de izlediğim bir belgeselde, savaş sırasında Walter C. Langer (Oltır Si Lengır) isimli bir psiko-analistin hazırladığı, Hitlerin psikolojik profili anlatılıyordu.

Çocukluğundan, anne ve babasının ona karşı davranışlarından, sonrasında intihar eden bir akrabasıyla yaşadığı sapık, ensest sayılabilecek bir ilişkiye kadar hayatının detayları araştırılmış, hala yaşayan kişilerin tanıklığına başvurulmuştu. Yahudilere duyduğu nefretin nedenini homoseksüel eğilimlerine, iktidarsızlığına ve Eva Braun ile yaşadığı asexsüel, yani sekssiz ilişkiye kadar bağlayan iddialı bir programdı.

Belgeselde ileri sürülen iddiaların birçoğu akla yakın gelse de işin doğasından, yani konusu geçen birçok kişinin ölmüş ve olayların unutulmuş olmasından ötürü, baştan sona kanıtlanmış değiller. Yine de çok ilginç bir saat geçirtmişti bana.

Bu analizin homoseksüellik ve iktidarsızlık iddiaları kadar magazin olmasa da en önemli sonucu, Hitlerin paranoyak oluşu ve bunun zaman geçtikçe ilerleyecek olmasıydı.

Gerçekten de Hitler'in iktidarı boyunca yavaş yavaş paranoyasının arttığı, etrafındakilerden kuşkulanmaya başladığı, topluluklardan uzaklaştığı ve daha fazla kontrol etmeye kaydığı bir gerçektir.

Alman generallerinin savaşın başındaki harekatlarda yetki alanları çok genişti. İnisiyatif alıyorlar, değişen koşullara göre cephede taktik değiştirip üstünlüklerini koruyabiliyorlardı.

Zaman geçtikçe Hitler çok daha fazla günlük olaylara taraf olmaya başladı. Generallerin işlerine karışıyor, her kararı kendisi vermek istiyordu.

Örneğin, koşulsuz kendisine bağladığı tank birlikleri Normandiya çıkarması esnasında Hitler uyuduğu için savaşa girememişlerdi.

Benzeri bir şekilde bir Alman mühendislik harikası olan ilk operasyonel jet uçağı Messerschimit ME-262'ler hız ve yükseklik bakımından müttefiklerin elindeki her uçaktan kat be kat üstünlerdi. Alman generaller bu yeni uçakları, tüm orduya kan kusturan Amerikan B-17 Uçan Kale bombarduman uçaklarına karşı kullanmak istemişlerse de Hitler, kafayı bozduğu için bu yeni jetlerin burunlarının altına iki ufak bomba takıp yere saldırı amaçlı kullandırmıştı. Eğer bu uçaklar yeter sayıda üretilip Müttefik bombardıman uçaklarını önleme için kullanılabilseydi, savaşın kaderi değişebilirdi.

ME-262'ler Almanların tek askeri üstünlükleri değildi. Almanlar askeri teknolojinin sözkonusu olduğu her alanda müttefiklerden üstünlerdi.

King Tiger (King Taygır) tankları, müttefik kara birliklerin tam anlamıyla korkulu rüyalarıydı. Bu tankların topları müttefiklerin elindeki her tankı iki kilometreden delik deşik edecek kadar güçlü, zırhları ise bir müttefik tankının iki metreden yarım saat boyunca ateş etse de zarar veremeyeceği kadar sağlamdı. Ne var ki öncelik verilmediğinden yeteri sayıda imal edilmemişlerdi.

Almanlar yine savaşın sonuna doğru dahiyane bir silah tasarımlamışlardı. Bu yeni silah öyle uçan nükleer bombalar, yada Indiana Jones'vari biyolojik silahlar değil, bildiğimiz bitli piyade tüfeği idi. Yada doğru ismiyle taarruz tüfeği.

O güne kadar piyadeler iki tür genel maksat silahlarından birini seçmek durumundaydılar. Ya her defasında tek bir mermi atan, yavaş ancak uzun menzilli ve yüksek isabetli piyade tüfeklerini, yani Mauser - bizdeki adlarıyla Mavzer, ya da çok sayıda mermiyi kısa bir süre içerisinde atabilen, ancak kısa menzilli ve isabeti düşük makineli tüfekleri, örneğin MP-40, kullanıyorlardı.

Alman mühendisleri bu iki silahı birleştirip, istendiğinde uzun menzilli, nokta atışı yapabilen, bir anahtarı çevirerek de otomatik hale dönüp ateş kusan Sturmgewehr 44 (Şturmgevier) yada MP-44 isimli bu taarruz tüfeklerini tasarımlamışlardı. Günümüzün modern orduları hala bu konseptteki tüfekleri kullanmaktadırlar.

Gelin görün ki bu her genç piyadenin rüyası tüfeklerden yine yeterli sayıda üretilememişti.

Kaynaklar, Rusyada çatır çatır Alman askerleri ölürken. Churchill'e (Çörçhil) inat Britanyaya gönderilen V1 ve V2 roketlerine, ve başka bir dolu Zihni Sinir projesine harcanmış, savaşın gidişatını değiştirebilecek birçok yenilik ya gözardı edilmiş, ya da yeterli sayıda üretilememişti.

Bu kararları veren de bizim Hitler'den başkası değildi.

1944 yılının Temmuzunda Hitlere yapılan suikast teşebbüsü Hitler'in paranoyasını artık son safhasına getirmişti. Suikastle ilgili olduğu iddia edilen beş bine yakın üst düzey Alman general ve sivil yetkili ortadan kaldırılmıştı. Hitler artık tamamen önceden kestirilemez bir kişilik olmuştu.

Batıda İngiliz ve Amerikalılar, doğuda da Ruslarla savaşan Alman ordusunun iki cephede savaşa devam etmesi olanaklı değildi. Hitler bu cepheden kolayını, yani batı cephesini kapatıp tüm kuvvetlerini Rusları durdurmak için kullanmayı hedefledi. Bunun için de bir karşı saldırı planladı.

Bu plana göre, Hitler Almanya sınırından başlayacak ve Belçika üzerinden batıya doğru yönelecek sürpriz bir saldırıyla Müttefik kuvvetleri ikiye bölecek, 200 kilometre civarı bir uzaklığı katedip, Antwerp limanını ele geçirecekti.

Antwerp, Müttefiklerin tüm gereksinimlerinin varış limanıydı ve Almanlar bu limanı ele geçirirse Müttefik kuvvetler yavaşlayabilir, Alman ordusu da bir üstünlük sağlayabilir ve belki de bir anlaşma ile batı cephesi kapanabilirdi.

Askeri tarihçiler bu planı biraz fazla hırslı şeklinde tanımlarlar. İşin aslı, plan baştan aşağı aptalcadır.

Bir kere Alman ordusunun hiç savaşmadığını düşünsek bile, Antwerp'e gidecek kadar benzini yoktu. Hitler eksik benzinin yolda Amerikalılardan ele geçirilmesini planlamıştı. Bu Ankaradan İstanbula giderken sadece Bolu'ya kadar bilet alıp, gerisini Bolu'da düşünürüz demek gibi birşey.

İkinci olarak, bu hayalin gerçekleşip, Alman ordusunun Antwerp'i ele geçirdiğini düşünsek bile, doğru düzgün bir hava kuvveti olmadan bu limanı elde tutmaları mümkün olmayacaktı. Zaten Müttefikler de Almanya'dan Antwerp'e kadar uzanan bu koridoru seyretmeyecek, hemen saldırıp kapayacaktı.

Bu planın gerçekleşmesinin tek koşulu Almanların tüm Belçika, Hollamda, Lüksemburg ve Fransanın kuzeyini yeniden ele geçirmesiydi ki bu da düşünülmeyecek kadar saçma bir olasılıktı. Almanya eğer bu kadar kuvvetli olsaydı, zaten bu bölgeleri kaybetmezdi.

Ama Hitler de Hitler'di işte. Gel de Hayır de...

Harekatın komutanı olarak atadığı Rusya cephesinden gelme, deneyimli ve başarılı Mareşal Walter Model hedefleri daha mütevazi ancak çok daha gerçekçi olan bir iki alternatif plan önerse de Hitler fikrini değiştirmedi. Harekat Hitler'in istediği şekilde, yavaş yavaş hayata geçiyordu.

Bu harekata Unternehmen Wacht am Rhein (Ünternemen Vaht Rayn), yani Ren nehrini gözetleme ismi verilmişti. Ren nehri, Alman birliklerinin çekilip, Almanya sınırları içerisinde mevzilendiği savunma hattıydı ve harekata verilen bu isim, onu bir savunma inisiyatifi gibi gösteriyordu.

Bu harekatın belki de en önemli unsuru sürpriz faktörüydü.

Bir kere başlangıç noktası Belçika'nın Ardennes (Arden) bölgesinin ormanlık alanları olacaktı. Kimse bu bölgeden böyle bir saldırı beklemiyordu. Bunun da geçerli sebepleri vardı.

Tanklarıyla, toplarıyla bir ordu Ormanlık bir alanda sadece yollar üzerinde hareket edebilir. Bir de dev boyutlardaki King Tiger tanklarını düşünürsek bu yolların dar olanları bile yeterli olmayacaktır.

Bu yollarda ilerlerken de eğer önündeki araç isabet alır yada bozulursa tüm konvoy hareketsiz hale gelir. Bundan sonrası da Müttefiklerin atış eğitimine dönüşür.

Zaten bu yüzden bu bölgede o güne kadar herhangi bir çatışma olmamıştı. Amerikan askerleri bu cepheye The Ghost Front (Dı Goost Front), yani Hayalet Cephe ismini vermişlerdi ve asıl saldırı başladığımda, bölgede ağır çatışma sonrası dinlenmek için gelmiş birlikler vardı.

Sürpriz için kulağa güzel gelen bir yer ilk bakışta, ancak sürprizin gerçekleşmesi iki önemli koşula bağlıydı. Bir, kötü hava, ve iki, herkesin ağızını sıkı tutması.

Kötü hava, Müttefik keşif uçaklarının uçamaması yada uçsalar bile aşağıda ne olduğunu görememesi için gerekliydi. Çünkü çeyrek milyon kişilik ve binlerce araçlık bir askeri topluluğu uçaklardan gizleyemezsiniz.

Hitler bu kötü havada saldırma işini zaten adet haline getirmişti. Atlas okyanusunun üzerinde belirlenen, ve dört gün içerisinde içerilere gelecek kötü havayı kaçırmadı. Müttefik uçakları yoğun bulut tabakası yüzünden hiçbir şey göremiyordu.

Gizliliği sağlamak, kötü havadan biraz daha zordu çünkü hem heryer casus doluydu, hem de insanlar, her çağda, ülkede, dinde ve etnik kökende olduğu gibi, kendilerini önemli hissetmek için fazla konuşmayı seviyorlardı.

Hitler bu işi kısa yoldan halletti. Planlardan haberdar tüm komuta subaylara, birer SS subayının önünde bir kağıt imzaladı. Bu kağıtta, eğer operasyonla ilgili bir sızma olursa sadece kendilerinin değil, ailelerinin de sorumlu tutulacağı yazıyordu. Yani bir laf kaçarsa kendileri vurulacak, aileleri de en iyi ihtimalle bir toplama kampına gidecekti.

Bu taktik işe yaradı ve operasyon gününe kadar sızma, mızma olmadı.

İki yüz bin asker, üç yüz elli tank, üç yüz diğer zırhlı araç, bin altı yüz top ve bin roket bataryası sessizce Ardennes Ormanının içinden batıya doğru hareket etti. Bu birlikler sadece gece hareket ediyor, gündüzleri kamuflaj altında gizleniyordu.

Ardennes ormanı ve batısı, Amerikan General Omar Bradley'in (Omar Bredli) Birinci Ordu'su tarafından elde tutuluyordu. Bradley'in kuzeyinde, İngiliz Mareşal Bernard Law Montgomery'nin (Börnard Lo Montgomri) kuvvetleri ve çok daha uzak güneyde de Patton'ın (Pettın) üçüncü ordusu vardı.

Ardennes'deki Amerikan birlikleri Foxhole (Fakshool) denilen ve içinde bir-iki kişinin bulunduğu, kuyu biçiminde siperlerde mevzilenmişlerdi. Dondurucu soğuk ve kar, bu askerleri fazlasıyla olumsuz etkiliyordu.

Bu hava koşullarında, askerleri, daha önce pek kimsenin önemsemediği yeni bir sorun bekliyordu.

Amerikan askerlerine dağıtılan postallar günümüzdeki postallardan biraz farklı tasarımlanmıştı. Bugün aldığınız bir ayakkabının derisinin parlak tarafı dışta, tüylü, mat tarafı da içte olur. Dışardaki parlak tabaka, üzerine sıçrayan suyun akıp, ayakkabı tarafından emilmesini önler.

O günkü Amerikan postalları ise tam tersine, derinin parlak tarafı içerde, mat, tüylü tarafı dışarda üretiliyordu. Kaygan olmayan bu dış deri yüzey hem karı tutuyor, hem de eriyen suyu emiyordu. Soğuk havayla donan bu ıslak ayakkabılar Trench Foot (Trenç Fuut) yani Siper Ayağı denilen sağlık problemini birlikte getiriyordu.

Askerler çoraplarını çıkardığında ayak parmakları da çıkan çorapla birlikte geliyordu.

Aylardan Aralık, günlerden 15'di. Noel'e netedeyse bir hafta kalmıştı.

29 Temmuz 2014 Salı

Çıkıntıya Doğru...

Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı'nı kaybettiği nokta Berlin'in düşmesi, Hitler"in (eğer gerçekse) intahar etmesi yada Almanların kayıtsız şartsız teslim olmaları değil, 1944 yılında müttefiklerin zaferiyle sonuçlanan Bulge (Balc) savaşıdır. Tam İngilizce ismiyle The Battle of the Bulge (Dı Bettıl ov dı Balc).

Bulge, çıkıntı yada şişkinlik anlamına gelir. Aslında bir savaş için pek de alışık olmadığımız, komik bir isim. Gelin size bu savaşa neden çıkıntı dendiğini anlatayım.

Hitler'in Nazi Almanyası bütün Batı Avrupa'yı, haritanın üzerine dökülüp yayılan kırmızı mürekkep gibi baştan aşağı ele geçirmişti. En batıda İngiltere'ye havadan saldırıyor, doğuda da Rusyayla savaşıyordu.

Savaşın ilerlemesiyle Almanlar, Kuzey Afrika'da üstünlüğünü kaybetmişti. Amerikalılar da İngilizlerle birlikte Sicilya adasını ele geçirip, Kara Avrupa'sının kapısına ayaklarını koymak üzereydiler.

Sonrasında Normandiya çıkarması geldi. Amerikalılar Fransa'nın kuzeyinden Avrupa'ya girdiler. Alman ordusu Normandiya'da önemli bir yenilgi aldı ve Kıta Avrupasında da üstünlüğünü kaybetti.

Normandiya çıkarması sonrası, Alman ordusu Batı Avrupa'dan püskürtülmüş ve Almanya sınırına kadar geri çekilmiş, Almanya'nın batı sınırında, kuzey-güney doğrultusunda düz bir çizgi sayılabilecek bir hat oluşturmuştu.

Bu hat Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve Fransa ile komşuydu.

Müttefik askerler bu hattın üzerindeki Belçika, Lüksemburg ve Kuzey-doğu Fransa sınırındaki Ardennes (Arden) bölgesine Hayalet Cephe ismini vermişlerdi, çünkü bu bölge hattın en sessiz bölgesiydi. Herhangi kayda değer bir çatışma gerçekleşmemişti.

Bunun da geçerli bir sebebi vardı. Ardennes bölgesi yoğun bir ormanla kaplıydı.

Ormanlık alanlarda savaşmak çok zordur. Ağaçlar askerlere saklanmak için birçok seçenek sunar. Yine ağaçlık alanda cipler, kamyonlar, tanklar ve diğer tekerlekli araçlar çok zor hareket eder. Ormanın içinde açılmış yollarda ilerleyen askeri konvoyların önündeki aracı vurun, tüm konvoy hareket edemez hale gelir. Sonrası da İngilizcede dedikleri gibi "Sitting Duck" (Sitting Dak/Oturan Ördek, yani gel beni vur diye bekleyen ördek) durumları ortaya çıkar.

İşte buna rağmen, 1944 yılının Aralık ayında, herkesin artık bitti dediği Alman ordusu bu savaşması zor bölgede muazzam bir karşı saldırı başlattı. Alman birlikleri önlerine gelen herşeyi silip süpürdü, Belçikaya girdi ve önemli bir kent olan Bastogne'u (Baston) kuşatıp batıya doğru ilerlemesini sürdürdü.

Bu ilerleyiş, günün haritasında da komik bir görüntü oluşturdu. Göreceli olarak düz olan kuzay-güney doğrultusundaki bu hat, Alman karşı saldırısı sonucunda batıya doğru pipi gibi bir çıkıntı oluşturmuştu. İşte bu yüzden bu savaşın adı Çıkıntı Savaşı kaldı.

Battle of the Bulge, orduların olduğu kadar, bu orduları yöneten liderlerin de kişisel bir savaşı haline dönüşmüştü, hem de ilk akla gelecek şekilde Alman ve Müttefik liderlerin birbirleriyle savaşından ziyade, Alman ve Müttefik liderlerin kendi içlerinde bir savaş.

Bu savaşın en öne çıkan lideri için Amerikalı General George S. Patron Jr. (Corc Es Pettın Cuniyır), kısacası General Patton dersek çok fazla yanılmış olmayız.

Gelin zamanı geri alıp bu ilginç kişiliğin öyküsüne bir bakalım.

Patton, asker bir ailenin çocuğu olarak 1885 yılında doğdu. Amerika'nın en havalı askeri okulu olan West Point Akademisi'ni bitirdi.

Patton bir süvari idi. Süvari'nin İngilizce karşılığı olan Cavalry (Kevlıri) sözcüğü, Fransızca Cheval (Şeval), yani At sözcüğünden gelir ve at üzerinde savaşan asker demektir. Ne var ki Patton'ın ilk savaş deneyimi, ilk defa at yerine motorlu araçların kullanıldığı Pancho Villa (Panço Viya) seferi esnasında, Meksika'da yaşadı.

Bu mekanik atlar Patton'un fazlasıyla ilgisini çekmişti. Kara savaşında geleceğin başta tank, bu motorlu kara taşıtlarında olduğunu görmüştü. Bu yüzden birinci dünya savaşı esnasında yeni kurulmuş olan Amerikan Tank Birlikleri'ne katıldı, sonrasında Fransa'da kurulmuş Amerikan Tank Okulu'na komuta etti.

Savaş bittiğinde Amerikan ordusunun tank doktrininin geliştirilmesinde önemli rol oynadı. Patton, orduya o kadar büyük bir tutkuyla bağlıydı ki, tankçıların ünüformalarını bile kendisi tasarımladı.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ilk olarak Kazablanka'ya bir çıkarma yapıp Fas'ı kurtardı. Fas Sultanı ona "Les Lions Dans Leurs Tanières Tremblent En Le Voyant Approcher" (Le Lion Dan Lör Tanier Tromblö An Lö Vuayan Aproşe), yani "Yaklaştığında, Aslanların İnlerinde Titrediği (adam)" nişanını verdi :)

Bu arada Amerikan birlikleri Alman birlikleriyle savaş sırasında ilk defa Kaserin geçidinde karşı karşıya gelmiş, Almanlar, Amerikalıların tozunu atmıştı. Bu yenilginin ardından Patton, Kuzey Afrika'da Amerikan birliklerinin komutasını aldı. Patton'ın altında, ikinci komutan olarak yine Bulge Savaşının önemli bir karekteri olan Omar Bradley (Omar Bredli) yer alıyordu.

Patton, bu morali bozuk askerleri kendine has önderliğiyle disipline aldı ve sıkı bir eğitime tabi tuttu. Bu eğitim başarılı olmuştu. Amerikan birlikleri El Guettar'da, ünlü Alman Mareşali Erwin Rommel'ın (Ervin Romel) tank birliklerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Patton daha sonra Kuzey Afrika'nın kurtarılması esnasında birçok farklı yerde önemli roller oynadı.

Patton'un savaş esnasındaki ikinci önemli dönüm noktası Sicilya'nın kurtarılması oldu. Bu harekat esnasında Patton Yedinci Ordu'nun komutanlığını yapıyordu.

Patton'un başında olduğu birliklerin görevi, başlarında yine ünlü bir askeri karekter olan Bernard Law Montgomery'nin (Börnard Lo Montgomri) olduğu, işgali gerçekleştirecek İngiliz birliklerini korumaktı.

Geleneksel beceriksizliği ile Momtgomery yine savaşın ortasında bir yerde çakılıp kalmış, ilerleyemiyordu. Bu yüzden Patton'a Palermo kentini alma "izni" verildi. Palermo'yu alan Patton, bu kez izin mizin beklemeden yönünü Messina'ya çevirdi ve bu kenti de Montgomery'den önce ele geçirdi.

Patton, Alman ordusunun üst yönetimi içerisinde neredeyse en fazla önemsenen Amerikan generali haline gelmişti ve artık her an gerçekleşmesi beklenen Avrupa çıkarmasına komuta etmesine kesin gözüyle bakılıyordu.

Hem bu algıdan faydalanmak, hem de çıkarma hatekatına, aklına yatmadığında emirlere uymayan Patton gibi asi biri yerine askeri açıdan Patton kadar yetenekli olmasa da en azından daha fazla güvenebileceği biri olan Omar Bradley'i getirmek için, Muttefik Orduları Komutanı Dwight D. Eisenhoower (Duayt Di Ayzınhauır), Patton'a biraz olağandışı bir görev verdi.

Patton'ın bir sonraki görevi Amerikan Birinci Ordu Grubuna komuta etmekti. Ancak bu ordunun askerleri, tankları, topları yoktu. Birinci ordu tamamen hayali bir orduydu. Müttefikler yüzyılın en büyük kandırma harekatlarından birini gerçekleştirmiş, hergün binlerce hayali radyo mesajı, yazılı döküman ve dedi-kodu Alman ajanlarının önlerine atılmıştı.

Birinci ordunun tek gerçek ferdi aynı zamanda da komutanı olan General Patton'dı.

Patton, gerçek çıkarma Normandiya'dan çıkarma başlayıncaya kadar kuzeydeki Fransa'nın Pas de Calais (Pa dö Kale) kenti karşısında bulunan İngiliz Dover (Dovır) kentinde boy gösterip, Almanlar'a yanlış izlenim vermeyi sürdürdü.

Bu hareket işe de yaradı. Almanlar, Patton gibi bir askeri dehanın çıkarmaya komuta edeceğinden o kadar eminlerdi ki, Normandiya çıkarmasından sonra bile, Patton'ın asıl işgal kuvvetlerinin başında Pas de Calais'ye çıkmasını bekliyorlardı.

Bradley'nin komutasındaki müttefikler 6 Haziran 1944'de Normandiya'ya çıktı. İlk gün on bin civarı kayıp verdilerse de yine de sahil başını tutabildiler.

Ancak aradan yedi hafta geçmesine rağmen Amerikalılar Normandiya'da sadece on mil ilerleyebilmişlerdi. Beklenen kırılma ve hızlı işgal bir türlü gerçekleşmiyordu.

Ucuz etin yahnisi işte bu kadar oluyordu. Patton gibi askeri bir deha dururken, çıkarmanın komutasını sadece laf dinliyor diye Bradley gibi bir bürokrata verince ortaya böyle acayip bir manzara çıktı.

Bu uzun bekleyişin sonunda, Bradley, her başarısız ve vizyonsuz askerin yaptığını tekrarladı. Yani yüz asker yapamıyorsa bin asker gelsin, bin uçak yetmiyorsa üç bin uçak bombalasın mantığıyla Kobra kod adlı büyük bir operasyon başlattı. Binlerce Amerikan uçağı, Alman birliklerinin üzerine milyonlarca kilo bomba yağdırdı.

Bu arada Bradley, eski komutanı, yeni altında çalışan subayı Patton'ın sürekli fikrini alıyor, planlarını revize ediyordu. Ancak bu noktada Patton hala bir komuta pozisyonundan yoksundu.

Sonunda biraz da çaresizlikten beklenen gerçekleşti, Patton, Normandiya'ya uçtu ve zaren birkaç aydır eğitimini üstlendiği, bu kez gerçek bir askeri bir birlik olan, Amerikan Üçüncü Ordusunun komutasını aldı. Bradley hala Patton'ın komutanıydı ve Amerikan Birinci Ordusuna (Gerçek Birinci Ordu) komuta ediyordu.

Patton'la birlikte beklenen kırılma sonunda gerçekleşti. Amerikan ordusu Normandiya'nın içlerine doğru harekete geçti, ve hava desteğinin de sonucunda Alman ordusu doğuya doğru çekilmeye başladı.

Başında olduğu Üçüncü Ordu'ya verilen yeni görev, Normandiya'nın güney batısında kalan Britanya bölgesini kurtarmaktı. Doğuda geri çekilen Alman ordusunun asıl güçlerine saldırmak dururken, dost güçleri bölüp batıda stratejik bir önemi olmayan Britanya'ya saldırmak aptalca bir hareket olsa da Patton, komutasındaki orduyu bir daha kaybetmemek için bu saçma emre uydu ve Britanya bölgesini ele geçirdi.

Britanya sonrası Patton, ordusunun yönünü doğuya çevirip, geri çekilen Almanlara saldıran Bradley'nin Birinci ordusunun güneyinden, doğuya doğru çılgın bir hareket başlattı. Üçüncü ordu, iki hafta içerisinde dünyada hiçbir ordunun ulaşamadığı bir hızla yüz bin askere yakın Alman yedinci ordusunu kovalıyordu.

Tam Alman birliklerini Falais (Fale) ve Argentan (Arjentan) şehirleri arasında kıstırmak üzereyken Patton anlamsız bir şekilde "Dur" emri aldı. Bradley, iki Amerikan ordusunun karşılaştığında, ortaya çıkabilecek dost ateşinden kaynaklanabilecek kayıplardan korkmuş, üçüncü orduyu durdurmuştu.

Patton çaresiz durdu, Alman ordusu da bu zor bulunur kaçma fırsatını kullandı. Yüzbinlerce Alman askerinin kaçmasına rağmen, Patton'ın Üçüncü Ordu'su Almanlara on binden fazla kayıp verdirmiş, yirmi bin civarında da esir almıştı

Tarih kitapları bu koşulsuz yok edilmekten aptalca bir karar yüzünden kurtulan Alman kuvvetlerinin sonrasında kaç Amerikan askeri öldürdüklerini yazmaz. Çünkü zaferler önemlidir ve lekesiz kalmalıdır. Bradley bir Amerikan kahramanı olmak zorundadır çünkü beceriksiz bir Amerikan generali olamaz.

Patton, Fransayı baştan başa geçtiği bu Amerikan tarzı "Bliıtzkreig" (Blitzkriig/Şimşek) harekatında yüzlerce kent, kasaba ve köy kurtardı. Üçüncü Ordu'dan kaçan Alman birliklerinin bölgeyi boşaltması sonucunda Paris'e sadece girmek kalmışken Patton'a Parisi alma izni verilmedi. Eisenhoower, Paris'in kurtarılması başarısını, Özgür Fransız Ordusu'nun göstermesi gerektiğine karar verdi ve böylece Paris'i Fransızlar "kurtardı".

Patton'ın Üçüncü Ordusunun bu delice koşusu Metz kenti yakınlarında, Moselle (Mozel) nehrinin kıyısında, birden bire son buldu. Hem de tam Almanya'ya girecekken.

Çünkü ordunun benzini bitmişti.

Üçüncü Ordu'nun bu hızının sırrı, fazlasıyla mekanize, mobil bir yapısının olmasıydı. Yani, bol bol tank, top, kamyon gibi araçları vardı. Her gün bu araçların depolarının dolması için de yedi yüz elli bin litrelik benzine ihtiyaç duyuyordu. Normal bir arabanın deposunun altmış litre benzinle dolduğunu düşünürseniz, bu miktarın büyüklüğünü gözünüzde canlandırabilirsiniz.

İşte bu derece yoğun talebi olan benzin, Eisenhower'ın ani bir kararı ile Patton'ın üçüncü ordusundan alınıp, İngiliz Mareşal Montgomery'nin Almanya'ya kuzeyden, Belçika üzerinden planladığı bir saldırı için ayrıldı.

Montgomery'nin bu sarsakça planı, hem de Müttefiklerin Almanlara göre fazlasıyla üstün olduğu bir dönemde, Pearl Harbor (Pörl Harbır), Dunkirk (Dankörk) ve Normandiya dahil İkinci Dünya Savaşında aldıkları en önemli yenilgisi olacaktı. Size bir gün Hollanda'nın Arnhem bölgesine yolumuz düştüğünde, bu saldırıyı ve en önemli parçası olan Market Garden (Markıt Gardın) harekatını da anlatırım.

Ama orduda emir demiri keser, bildiğiniz gibi. Üçüncü Ordu durmuş, Almanya ele geçirebilinecekken İngilizlere ayıp olmasın, onların da bir kahramanları olsun diye Momtgomery'ye yeşil ışık yakılmıştı.

Savaş böyle birşey işte arkadaşlar. Generaller birbirleriyle flört etsin diye cephede on binlerce gariban asker Niyazi oluyor sizin anlayacağınız.

Trajikomik bir biçimde, Patton'ın benzinsiz Üçüncü Ordu'su, Almanların Patton'u durdurmak üzere Panzerlerle başlattığı Arracourt (Arakort) Savaşı isimli çok önemli bir karşı saldırıda Almanları yenilgiye uğratarak büyük bir başarı kazanmış, ancak Almanların durduramadığı Patton'ı sonrasında Eisenhower durdurmuştu.

Eylül ayındaki bu bekleme, Almanlar'a toparlanıp savunmalarını güçlendirmek için çok önemli bir fırsat verdi. Çatışmalar yeniden başladığında Metz savaşı her iki tarafın da önemli kayıplar vermesi pahasına aylar sürdü ve ancak Kasım ayında Amerikalıların üstünlüğüyle sonuçlandı.

Patton, gerekli benzini ancak Aralık ayının ortasında Antwerp (Antvörp) limanı işlemeye başladığımda elde edebilecekti.

Patton, Almanların sonsuza dek geri çekilmeyeceğinin farkındaydı. Mutlaka, bir noktada önemli bir karşı saldırı yapacaklarını sezmişti. İsmi, yazımızın konusu olacak Bulge yani Çıkıntı Savaşı olan bu karşı saldırı ile ilgili hiçbir bilgi yada işaret yokken bile kurmaylarıyla Almanları karşılayabilmek üzere plan yapmaya başlamış, Üçüncü Ordu'nun eğitimine hız vermişti.

Patton'ın Bulge Savaşı'na kadarki hikayesi işte böyle. Yukardaki kuru haliyle sadece içgüdüsel ve başarılı bir askerin hikayesi gibi geliyor insanın kulağına. Ancak Patton, kuru bir tarih öyküsünün çok ilerisinde bir kişilik.

Gelin biraz Patton'ın iç dünyasına girelim beraber. Hikayemizin bu kısmı çok daha eğlenceli.

Patton, beni en çok etkileyen askeri liderlerden biridir.

Patton ismini daha ilkokuldayken duymuştum, ancak onunla ilk teşvik-i mesaim, karekterini George C. Scott'ın (Corc Si Skat) canlandırdığı Patton isimli unutulmaz filmiyle olmuştu. Bu film, çekimde kullanılan tankların ikinci dünya savaşında kullanılanlarla ilgisi olmaması ve özellikle aynı zamanda filmin danışmanlığını yapan General Omar Bradley'nin yer aldığı sahnelerin gerçeğe uygun olmaması dışında, Patton'ın kişiliğini aslına çok yakın bir biçimde aktaran, izlemesi çok zevkli bir filmdir.

Gerçekten de Patton, çok özel bir kişilikti. Sonuna "manyak" ekleyebileceğimiz birçok sıfatı vardı, egomanyak, megalomanyak, savaş-manyak yada genel anlamda jenerik-manyak.

Oldukça dindar birisiydi. Reinkarinasyona (yeniden hayata dönmeye) inanır, kendisinin geçmişte önemli askeri kişilikler olarak yaşadığını düşünürdü.

Ağızı feci halde bozuktu. Filmin açılışında da fazlasıyla sansürlendikten sonra gösterilen, üçüncü orduya yaptığı "tarihi" bir konuşma vardır ki, hala çok popülerdir.

Bu konuşma şöyle başlar.

"Hiçbir piç ülkesi için ölerek bir savaşı kazanmamıştır. Savaş, karşıdaki zavallı salak piçleri ülkeleri için öldürerek kazanılır."

Bu konuşma aynı renklilikle devam eder.

"Bu savaş bitip eve gittiğinizde torununuz şöminenin başında size soracak, 'Dede, savaşta ne yaptın?' diye. Siz de utanıp sıkılıp, 'Deden savaş sırasında Luizyana'da bok küredi.' demek zorunda kalmayacaksınız. Hayır aslanım, sen torununun gözünün içine bakıp, 'Çocuğum, deden savaşta, başında Patton isimli tanrının cezası bir orospu çocuğunun olduğu muhteşem üçüncü orduyla ilerliyordu...' diyeceksin."

Ve final...

"Eveet, orospu çocukları, şimdi anladınız beni herhalde. Hepinizi heryerde, her zaman savaşa götürmekten gurur duyacağım. Hepsi bu..."

Ağızı bozuk olduğu kadar eli de ağırdı. Yani askerleri döverdi.

Bir çatışmadan sonra geleneksel olarak yaralı askerleri tek tek ziyaret ederken, gözü kenarda oturan bir askere takıldı.

"Neyin var çocuğum senin?" diye sorduğunda, asker "Bu topçu ateşine artık dayanamıyorum." diye cevap verdi.

Patton, bu askerin derdinin Battle Fatigue (Bettıl Fatiig/Savaş Yorgunluğu) olduğunu anlamıştı. Yani fiziksel bir problemi, yarası, kırığı, çıkığı yoktu, sadece korkudan kafayı yemişti.

Eldivenini çıkarıp "Çaat" diye çaktı tokadı buna.

Küfürün bini bir para tabii. "Atın bunu dışarı, bu korkak piçlerin bu kutsal yerde (sahra hastanesini kastediyor), bu kahramanların arasında (gerçek yaralı askerleri kastediyor) işleri yok." diye doktorlara bağırıyordu. Sonrasında yanındaki komutana bu askeri cepheye geri gönderin diye talimat verdi.

Benzeri bir olay birkaç hafta sonra yeniden gerçekleşti.

Bu tokat olayları, sonrasında basına sızdı ve Patton'ın başına çok iş açtı. Müttefiklerin komutanı ve eski arkadaşı General Eisenhower'ın emriyle, o zaman komutanı olduğu Yedinci Ordunun tümünün karşısında özür dilemek zorunda kaldı.

Askerliğe tutkuyla bağlıydı. Terfi edeceğini duyduğunda, resmi onayı beklemeden kendi kendini terfi ettirmiş, üniformasına ve arabasına kendiliğinden birer yıldız eklemişti.

Patton, ilk subaylık yıllarında .45 kalibrelik bir Colt (Kolt) tabanca taşıyordu. Yani bildiğimiz Tommiks tabancası. Bu silahı da herkes gibi kılıfına koymuyor, kovboylar gibi kemerine takıp geziyordu.

Birgün bu tabanca kazayla patladı. Patton da bu silahı atıp yerine ordu işi, yine 45'lik başka bir Colt aldı. Bu yeni tabancanın kabzası fildişi işlemeliydi ve ileride Patton'un en fazla tanınan ve bilinen simgesi olacaktı.

Bütün savaş boyunca detaylı bir hatıra defteri tutmuştu. Bu defter sayesinde Patton ne zaman ne hissetti, ordu disiplini yüzünden neyi düşünüp söyleyemedi, hepsini biliyoruz.

Lakabı "Blood and Guts" (Blad end Gats) dı, yani "Kan ve Bağırsaklar" (yaralanmış askerin betimlemesi). Bu lakap askerler arasında "Our blood and his guts" (Aur blad end hiz gats), yani bizim kanımız ve onun cesareti (İngilizce'de bağırsak anlamına gelen Gut kelimesi aynı zamanda cesaret de demek) şekline dönüşmüştü.

Kuzey afrikada bir toplantı esnasında Patton, İngiliz Hava Mareşaline, hava desteğinin eksikliğinden dolayı fırça çekiyordu. İngiliz komutan, "Endişeniz olmasın, havada bir tane bile Nazi uçağı görmeyeceksiniz.", dediği anda iki Nazi uçağı toplantının yapıldığı binayı makineli tüfek ateşine tutmuştu. Herkes kendisini masanın altına atıp korunmaya çalıştı. Odadaki herşey kırılıp dökülmüştü.

Patton nasıl sinirlendiyse, masanın altından çıkıp herkes siper almışken, binanın dışındaki açık alanda tabancasını çekti ve ayakta uçakların turlarını tamamlayıp, yeniden saldırıya geçmelerini bekledi. Uçaklar yine aynı hızla ateşe başlayıp, ortalığı toz duman ederken, bu da ayakta, dimdik, ufacık tabancasıyla hem küfür ediyor, hem de uçaklara ateş ediyordu.

Uçaklar gittikten sonra da hem bağırıyor hem de gülüyordu.

"Bu Nazi orospu çocukları eğer benim askerlerim olsaydı onlara madalya takardım!"

Sicilya Harekatı sırasında Patton ve Montgomery Messina'yı kim alacak diye yarıştaydılar. Patton'ın Messina'yı alacağını sezen komutanı, radyoyla ona Mesina'yı almamasını emreder. Patton ise bu mesajın parazitler içinde kaybolduğunu söyleyip, gider ve Messina'yı ele geçirir.

Sonrasında emir suayı, Messina'yı alma diyen generalin çok kızgın olduğunu ve Messina'yı aksi emre rağmen niye aldığını sorduğunu söyler.

Patton'ın cevabı şöyledir.

"Komutana sor, Messina'yı Almanlara geri mi vereyim?"

Bu Messina'nın alınma sahnesi filmde de çok dramatik bir biçimde gösterilir. Montgomery'nin birlikleri Messina'ya girdiğimde Patton"ın tankları meydanda sıraya dizilip, sözde bir karşılama töreni yaparlar.

Bu sahne oldukça eğlenceli olsa da gerçek değildir. Evet, Patton, Messina'yı Montgomery'den önce ele geçirmiştir ama arada ancak dakikalar vardı. Öyle tanklarla geçit töreni falan yapılmamıştı.

İşte Patton böyle ilginç bir kişilikti.

Ancak Bulge Savaşı'nın tek renkli kişiliği değildi.

Bulge savaşı Almanlar için de cephedeki askerlerden çok, komutanların kişiliklerinin bir savaşı olmuştu.

Bir sonraki yazıda Bulge Savaşı nasıl başladı, bir de Almanların tarafından bakacağız.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...