30 Temmuz 2014 Çarşamba

Çıkıntı Öncesi...

Adolf Hitler tam anlamıyla sosyopat biriydi. BBC'de izlediğim bir belgeselde, savaş sırasında Walter C. Langer (Oltır Si Lengır) isimli bir psiko-analistin hazırladığı, Hitlerin psikolojik profili anlatılıyordu.

Çocukluğundan, anne ve babasının ona karşı davranışlarından, sonrasında intihar eden bir akrabasıyla yaşadığı sapık, ensest sayılabilecek bir ilişkiye kadar hayatının detayları araştırılmış, hala yaşayan kişilerin tanıklığına başvurulmuştu. Yahudilere duyduğu nefretin nedenini homoseksüel eğilimlerine, iktidarsızlığına ve Eva Braun ile yaşadığı asexsüel, yani sekssiz ilişkiye kadar bağlayan iddialı bir programdı.

Belgeselde ileri sürülen iddiaların birçoğu akla yakın gelse de işin doğasından, yani konusu geçen birçok kişinin ölmüş ve olayların unutulmuş olmasından ötürü, baştan sona kanıtlanmış değiller. Yine de çok ilginç bir saat geçirtmişti bana.

Bu analizin homoseksüellik ve iktidarsızlık iddiaları kadar magazin olmasa da en önemli sonucu, Hitlerin paranoyak oluşu ve bunun zaman geçtikçe ilerleyecek olmasıydı.

Gerçekten de Hitler'in iktidarı boyunca yavaş yavaş paranoyasının arttığı, etrafındakilerden kuşkulanmaya başladığı, topluluklardan uzaklaştığı ve daha fazla kontrol etmeye kaydığı bir gerçektir.

Alman generallerinin savaşın başındaki harekatlarda yetki alanları çok genişti. İnisiyatif alıyorlar, değişen koşullara göre cephede taktik değiştirip üstünlüklerini koruyabiliyorlardı.

Zaman geçtikçe Hitler çok daha fazla günlük olaylara taraf olmaya başladı. Generallerin işlerine karışıyor, her kararı kendisi vermek istiyordu.

Örneğin, koşulsuz kendisine bağladığı tank birlikleri Normandiya çıkarması esnasında Hitler uyuduğu için savaşa girememişlerdi.

Benzeri bir şekilde bir Alman mühendislik harikası olan ilk operasyonel jet uçağı Messerschimit ME-262'ler hız ve yükseklik bakımından müttefiklerin elindeki her uçaktan kat be kat üstünlerdi. Alman generaller bu yeni uçakları, tüm orduya kan kusturan Amerikan B-17 Uçan Kale bombarduman uçaklarına karşı kullanmak istemişlerse de Hitler, kafayı bozduğu için bu yeni jetlerin burunlarının altına iki ufak bomba takıp yere saldırı amaçlı kullandırmıştı. Eğer bu uçaklar yeter sayıda üretilip Müttefik bombardıman uçaklarını önleme için kullanılabilseydi, savaşın kaderi değişebilirdi.

ME-262'ler Almanların tek askeri üstünlükleri değildi. Almanlar askeri teknolojinin sözkonusu olduğu her alanda müttefiklerden üstünlerdi.

King Tiger (King Taygır) tankları, müttefik kara birliklerin tam anlamıyla korkulu rüyalarıydı. Bu tankların topları müttefiklerin elindeki her tankı iki kilometreden delik deşik edecek kadar güçlü, zırhları ise bir müttefik tankının iki metreden yarım saat boyunca ateş etse de zarar veremeyeceği kadar sağlamdı. Ne var ki öncelik verilmediğinden yeteri sayıda imal edilmemişlerdi.

Almanlar yine savaşın sonuna doğru dahiyane bir silah tasarımlamışlardı. Bu yeni silah öyle uçan nükleer bombalar, yada Indiana Jones'vari biyolojik silahlar değil, bildiğimiz bitli piyade tüfeği idi. Yada doğru ismiyle taarruz tüfeği.

O güne kadar piyadeler iki tür genel maksat silahlarından birini seçmek durumundaydılar. Ya her defasında tek bir mermi atan, yavaş ancak uzun menzilli ve yüksek isabetli piyade tüfeklerini, yani Mauser - bizdeki adlarıyla Mavzer, ya da çok sayıda mermiyi kısa bir süre içerisinde atabilen, ancak kısa menzilli ve isabeti düşük makineli tüfekleri, örneğin MP-40, kullanıyorlardı.

Alman mühendisleri bu iki silahı birleştirip, istendiğinde uzun menzilli, nokta atışı yapabilen, bir anahtarı çevirerek de otomatik hale dönüp ateş kusan Sturmgewehr 44 (Şturmgevier) yada MP-44 isimli bu taarruz tüfeklerini tasarımlamışlardı. Günümüzün modern orduları hala bu konseptteki tüfekleri kullanmaktadırlar.

Gelin görün ki bu her genç piyadenin rüyası tüfeklerden yine yeterli sayıda üretilememişti.

Kaynaklar, Rusyada çatır çatır Alman askerleri ölürken. Churchill'e (Çörçhil) inat Britanyaya gönderilen V1 ve V2 roketlerine, ve başka bir dolu Zihni Sinir projesine harcanmış, savaşın gidişatını değiştirebilecek birçok yenilik ya gözardı edilmiş, ya da yeterli sayıda üretilememişti.

Bu kararları veren de bizim Hitler'den başkası değildi.

1944 yılının Temmuzunda Hitlere yapılan suikast teşebbüsü Hitler'in paranoyasını artık son safhasına getirmişti. Suikastle ilgili olduğu iddia edilen beş bine yakın üst düzey Alman general ve sivil yetkili ortadan kaldırılmıştı. Hitler artık tamamen önceden kestirilemez bir kişilik olmuştu.

Batıda İngiliz ve Amerikalılar, doğuda da Ruslarla savaşan Alman ordusunun iki cephede savaşa devam etmesi olanaklı değildi. Hitler bu cepheden kolayını, yani batı cephesini kapatıp tüm kuvvetlerini Rusları durdurmak için kullanmayı hedefledi. Bunun için de bir karşı saldırı planladı.

Bu plana göre, Hitler Almanya sınırından başlayacak ve Belçika üzerinden batıya doğru yönelecek sürpriz bir saldırıyla Müttefik kuvvetleri ikiye bölecek, 200 kilometre civarı bir uzaklığı katedip, Antwerp limanını ele geçirecekti.

Antwerp, Müttefiklerin tüm gereksinimlerinin varış limanıydı ve Almanlar bu limanı ele geçirirse Müttefik kuvvetler yavaşlayabilir, Alman ordusu da bir üstünlük sağlayabilir ve belki de bir anlaşma ile batı cephesi kapanabilirdi.

Askeri tarihçiler bu planı biraz fazla hırslı şeklinde tanımlarlar. İşin aslı, plan baştan aşağı aptalcadır.

Bir kere Alman ordusunun hiç savaşmadığını düşünsek bile, Antwerp'e gidecek kadar benzini yoktu. Hitler eksik benzinin yolda Amerikalılardan ele geçirilmesini planlamıştı. Bu Ankaradan İstanbula giderken sadece Bolu'ya kadar bilet alıp, gerisini Bolu'da düşünürüz demek gibi birşey.

İkinci olarak, bu hayalin gerçekleşip, Alman ordusunun Antwerp'i ele geçirdiğini düşünsek bile, doğru düzgün bir hava kuvveti olmadan bu limanı elde tutmaları mümkün olmayacaktı. Zaten Müttefikler de Almanya'dan Antwerp'e kadar uzanan bu koridoru seyretmeyecek, hemen saldırıp kapayacaktı.

Bu planın gerçekleşmesinin tek koşulu Almanların tüm Belçika, Hollamda, Lüksemburg ve Fransanın kuzeyini yeniden ele geçirmesiydi ki bu da düşünülmeyecek kadar saçma bir olasılıktı. Almanya eğer bu kadar kuvvetli olsaydı, zaten bu bölgeleri kaybetmezdi.

Ama Hitler de Hitler'di işte. Gel de Hayır de...

Harekatın komutanı olarak atadığı Rusya cephesinden gelme, deneyimli ve başarılı Mareşal Walter Model hedefleri daha mütevazi ancak çok daha gerçekçi olan bir iki alternatif plan önerse de Hitler fikrini değiştirmedi. Harekat Hitler'in istediği şekilde, yavaş yavaş hayata geçiyordu.

Bu harekata Unternehmen Wacht am Rhein (Ünternemen Vaht Rayn), yani Ren nehrini gözetleme ismi verilmişti. Ren nehri, Alman birliklerinin çekilip, Almanya sınırları içerisinde mevzilendiği savunma hattıydı ve harekata verilen bu isim, onu bir savunma inisiyatifi gibi gösteriyordu.

Bu harekatın belki de en önemli unsuru sürpriz faktörüydü.

Bir kere başlangıç noktası Belçika'nın Ardennes (Arden) bölgesinin ormanlık alanları olacaktı. Kimse bu bölgeden böyle bir saldırı beklemiyordu. Bunun da geçerli sebepleri vardı.

Tanklarıyla, toplarıyla bir ordu Ormanlık bir alanda sadece yollar üzerinde hareket edebilir. Bir de dev boyutlardaki King Tiger tanklarını düşünürsek bu yolların dar olanları bile yeterli olmayacaktır.

Bu yollarda ilerlerken de eğer önündeki araç isabet alır yada bozulursa tüm konvoy hareketsiz hale gelir. Bundan sonrası da Müttefiklerin atış eğitimine dönüşür.

Zaten bu yüzden bu bölgede o güne kadar herhangi bir çatışma olmamıştı. Amerikan askerleri bu cepheye The Ghost Front (Dı Goost Front), yani Hayalet Cephe ismini vermişlerdi ve asıl saldırı başladığımda, bölgede ağır çatışma sonrası dinlenmek için gelmiş birlikler vardı.

Sürpriz için kulağa güzel gelen bir yer ilk bakışta, ancak sürprizin gerçekleşmesi iki önemli koşula bağlıydı. Bir, kötü hava, ve iki, herkesin ağızını sıkı tutması.

Kötü hava, Müttefik keşif uçaklarının uçamaması yada uçsalar bile aşağıda ne olduğunu görememesi için gerekliydi. Çünkü çeyrek milyon kişilik ve binlerce araçlık bir askeri topluluğu uçaklardan gizleyemezsiniz.

Hitler bu kötü havada saldırma işini zaten adet haline getirmişti. Atlas okyanusunun üzerinde belirlenen, ve dört gün içerisinde içerilere gelecek kötü havayı kaçırmadı. Müttefik uçakları yoğun bulut tabakası yüzünden hiçbir şey göremiyordu.

Gizliliği sağlamak, kötü havadan biraz daha zordu çünkü hem heryer casus doluydu, hem de insanlar, her çağda, ülkede, dinde ve etnik kökende olduğu gibi, kendilerini önemli hissetmek için fazla konuşmayı seviyorlardı.

Hitler bu işi kısa yoldan halletti. Planlardan haberdar tüm komuta subaylara, birer SS subayının önünde bir kağıt imzaladı. Bu kağıtta, eğer operasyonla ilgili bir sızma olursa sadece kendilerinin değil, ailelerinin de sorumlu tutulacağı yazıyordu. Yani bir laf kaçarsa kendileri vurulacak, aileleri de en iyi ihtimalle bir toplama kampına gidecekti.

Bu taktik işe yaradı ve operasyon gününe kadar sızma, mızma olmadı.

İki yüz bin asker, üç yüz elli tank, üç yüz diğer zırhlı araç, bin altı yüz top ve bin roket bataryası sessizce Ardennes Ormanının içinden batıya doğru hareket etti. Bu birlikler sadece gece hareket ediyor, gündüzleri kamuflaj altında gizleniyordu.

Ardennes ormanı ve batısı, Amerikan General Omar Bradley'in (Omar Bredli) Birinci Ordu'su tarafından elde tutuluyordu. Bradley'in kuzeyinde, İngiliz Mareşal Bernard Law Montgomery'nin (Börnard Lo Montgomri) kuvvetleri ve çok daha uzak güneyde de Patton'ın (Pettın) üçüncü ordusu vardı.

Ardennes'deki Amerikan birlikleri Foxhole (Fakshool) denilen ve içinde bir-iki kişinin bulunduğu, kuyu biçiminde siperlerde mevzilenmişlerdi. Dondurucu soğuk ve kar, bu askerleri fazlasıyla olumsuz etkiliyordu.

Bu hava koşullarında, askerleri, daha önce pek kimsenin önemsemediği yeni bir sorun bekliyordu.

Amerikan askerlerine dağıtılan postallar günümüzdeki postallardan biraz farklı tasarımlanmıştı. Bugün aldığınız bir ayakkabının derisinin parlak tarafı dışta, tüylü, mat tarafı da içte olur. Dışardaki parlak tabaka, üzerine sıçrayan suyun akıp, ayakkabı tarafından emilmesini önler.

O günkü Amerikan postalları ise tam tersine, derinin parlak tarafı içerde, mat, tüylü tarafı dışarda üretiliyordu. Kaygan olmayan bu dış deri yüzey hem karı tutuyor, hem de eriyen suyu emiyordu. Soğuk havayla donan bu ıslak ayakkabılar Trench Foot (Trenç Fuut) yani Siper Ayağı denilen sağlık problemini birlikte getiriyordu.

Askerler çoraplarını çıkardığında ayak parmakları da çıkan çorapla birlikte geliyordu.

Aylardan Aralık, günlerden 15'di. Noel'e netedeyse bir hafta kalmıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...