7 Ağustos 2014 Perşembe

Trier

Ardennes (Arden) gezimizden dönerken plana göre bir kaç saatlik bir vaktimiz olacaktı. Biz de yakınlarda neresi var diye bakındık ve Almanya'nın Trier kentini bulduk.

Bu gün aksiliğim üstümde hazır, lafı fazla gevelemeden anlatayım size.

Avrupa'da gezerken en az zevk aldığım ülke Almanya'dır.

Şehirleri çok tatsız, çok ruhsuz gelir bana. Ancak bu Almanların estetik eksikliklerinden değil, sadece tarihin bir sonucu.

Çünkü, İkinci Dünya Savaşının sonunda güzelim ülkede taş üstünde taş kalmamış. Ellili ve aştmışlı yıllarda ülke yeniden yapılırken de o yılların popüler ve "modern" mimarisi kullanılmış. Böylece birçok bina, modernlik adına, Karadenizli Müteahit tarzı olmuş.

Bir Paris'de gezerken insan kendini zaman tünelinden geçmiş gibi hisseder. Münihte gezerken ise sanki Ankara'da, Kızılayda hissediyorsunuz kendinizi. Çünkü, Ankara'nın birçok yeri de aynı yıllarda yapılmış.

Alman şehirlerini antipatik yapan başka bir unsur da Almanların biraz aşırıya kaçan modernlik tutkuları.

Örneğin Almanya'da, birçok şehirde, Jetgiller tarzı, manasız birer televizyon kulesi bulunur. Bu kuleler sanki Marslıların uzay merkezi gibi dururlar. Önemli bir işlevleri varmış havasını verseler de, pratikte bu uzayvari halleri fazla bir işe yaramaz. İş eğer televizyon yayını yapmaksa, dünyadaki diğer tüm ülkeler gibi televizyon antenlerini yüksek bir tepeye dikerek de aynı sonucu elde edebilirlerdi. Ne var ki, onlar modern görünüyor diye şehirlerin merkezine o ucubik kuleleri dikmişler.

Başka bir modernlik alameti de camla kaplı muazzam gökdelenler. Berlinde böyle üç beş bina gezdim ki, insan içeri girince kendisini NASA'nın kontrol merkezinde hissediyor. Keza Frankfurt, ya da Münih. Bu binalar ilk bakışta biraz cazip görünseler de, bence şehrin ruhundan çalıyorlar.

Berlin'de Merkel'in Şansölyeliği (umarım böyle bir kelime vardır, İngilizce chancellery'den uydurdum), yani Başbakanlık Binası yine Klingon'ların başkenti Kronos'a benziyor. Hemen yanı daki Reichstag binası çok daha ruhlu olabilirmiş sanki.

Durum böyle işte. Savaş sonrası dümdüz olmuş bir ülkeyi yeniden hayata döndürürken, biraz da modernleştirelim demişler, bu yüzden de Avrupa'nın tarih kokan diğer şehirlerine göre biraz tatsız kalmışlar, sizin anlayacağınız.

Ve ben de, bu yüzden, Trier gezisi için pek nefesimi tutmamıştım.

Ancak bir geldik, bir gördük ki... Yukarda söylediklerimle halt etmişim.

Ben Almanya'da bu kadar güzel, bu kadar cazibeli bir şehir olabileceğini düşünmemiştim.

Trier, Almanya'daki en eski kent. Taa, Romalılardan kalma.

Şehrin her noktası ayrı bir cazibe odağı. Kiliseler, çeşmeler, Romalılardan kalma diğer binalar insanı çok çabuk havaya sokuyor.

Ancak bir de meydanı var ki, bir ressamın fırçasından çıkmış gibi.

Trier Meydanı
Sanki her bina ayrı ayrı planlanmış. Hakim renk kahverengi, ancak pembeden mora, bir ressam paleti dolusu renkte, eski tarz mimarisiyle onlarca bina var.

Meydanın ortasında altın kaplama bir heykelin süslediği koca bir çeşme, hemen yanında da pazar yerinin korumasını ve bereketini üstlenmiş bir haç var.

Meydana giren yolların en genişi, sizi şehrin Roma devrinden kalma, devasa kapısına getiriyor. Bu kapının ismi Porto Negro, yani Kara Kapı. Porto Negro'nun diğer yüzü ise bir botanik cennetinin süslediği yol üzeri dizilmiş otel ağırlıklı yapılar.

Meydana açılan göreceli olarak dar bir yol, sizi şehrin katedraline götürüyor. Dev bir yapı bu. Etrafında ise aynı güzellikte eski yapılar.

Bu şehir, rahat rahat Strazburg yada Milano gibi şehirlerle karşılaştırılabilir.

Jelena ile bol bol gezdik, hatta niye Lüksemburg yerine burada kalmadık diye hayıflandık.

Ancak Trier'in bir başka önemli özelliği var ki, anlatmak biraz vakit alacak sanki.

Nerden başlasam, nasıl anlatsam, cidden bilmiyorum. Sonuçta bir gezi yazısı olsa da, Trier'in bu önemli özelliği sebebiyle biraz siyasete dokındıracağız ve sonunda bunu okuyan sağcısıyla da, solcusuyla da papaz olacağız, biliyorum.

Çünkü millet olarak fanatiğizdir. Kendimiz gibi düşünmeyen herkese acımasızca saldırır, farklılıkları anlayamaz yada hazmedemeyiz. Kendimize cahilce ve körlemesine inanır, başka fikirlerin doğru olabilme olasılığını bile dikkate almayız.

Kendimizi beğenir, cahilce ukalalığa bayılırız.

Az önce dediğim gibi, nasılsa bunu okuyunca, sağcısı, solcusu, dindarı, laiği tepeme çıkacaksınız, peşinen fırçamı atayım da sonrasında içimde kalmasın :)

Tabii ki bu arada dinlemesini bilen, farklı düşünceleri hazmedebilen, medeni bir biçimde karşı da olsa fikrini söyleyebilen, olgun azınlığı tenzih ediyorum.

Yazımızın bu bölümünün konusu Karl Marx (Ayy, Ayy, Ayy!)

Hani şu komünizmin mucidi Marx.

Çünkü Trier'de, 664 Brückergasse adresinde bu önemli kişiliğin 1818 yılında doğduğu ve 17 yaşına kadar yaşadığı ev var.

Alman Sosyal Demokrat partisi bu evi satın alıp, bir müze haline getirmiş.

Biz de bir zamanlar komünizmin zorunlu olduğu bir ülke kökenli eşim Jelena ve bir zamanlar komünizmin tukaka sayıldığı bir ülke kökenli ben kulunuz, buraya kadar gelmişken bu evi ziyaret edelim dedik.

Karl Marx'ın doğduğu günlerde Trier kenti Prusya krallığının, Aşağı Ren eyaletindeymiş. İlk akla gelenin aksine, Karl zengin sermayenin egemenliğine karşı fakir işçilerin mücadelesini başlatacak olsa da, ailesi varlıklı ve oldukça iyi durumdaymış.

Yine ilk akla gelenin aksine Karl Marx, ne tam anlamıyla Alman, ne de tam anlamıyla Hristiyan kökenli. Anne tarafından dedesi Felememk, yani Hollandalı bir Haham, yani Yahudi. Anne Marx Henrietta'nın akrabaları, bu günkü Philips firmasının kurucuları.

Baba tarafından dede ve tüm soy da Trier kentinin Hahamlarından, yani onlar da Yahudi.

Baba Marx, Anti-Semitizm nedeniyle daha Karl doğmadan din değiştirip Protestan (Hristiyan) olmuş ancak seküler yani laik bir eğitim görmüş. Eskiden Musevi Herschel (Herşel) olan ismini de Alman Heinrich (Haynrik) yapmış. Anne Henrietta ise dinini değiştirmeyip, Yahudi kalmış.

Karl ise Protestan olarak vaftiz edilmiş.

Bunları bilgi olsun diye söylüyorum. Ben ne Marx'ın, ne de herhangi bir kişinin Yahudilik, Hristiyanlık yada başka bir inanışa sahip olmasında bir sorun görmüyorum. Farklı inanışları ve kökenleri kültürel renklilik olarak algılıyorum ve tüm Yahudi arkadaşlarıma buradan selam gönderiyorum.

Şunu basitleştirip bir daha yazalım, ne olur ne olmaz. Ben her insanın kayıtsız eşitliğine inanıyorum ve bütün ırkçı, dinci, mezhepçi yaklaşımları şiddetle kınıyorum.

Şu geldiğimiz hale bakın ya... Bir paragraf lafa, iki paragraf disclamer yazıyoruz, müptezellerin korkusuna. Ne yapalım, çocuklarımız affetsin.

Neyse dönelim Karl Marx'a...

Karl, ilk eğitimini oldukça kültürlü biri olan babasından aldı ve Trier Lisesinde sürdürdü. 17 yaşına geldiğinde Bonn Üniversitesine girdi ve burada felsefe ve edebiyat okudu. Fikirlerini biraz fazlaca tutkuyla savunduğundan sonu düelloya giden tartışmalar yaşadı. Bu felsefi işlere biraz fazla kendisini kaptırmıştı. Okulda notları düşmeye başladı ve babası onun kaydını Berlin Üniversitesine aldırdı.

Karl, 1836 yılında Prusya'nın kraliyet ailesinden Barones Jenny von Westphalen ile nişanlandı. Jenny, Karl için başka bir aristokratla nişanını bozmuştu.

Berlin Üniversitesinde hukuk okuyor olsa da Karl'ın aklı felsefede kalmıştı. Önemli biçimde Hegel isimli filozofun etkisi altında kaldı. İlerleyen zamanlarda doktorasını tamamladı ve arkadaş olduğu Bauer ile birlikte din ile felsefe arasımdaki ilişkiyi inceledi.

Herhalde söylemeye gerek yok, Karl bir ateistti ve teolojinin felsefeye boyun eğeceğini savunuyordu. Ateist olması, caddelerde içip, içip eşekler üzerinde gezmesi ve kilisede gülüp gürültü çıkarması yüzünden, zamanın dindar kesimi ile önemli sürtüşmeler yaşamıştı.

Karl, 1842 yılında Köln'e yerleşti ve gazeteciliğe başladı. Yazılarında daha kafasında yeni gelişmeye başlamış sosyalizm ve ekonomi konularına yer veriyor, sağ eğilimli görüş ve partileri eleştiriyordu. Prıusya polisi gazeteyi gözlem altına almış, beğenmediği yazıları sansürlemeye başlamıştı.

Karl, 1843 yılında nişanlısı Jenny ile evlendi.

İlerleyen günlerde Karl fikirleri ve bunları ifade biçiminde gitgide keskinleşecekti. Radikal solcu bir gazetede yazmaya başladı ve Alman ve Fransız solcularını biraraya getirme işine soyundu. Aynı yıl karısıyla Paris'e yerleşti.

Artık görüşleriyle ve eylemleriyle bugün bilinen Marx kişiliğine evrilmişti.

1844 yılında, Paris'te, adı artık neredeyse sürekli kendisiyle birlikte anılacak Alman filozof Frederich Engels ile tanıştı. Engels, Marx'ı, komünist devrimin işçi sınıfı tarafından yapılması gerektiğine ikna etti.

Marx, Paris'te kaldığı süre boyunca ekonominin politikayla, daha geniş planda, ideolojilerle bağlantısını inceledi. Bu ilgisi ileride, belki de en önemli eseri olacak üç ciltlik Das Kapital ile sonuçlanacaktı.

Radikal görüşleri sebebiyle artık Fransa'da kalması olanaksızlaşınca, ekonomi ve politika yazmamak için söz vermesi karşılığında Bürüksel'e yerleşti. Daha sonra Engels de Bürüksel'de Marx'a katıldı.

Marx ile Engels'in en bilinen yapıtı olan Komünist Manifesto 1848 yılında yayınlandı. Bu kitapta ilkin sınıflar arası mücadele ve kapitalizmin sorunları sıralanıyor, sosyal yaşam ve politikanın doğasını inceleniyor ve kapitalist düzenin nasıl önce sosyalizme, sonra da komünizme evrileceği anlatılıyordu.

Marx 1849 yılında, karısı ile birlikte hayatının geri kalanını geçireceği Londra'ya yerleşti. Burada komünist örgütlenme için çalışmalarına devam etti.

Marx, 1860 yılında Das Kapital'i yazmaya yeniden başladı. Bu kitabın ilk cildi 1867'de yayınlamdı. İçerik olarak kapitalizmi eleştiriiyor ve çöküşünü öngörüyordu. Diğer iki cilt ise Marx'ın ölümünden sonra Engels tarafından toparlandı ve basıldı.

Marx'ın yedi çocuğu olmuştu ancak bunların sadece üçü uzun sayılanilecek kadar yaşadı. İddiaya göre evin hizmetçisinden, meşru olmayan bir çocuğu daha olmuştu

Marx, 1883 yılında, Londra'da hastalanıp öldü. Öldüğünde bir vatanı yoktu ve cenazesine de sadece onbir kişi gelmişti.

İşte, ideolojisine girmeden, bir filozofun yaşam öyküsünü aktardım size.

Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, aynı fikirde olursunuz, olmazsınız, sizin takdiriniz ancak Marx'ın dünya üzerinde iz bırakan, gelmiş geçmiş en önemli fikir insanlarından biri olduğu tartışılmaz.

Ben Marx'ı tam anlamıyla anladığımı iddia edemem. Das Kapital'in çok yalın bir özetini okudum. Komünist Manifesto'ya da şöyle bir göz gezdirdim.

Bana sorarsanız (Ayy, Ayy, Ayy!) öyle çok evrensel görüşler değil yazdıkları. Ondokuzuncu yüzyılın koşullarına daha fazla uyuyor. İşçi sınıfı artık kaybolmak üzere. Üretim toplumundan bilgi toplumuna geçiyoruz. Kapitalizmin beşiği Amerika'da bile üretim durdu. Her şey ya robotlarla, ya da dünyada işçilerin en az ücret aldığı, en kötü koşullarda çalıştığı "Komünist" Çin'de üretiliyor. Bunlar pek Marx'ın öngörülerine uymuyor sanki.

Bence fazlaca romantik ve biraz da sürrealist bir ideoloji bu komünizm, Enerji başta, kaynakların kısıtlı olduğu bir ortamda, öyle lay lay lom, herkes eşit olsun, kaynaklar eşit paylaşılsın olmuyor işte.

Aynı zamanda (Ayy, Ayy, Ayy!), adam öyle şeytani ve kötü niyetli biri de değil. Eğer istediği düzen olabilseydi, herkes mutlu olurdu. Kim bilir, belki herkese yetecek bir enerji kaynağı bulduğumuzda, fikirlerine kucak açabiliriz. Uzay Yolu dizisinin dramatize ettiği evren sanki Marx'ın düşlediği düzen gibi :)

Ancak Marx dünyamızı pek kendi istediği şekilde olmasa da kökünden değiştirdi.

Herkes komünizm ya da komünizm korkusunu kullanarak bir kazanç, bir öncelik sağladı.

Hitler ve Mussolini'den mislisiyle fazla insan öldüren tüm zamanların en kanlı diktatörü Stalin, bütün zulmünü Marx'ın ideolojisi komünizm adına, komünizmi kullanarak yaptı. SSCB Rusyası komünizm adı altında egemenliği kapitalist sermayeden alıp Komünist Partisi adlı başka bir zümreye devretti.

Kapitalist ABD komünizm korkusunu kullanarak yarım yüzyıl dünyanın yarısına silah satarken, komünist SSCB'de dünyanın geri kalan yarısına komünizm adına silah sattı.

Hitler, iktidarını komünistlerin Alman parlemento binası Reichstag'ı yaktıklarını iddia ederek perçinledi. İkinci Dünya Savaşı esnasında (yanlış okumadınız) ABD ve İngiltere ile ittifak halinde Ruslarla komünizmi durdurmak adına savaşmayı planlıyordu.

Amerikalı General George S. Patton, savaşın sonunda Almanlar teslim olduktan sonra, "Hazır gelmişken komünistlerle savaşı başlatalım, nasılsa birkaç sene içerisinde bunlarla savaşmak zorunda kalacağız." demişti.

Soğuk savaş sırasında Avrupa'da, Güney ve Kuzey Amerika'da, Avrupa'da milyonlarca insan komünizm adına yada komünist oldukları için eziyet gördü, hapislerde çürüdü ya da öldürüldü.

Ülkemizde, "Kırmızı Elma" dedikleri için, ya da dedelerinin resimlerinin Marx'ın resmine benzettiklerinden insanlara komünist damgası vuruldu, eziyet gördüler, hapse atıldılar.

Gerçekten komünizme inananlar, 70'li yıllarda ülkemizde varolmayan işçi sınıfını kurtarmak için kendi mücadelelerini verdiler. O günlerin Türkiyesi üretmiyordu. Patronların zulmünden inleyen işçiler yoktu. Tam tersine, az sayıdaki "kapitalist" özel sektör fabrikalarında çalışan işçilerin keyfi gayet yerindeydi. Zamanın Marksist hareketi peşinde koşanlar, daha çok devlet çalışanlarıydı. Bu devlet çalışanları eğer komünizm gelseydi, olasılıkla aynı işi, aynı paraya yine aynı devlet için yapıyor olacaklardı.

Varolmayan işçi sınıfını kurtarmaya çalışan komünistlere karşı, anti-komünist milliyetçi, ülkücü güçler karşılık verdi. Bugün, bu iki gurup ittifak halinde, artık siz düşünün...

Yani bu yarım yüzyıldan fazla, tüm dünyayı etkileyen hareket ve anti-hareket sonunda, numunelik de olsa bir komünist devlet çıkmış olsaydı, içim yanmayacaktı. Marx, bence yattığı yerden bütün bu olan bitene gülüyordur.

Bu yazdıklarım sonunda sevgili solcu arkadaşlarım beni Marx'ı küçümsemekle, anlamamakla ve onla aynı fikirde olmamakla suçlarken, sevgili sağcı arkadaşlarım da bana niye komünist propagandası yapıyorsun diyecekler.

Ben ikisini de yapmıyorum. Yaptığım tek şey, işte bu kadar yazıyı kaldıracak önemde bir kişiliğin evini ziyaret etmek, hepsi o :) Marx'ı sevme yada ondan nefret etme işini size bırakıyorum.

Trier kenti, Çin'li turistlerin Avrupa'da en çok ziyaret ettikleri kent. Karl Marx Müzesi de Çin'li turistlerin Avrupa'da en çok ziyaret ettikleri müze. Bilin bakalım niye?

Marx'ın evinde
Hattızatında, Çinli olmasam da, ben de Mao ve Lenin'in mozolelerini ziyaret etmiştim. Üzerine bir de Marx'ın evini koyun. Hatta biraz daha düşününce, Buenos Aires'de Che Guevera'nın orijinal bir resminin olduğu bir sergiyi de gezmiştim ki.. Aney! Eski günlerde olsa kesin bu komünist diye atarlardı içeri. Allahtan, Rusya ile Çin kapitalist olmaya karar verdiler de "Alın bu gomonisti" modası geçti :)

Neyse, hal böyle olunca müzede gözleri çekik olmayan bir Jelena, bir ben, bir de girişteki biletçi vardı desem yeri. Geri kalan herkes Çinli.

Müze estetik olarak mükemmel bir şekilde tasarlanmış. Ancak Almanca yada Çince bilmiyorsanız yandınız. İçerde herşey bu iki dilde yazılmış desem yeri. Ziyaret ederseniz mutlaka bir audio guide alın. Biz almadık, çok pişmanım.

Das Kapital'in el yazması müsveddeleri
Sergilenen kalemler arasında Marx ailesinin kullandığı ev eşyaları, Marx'ın saati, Das Kapital'in el yazması müsveddeleri, Komünist Manifesto'nun değişik dilde örmekleri falan var. Ancak beni en çok etkileyen, diğer ünlü kişilerin evini ziyaret ederken olduğu üzere, o insanların içinde bulunduğu ortamı hissetmek, yaşadıkları odaları, oynadıkları bahçeleri, yemek yedikleri mutfakları görmek. Bu nedenle ben evin kendisini gezerken inanılmaz zevk aldım.

Evden çıktığımızda, dış cepheden de bir fotoğrafını çekmek istedim.

İlk gözüme çarpan, girişte, evin duvarına yaslanmış bisikletler oldu.

Ayıp birşey bu. Hayvanlar, utanmasa, müzeye bisikletle girecekler. Avrupanın yeni asilik işareti bu bisikletler. Bunları kullanan zıpırlar böyle salakça hareketler yaparak sözde "aykırı" oluyorlar.

Ne yapayım, bekledik on beş dakika. Sonunda iki eşek çıktı kapıdan. Fotoğraf çekmek için onları beklediğimi görseler de istiflerini bozmadılar. Haha, hihi, kasklarını bağladılar. Yavaş yavaş bisikletlerine oturdular ve bir süre de bisikletin üzerinde geyiğe devam ettiler.

Marx'ın evinin dış cephesi
Yüksek bir sesle ancak maymunların bisikletlerini bir müzenin duvarına dayalı bırakabileceklerini söyledim ve bisikletlerini park etmek için alternatif olarak bir organlarını önerdim.

Duymamazlıktan ya da anlamamazlıktan geldiler, sonrasında bisikletleriyle uzaklaştılar.

Evin önünden geçen caddenin karşısında dursam da, cadde dar olduğu için evi fotoğraf karesine sığdıramadım. Biraz yanda, müzenin karşısındaki binanın girişi vardı. Kapısını açıp, içeri girdim, olabildiğince yere yakın bir biçimde çömeldim ve fotoğraf makinesinden eve baktım.. Zar zor sığmıştı kareye.

Tam resmi çekecekken, biri yetmiş yaşında kadın, digeri on yaşında erkek çocuk, iki Çinli çıktı müzeden.

Yaşlı kadının yüzümden nalet akıyor....

Yolun ortasına geldiler. Yaşlı kadın "Arabayabada Hoy Hagaaaaa" diye bağırdı ve gerilip sağ eliyle "Çaaat!" diye öyle bir tokat çaktı ki çocuğa....

Çocuk bu tokadı beklemiyordu. Ayakları yerden kesildi, yere düştü ve asfalt üzerinde yuvarlandı.

Kadın yeniden çocuğun yanına gitti. Ben yerden kaldıracak diye bekliyorum ancak eğildi ve çocuğa bağırmaya devam etti. Ağızını açıyor, gözünü yumuyor, anlayın yani.

Çocuk bir silkindi, önce dizlerinin üstüne, sonra da ayaklarının üstüne kalktı. Sonrasında da dönüp yaşlı kadına öyle bir tokat çaktı ki sesi sokakta yankılandı.

Yaşlı kadın hiç beklemeden çocuğa bir tokat daha çaktı.

Çocuk bu sefer hazırlıklı olduğundan yere düşmedi ve hala bağıran kadına, bu kez o bir tane daha çaktı.

Ben gülmekten kıçımın üstüne yere düşmüştüm. Gözlerimden yaş geliyordu. Filimlerde göremezdiniz böyle bir sahneyi. Bu ikisi hacıyatmaz gibi, "Çaat", "Çuut", birbirlerini tokatlıyorlardı.

Jelena'ya baktım, yüzü gülmekten kıpkırmızı, bir köşeye sinmişti. "Bu gerçek miydi?" diye sordum, gülmekten cevap veremedi.

Kadınla çocuk, birbirlerini kovalamaya başlamışlardı, ancak ikisi de sıralarına sadık kalıyor, önce biri, sonra diğeri tokadı basıyordu.

Kovalama esnasında bir ara evin sınırlarından dışarı çıktılar. Jelena "Pardon!" diye seslendi bunlara ve bir fotoğraf çeksin mi gibisinden beni işaret etti. Bunlar ne oluyor diye durunca ben de hemen fotoğrafı çektim.

Yaşlı kadın bana "Tamam mı?" gibisinden bir baktı, başımla tamam işareti yaptım. Bu tekrar çocuğa döndü ve "Çaat!" diye çaktı tokadı.

Sonraki on dakika gülmekten birbirimizle konuşamadık. Bu yazıyı yazarken bile gülmekten Jelena'yı uyandırdım. Bana "Sarhoş musun?" diye soruyor...

Siz şimdi "Abartma lan, olmaz bu kadarı..." diyorsunuz değil mi? Eğer bir kelimesi yalansa taş olayım :)

Tekrar geri o güzelim meydana döndük. Almanya'nın en sevdiğim taraflarından biri kahvesi. Normal kahve bir kola şişesi, büyük kahve bir hamam tası hacminde geliyor. Kahveye doyuyorsunuz yani. Köşede, pazar haçının yanında bir cafe'ye oturduk ve manzara eşliğinde aile boyu kahvemizi yudumladık.

Yazımız uzun oldu, hissemiz kıssanın içine karışıp kaldıysa çıkaralım.

Trier'i görmemek hem ayıp, hem yazık olur.

Kalın sağlıcakla...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...