6 Ağustos 2014 Çarşamba

Bastogne

Jelena, arabadan iner inmez sağını solunu kolaçan etti ve hemen bana dönüp bağırdı:

"Aaaa! Sherman!" 
"Aaaa! Sherman!"

Gerçekten de meydanın tam ortasında koskoca, yemyeşil bir Sherman (Şörmın) tankı duruyordu.

Bunda da şaşırtıcı bir tarafı yoktu. İkinci dünya savaşının bir simgesi haline gelmiş bu tankın, yine ikinci dünya savaşının başka simgesel bir kenti olan Bastogne'da (Baston) bulunması kadar normal birşey olamazdı.

Benim için çok normal olmayan, hatta fazlasıyla sevindirici olan nokta, karım Jelena'nın bir Sherman tankını uzaktan görünce tanıyabilmesiydi. İlk tanıştığımız günlerde Jelena, bir tankı çöp kamyonundan ayıramayacak kadar ilgisizdi bu askeri işlere. Demek dokuz yıl sonra biraz da olsa bir etkim olmuştu karımın üzerinde.

Yine yanlış anlamayın, "Ben seviyorsam, karım da sevecek!." gibi şovenlik yapmıyorum, ancak niye yalan söyleyeyim, bu olaydan ufak bir haz almamış da değilim. Nasıl ben Jelena'nın sayesinde Louis Vuitton'un eski bir Fransız kralı olmadığını ya da Christian Louboutin'ın kırmızı tabanlı ayakkabı yaptığını öğrendiysem, o da bir Sherman'ı görünce tanısın dimi? :)

Bir gün öncesinin yorgunluğu hala ikimizin de üzerindeydi. Avrupa'nın bu bölümü için nadir sayılabilecek hem güneşli hem de tatil olan bir Cuma gününden faydalanabilmek için erkenden arabaya atlamış, yönümüzü Lüksemburg'a çevirmiştik.

Lüksemburg'a ulaştık
Yolda zaman kaybetmemek için bir gün öncesinden hazırladığımız sandviç ve içecekleri portatif buz kutumuza koymuştuk. Planımız sadece bir kere, şoför değişimi için durarak, saat öğleden sonra bir gibi Lüksemburg'a varmaktı.

Vardık da...

Ancak hemen otele gitmek yerine, arabayı bırakmadan Amerikan Ordu Mezarlığı'mı ziyaret edelim dedik ve yolumuzu pek uzatmayacak küçük bir sapmayla mezarlığa ulaştık.

Mezarlık ziyaret etmekten açıkçası pek haz etmem. Normandiya'daki mezarlığı sadece Saving Private Ryan (Seyving Prayvıt Rayın) filminin açılış sahnesinin anısına ziyaret etmiştik. Bu mezarlığı ise sadece General George S. Patton'ın (Corc Es Pettın) mezarı için ziyaret ettik.

Millyeti ne olursa olsun, her kahraman askerin kalbimde bir yeri vardır. Patton, hayatım boyunca etkilendiğim gerçek bir militarist, içgüdüsel bir askeri kişilik olmuştu. O yüzden bu ziyaret fırsatını kaçırmak istemedim.

General Patton'ın mezarı
"Beni birlikte savaştığım askerlerimle gömün." vasiyeti üzerine Lüksemburg'daki Askeri Mezarlığa, Üçüncü Ordusunun hayatlarını kaybetmiş askerleri ile birlikte defnedilmişti. Mezarının yeri en öndeydi. Arkasında ise birlikte savaştığı binlerce askerin mezarı, gerçekten etkileyici bir görüntü oluşturuyordu.

Geri arabaya döndük ve yolumuza devam ettik.

Otelimizi elimizle koymuş gibi bulduk. Çek-in, valizleri bırakma, odanın keşfi gibi geleneksel işlemleri tamamlayıp, bir otobüsle şehir merkezine attık kendimizi.

Lüksemburg, yarım milyon nüfusuyla, ufacık bir ülke. Başkenti yine Lüksemburg, biz de oradayız zaten.

Ülke teknik olarak monarşik, doğru deyişiyle bir dükalık. Haliyle, başında da bir dük var. Ülke ufacık da olsa, üç beş dil konuşuluyor, ancak benim bulunduğum yerlerde Fransızca hep asli dildi.

Lüksemburg yemyeşil bir kent
Lüksemburg, her yeri yemyeşil, doğal bir cennet. Kentin yerleşik bölgeleri ise biraz Karadenizli mütheait işini andıran, otuz-kırk sene öncelerinin tarzı binalarla kaplı, ancak şehrin eski merkezi inanılmaz etkileyici. Yetmişli yıllarda sahip olduğu cazibesini biraz yitirmiş de olsa hala adı gibi "lüks" ve havalı bir yer.

Haliyle alış veriş bakımından fiyatlar da biraz "lüks" - ve bunu size İsviçre gibi Avrupa'nın en pahalı ülkelerimden birinde yaşayan biri olarak söylüyorum, anlayın artık. Eğer amacınız alış veriş ise, başka kentlere yönelin derim.

Uzun bir yürüyüşün ardından ikimizin de canının çıktığı bir anda, kendimizi bir bara attık. Yeterli miktarda şarap, bizi biraz da olsa kendimize getirdi. Dört sene önce geldiğimizde bulunduğumuz bir iki cafe, bar ve restoranı görünce o gezimizi yeniden hatırladık, o zamanlar yanımızda olan Koni'yi andık ve sonrasında bizi otele götürecek otobüste bulduk kendimizi.

Kendimizi bir bara attık
Ertesi sabah kahvaltının ardından bir saatlik araba yolculuğu bizi ilk durağımız olan Bastogne'a getirdi ve Jelena'nın bulduğu Sherman tankının yanına bıraktı.

Bastogne çok küçük bir yerleşim merkezi, ancak küçük olduğu kadar da sevimli. Kentin merkezi hafifçe yüksek bir tepenin üzerinde. Burada, ismimi İkinci Dünya Savaşı sırasında kenti koruyan Amerikan birliklerinin komutanı General McAuliffe'den (Mekolif) almış.

Yönetmenliğini Steven Spielberg (Stivın Spiilbörg) ve Tom Hanks'in (Tom Henks) yaptığı Band of Brothers (Bend ov Bradırs) isimli, mini televizyon dizisinin bir bölümü Bastogne kentinin kuşatmasını anlatır. Kentin içinde ve etrafında, bu dizide anlatılan olayların geçtiği bazı yerleri görmek mümkün.

Dizide revir olarak kullanılan kilise
Bunlardan biri, dizide revir olarak kullanılan kilise. Meydana on beş dakika yürüyüş uzaklığında, koca bir yapı. Bahçesinde kuşatma günlerini hatırlatan bir heykel var. Kilisenin içi de çok güzel. Jelena ile birlikte heyecanla içeri girerken o şapkasını, ben bandanamı çıkarmayı unutmuştuk. Yaşlı bir adam bizi kibarca uyardı, biz de kafamızdakileri çıkardık.

Meydanın diğer tarafında ise üçüncü ordunun toplanma yerini ziyaret ettik.

Hava raporuna göre, öğleden sonrası yağmurlu olacaktı. O yüzden biraz da acele ederek arabaya bindik ve bizi Foy (Fua) köyü yakınındaki, 101 inci Paraşütçü Tümeni'nin mevzilendiği ormanlık bölgeye götürecek koordinatları GPS cihazına girdik. Bu alanda, askerlerin kazdığı foxhole (fakshool) isimli siperleri de görebilecektik.

Bastogne kenti, bu İkinci Dünya Savaşı ziyaretleri için hiç de hazır değildi. Savaşın geçtiği önemli noktalar için ne bir işaret, ne de bir reklam vardı. Eğer ne aradığınızı bilmiyorsanız işiniz biraz zor yani.

Ancak Normandiya'daki İngiliz kumsallarından edindiğimiz acı deneyim sonucunda, Bastogne civarındaki biri hariç tüm İkinci Dünya Savaşı noktalarını GPS koordinatlarına kadar belirlemiştim.

Foy civarındaki orman
Foy civarındaki foxhole'ların bulunduğu bu alan kentin oldukça dışında, o yüzden ulaşmak için mutlaka bir araba gerekiyor. Koordinatların gösterdiği noktaya ise ancak yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. Biz de yol kenarında uygun bir nokta bulup arabayı parkettik ve Jelena ile birlikte ormanın içlerine doğru yürümeye başladık.

O güne kadar görmediğim, değişik bir ormandı bu. Zannedersem bir tür çam ağaçlarından oluşmuş, ancak bu ağaçlar bildiğimiz çamlar gibi değil, daha çok kavak gibi ince ve uzunlardı. Bir de oldukça yoğun bir biçimde toplanmışlardı. Ağaçların gövdeleri yeşil, toprak ise kırmızıya çalan kahverengi rengindeydi.

Band of Brothers'i seyredip de bu manzaranın etkisi altında kalmamak imkansız. Topçu ateşi altında patlayan ağaçlar, bir foxhole'dan diğerine koşan sıhhiyeci, hep tek tek gözümde canlandı. Bütün foxhole'ları gezdik, Jelena'yla içlerine girip fotoğraf çektik.

Easy Company foxhole'ları
Az ileride de, bütün dizinin konusu olan Easy Company (İyizi Kampıni) için ağaçların altına konulmuş bir haç doğru yerde olduğumuzu bir kez daha kanıtlamıştı.

Yürümeye devam ettik.

Tam bu anda ağır bir Alman aksanıyla, "Bunlar Easy Company'nin foxhole'ları mı?" diye bir soru işittim. Dönüp bakınca bu orta yaşlı iki herifi gördüm. Sanki mahalle arkadaşlığından biraz ilerisi (!) gibiydiler.

Kamuflajlı pantolon giydim diye bölük yazıcısı mı zannettilerse... Ne bileyim hangi foxhole, hangi Company'nin?

İçimden "He babacım, Malarkey'le Perconte çişe gittiler, gelirler şimdi..." desem de, hernedense aksilik etmedim ve ağızımdan "Bunlar foxhole, ama Easy Company mi bilmiyorum." çıktı.

İkisinden konuşkan olanı "Biz hem kitabını okuduk, hem de televizyomda seyrettik, çok etkilendik." dedi.

Şimdi ne söylesem bilmiyorum, kaldım ortada. Adamlar Alman, ama Amerikan Easy Company"yi sempatik buluyorlar gibi. Hadi dedim, taraf olacağıma, bitaraf olayım. "Burada mücadele çok çetin geçmiş." falan gibi orta yolda birşeyler geveledim. Neyse, hemen sonra Easy Company'nin haçını gördüler de içleri rahatladı.

101'inci Paraşütçü Tümeni'nin siperleri hiçbir şekilde işaretlenmemiş ve bakımsız bırakılmış olsa da, 101'inci Paraşütçü Tümeni için yol kenarına dikilen bir anıt gayet iyi bakılmıştı. Defalarca yazdığım gibi ben bu anıtları hiç de işe yarar bulmuyorum. Geometrik taşlar ve bayraklar, anın ve olayın anlaşılması için hiç fayda sağlamıyor, hatta insanı trajedi, zafer, mutluluk gibi artık konu ne ise, bu olayın ortamından alıp alakasız, soyut, sanatsal bir beğeniye taşıyor. Ben özel olarak bu anıtları ziyaret etmeyi bıraktım. Yoluma çıkarsa ancak gidip görüyorum.

Bu anıt da böyle oldu işte. Yakınındayken görmüş olduk. Geometrik kesilmiş siyah mermerler, paraşütçü kartalı ve bayraklar var.

Hala yağmur başlamamıştı. Acaba Alman tanklarını da kuru bir havada görebilir miyiz diye düşündük. Olur mu olur, atladık arabaya ve bastık gaza.

Bu tank, top, uçak işlerine beş yaşımdan beri tutku ile bağlıyımdır. Hayatım boyunca fırsat bulduğum her zaman, askeri müzeleri, savaş noktalarını, ordu sergilerini gezdim, izledim. Ancak elli yaşına merdiven dayadığımız şu uzun sayılabilecek hayatımda daha bir kez bile bir Alman tankı görmüş değildim. O yüzden bu geziyi planlarken yakınlarda iki Alman tankının sergilendiğini duyunca çocuk gibi sevinmiş, içim kıpır kıpır olmuştu.

Yakınlık, tabii ki göreceli bir kavram. İlk tank aşağı yukarı yüz kilometre kuzeyimizdeydi.

Çoğunluğu otoyol olan bu yüz kilometre çabuk geçti. GPS bizi tankın dibine kadar getirip bıraktı.

King Tiger
Bu tank, Tiger II, ya da bilinen adı ile bir King Tiger'dı (King Taygır). İnanılmayacak kadar da iyi bir durumdaydı.

Savaşın sonuna doğru üretimine başlanmış, zamanına göre modern sayılabilecek bir tank, bu King Tiger. 10 metre boyunda, 68.5 ton ağırlığında devasa bir araç. 12 silindirli, 700 beygirlik bir motoru var. Ön tarafındaki zırhı 20 cm'e yakın kalınlıkta. Bu tankı önden vurarak etkisiz hale getirmek imkansız gibi.

Sergilenen tank, tam cepheden iki direkt isabet almıştı. Mermi izleri hala zırhın üzerinde duruyordu, ancak zırha sadece bir-iki santim girebilmişlerdi.

Elimle bu zırha dokundum. Daha önce denemediyseniz, bu zırhlara ilk dukunuş çok ilginç bir etki bırakır insanda. Diğer motorlu araçlara dokununduğunuzda hissettiğiniz tenekemsi duygu yerini bir dağa dokunuyormuş hissine bırakır. Bu King Tiger'ın zırhı ise sanki Himalayalar'dı.

8.8 cm çapındaki devasa topunun savaş alanında yok edemeyeceği bir araç yoktu. Müttefik tanklar ise King Tiger'a saatlerce ateş etseler bile önündeki zırhına zarar veremiyordu. Kısacası bu tankı durdurmak mümkün değildi. İşte bu yüzden King Tiger, Amerikan piyadesinin en çok koktuğu Alman tankı haline gelmişti.

Hala yağmur başlamamıştı. "Acaba.", dedik ve atladık arabaya. Hedefimiz ikinci Alman tankı, efsanevi Panther'di. Panther, King Tiger kadar "kodumu oturtan" bir tank olmasa da, Almanların hemen her harekatında kullanılmış, tam bir İkinci Dünya Savaşı simgesiydi.

Ancak yine bir yüz kilometre daha gitmemiz gerekiyordu, hem de otoyolda değil, köy yollarında. Bir de üstüne Tour de France (Tuur dö Frans) artığı binlerce bisikletliyi eklerseniz, niye iki saat yolarda tırmalandığımızı anlarsınız.

Avrupa'da yeni gelişen bir tür isyan, elegant bir asilik bu bisikletliler. Eski günlerde adamlar deri giyer, Harley'lere binerlerdi, biz de anlardık kim asi, kim değil. Evrim işte böyle, bu yeni "zarif" asileri yarattı.

Adamların hiç eyvallahı yok. Tek şeritli yolda, bir anda önünüzde saatte yirmi ile giden bir bisikletli buluyorsunuz. Adamın ipinde değil, yolun ortasında oflaya, puflaya, basıyor pedala. Arkasında yirmi araba konvoy olmuş, takmıyor bile.

Gözünü sevdiğimin memleketim, bunlar doğal yollardan elenir bizde. On dakika dayanamaz, ya bir kamyon ezer, ya da bir taksici döver, bir daha çıkmaz trafiğe :)

Şakası bir kenara, bisikletliler Avrupa'da gerçekten trafiği tehlikeye atıyorlar.

Bisikletlilerin arkasında, iki saatten sonra bir yol ayrımında, trafik polisinin işaretiyle durduk. Biz sola dönen şeritin en başındayız, bisikletliler de sağa dönen şeritte. Polis bize git dedi, ancak tam bu anda bisikletlilerden biri sağdaki şeriti bırakıp bizim şeride girdi, tam önümüzde durdu, tek ayağının üstüne bisikletini dayadı ve başladı su içmeye.

İşte tam bu anda Jelena'nın gözünü kan bürüdü. Öyle bir bastı ki kornaya, ben yerimde zıpladım. Ancak, bisikletlinin kılı bile kıpırdamıyor, suyunu içmeye devam ediyordu.

Ben eyvah, bu polis bizi karakola götürür dedim ama belli ki polis de bezmişti. İki elini iki yanına açıp "N'apayım?" gibisinden bize baktı.

Bisikletli hayvan suyunu bitirdi ve yavaş yavaş, ayaklarını sürüye sürüye, sağa, kendi şeridine girdi. Biz de yolumuza devam edebildik. Kısa bir süre sonra ikinci Alman tankının yanındaydık.

Panther tankı, ne yazık ki King Tiger kadar şanslı değildi. Yanındaki plaketten okuduğumuz kadarıyla, savaşta canı çıkmış, taklalar atıp ters dönmüş bir şekilde bulunmuştu. Tureti ve topu hala görülebilir olsa da tekerlekleri ve paletleri yoktu. Bir tanktan ziyade, terkedilmiş bir kulübeyi andırıyordu.

Panther Tankı
Yine de bir Panther'in yanındaydık ve sağlam kalmış taraflarını inceleyip, bol bol resim çektik.

Yağmur hala başlamamıştı...

Otoyoldan Bastogne'a dönmek çok zaman almadı.

Bastogne'a ulaştığımızda, sıra planın en zor ve en umutsuz bölümüne gelmişti. Size daha önce bahsetmiştim, kuşatma esnasında Alman komutan, Bastogne'u savunan Amerikalı General McAuliffe'e teslim olması için uzun bir mesaj göndermiş, McAuliffe de bu mesaja "NUTS!", yani "defol git" şeklinde cevap vermişti.

İşte sıradaki ziyaret noktası, bu olayın gerçekleştiği çiftlikti.

İşin beteri, bu çiftliğin koordinatlarını İnternet'ten bulamamıştım. Elimdeki tek ipucu çiftliğin ismi, yani 25 Kessler, ve bir de fotoğrafıydı. Resimde beyaz bir çiftlik evi, bu eve bitişik bir ahır ile depo karışımı ahşap bir yapı ve bol bol da ekili arazi vardı.

İlk önce turist bilgi merkezine gittik. Bastogne'lu, gençten bir çocuk görevliydi. "Bu 'Nuts' olayının gerçekleştiği çiftlik nerede?" diye sorduk.

Önce bilmiyorum dedi. Sonra da bilgisayarının başına geçti. Bir on dakika, oraya klik, buraya klik, sonra geldi yanımıza.

"Resmini buldum ama adresi yok." dedi. Eh, demek ki Google yeteneklerimde bir problem yokmuş, içim rahatladı.

"Resmi biz de gördük ama adresini bulamamıştık." dedik.

"Ben de..." dedi.

Olayı tespit etmiştik. Bu yüzden arkadaş da kendi görevini tamamlamış saydı ve bizi uğurladı.

Jelena'nın aklına bir anda mükemmel bir fikir geldi. "Haydi Bugi, 101st Airborne Müzesine soralım, adamlar sonuçta Amerikalı, bilirler mutlaka." dedi.

Atladık, gittik müzeye ve girişteki hatuna sorduk, "Bu 'Nuts' olayının geçtiği çiftlik nerede?" diye. Kız da bize "Yok, o olay çiftlikte değil, Bastogne'daki barakalarda geçti. Rehberli bir turla gezebilirsiniz." cevabını verdi.

İpe sapa gelir tarafı yok söylediklerinin. Bütün olayı satır satır okumuştum. Herşey kent dışında bir çiftlikte geçiyordu.

"Yok ablacım, olay 25 Kessler isimli bir çiftlikte geçmiş."

"Hangi köy?"

Eh işte, köyü bilsek, 25'e kadar sayma kısmını kıvıracağız da...

N'apalım, çıktık geri, arabaya yürümeye başladık. Ne var ki Jelena çoktan yaratıcılık moduna geçmişti. Böyle zamanlarda gerçekten büyük hayranlık duyarım ona. Altımdan girer, üstünden çıkar, sonuca ulaşır.

"Meydanda bir 'Nuts Cafe' gördüm. Onlar bilebilir."

Oturduk cafe'ye. Gerçekten ismi Nuts Cafe. Kahvelerimizi söyledik, garsonla muhabbet ediyoruz.

"Bu Nuts olayının geçtiği çiftlik nerede?"

"Tam yerini çok yakın zamanda tesbit ettiler ama ben bilmiyorum. 101st Airborne Müzesine sorun, onlar bilir."

Güldük. "Onlar da bilmiyor.", dedik.

Hazır wi-fi varken resimleri post ediyor, Facebook'ta yeni bir şey var mı, ona bakıyordum. Yine şeytan dürttü, gittim bir U.S. Veterans forumundan öyküye ve yorumlara bir daha baktım, belki bir ipucu buluruz diye.

Bir on dakika kadar okudum ve sonunda Eureka!, şöyle bir cümleye denk geldim.

"Arlon yolu üzerinde, Bastogne'dan iki kilometre sonra."

Hemen hesabı ödedik, koştuk arabaya. Kilometre sayacını sıfırlayıp Arlon'a doğru iki kilometre gittik. Hafif kent dışı gibi duruyor ama fotoğraftaki gibi etrafı araziyle çevrili bir çiftlik yoktu ortada.

Anayoldan çıkıp içerilere girdik, bir yarım saat dolandık, ancak "nada"... Bizim çiftliğe benzer en az on tane çiftlik bulsak da hiçbiri aradığımız çiftlik değil.

Jelena yine bir yaratıcılık halesi altında, "Biz Arlon'a doğru iki kilometre gitsek de, Arlon yolunun üzerindeki ikinci kilometrede değiliz.", dedi.

Haklıydı. Arlon yolu hemen yakınımızdaki bir kavşaktan başlıyordu. Hemen kavşağa gidip, kilometreyi sıfırladık ve iki kilometre daha gittik.

Sonunda fotoğraftakine benzer tarım arazileri üzerindeydik.

"Kessler çiftliği nerede mösyö?"
Bizimkine benzer bir çiftlik gördük ve hemen durduk, ancak yakınına gittiğimizde bizim aradığımız çiftliğin olmadığını anladık. Jelena, çiftliğin sahibi olduğunu tahmin ettiğimiz, en az seksen yaşında bir dede gördü, hemen yanına koşup sordu.

"Kessler çiftliği nerede mösyö?"

Dede "Şu Almanların geldiği çiftlik mi?" diye sorunca, kalbime bir ferahlık geldi.

"Evet, evet o çiftlik."

Dede bizim geldiğimiz yönde bir tepeyi işaret etti.

"Bak şu beyaz binayı görüyor musunuz? Orası işte."

Dedeye sarıldık, elini sıktık. Otoyolda bir "U" çekip, geri, dedenin gösterdiği tepeye ulaştık.

Çiftliğin etrafı benim boyundan yüksek mısırlarla kaplıydı. Eve doğru giden yolda bir süre yürüdük ve sonunda evi gördük.

Vallaha da burasıydı...

Eve yaklaşırken, beyaz üstüne kırmızı bir tabela üzerinde "Özel Arazi, Girmek KESİNLİKLE Yasak!" yazıyordu. Belli ki bir iki kişi "Nuts" aşkına bunları taciz etmişti.

Ancak bu açıdan çiftliğin düzgün bir fotoğrafını çekmek mümkün değildi. Biz de geri dönüp, etrafı çitle çevrili arazi tarafından yaklaşmayı denedik. Çitlerin altından geçerken "Cart" diye elektrik çarptı. Arazide inekler otluyordu ve kaçmamaları için çitlere elektrik vermişlerdi.

"Nuts" Çiftliği
Bu arazi tepenin oldukça altında kalıyordu ve yine fotoğraf için uygun bir açı bulamamıştım.

Sonunda otoyoldan bir kilometre kadar aşağı yürüdüm ve uzaktan telefoto bir objektifle çiftliğin tamamının resmini çekebildim.

Ben geri yürürken, Jelena da otoyolun kenarına oturmuş, gülüyordu.

"Ne oldu?" diye sorunca anlattı. Doğru yerde olduğumuza emin olmak için evden çıkan bir kıza "Kessler Çiftliği burası mı?" diye sormuş. Kız da "Nuts çiftliği mi? Evet burası." demiş. İngilizce "The Nuts Farm" (Dı Nats Farm) aynı zamanda "Deliler Çiftliği" gibi anlaşılıyor, ona gülüyormuş.

Görev başarılmıştı. Rotamızı otele çevirdik. Artık biraz huzur bulabilirdik.

Ardennes bölgesi işte böyle.

İkinci Dünya Savaşı'na ilginiz varsa zaten ziyaretin kaçınılmaz olduğunu biliyorsunuzdur. Ancak lütfen hazırlıksız gitmeyin, ne göreceğinizi koordinatlara kadar önceden planlayın, çünkü pek lokal yardım bulamayacaksınız.

Bir de Bastogne'lular tarihe sahip çıkmaya pek gönüllü görünmediler gözüme. Örneğin Patton anıtının etrafını bir sirk için park yeri olarak kullanmışlardı. Her yer karavan, kablo, jeneratör dolmuştu. Patton herhalde mezarında ters dönmüştür...

Eğer İkinci Dünya Savaşı ilginizi çekmiyorsa, bu güzel kenti yolunuzu çok fazla değiştirmeden görün derim. Hatta bizim gibi bir Lüksemburg ziyareti ile birleştirebilirsiniz.

Sağlıcakla kalın...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...