27 Mart 2014 Perşembe

Sevilya

Sevilya Andaluzya'nın neredeyse ismi en karışık kenti.

Orijinal İspanyolcasından başlayalım. Sevilya İspanyolca'da "Sevilla" yazılıyor ancak yanyana iki 'l', Fransızca'da olduğu gibi İspanyolca'da da 'y' gibi söylendiği için "Seviya" şeklinde okunuyor. Bazen sanki "Sebiya" gibi bile duyduğumu düşünüyorum.

İngilizce'de "Seville" yazılıp, "Sevil" şeklinde, Fransızca'da ise yine İngilizce gibi yazılıp, bu kez "Seviy" şeklinde söyleniyor.

Biz ise, herhalde biraz da futbol takımının katkısıyla "Sevilya" diyoruz.

Sevilya'nın kayda değer birçok özelliği var.

Mesela Andaluzya'nın başkenti. Bu arada kısaca niçin Endülüs değil de Andaluzya dediğimi anlatayım. Endülüs, Arapça tüm İberya adasının ismi. Andaluzya, aynı kökten gelse de, İspanyanın güneyindeki özerk bir devlet. O yüzden önceki iki yazım dahil hep Andaluzya diyorum, Endülüs yerine.

Sevilya mesela Macellan'ın ünlü dünya etrafında gemiyle dolaştığı gezisinin başlangıç noktası. İşin ilginçi Sevilya deniz kenarında bile değil, seksen kilometre içerde, ancak bir 'deniz limanı' olmasa da bir 'nehir limanı" olduğundan gemiyle ulaşılabiliyor.

Sevilya'nın dünyaca bilinen başka bir özelliği ise berberi. Yani Rossini'nin ünlü operası Sevil Berberi bu kentte geçiyor. Benim çocukluğumun Simpson'ları olan Güngörmüşler'in opera meraklısı Tonton'u çok söylerdi bunu. Bu arada böyle bilirmiş gibi yazdığıma bakmayın, Sevil Berberi'ni bilerek bir kere bile dinlemedim/izlemedim.

Aslen hayali bir karekter olan Don Juan (Don Huan okunur) efsanesi, ve dolayısıyla Mozart'ın Don Giovanni'si (Don Ciovanni okunur, İspanyolca'daki Huan'ın İtalyanca'daki karşılığı), ve yine Tonton'un favorisi, Mozart'ın Figaro'nun Düğünü hep temelde Sevilya'da geçer.

Bayaa operatik bir kent sizin anlayacağınız...

Otobüsümüz Sevilya'da ilerledikçe ağızımız daha da fazla açılmaya başladı. Sevilya gerçekten büyüleyici bir kent. Gezmeyi seven biri olarak söyleyebilirim ki her kentin kendine göre bir güzelliği, bir cazibesi vardır. Ancak bazı kentler vardır ki gerçekten özel yerlerdir, New York gibi, Floransa gibi, İstanbul gibi. İşte Sevilya da böyle bir kent. Her adımı tarih, her adımı cazibe.

Çantamızı otele atıp, rotamızı şehrin merkezine çevirdiğimizde hava neredeyse kararmıştı. Yürürken bir anda arkamızdan davul sesleri duyduk, hemen sonrasında da kırmızı-mavi polis ışığını gördük.

Görünüşe göre bir gösteri vardı. Kenara çekildik ve beklemeye başladık. Az sonra önde bir polis arabası, arkasında da yüz kadar genç hem davulla hem de pet şişeleri birbirine vurarak yürüyor, bir taraftan da slogan atıyorlardı.

Tabii ki ne kavga, ne biber gazı, ne toma, ne silah. Yürüdüler, gittiler. Muhtemelen Merkel'e kızıyorlardı.

Öyle gökdelenleri, yolları, köprüleri falan değil de, işte böyle şeyleri görünce Türkiye'nin geri kalmışlığını hissediyorum, içim sızlıyor.

Göstericilerin arkasından yolumuza devam ettik ve şehrin merkezine ulaştık. Burada karşımıza Andaluzya'da gördüğümüz en büyük katedral ve katedralin etrafındaki yüzlerce yıllık tarih çıktı. Binaları, çeşmeleri, sütunları, kalesi, meydanlarıyla gerçek bir tarih.

Turumuzu tamamladıktan sonra katedralin hemen yanıbaşında bir bara oturduk. Geleneksel şarap ve sangria'larımızı söyledik.

Ertesi sabah fotoğraf çekmek için en iyi saatler olan güneş doğuşunda uyandık. İki coffee-to-go ile birlikte, sokaklarda hazır kimse yokken her yerin bol bol fotoğrafını çektik. Saat on gibi de Starbucks'a oturup kahvaltımıza başladık.

Katedral açıldığında çoktan bilet kuyruğundaydık, o yüzden biletleri almak çok uzun sürmedi.

Katedralin gerçek boyutu gündüz gözüyle daha kolay görülebiliyordu. Bu yapı gerçekten çok büyüktü.

Dünyanın en büyük katedralleri sıralamasında üç numara bu katedral. Birincisi Vatikan'daki St-Peter katedrali. Ancak St-Peter, Vatikan binaları ve duvarları arasında kaldığı için büyüklüğü bence çok kolay hissedilmiyor. İkinci sıradaki katedral Brezilya'da, Aparecida şehrinde, ancak onu ziyaret etmedim, bilmiyorum.

Sevilya katedrali
Sevilya katedrali, aynı zamanda ilk yapıldığında dünyanın en büyük katedrali ünvanını Aya Sofya'dan alan yapı.

Bu katedral 1400'lü yıllarda, Araplar'ı kovaladıktan sonra yapılmaya başlanmış ve bitmesi yüz yıldan fazla sürmüş.

İlginizi çekerse, Kristof Kolomb da burada gömülü.

Biletlerimizi aldık ve dünyanın üçüncü büyük katedralini gezmeye başladık. Boyutları etkişeyici olsa da içerisi için çok yüksek beklentilerim yoktu. Katolik katedralleri, sade, karanlık ve hüzünlü yerlerdir. Gerçek sanat görmek istiyorsanız, bir Ortadoks katedrali gezmenizi öneririm. Özellikle de Saint Petersburg'daki Church of the Savior on Spilled Blood'ı, yani Dökülü Kan Üzerindeki Kurtarıcının Kilisesi'ni.

Sevilya katedralinin içi düşüncelerimi doğru çıkardı. Sevilya'yı ziyaret ediyor ve zamanınız da kısıtlıysa, içini görmeseniz de olur derim. Ancak Hristiyan inancındaysanız, yada ilginizi çekiyorsa, müze ve hazine dairesinde ilginç bulabileceğiniz yapıtlar var.

Çan kulesi
Katedralin en ilginç bulduğum yeri çan kulesi oldu. Bu çan kulesi aslında, katedral yapılmadan önce aynı alanda bulunan cami'nin minaresiymiş. Marakeş'deki büyük caminin minaresinin bir kopyası şeklinde yapmışlar. Yüz metrelik, bizdeki minarelerin aksine, dikdörtgen, muazzam bir yapı.

İşin güzel tarafı, bu minareye çıkabiliyorsunuz. Merdiven yerine basamaksız, meyilli rampalar var, bu da tırmanmayı kolaylaştırıyor. Tepede ise manzara harika. Tüm şehir ayaklarınızın altında!

Öğle güneşi, Mart'ın ortasında olmamıza rağmen ikimizi de bunaltmıştı. Katedral'i arkamızda bırakıp nehre, Sevilya gezisinin belki de en ilginç noktasına, yani arenaya doğru yöneldik.

Sevilya'daki arenanın özelliği, dünyadaki en eski arena olması. İsmi La Maestranza. 1760'lı yıllarda boğa güreşi için kullanılmaya başlanmış. Öyle İspanyolların ima ettikleri gibi çok eski bir, spor diyeceğim, içimden gelmiyor, fenomen değil bu boğa güreşi sizin anlayacağınız.

La Maestranza'nın başka bir özelliği oval şekildeki tek arena olmasıymış. Diğerleri hep daire biçiminde olurlarmış. Malaga'da tepeden gördüğüm arena, gerçekten de daire biçimindeydi.

La Maestranza
Arenanın dış duvarları bembeyaz boyanmış. Kapıları kırmızı, pencerelerin çerçeveleri sarı. Devasa bir bina. İçeride, tiribünlerin altında Kolezyum gibi bir halka koridor ve sağ tarafta odalar, sol tarafta da arenanın ringine açılan kapılar var.

Arenayı sadece rehber nezaretinde turlarla gezmek mümkün. Öyle labadak diye kendiniz giremiyorsunuz,

Tiribünler, bizim eski kale arkaları rahatlığında, yani öyle oturak, sıra falan yok. Betonun üzerine numaralar yapıştırılmış. Yerinizi böyle buluyorsunuz. Oturacak yerler, ringe yakınlığına göre iki ayrı fiyat kategorisinde ayarlanmış. En tepede de Roma usülü localar var. Locaların locası da gösterinin adet üzere onuruna yapıldığı şahsiyete ait. Artık başbakan mı olur, ringin sahibi mi olur, genelkurmay başkanı mı olur bilinmez.

Seyircileri ringden yarım metre yüksekliğinde beton bir duvar ayırıyor. Ringin bir metre kadar içinde de kıpkırmızı tahta bir duvarın ayırdığı bir halka daha var. Şanlı boğa güreşçileri muhtemelen zavallı boğayı çıldırtıp, sonra da kaçmak için kullanıyor bu alanı. Ring ise sapsarı renkli bir toprakla kaplı, büyük bir alan.

İşte bu 'anlı şanlı spor' bu arenada yapılıyor. Spor dediğime aldanmayın. Sporda bir kazanan yada kaybeden, eşit şanslar ve en önemlisi rekabet olur. Boğa güreşinde ise her şey zavallı boğayı önce çıldırtıp, sonrasında acı çektirerek öldürürken alınan zevkten ibaret.

Böyle söyleyince insanlar genellikle "boğanın da matadoru öldürme şansı var." deyip, olayı sanki eşit şartlarda bir mücadele gibi göstermeye çalışırlar ama işin aslı, matador eğer salak değilse genelde ölmüyor. Bir fikir vermesi açısından, Sevilya'daki bu ringin en eskisi olduğunu da hatırlayarak, tarihi boyunca burada sadece bir tek matadorun öldüğünü söyleyelim.

Onu öldüren boğayı hemen cart curt kesmişler zaten. Garip hayvanın kafası içerideki müzede bir duvara asılı. Üzerine, hırslarını hala alamayıp, bu boğanın annesi ineği de kesmişler, niye böyle hayırsız evlat doğurdun diye. Zavallı ineğin kafası da müzede bir duvara asılı. Hatta, duvara asılı tek inek kafası ünvanına sahip.

Yani, boğa da kazansa, matador da kazansa sonunda kabak zavallı boğanın başına patlıyor.

Ancak boğanın az da olsa yırtma şansı var. Eğer boğa, istisnai olarak iyi bir mücadele vermişse bağışlanabiliyor. Bağışlanan bir boğa ise bir daha arenaya çıkmıyor ve sadece damızlık olarak kullanılıyor. Güzel bir emeklilik yani.

Geleneksel bir boğa güreşi gösterisi çoğunlukla iki saat kadar sürüyor. Bu süre içerisinde altı boğa işkence edilerek öldürülüyor. Boğa başı yirmi dakika. Başka bir deyişle, zavallı hayvanlar yirmi dakika boyunca can çekişiyorlar.

Boğa güreşinin primadon'u, yani yıldızı hepinizin olasılıkla bildiği Matador isimli karekter. Matadorlar pavyon kadınları gibi altın püsküllü, açık mavi, yeşil tarzı cart renkli, tamamen elde dikilmiş kostümler giyiyorlar.

Bir gösteride takımlarıyla birlikte üç Matador bulunuyor, yani Matador başına iki boğa düşüyor.

Her Matadorun takımında ise iki Pikador, üç Banderillero, bir de Mozo de Espadas isimli altı alt-karekter bulunuyor.

Pikadorlar gösteriye at üzerinde katılıyorlar. Görevleri ise ellerindeki mızraklarla boğayı kızdırmak için şişlemek. Pikadorların atlarına da son zamanlarda zırh giydirmeye başlamışlar. Bu zırhdan önce arenalarda boğalardan çok atlar ölüyormuş.

Banderillero'ların görevi ise Pikador'ların şişleyip kızdırdıkları ve aynı zamanda yormaya başladıkları boğayı daha da kızdırıp, daha da yormak. Bunun için de ellerindeki şişleri boğaya batırıp üzerinde bırakıyorlar. Zavallı boğa da hem çıldırıyor, hem de kan kaybettiği için yorgun düşüyor.

Bu noktada Matador devreye giriyor. Sinirden gözü hiç birşey görmeyen boğa ise hareket eden herşeye saldırıyor artık. 'Asil kahraman' Matador kırmızı şalını sallayarak boğayı bir o yana, bir bu yana koşturuyor.

Yeri gelmişken, kırmızı rengin boğaları kızdırdığı külliyen yalan. Boğalar renk körü olduklarından kırmızıyı ayırt etmeleri mümkün değil.

Neyse. Artık boğanın mecali kalmayınca 'kahraman' Matador, kalbime bir kılıç sokarak boğayı öldürüyor. Tabii, çoğu zaman kılıç kalbe girmediği için zavallı hayvan daha da fazla acı çekerek koşuyor, yuvarlanıyor.

Takımın son üyesi Mozo de Espadas ise Matador'un uşağı. Zamanı geldiğinde Matador'a şalını, kılıçlarını falan veriyor.

Matadorlara ödeme, arenada özel bir odada, her zaman gösteriden önce yapılıyor. Dünya hali tabii. Ya boğa kazanırsa diye.

Feministleri de unutmamak bakımından söyleyelim, günümüzde kadınlar da Matador'luk yada daha doğrusu Matadora'lık yapmaya başlamışlar. Ancak, henüz ciddi bir isim yapanı yokmuş.

Müzede ise kesik insan kafalarını ellerinde tutan adam heykelleri ilgimi çekti. Boğa güreşi başlangıç askeri bir eğitim yada spormuş. Kesik kafaları da bu eğitim esnasında hedef olarak kullanıyorlarmış.

Boğa güreşini hiç bir şekilde onaylamasam da, arenaya yaptığımız ziyareti çok ilginç buldum. Boğaların ringe çıktıkları kapıdan geçmek, ringi, tirbünleri görüp o havayı koklamak için mutlaka görülmeli derim.

Arenanın hemen yakınında, Torre del Oro isimli gözetleme kulesi ve nehir kıyısı boyunca gençlerin doldurduğu yeşil alanlar ve açık hava kafeleri yine ziyarete değer.

Plaza de España
Otelimizin hemen yanında olsa da Plaza de España'yı ziyaret ikinci günün sonuna kalmıştı. Bu meydan, içinde bulunduğu park ve çevresindeki muazzam güzellikteki yapı pek öyle heryerde görülebilen türden değil. Zaten bu yüzden, Lawrence of Arabia ve çok daha önemlisi, Star Wars II, Attack of the Clones gibi filmlerim bazı sahneleri burada çekilmiş. Anikin Skywalker ve Padme (hadi madem Anikin'inkini yazdık, kızın da soyadını yazalım) Amidela, Naboo gezegeninde aganigiyi Plaza de España'da yapıyorlardı.

Naçolu, Tacolu, Margaritalı bir akşam yemeği yedik
Artık yorulmuştuk. Tempoyu biraz düşürerek, bir gün önce randevulaştığımız Iguanas and Ranas isimli Meksika restoranına yöneldik. Naçolu, Tacolu, Margaritalı bir akşam yemeği yedik, sonrasında da kendimize koca birer dondurma ısmarladık.

Ertesi sabah bu kez, katedralin yanındaki kaleyi ve etrafındaki Yahudi mahallesini gezdik. Yahudi mahallesi, daracık sokakları, eski binalarıyla kaçırılmaması gereken bir yer. Gerçekten çok güzel.

Yahudi mahallesi
Şimdi buralarda hala Yahudiler yaşıyor mu bilmiyorum ancak İspanyol Yahudileri, Alhambra Fermanı isimli bir ferman sonrasında ya İspanya'dan göçe, ya da Hristiyanlığa dönmeye zorlanmışlar. Hatta bu olaydan sonra Sultan Bayazit, baskı altındaki bu insanları Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yerleştirmiş. Taa o zamanda gösterilen bu bilgelik keşke günümüzün Müslüman ve Hristiyan yobazlarına örnek olsa.

İşte böyle.

Sevilya, her kişinin görmesi gereken, tarihiyle, güzelliğiyle harikulade bir kent. Yolunuz düşmese de zorlayın ve görün mutlaka.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...