21 Ağustos 2019 Çarşamba

Prag - Prelüd

Çalışma hayatım boyunca bir çok kez Prag'a gittim. Bunların hemen hepsi toplantı, sunum, vesaire gibi birkaç günlük kısa ziyaretlerdi, yani bu şehirde çalışıp, yaşamışlığım hiç olmadı. Prag'ı şöyle ağız tadıyla kendi zevkim için gezememiştim desem yeridir.

Kısmet yirmi yıl sonrasına imiş.

Sevgili karım doğum günüm için bu geziyi ayarladı. Hedefin Prag olmasına çok sevinmiştim, çünkü her ikimizin de ayrı ayrı görüp, birlikte gitmediği nadir yerlerden biriydi Prag.

İşin aslı, özellikle bu sonbaharda planladığımız Balkan gezisinden sonra birlikte görmediğimiz çok az ülke ve şehir kalacak.

Bu eksik kalanlar listesinden aklıma ilk gelen ülkeler Macaristan, Polonya, Kazakistan, Romanya, Litvanya ve Slovenya - ha arada bir de Uruguay var. Burada bir köyde yarım gün geçirmişliğim olmuştu.

Toprağı bol olsun, eski patronum bir ara beni bir toplantı için Guatemala’ya gönderiyordu ki, eğer son anda iptal etmeseydik, bu ülke herhalde sonsuza dek benim görüp, sevgili karımla birlikte ziyaret etmeyeceğimiz bir ülke olarak kalacaktı.

Durum böyle işte. Bu vesileyle de sizlere ailemizle ilgili bu hayati bilgiyi aktarmış oldum!

Prag'a dönersek, sizlere hiç fazla lafı gevelemeden söyleyeyim. Prag, bırakın Avrupa'yı, dünyanın en güzel kentlerinden biridir. Paris, Londra ve Roma'dan sonra Avrupa'nın en çok turist çeken dördüncü kentidir. Bana sorarsanız, eğer bu yeni 'wannabe' Avrupalı ülkelerin soğuk savaş zamanlarından kalma hevesleri olmasaydı, Roma'yı da, Londra'yı da geçip, Paris'le kapışırdı.

Tarihi binaları, kiliseleri, yemekleri, biraları, şarapları bir kenara, Prag sözcüğün tam anlamıyla bir kültür ve sanat merkezidir sevgili arkadaşlar. Adım başı bir müze, bir klasik müzik konseri, bir bale, bir sokak gösterisi, Latin Amerika'dan Avrupa'ya, hayli enternasyonel bar ve restoranları, ve elbette söylemesi bile gereksiz, fazlasıyla renkli bir gece hayatı ile tadından yenmez bu kent.

Önem sırasına bakmadan, Prag'ı anlatmaya birası ile başlayalım.

Çek Cumhuriyeti dünyada kelle başına en çok biranın tüketildiği ülkedir sevgili arkadaşlar. Hattızatında biraları da güzeldir. Örneğin çoğumuzun Amarikalı zannettiği Budweiser, öz be öz Çek birasıdır. Bildiğim kadarıyla özellikle Avrupa'da bir çok ülkede marka haklarını kazandılar. Amerikalılar biralarını bu pazarlarda "Bud" markasıyla satmak zorunda kalıyorlar.

Çeklerin bira kültürüne en büyük katkısı ise Pilsner türü birayı bulmalarıdır.

Pilsen, Çek Cumhuriyetinde, tarihte de Avusturya-Macaristan imparatorluğunun sınırlarının içinde, bu günkü adı Plzen olan bir kent. Bira işinden hiç anlamam, dilimin döndüğü kadarıyla, Pilsner birası, lager denilen, biranın mayalandıktan sonra düşük sıcaklıklarda işlendiği türün açık renkli hali. İlk Pilsner bira da Pilsner Urquell ismiyle bu kentte üretilmiş.

Yeri gelmişken çok iddalı biracıların hemen tümünden Efes Pilsen'in çok kaliteli bir Pilsner olduğunu duydum, kayıtlarımıza geçmiş olalım.

Prag'da elbette Pilsner Urquell içmek mümkün, ancak bunun için Prag'a gitmeye gerek yok. Örneğin İsviçre’de her yerde bulunabiliyor. İlgimi çekmediği için dikkat de etmedim ama en azımdan Avrupa'da bu biraya erişmenin kolay olduğunu düşünebiliriz.

Prag'da ise kendi biralarını üreten bir çok bar ve bira bahçesi var. Eskilerde bu brewery'lere birkaç kez gitmiştim. Biranın tadını bana sormayın, ancak diğer içenler deli olmuşlardı. Ben çok sevmesem de ev yapımı birayı, bir biracıda, bira dekorasyonu ile içmek eğlenceli gelmişti.

Yolunuz düşerse Krakow’da da benzeri ev yapımı biraların satıldığı brewery'ler var. Bir gün ofiste çalışıp, akşamımda arkadaşlarla bunlardan birine gitmiştik. Ben çok hevesli değildim, gelin şarap içelim falan dedim, onlar da sadece bir bardak bira, sonra şarapçılara gideriz demişlerdi. Gittiğimizde gerçekten de bir bardak bira söylediler. Ancak gelen bardak her halde beş litre falan hacmindeydi. Tek elimle kaldıramamıştım! İnadına bütün gece içip, bitirmiştim tabi, ama otele dönerken arkadaşlardan destek almak zorumda kalmıştım...

Çek şarapları ise bir içim su!

Gerçek bir şarap kültürüne sahipler ve ucuz house wine'ları dahil, hemen bütün şarapları mükemmeldir. Tahmininiz üzere Prag ziyaretlerim boyunca bu güzelim şarapları elden geldiğince çok deneyip, tadlarını çıkardım.

Şarap konusunu kapatmadan söylemiş olayım, Çeklerin imparatorluk kankaları Macarların şarapları da birinci sınıftır sevgili arkadaşlar. Her ikisini de şiddetle tavsiye ederim. Bu yazıyı çok dağıtmayalım, başka bir fırsatta sizlere Budapeşte anılarımı ve Egri Bikaver şaraplarını da anlatırım.

Tanıyanlarınız teyid edeceklerdir, öyle çok müze gezmeyi seven biri sayılmam. Bu gidişimizde de bir müze gezmedik. Ancak eski ziyaretlerime dayanarak yüzlerce resim, heykel gibilerine ek olarak Prag'da başka çok ilginç müzeler olduğunu söyleyebilirim. Bir bunalım anında örneğin, bir işkence yöntem ve aletleri müzesini gezmiştim. Çarklar, iron maiden'lar, mengeneler, ve burada anlatıp içinizi kaldırmamak için detaylarına girmediğim yüzlerce başka işkence aleti.

Alın size başka bir müze. Sadece tabelasını gördüm, KESİNLİKLE GİRİP GEZMEDİM. Seks Müzesi! 😜

Bunların dışında yürürken gördüğüm Komünizm, Yahudi, Lego, Çek Biraları hatta bir Apple (bilgisayar) müzesi bile var.

Klasik müzik seviyorsanız Prag tam size göre bir yer sayılır. Her iki kenti de görmüş biri olarak söylüyorum, bence bu işlerin en iddalısı Viyana'yı bile sollar geçer. Kilise ve katedrallerde bile düzenli klasik müzik konseri veriyorlar. Bu işlerden anlayan bir arkadaşım Prag'da bir kaç sene geçirmişti. Klasik müziğe doyup, döndü.

Bu kültürel birikim, Prag'ın zengin tarihiyle yakından ilgili. Çok başınızı ağrıtmadan kısaca geçeyim, Prag tarihteki hani şu kristalleriyle ünlü Bohemia ülkesinin başkenti. Bohemia Moravia ve Silesia ile birleşip, yola bir dükalık olarak çıkmış, sonra da bir krallık olmuş, Kutsal Roma İmparatorluğuna katılmış. Bu Kutsal Roma İmparatorluğu, bildiğimiz Sezar'lı, Brütüs'lü Roma İmparatorluğu değil, o eski Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra onun mirasına konmayı hedefleyen bir Avrupa oluşumu. Neyse, Prag bu imparatorluğa imparator bile çıkarmış.

Bohemia krallığı daha sonra Avusturya-Macaristan imparatorluğunun bir parçası olmuş.

Bohemia Kralları bilime sanata çok önem vermişler, böylece Prag'da doğan ya da buraya gelip yerleşen sanatçı ve bilim insanları kentin kültürel ve bilimsel kişiliğini oluşturmuşlar.

Prag'da doğmuş, ya da burada yaşamış çok miktarda sanatçı var, ancak Prag denince akla gelen ilk isim Franz Kafka'dır.

Kafka, Prag'da doğmuş bir Yahudi, ancak ana dil olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dolayısıyla Almanca konuşuyordu. Bildiğiniz üzere Çekler Slavdır ve Çekçe de Slavik bir dildir. Rivayete göre Kafka Almancayı bir Çek aksanı ile konuşurmuş, ancak kendisini hiç bir zaman iyi seviyede Çekce konuşan biri olarak görmemiş. Kafka'nın yazılarında kullandığı dil çok kompleks, çok ağır bir Almancaymış - ben bilmediğim için değerlendiremiyorum, bazen Almanca'nın inceliklerini kullanarak bir sayfa uzunluğunda cümleler kurabiliyormuş. Almancayı aksanla konuşan biri için azımsanamayacak bir dil hakimiyeti, değil mi?

Kafka'nın çok ilginç bir hayat hikayesi var sevgili arkadaşlar. Eserlerini okumasanız bile biyografisine bir göz atın derim. Hiç evlenmemiş, hayatını hep kerhanelerde geçirmiş. Öyle çok libido bir adam da değilmiş, hatta beceremeyebilirim diye korku içinde yaşarmış.

Yazdıklarının hayrını yaşarken görmemiş. Zaten başladığı hiç bir romanını da bitirememiş, yazdıkların büyük bir bölümünü de yakmış. Geri kalan müsveddeleri Max Brod isimli bir arkadaşına öldükten sonra yakılması şartıyla vermiş. Neyse ki Brod bu isteğe uymamış ve insanlık bu dahi sanatçının eserlerini okuyabilmiş. Kafka yazdıklarının başka bir bölümünü de o zamanki kız arkadaşına yine öldüğünde yakılması şartıyla bırakmış. Kız da Brod gibi bu isteğe uymamış, ancak bu müsveddeler ilerleyen günlerde Gestapo'nun eline düşmüş, bir daha da bunları kimse görmemiş. Wikipedia'ya göre akademisyenler hala bunları bulacaklarını umuyorlarmış, nasıl yapacaklar en azından ben anlamış değilim.

Kafka her büyük sanatçı gibi bir dahi, her dahi gibi de biraz kafayı sıyırmış biriymiş. Ben bu insanların hayat hikayelerini tutkuyla okur, okudukça da biraz daha insan olduğumu hissederim. Kafka'nın eserlerini özelliklerde doksanlarda merak salıp, okumuştum. Tarzı bana biraz fazla ağdalı gelmişti - ben daha basitlik yanlısıyım. Ama unutmayalım, benim okuduklarım İngilizce çevrilerdi. İngilizcede, Almanca gibi bir sayfalık cümleler kuramazsınız. Bu da çevirmenin sırtına bir yorumlama yükü bindirir. Belki de benim ağdalı, karmaşık bulduğum tarz çevirmenin çaresizliğiydi. Bilinmez. Ancak önemli olan Kafka gibi insanların yaşamış ve yazmış olmaları, benim beğenmem değil. Kafka hiç kuşkusuz yirminci yüzyılın edebiyatına can vermiş bir sanatçıdır.

Sanattan bilme geçelim ve Prag'ın ev sahipliği yaptığı başka bir tarihi kişilikten söz edelim.

Tycho Brahe Danimarkalı bir bilim adamıydı. Bir astronomdu, ne yazık ki bir teleskopu yoktu çünkü onun yaşamımda henüz teleskop icad edilmemişti. Teleskopsuz bir astronom, stetoskopsuz bir doktora benzer. Zordur işi. Buna rağmen Brahe çıplak gözle teleskoplu astronomları kıskandıracak kadar hassas gözlemler yapmıştı. Bunlar arasında galaksimizde çıplak gözle görülebilen son süpernova da vardı.

Brahe zamanın Danimarka kralıyla, rivayete göre bir hatun mevzusundan dolayı kavga etmiş, Bohemia Kralı'nın davetiyle de Prag"a yerleşmişti. Brahe içmeyi de severmiş. Bir akşam, biraz da şaraptan sonra bir arkadaşıyla sen mi daha iyi matematikçisin, ben mi diye düelloya tutuşmuş. Rakibinin bir kılıç darbesi burnunun üst tarafını alıp, götürmüş. Brahe de kopan bu parçanın yerine metal bir plaka takmış.

Brahe'nin gözlemleri hassas olsa da bundan çıkardığı sonuçlar pek doğru değildi. Ay'ın Dünya'nın etrafında, gezegenlerin de Güneş'in etrafında döndüğünü doğru olarak saptamış, ancak dünyayı merkeze oturtup, güneşi dünyanın çevresinde döndürmüştü.

Neyse ki yanında yine dünyanın kaderini değiştirecek başka bir dahi vardı, asistanı Johannes Kepler. Prag'ın ev sahipliği yaptığı bu bilim insanı, ustası Brahe hasta yatağımda ölürken ona Güneş'in Dünya’nın çevresinde döndüğünü söylese de, o güneşin merkezde olduğundan emindi. Ustasının ölçümlerini kullanarak Güneş sisteminin mekaniğini doğru olarak hesapladı.

Tycho Brahe’nin mezarı tarih boyunca iki kez açıldı.

Bunun ilk nedeni Brahe'nin burnuna taktığı metal tabakanın altın mı, gümüş mü olduğunu anlamaktı. Ne var ki bu plaka ucuz pirinçten çıktı.

Mezarın açılmasının ikinci nedeni ise Brahe'nin hangi hastalıktan hayatını kaybettiğini bulmaktı. Bir çok kişi Brahe'yi, ölçümlerine ulaşabilmek için Kepler’in zehirlediğine inanıyordu. Ne var ki Brahe’nin idrar kesesinin patlamasından dolayı öldüğü anlaşıldı.

Prag'la ilişkilendirdiğim ve size bahsetmek istediğim son tarihi kişilik Aleksander Dubcek.

Dubcek'in öyküsü biraz netamelidir. Hızlı Çav Bella solcular, onu Sovyetlere baş kaldırdı diye sevmezler, Amarikan ajanı falan derler. Kendimi namuslu bir solcu olarak konumlandırdığımdan, ben Dubcek'in emperyal Sovyetlere karşı direnişini gerçek bir sol hareket olarak görürüm. Dubcek, Slovak'tı ve Çekoslavakya Komünist Parti’nin genel sekreteriydi. Aslında sadece halkı içn biraz daha fazla refah, biraz daha fazla serbestlik istiyordu.

Bunu da becerdi. Bazı ekonomik yetkileri yerel yönetimlere devretti. Düşünce ve ifade özgürlüklerini artırdı, seyahat kısıtlamalarını azalttı. Çek ve Slovak ulusları ayırıp bir federasyon oluşturdu.

Sen misin bu işlere kalkan... İki yüz bin Sovyet bloğu askeri ve binlerce tank Prag'a girdi. Bu işgale Prag Baharı ismi verildi - kıssadan hisse, isminin içinde "bahar" geçen her harekattan korkun. Mücadele sekiz ay sürdü ve sonuçta Dubcek'in bütün reformları geri çevrildi. Sadece çek ve Slovak devletleri kaldı. Dubcek sıradan bir memur görevine atandı, yerine bir kukla kondu.

Bir ulusun umutları ve özgürlükleri zorbaca bastırıldı.

Prag Baharı'na bir çok kişi aşırı romantik ve iyimser anlamlar yüklerler. Bana sorarsanız Prag Baharı'nın Mor Devrim ve Sovyetlerin çöküşüne bir etkisi hiç olmadı. İnsanlara moral, umut ya da mücadele gücü falan da vermedi. Olsa olsa bu mücadele için bol bol şarkı ve piyes yazılmasına neden olmuştur. İşin gerçeği, Prag Baharı 1968'de gerçekleşti. Sovyetler ise Çekoslovakya'yı 1991'de terk etti.

Dubcek Mor Devrim'i ve Sovyetlerin Çekoslovakya'yı terk etmelerini görecek kadar yaşadı.

Devam edeceğiz...

3 Ağustos 2019 Cumartesi

Saint-Nicolas-de-Bourgueil

Sevgili arkadaşlar, bu hafta sonu sevgili karımla kendimize bir şişe Saint-Nicolas-de-Bourgueil şarabı açtık. İsmi Bordo ya da Burgonya şarapları kadar yaygın olarak duyulmasa da, Saint-Nicolas-de-Bourgueil, şarap komünitesi tarafından güzel Fransız şarapları arasında değerlendirilir.

Saint-Nicolas-de-Bourgueil, ve yakın akrabası Bourgueil şaraplarının orijinleri Fransanın içlerindeki Loire nehrinin kıyılarıdır. Tamamen ya da çok yüksek bir oranda Cabernet Franc ya da bu bölgedeki ismiyle Breton isimli üzümden yapılırlar.

Cabernet Franc'ı meraklılarınız Bordo şaraplarından hatırlayacaktır. Bordo şaraplarının harmanı aslen Cabernet Sauvignon ve [Cabernet] Merlot üzümlerinden oluşur. Cabernet Sauvignon koyu, sert tatlı, Merlot ise meyve tatlı, kuvvetli aromalı, orta açıklıkta bir üzümdür.

Üzüm, tarımsal bir üründür ve her yılın hasadı tad ve aroma bakımından bir önceki yıla göre farklıdır. Bordo'daki şarap üreticileri eğer o senenin Cabernet Sauvignon'u kuvvetliyse, harmandaki yüzdesini düşürüp, üstünü Cabernet Franc ile tamamlar, çünkü Cabernet Franc Bordo harmanına nötüraldir. Eğer azalan Cabernet Sauvignon'u Merlot oranını artırarak tamamlasaydı, şarap bu kez olması gerektiğinden daha fazla aromatik ve meyve tatlı olacaktı. Cabernet Franc ile harmanı tamamlama yöntemi o yılın hasadında zayıf ya da kuvvetli gelen Merlot için de geçerlidir.

Bu söylediklerimden Cabernet Franc'ın tatsız tuzsuz bir üzüm olduğu sonucunu çıkarabilirsiniz ama bu doğru olmayacaktır. Cabernet Franc sadece Bordo harmanına nötüraldir. Eğer hiç tadı olmasaydı örneğin kuvvetli Cabernet Sauvignon yerine eklendiğinde Merlot dahil tüm harmanın tadını, kokusunu azaltıyor olacaktı. İşin aslı Cabernet Franc hayli kuvvetli bir tadı olan, meyveli bir üzüm türüdür. Bu da Saint-Nicolas-de-Bourgueil'yi hayli içilebilir, ilginç bir şarap yapar.

Bugün açtığımız Saint-Nicolas-de-Bourgueil'yi bir arkadaşınız getirmişti. Şişemiz biraz gençti ancak özellikle bir saat kadar karaflandıktan sonra mükemmel içilebilir hale geldi.

Kendi adıma konuşuyorum, Saint-Nicolas-de-Bourgueil benim tipim değil, ancak değişiklik olarak hiç de fena gitmedi. Başka bir değişle bir gece için hoşlaşabiliriz ama aramızda ciddi bir ilişki olması mümkün değil 😛

Hafta sonunuz güzel olsun 😍❤️🍷

3 Haziran 2019 Pazartesi

Selanik ve Üsküp

Egnatia caddesindeki otelimizi ararken kendimi kırk sene öncesinin Ankara'sında, Ulus semtinde falan zannettim. Caddedeki kalabalık, trafik, mağazalar, kebapçılar ve ellilerden kalma mimarileriyle binalar beni çocukluğuma götürdü.

Selanik'teyiz...
Selanik, aslen at arabaları için yapılmış dar caddeleri, birbirine yapışık binaları ile çok eski bir kent. İki bin üç yüz yıl önce kurulmuş, 1430'da da 1. Murat bu kenti almış.

Her Yer Tarih
Şimdiye kadar gördüğüm en cazibeli kentlerden biri. Her yerinden tarih fışkırıyor. Ancak Selanik'i benim gözümde fazlasıyla ilginç kılan, batı ile doğunun geçiştiği bir kent olması. Yani ne bir Roma kadar batılı, ne de bir İstanbul kadar doğulu bir kent. Örneğin birçok yapıyı önce Bizanslılar inşa ermiş, sonra Osmanlılar değiştirmiş, sonra da Yunanlılar yeniden dönüştürmüş. Her yerde Hristiyanlık öncesi agora, tapınak kalıntıları, Ortadoks kiliseleri, camiler, hamamlar, kuleler, zindanlar var.

Bu Yunanistan'a ikinci gelişim ve ilk gelişimde edindiğim özel bir izlenim, bu kez daha da güçlendi.

Yunanlılar bence Hristiyanlık öncesi uygarlıklarına gereken önemi göstermiyorlar. Önce Atina, şimdi de Selanik'te beklediğimden çok daha az antik Yunan'a ait ziyaret noktası bulabildim.

Unutmayalım, günümüzün uygarlığı, antik Yunan'a çok şey borçludur. Modern uygarlığın demokrasi, ekonomi gibi bir çok kurumu, matematik, geometri, astronomi gibi ilimlerin temelleri ve günlük konuşmalarımızda kullandığımız sözcüklerin önemli bir bölümü antik Yunan uygarlığından gelir. Bana sorarsanız Avrupa'nın yere göğe koyamadığı Roma uygarlığı, Yunan uygarlığının biraz sesi açılmış halidir. Roman tanrıları bile Yunan tanrılarının kopyalarıdır.

Buna rağmen her iki ulus da Hristiyanlığın etkisiyle politeist geçmişlerini biraz geri plana atmış gibidirler.

Bunda elbette Hristiyanların, aynı Müslümanlar gibi, önem taşıyan her tarihi binayı kendi ibadethanelerine çevirmelerinin de payı vardır. Örneğin Roma'daki Pantheon, sonradan kiliseye çevrilmiş bir tapınaktır.

Kiliseye çevrilmeyen Hristiyanlık öncesi binalar da bu dini dönüşümden nasiplerini almışlardır. Vatikan'daki St. Peter katedrali, çoğunlukla Kolezyum'un dış cephesinden alınan taşlarla yapılmıştır.

İşin aslı, ben Perge’de ve Aspendos’ta, Roma’da gördüklerimden daha fazla antik Roma kalıntıları görmüştüm.

Kiliseler, bayramlar gibi dini simgeler çoğunlukla dine sonradan eklenmiş simgelerdir. Hz. İsa yaşamı boyunca tek bir kilise görmüş değildir.

Ben kişi olarak bu ibadethanelerin biraz fazla önemsendiğini düşünüyorum. Hristiyanlar da, Müslümanlar da her vesileyle önemli saydıkları yerlere birer kilise, birer cami yapınca bazen işin tadı kaçırıyor.

Örneğin Bethlehem'de, Hz. İsa'nın doğduğu yer olduğuna inanılan noktada bir kilise (Church of Nativity) bulunur. Bence bu kiliseyi yapmasalarmış, bölge daha aslına sadık kalabilirmiş ve burayı ziyaret eden hacılar o günleri gözlerinde daha iyi canlandırabilirlermiş.

Benzeri şekilde Osmanlılar Atina’nın simgesi Akropolis’teki ünlü Parthenon tapınağının ortasına minaresiyle falan tam teşekküllü bir cami yapmışlar! Parthenon içinde bir cami, gerçekten insanın kulağına biraz tuhaf geliyor...

Bu önemsenmiş yerlere yapılmış ıbadethanelerin en ilginçlerinden birini Nazi’lerin Dachau kampımda görmüştüm. İsmi The Church of Reconciliation, yani Alman Protestanların Yahudilere uygulanan soykırım sonrası yaptığı barışma kilisesi. Bari kilise yerine bir sinagog yapsalarmış...

Selanik de bu geçişmelerden nasibini almış. Bahçelerinde minare kalıntıları olan kiliseler, içlerinde kiliseler bulunan Osmanlı kaleleri...

Güzelim bir agora meydanı var, ancak sadece bir-iki sütun kalmış. Selanik'te antik eserleri yıkıp, kilise yapanlara da çok kızmayalım derim çünkü biraz eşelersek, altından bizimkiler de çıkabilir hattızatında.

Durum işte böyle. Selanik, binlerce yıllık tarihini, kenti gezdikçe kaşık kaşık size tattırıyor.

Selanik dünyanın gerisi için pek çok farklı şey ifade edebilir, ancak çağdaş bir Türk insanı için Selanik en başta Atatürk'ün memleketidir.

Atatürk, Selanik’te doğmuş, yine bu kentte büyümüştür.

Hepimizin bildiği doğum yeri olan iki katlı pembe ev, bugün bir müze olarak hizmet veriyor.

Ancak hepsi bu!

Henüz hiç bir kaynakta ne ilk gittiği okulu olan Mahalle Mektebi, ne sonradan gittiği Şemsi Efendi İlkokulu, ne Selanik Mülkiye Rüştiyesi, ne Selanik Askeri Rüştiyesi, ne de kardeşi Makbule hanımla kargaları kovaladığı çiftliğin konumları ile ilgili bir bilgi bulabildim.

Şemsi Efendi İlkokulu
Atatürkçülükleri ile ilgili ağıtlar yakan, şiirler okuyan, ağlayarak ayılıp, bayılan sözde bilimsel araştırmacılar dahil kimse bu yerler nerededir, ne durumdadırlar bilmiyor.

Ben Şemsi Efendi İlkokulunun yerini kendi çabamla bir artı bir eşittir iki yaparak bulabildim. Bunun öyküsünü size önceki yazıda anlatmıştım.

Zaten otelden çıkar çıkmaz ilk işimiz Şemsi Efendi İlkokuluna gitmek oldu. Hala okul olarak kullanılan bu bina tertemiz, çok güzel bakılmış.

Beklenebileceği üzere bu okulun Atatürk'ün evine uzaklığı çok az. Yolda bir kilise ziyaret edip, bir de kahve molası vermemize rağmen yarım saatten az bir zamanda Atatürk'ün evine ulaştık.

Atatürk'ün Evi
Ev hem dışardan, hem içerden çok temiz ve çık bakımlı. Hiç bir ücret ödemeden gezebiliyorsunuz, ancak Pazartesileri kapalı.

Beni gerçekten hayal kırıklığına uğratan şey, içerideki eşyaların kaldırılıp, yerine fotoğraflı, metinli panoların konmuş olması. Çok kötü, çok başarısız bir karar bu bence. Bu müzeyi gezen birinin amacı Atatürk'ün doğduğu evi görüp, o zamanın havasını koklamak, yoksa onun Manastır'daki askeri okul günleri değil.

Yine de mutfak eşyalarıyla kalmış. Diğer odalarda da Atatürk'üm daha ziyade Cumhurbaşkanı iken kullandığı eşyalar var ama bunlar da zamanları bakımından Selanik'teki eve ait değil. Bence daha ziyade Anıtkabir'de, Dolmabahçe Sarayında falan sergilenmeliydiler.

Odalarda Atatürk'ün iki, Zübeyde Hanım'ın da bir balmumu heykeli var. Ali Rıza Efendi'nin niye bir heykeli konulmamış, anlamadım.

Üç katlı binanın en alt katında iki tane multi-medya odası yapmışlar ama biz ziyaret ederken sadece biri çalışıyordu.

Burada vatan, millet, sakarya yapmak istemiyorum. Bu evi yoğun duygularla gezdim. Uzun yıllardır yapmak istediğim bir şeydi bu.

Beyaz Kule
Sonrasında da Selanik'in o güzelim tarihinde, o daracık caddelerinde kaybolduk. Her köşe başında bir kilise, bir hamam, bir cami, bir bizans kalesi, bir antik Yunan tapınağının kalıntısı...

Yolda bir Yunan pastanesinde mola verdik. Tatlıları bizimkilerine çok yakın, ancak dondurmaları bir numara.

Ve sahile ulaştık.

Sahilin en göze batan yeri Beyaz Kule isimli, eski bir Osmanlı kalesi.Hemen altında da Trident isimli üç çatallı mızrağı ile deniz tanrısı Poseidon'ın heykeli. Poseidon'a biraz dikkat, çok yaklaşmayın yanına derim. Kadın, erkek bir dolu sevgilisi varmış. Afrodit'i götürmüş, hatta şu ünlü Medusa'ya tecavüz etmiş falan.

Posedion
Beyaz Kule'nin devamı ise sanki Karşıyaka sahili. Levhaları kaldırın, aradaki farkı zor hissedersiniz.

Bol bol deniz havası koklayıp Selanik'in belki de en büyük meydanına ulaştık.

Bu meydana gelince hemen düşüncelere dalıyor, insanların ayağı vardır, masaların da ayağı vardır, demek masalar insandır falan demeye başlıyorsunuz. Çünkü meydanın ismi Aristotelous, yani bizim bildiğimiz Aristo. Zaten meydanda bir heykeli de var.

Aristotelous Meydanı, barları ve restoranlarıyla çok güzel bir yer, ancak yemek ve şarap için seçtiğimiz mekan burada değil. Biraz ilerdeki Ladadika bölgesi çok daha cazibeli, çok daha Yunan bir yer. Önce bir barda ucuzdan pahalıya bir seri Yunan şarabı denedim. Kırmızılar arasında en hoşuma gideni Texni Alipias oldu. Ama bu söylediklerimi çok kesin bilgi olarak almayın. Sadece bir bar ve bir menüden bahsediyoruz. Şarap bakımından burada keşfedilecek ÇOK daha fazlası var.

Aristo
Barın hemen karşısında ise yine çok güzel bir restoran vardı. Orada da mükemmel bir biftek söyledim. Garson kıza biraz ağlayınca benim için yanına Tzatziki, yani cacık da koydu ki, bir şişe lokal house-wine ile tadından zor yedim.

Akşamki son durağımız Aziz Dimitri kilisesiydi. Eğer kilise gezmek isterseniz sizlere Ortadoks kiliselerini öneririm. Katolik kiliseleri karanlık ve hüzünlü, Protestan kiliseleri ise sade ve renksizdirler. Ortadoks kiliseleri ise sanki bir müze, bir resim sergisi gibidirler. Aydınlık, freskli duvarları, kendilerine has mimarileri ile çok ilginç, çok güzeldirler.

Selanik'teki Aziz Dimitri kilisesi ise şimdiye kadar hiç görmediğim tarzda bir Ortadoks kilisesiydi. Sanki Katolik ve Ortadoks tarzı arasında bir yerdeydi. Çok az fresk vardı ve bir Ortadoks kilisesine göre çok karanlıktı. Ben oldukça ilginç buldum.

Sadece Aziz Dimitri,de değil, ziyaret ettiğimiz tüm kiliselerde Jelena şortu ile rahat rahat dolaşabildi. İtalya, Fransa, Rusya hatta Sırbistan gibi başka yerlerde içeri bile almazlardı. Ben Selaniklilerin bu liberalliğini takdir ettim. Sevgili karım inançlı bir Ortadokstur ve sadece şort giydi diye buraları göremeseydi çok üzülürdü.

Ertesi sabah kahvaltıda sanki evde gibiydim. Aynı zeytin, aynı kaşar, aynı ekmek.

Birinci Kale
Selanik'teki son ziyaret noktalarımız iki tane Osmanlı kalesiydi. İlki bir garnizon, ikincisi ise bir hapisane, yani bir zindan olarak kullanılmış. Hatta ismi de Yedikule. Bu iki kale de çok iyi bakılmış, ziyaret edenler düşünülerek çok akıllıca aydınlatılıp, yürüme bölgeleri yapılmış.

Yol üzerinde bir AVM'de durup, bol bol alış-veriş yaptık. Jelena kendisine Yunanistan,da çok yaygın olan Frappe, yani soğuk Nescafe yapmak için bir mikser satın aldı. 🐝Mezzy🐝 için de bol bol oyuncak tabi...

Selanik'ten çok mutlu ayrıldık sevgili arkadaşlar. Yolunuz düşerse demiyorum, yolunuzu düşürün ve bu güzel kenti mutlaka ziyaret edin. Binlerce yıllık tarih başka çok az yerde Selanik'te olduğu kadar güzel bir biçimde görülebilir.

Yedikule
İşte bu duygu ve düşüncelerle Yunanistan'ı geride bırakıp, Makedonya'ya girdik. Hedefimiz bu güzel ülkenin başkentiydi.

Üsküp'e ya da orijinal ismiyle Skopje'ye daha girerken kendimizi biraz garip hissetmeye başlamıştık. Sadece bir histi belki ama sanki yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.

İki yolun kesiştiği bir noktada durup, bir yayaya şehir merkezi nerede diye sorduk. Adam hem sağı, hem de solu işaret etti! Burada bir dil problemimiz olmadığını da belirtmiş olayım. Biraz diş çekme işlemimden sonra sağ tarafa gitmemiz gerektiğini anladık.

Arabayı park ettik ve Vardar nehri boyunca yürümeye başladık.

Üsküp gibi bir şehri hayatımda ilk kez görüyordum sevgili arkadaşlar. Hatta bir süre gördüklerimin gerçek olduğuna inanmakta biraz güçlük çektim.

Birinci Köprü
Nehir boyunca ahşap, devasa korsan gemileri vardı.

Nehrin her iki tarafı bir sıra köprüyle birbirine bağlanıyordu.

Bunların ilkinde, belli ki Makedonya tarihinden yazarlar, çizerler, yoldaşların heykelleri sağlı sollu dizilmişti. Gördüyseniz gözünüzde daha iyi canlanacaktır, sanki Prag'daki Charles Bridge gibiydi.

İkinci köprü ise tarihte bir çağ daha geride kalmış, Romalı, Yunanlı imparator, gladyatör, sentriyon vesaire heykelleri ile doluydu.

Bu köprünün diğer ucunda siz deyin Apollo, ben diyeyim Venüs tapınağı kılıklı, bembeyaz, sütunlu, mütunlu devasa bir bina. Biraz ilerisinde yine Roman/Yunan kılıklı başka bir bina. Biraz daha ilerisinde barok başka bir bina...

En son köprü ise Sultan Murat'ın yaptırdığı Taşköprü. Köprünün her iki ucunda da birer meydan. İki meydan da heykellerle dolu.

Güleceğim, gülemiyorum.

Sanki bir film setinde gibiyiz!
İkinci Köprü

Amaç sanat mı diye geçti içimden ama Taşköprü dışındaki her bina, her heykel taklit, hiçbiri tarihi değil. Hani belki niyet iyi de, öyle her yere heykel dikmekle, oraya buraya Yunan tapınağı yapmakla sanatkar ruhlu olunmaz ki...

Bir de bunları yaparken biraz ucuza kaçmışlar.

O ilk köprüdeki yoldaşların heykellerini görünce hallerine acıyıp, insanın cebinden üç beş kuruş veresi geliyor. Herhalde bir üniversite öğrencisine yaptırmışlar. Heykel adamlar cüzzam kolonisi gibi, ağızları, burunları yamuk, vücutları orantısız.

En ağrıma giden de sanat olsun diye Taşköprü'nün ayaklarının birine, bikinisiyle suya atlayan bir kadın heykeli koymuşlar - ne alakaysa... Verin lan geri köprümüzü diyecektim...

Taşköprü ve Bikinili Kadın
Yine içlerinde burunlarından, kuyruklarından su fışkıran aslan heykelli havuzları, gladyatörlerle çevrili Büyük İskender heykelleriyle bezeli meydanı geçip, arabaya geri döndük.

Her şeyin abartısı hem iç bayıcı, hem sakil oluyor arkadaşlar. Makedonlar yazık etmişler başkentlerine bana sorarsanız. Bütün nehir kıyısını, öyle tiyatro sahnesine çevirip, korsan gemilerinin üzerine kırmızı Coca Cola şemsiyeleri koyunca komik oluyor işte.

Yolunuz Üsküp'e düşerse görün derim, dünya üzerinde başka yerde böyle bir şey yok.

Makedonya cennet gibi bir ülke, başkentleri ise ne yazık ki sınıfta kalmış.

Üsküp'ten sonra sınıra kırk dakikalık bir yolumuz kalmıştı. Kumanovo'yu geçip, Sırbistan'a girdik.

Havuzlar, Aslanlar, Heykeller
Akşam yemeği için Jelena'nın babasının tavsiyesi üzerine Vranje'nin biraz ilerisindeki Predejane civarında bir restoranda mola verdik.

Jelena ve Milan'ın bütün çocuklukları boyunca yaz tatilleri için gittikleri Yunanistan'dan dönerken yemek için durdukları bir restoranmış burası.

Kaymaklı köftesi meşhurmuş. Ancak Sırbistan'daki kaymak bizimki kadar tatlı değil, daha çok peyniri andırıyor. Benim ne onlardaki, ne bizdeki kaymakla aram vardır. O yüzden kendime bir biftek söyledim. Tabi ki, beş parmak kalınlığında tuğla gibi bir et geldi. O güne kadar yediğim en güzel etlerden biriydi. Orta Avrupa'ya özgü, altına bir dilim ekmek koymuşlardı, yanına da mantar ve pilav! Ortası kırmızı, dışı yanmış! Yanına da bir şişe Medvedja Krv, yani Ayının Kanı isimli bir Sırp şarabı. İlk defa deniyordum, sevgili karım tavsiye etmişti. Mükemmel bir tat. Mutluydum...

Canım kızımdan kırk sekiz saattir ayrıydık. Benim şimdiye kadar bir kaç kez, kısa da olsa ayrı kalmışlığım vardı ama Jelena için ilk oluyordu.

Ilyushin-76
Jelena'yı uyardım, bak yüzüne bile bakmayacak, hazırlıklı ol diye. Ve tabi ki 🐝Mezzy🐝 yüzümüze bile bakmadı. Çok üzülmüş, çok bozulmuştum. Ama c'est la vie, hayat böyle işte...

Ertesi gün şişelerce şarapla dolu çantalarımızı check-in yaptık. Niş havaalanında beni güzel bir sürpriz bekliyordu. Beyaz Rusya'ya ait bir Ilyushin-76 kargo uçağı. Bu uçağı çalışır halde ilk defa görüyordum.

Bu kısa Balkan turumuz işte böyle sona erdi sevgili arkadaşlar.

Dünyanın bu parçası hem doğası, hem tarihi, hem yemekleri, hem şarapları ama en önemlisi insanları ile çok özel, çok farklı ve benim de kendimi evimde hissettiğim bir yer.

Ölmez, sağ kalırsam Ekim ayımda bir Bosna gezimiz olacak. Arada az biraz Hırvatistan, ve tabi ki Sırbistan. Biraz da şansla hava da güzel olursa size anlatacak çok şeyim olacak.

Sevgi ile kalın ❤️

30 Mayıs 2019 Perşembe

Niş

Niş'ten ayrılmış, bizi güneye götüren otoyolun üzerinde ilerliyorduk. Altı sene sonra ilk kez Niş'e geliyordum.

Sevgili karımla Niş'te tanışıp evlenmiştik. Böylece eski bir osmanlı sancağı olan bu kent, önce benim, yıllar sonra da ailemize katılmış sevgili kızımın ikinci evi olmuştu.

Çok güzel günlerim geçmişti bu şehirde. İşim gereği çok gezmişliğim vardır, ondandır ki sağlıklı bir karşılaştırma yapabileceğimi düşünüyorum. Niş kadar rahat ettiğim, Niş kadar kendimi evimde hissettiğim başka bir yer olmamıştı.

Dalıp, biraz geçmişe gittim...

Yedi seneden fazla yaşadığım İsviçre'nin Saint-Prex isimli, kartpostallardan fırlamış bir köyündeki evimi kapatmış, eşyalarımı bir depoya kaldırmıştım.

Çalıştığım şirketin personel departmanına gidip Lozan ile ilişiğimi keserken, oradaki kızlardan biri "Buradan nereye?" diye sordu. "Niş" dedim. Kız bana acıyan gözlerle baktı, "Keşke bir kaç gün izin alıp, gitmeden önce buralarda biraz gezseydin" dedi. Bana, kurada Doğu Beyazıt'ı çekmiş yedek subay muamelesi yapıyordu.

Sevgili oğlum, köpeğim Yumuk'la Cenevreden uçağa binmiş, Belgrad'a ulaşmıştık. Buradan da araba ile üç saate yakın bir yolculuktan sonra Niş'e ulaşmıştık.

NATO bombardımanının yeni bittiği yıllardı. Bir Tomahawk seyir füzesinin isabet ettiği fabrika binasını yeni onarmışlardı.

Ofisteki ortam daha önce çalıştığım,Sovyet dönemi sonrası komünist bir düzenden liberal bir yönetime geçmeye çalışan diğer ülkelerle hemen hemen aynıydı. Kapalı ofis kapıları, "bilmiyorum" demenin kabul edilemez olduğu, birinin ne kadar hızlı konuşursa, o kadar yetkin sayıldığı tuhaf bir anlayış işte. Çok dert etmemiştim. Bu ortamda yolumu bulabilecek kadar deneyimliydim.

Beni asıl meraklandıran bir Türk olarak nasıl karşılanacağımdı.

Hayatını yurt dışında geçirenleriniz bilir sevgili arkadaşlar. Oralarda Türk olmak zaten zordur. Bunun üstüne, Müslümanların da önemli bir parçası olduğu etnik bir savaştan yeni çıkmış, bir de Türklerin beş yüz yıllık işgali altında anası ağlamış bir ülkede bakalım başıma neler gelecek diye düşünüyordum. Gözümde o günlerin popüler filmlerinde hiç eksik olmayan Sırp keskin nişancıları canlanıyor, beni garanti vururlar falan diyordum. Neyse ki geride Yumuk dışında başka bir bekleyenim yoktu. O da yaşını, başını almıştı zaten, gün sayıyordu. Bu söylediklerim sizlere çok fazla melodramatik gelebilir ancak gerçekten büyük bir parçam böyle hissediyordu.

İnsan yaşayınca anlıyor. Tek kusuru, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlarla ittifaka girmeyip, savaş sonrasında da Batı ile değil de, Rusya ile yakınlaşmak olan Sırp ulusu, bu savaş ve propaganda ile sadece bunların bedelini ödüyordu.

Ez cümle vurulurum herhalde diye gittiğim kenti, evim olarak bırakıp dönmüştüm İsviçre'ye. Sevgili oğlum ise sonsuza dek Niş'te kalacaktı...

Bizden tek farkları dinleri olan ve bundan kaynaklanan yobazlıktan arınmış bu güzel millet ile adetlerimiz, yemeklerimiz hatta küfürlerimiz bile ortaktı.

Sırbistan'dayken kılıma zarar gelmedi.

Avrupa'nın gerisinde defalarca soyuldum, kötü muamele gördüm, ağızımı, burnumu kırdılar. Ama tekrar edeyim, Sırbistan'da kimse ters bile bakmadı.

Üç sene geçirdiğim Niş'te çok güzel anılar, çok güzel arkadaşlıklar bıraktım.

İnsanlar beni evlerinde ağırladılar, doğum günlerine, aile toplantılarına çağırdılar. Kışın ortasında elektrik kesilmiş, ev buz gibiyken insanların evlerinde uyudum.

Niş, yine de Niş işte.

Bir gün Niş'in Bağdat Caddesi sayabileceğimiz Pobidina isimli caddesinde bir cafede oturuyorduk. Gümmm diye bir patlama oldu, ama öyle bir patlama ki, oturduğum sandalyeden havalandım. Ancak ben dahil, kimse havamızı bozmadık. Arkadaşlardan biri ne oldu diye telefonla sordu, sonra "Endişe edecek bir şey yok, diskoyu bombalamışlar" dedi 😛

Yine Jelena ile tanıştığımız ilk günün akşamı gittiğimiz mekanda iki gurup arasında kavga çıkmış, insanlar silahlarını çekip, birbirlerine girmişti.

Başka bir gün, trafik polisi durdurdu. Kırmızıda geçtin dedi. Ben de "Sorry" dedim. Elindeki koçandan bir ceza makbuzu çekti ve "Nema sorry next time" deyip, kağıdı elime tutuşturdu (Sonraki kez üzgünüm demezsin).

Düğünümüzün akşamı eve dönüyorduk. Arabayı Jelena'nın kardeşi Milan kullanıyordu, biz de taze zevcemle arka koltuktaydık. Takdir edersiniz, özellikle ben şahsım, fitil gibi sarhoştuk.

Polis bizi durdurdu.

Milan'ı indirip, alkol testi uyguladılar. Sonuç malum tabi. Jelena, "Uzatmayın kardeşim, görüyorsunuz, daha yeni evlendik, bırakın gidelim" dedi.

Polis umursamayıp, arkasını döndü ve gitti.

Bir beş dakika bekledik, ses yok.

Sonra Jelena gelinliğinin eteklerini toplayıp, arabadan indi, Marie-Antoinete misali, püskülleri yerde sürünmesin diye elbisesini kaldırıp, polislerin yanına koştu. Sonra da bir bağırma, ama ne bağırma!

Polisler Milan'ı bıraktı, sonra da arabaya gelip Milan'ı işaret ederek, "Ceza yazmayacağız ama arabayı bu haliyle kullanamaz" dediler.

Jelena yine bir "Miyavvv, Tısssss" oldu. Polisler de sonunda beni işaret edip, "Arabayı bu kullanırsa gidebilirsiniz" dediler. Ama ben hepsinden fazla sarhoşum!

Ne yapalım, bozuntuya vermedim, tuxedo ve papyonumla geçtim direksiyona, Milan da arka koltuğa, gelinin yanına.

Sorunsuz eve ulaştık...

Daha çok anlatacak şey var da, dağılmayalım şimdilik.

Niş, mimari olarak bir Orta Anadolu şehrini andırır. Estetik olarak belki de yaşadığım en çirkin şehirdir.

İlk geldiğim sene yollardaki delikler o kadar büyüktü ki, deliklerden rahatımız bozulmasın diye değil, içlerinde arabayı bırakmayalım diye kaçardık. Bir kaç kez arabam çamura saplanmış, şirketten gönderdikleri çekici ile çıkarabilmiştik.

Süpermarket sayılabilecek tek bir mağaza vardı. Orada da her şey her zaman bulunmazdı. Mesela (siyah) çay, kahve, içilebilir şarap falan geldiğinde şirketten arkadaşlar birbirimizi telefonla arar, bu maddeleri evde stoklardık.

Yollarda işaret, levha falan yoktu. Şehir içinde bir yerden bir yere nasıl gidilir, "bilmek" zorundaydınız.

Ancak insanlar umutlarını koruyor, yakından tanıdığımız yerin aksine, geri değil, ileri bakıyorlardı. Manasız hayallerin peşine düşmek yerine, hayatlarını daha iyi bir hale getirmenin mücadelesini veriyorlardı.

Bu da elbette ki sonuçlarını vermeye başlamış.

Bu gelişimde, Niş'te on'dan fazla süpermarket gördüm. Alış veriş için girdiklerimizin tümünde, neredeyse İsviçre'de ne varsa vardı. Yollar yapılmış, çukurlar kaybolmuştu. Sırplar vize serbestisi kazanmış, dünyada istedikleri gibi dolaşabiliyorlardı.

Hayat burada hala mükemmel sayılmazdı, ancak insanlar geri değil, ileri bakıyorlardı. Yarın kesinlikle bugünden iyi olacaktı.

Ancak bazı şeyler sanki hiç değişmeyecek gibiydi. Sizlere bir kaç örnek vereyim.

Sırbistan'a ilk geldiğinizde bütün erkeklerin karardığını görürsünüz. Özellikle genç yaştakiler giysilerinde hep siyah rengi tercih ederler. Niye diye sorduğumda bunlardan biri, aynı isimli Chuck Norris filmine atıfta bulunarak "İyiler siyah giyerler" demişti. Uzun bir süre geceleri bu ninjalardan birine çarpacağım diye aklım çıkmıştı.

Başka bir değişiklik ise, çok çam devirmeden nasıl söylerim diye düşünüyorum, hanımların bir anda güzelleşmeleri.

Slav ırkı zaten güzel bir ırktır ama Yugoslav ırkının dişilerinin çok daha özel bir cazibesi vardır. Elbette güzellik şahsa mahsus bir ölçüdür ve tabi sebeplerden ben kulunuz fa bu tartışmada hayli taraflıyımdır, ancak inanın bana, bu bölgenin kızları gerçekten bu ünvanı hakediyor.

Yine görünüşe göre Atatürk'ün yüz yıl önce becerdiği harf devrimi burada hiç gerçekleşmeyecek. Hernedense Sırplar Kril alfabesi için deli oluyorlar.

Ben gevezelik ederken, Niş'i geride bırakıp, Leskovac'a varmıştık. Niş'in hemen dibinde, çok güzel bir yerdir Leskovac. Akşamları bazen ne yapalım diye düşündüğümüzde, basar, Leskovac'a giderdik. Burada ABC isimli bir cafe ve bu cafede de Niş'te bulamadığımız espresso kahve bulunurdu.

Ancak Leskovac'ın en önemli komoditesi, her yıl burada tekrarlanan köfte festivalidir. Hele fazla kilo dersiniz yoksa tam gidilecek yer.

Bir kez Leskovac'ın meydanında gezinirken üzerinde musluğuyla bir fıçı satın almıştım. Jelena'nın babası da onu ev yapımı Rakiya (Meyve Brandy'si) ile doldurmuştu. Bu fıçıyı salonun baş köşesine koymuştuk. Önceleri salonda gezinirken bu fıçıdan bir "shot" rakiya alıp, kafama dikiyordum. Sonraları shot'ları bıraktım, direkt altına girip, ağızımı açarak içiyordum.

Otoyolda ilerlemeye devam ettik. Eskiden tek şeritli olan bu kısmı sınıra kadar tamamen otoyol yapmışlar. Gerçekten hem çok güzel, hem de çok rahat olmuş.

Sıradaki şehir Vranje'ye bir proje çalışması için gelmiştim. Bir depoda kamyonlara sigara yüklemiş, bir van ile dağıtıma çıkmıştım.

Vranje çok, çok küçük bir kent. Ben dolaştığımda meydanında tek bir restoranı vardı, başka da hiç bir şey yoktu. Şimdi nasıldır, bilmiyorum.

Sırbistan'dan çıkıp, Makedonya'ya geçmek üzere sınıra ulaştık. Her iki kontrol noktasında da kimsin, ne iş yaparsın sorularını cevapladık ve Makedonya'ya girdik.

Makedonya'nın en güzel şeyi bana sorarsanız bayrağı. Hele bir de Cimbom'luysanız, siz de seversiniz.

Makedonya, Yunanistan'dan gelen baskı sonucunda ismini Kuzey Makedonya olarak değiştirmiş. Yunanlılar Makedonya'nın bir Yunan simgesi olduğunu savunuyorlar. Çok haksız da sayılmazlar aslında. Tarihteki en ünlü Makedonyalı şahsiyet - ki Makedonlar buna da sahip çıkmaya çalışıyorlar, Büyük İskender'dir. Adam da öz be öz Yunanlı işte. Bu günün Slavik bir dil konuşan Makedon'larıyla bir ilgisi yok elbette.

Husumet sadece Makedonya ismi üzerine. Bildiğim kadarıyla her iki ülkenin de bir toprak talebi yok.

Makedonya ufacık, denize bağlantısı olmayan bir ülke, ancak yemyeşil, nehirleri ve gölleriyle çok güzel bir doğası var. Hatta az önce Vardar nehrini geçtik, Vardar nehrini Vardar Ovası türküsünden hatırlarsınız. Neyse, Vardar nehrini daha sonra Üsküp'te de göreceğiz.

Makedonya'ya yolunuz düşerse Ohrid gölünü görmenizi öneririm. 2007 yılında görmüştüm, çok güzel bir doğası var. Başkent Skopje, yani Üsküp de belki biraz ilginç gelebilir.

Yolumuzun Makedonya bölümü bitmiş, Yunanistan sınırını geçmiştik. Yunanistan içerisindeki kırk beş dakikalık bir araba yolculuğundan sonra ise de, asıl hedefimiz olan Thessaloniki, yani Selanik şehrine ulaşmıştık.

Devam edeceğiz..

23 Mayıs 2019 Perşembe

Bir Eski Zaman Öyküsü

Rüyasında, ak sakallı bir pirin, yanındaki beyaz tenli, sarı saçlı bir kızın elinden tutarak, "Bu kız senin kısmetin" dediğini söylemişti. Bunun üzerine görücüler yola düzülmüş, ona rüyasında gördüğünün benzeri sarışın bir kız aramaya başlamışlardı.

Açık saçları, beyaz teni ve mavi gözleri ile bu güzel kadına talip olduklarında, büyükannesi "Benim evlendirecek kızım yok" diye terslemişti. Ancak o zamanların adeti olarak, bu çıkışma, bir "Hayır" 'dan çok, ödenecek başlık miktarını yükseltmek için taktik bir hamle niteliğini taşıyordu.

Damatla gelinin arasında yirmi yaşlık bir fark vardı. Damat önce basit bir memur, sonra da birkaç kez denediği ticaret atılımlarında aradığını bulamamış, çok sevdiği karısına layık olduğunu düşündüğü yaşamı sağlayamamış olmaktan dolayı hayatı boyunca üzgün, mutsuz kalmıştı.

Gelin ise eski zamanların muhafazakar adeti, kocasını kısmeti saymış, kocası yaşadığı sürece ona sadakatini, bağlılığını koşulsuz göstermişti.

Yirmi yaşını biraz geçmiş, Ahmet Subaşı mahallesindeki evlerinin ikinci katındaki sobalı bir odada çocuğunun doğmasını bekliyordu.

Bu dördüncü çocuğu olacaktı. Yenikapı'da dünyaya getirdiği üç çocuk artık hayatta değildi. O zamanların gerçeği, çocukların önemli bir çoğunluğu gençliklerini göremeden hayatlarını kaybediyorlardı.

Dördüncü olsa da aslında tek çocuğunun kız olmasını istediğini söylüyordu. Zamanın annelerinin kız çocuk istemeleri adettendi. İşin aslı, için, için bir erkek çocuk istiyordu.

Ebe, "Gözün aydın, bir erkek çocuğun oldu" diye müjdeyi verdi.

Dördüncü çocuk güçlü ve inatçıydı. Hiç görmediği üç büyük kardeşinin akibetlerini paylaşmadı, büyüdü, serpildi.

Okulunun başladığı gün annesi tarifsiz bir heyecan içindeydi. Bir kadın olmasına rağmen okuma bilirdi, o yüzden de mahallede ona "Molla" derlerdi.

Çocuk, temiz elbiselerini giymiş, boynuna sırmalı çantasını geçirmiş, annesinin duaları ve gözyaşlarıyla evinin önünde bekliyordu.

Başlarında sarıklarıyla hocalar, ve artlarında iki sıra halinde dizilmiş öğrencilerden oluşmuş kafile evin önünde durdu. Yeni öğrenci sıranın en başına geçti ve kafile okula doğru yola çıkarken başta annesi, bütün mahallenin kadınları ağlıyor, dualar edip, yeni öğrenciye zihin açıklığı diliyorlardı.

Kafile okula ulaştığında yeni öğrenci, önünde açılı rahlesi ile hocasının önünde durmuş, onun gösterip seslendirdiği Arapça heceleri tekrar ederek ilk günün adetini tamamlamıştı.

Böylece de bir annenin hayatı boyunca kurduğu düş gerçekleşmişti.

Okulun ikinci gününde ise babası, sessiz sedasız, çocuğun elinden tutup, başka bir okula götürdü ve kaydını yaptırdı.

Bu ikinci okulun ismi Şemsi Efendi Mektebiydi...

Ali Rıza Efendi'nin bu kararı bir ulusun tarihini ve talihini değiştirecekti.

Eğer mahalle mektebinde kalsaydı küçük Mustafa en iyi olasılıkla bir imam olacakken, zamanın modern eğitimini veren Şemsi Efendi sayesinde hayali olan askerlik mesleği için ilk temellerini atmıştı.

Babamın kütüphanesinde binlerce kitabı bulunurdu, ancak kendimi bildim bileli, en görülebilir yerinde üç koca ciltlik bir seri kitap hep baş köşedeydi.

Şevket Süreyya Aydemir'in Tek Adam'ı.

Bu kitabı yaşlarım hala tek basamaklıyken okumuştum. Size yukarda anlattıklarımın çoğu da buradan zaten.

Sevgiki karımla bir Selanik gezisinin planını yaptığımızda Atatürk'ün evini ziyaret edeceğimiz için bir çocuk gibi heyecanlanmıştım. Aynı Zübeyde Hanım'ın rüyası gibi, benim için de çok önemli bir hedef haline gelmişti, bu önemli mekanı ziyaret etmek.

Selanik, üç sene yaşadığımız Niş kentine dört saat falan uzaklıktadır. Jelena da kaç kez bana, çocukluğu boyunca gittiği Yunanistan'a gitmeyi teklif etmişti, benim yüzümden gidememiştik.

Karımla Çin'e gitmeye beş dakikada karar verebilmişken, sonraları ne zaman hadi Selanik'e gidelim dediysem, hep "Başım ağrıyor, şimdi olmaz, sonra" dedi, durdu. Biraz üstelediğimde ise cevap hep aynı oldu. "Git, Duşan'la Civilization oyna..."

Neyse, on üç sene sonra bu kez o teklif etti, "Hadi Selanik'e gidelim" diye.

Ben de hazır girmişken Atatürk'ün izini takip etmek istedim. Ne yazık ki evi dışında mahalle mektebi, Şemsi Efendi Mektebi, dayısının evi, Selanik Mülkiye Rüştiyesi, Selanik Askeri Rüştiyesi, gibi yerlerin günümüzdeki adresleri hiçbir yerde yok.

Erol Mütercimler'e, Yılmaz Özdil'e falan yazdım, var mı buraların adresleri diye. Havalı çocuklar tabi, cevap bile vermediler. Hıyar herifler...

Sonra Hürriyet’in arşivinde bir habere rast geldim. Şemsi Efendi Mektebi bugün de ayakta falan diye yazmışlar. Adres yok ama Selanik İlköğretim 4. Bölge Müdürlüğü, 51. İlkokul ismiyle halen bir okul olarak işlevini sürdürüyormuş.

Adres için gugılladım, ama 'nada!'

Sonra Yunanlı bir arkadaşımız araya girdi, kızcağız onca işi arasında bu numaralı okulun adresini iki gün uğraşıp, buldu bizim için. Ona gerçekten müteşekkirim.

İşte böyle.

Görünüşe göre en azından Şemsi Efendi Mektebi'ni ziyaret edebileceğiz.

Bir kaç gün sonra Selanik'ten detayları yazarım sizlere.

Geceniz güzel olsun ❤️

5 Mayıs 2019 Pazar

Retrograde

Sevgili arkadaşlar, epeyidir aklımda ama size yazmadan önce konuyu tam olarak anlamak istediğimden bugüne kadar yazmadım, bekledim. Bu arada bol bol okudum, araştırdım ki, bu kadar önemli bir konuda yanlış bir şeyler yazmayayım diye.

Bu önemli komuyu rahat anlayabilmemiz için biraz bilimsel bir geri plan hazırlamamız gerekiyor. Lütfen biraz sabır....

Her şey Antik Yunan'da başladı sevgili arkadaşlar.

Zamanın inanışına göre dünya düzdü, ve yeteri kadar uzağa gidilirse kenarına ulaşıp, aşağı düşmek mümkündü. M.Ö. 6. yüzyılda başta Pisagor, Yunanlı filozof, matematikçi ve astronomlar dünyanın yuvarlak olduğunu neredeyse hatasız kanıtladılar ama bu teorem bölük, pörçük kaldı ve yayılmadı. Sonrasında Magellan dünyanın etrafında bir tur atıp onun yuvarlak olduğunu kanıtladı. En sonunda da uzaydan resimleri falan çekilince, yobaz takımı hariç herkes dünyanın yuvarlak olduğuna kani oldu.

Yine Antik Yunan'da dünyanın evrenin merkezinde olduğuna, etrafında da sırasıyla değişik uzaklıkta küreler olduğuna inanılırdı. Güneş, gezegenler ve yıldızlar bu kürelerin üzerinde gezerlerdi. Aradaki boşluklar da Ether isimli, semavi bir madde ile doluydu - hattızatında Apollo arabasıyla bu madde içerisinde gezer, her gün güneşi doğudan batıya çekerdi falan. Burada bir ismi anmamız gerekirse Yunanlı astronom Tolemi'den bahsedebiliriz.

Dünyanın merkezde olduğu bu evren modeli dönemin insanlarının egolarını okşasa da, çıplak gözle görülebilen güneş ve gezegenler gibi gök cisimlerinin hareketlerini açıklayamıyordu. Zamanın Yunan bilginleri bile dünya yerine güneşin merkezde olduğu Heliosentrik bir modeli daha akla yakın bulmaya başlamışlardı - malum Yunancada Helios güneş demektir.

Ancak Heliosentrik evren teorisinin parsasını Polonyalı gökbilimci Kopernik toplamıştır. Polonyalıları sevdiğimden çok ses çıkarmam, arada iyi bir bilim adamıydı falan derim ama işin aslı pek de bir bok bulmuş sayılmaz Kopernik efendi. Zaten teorisini hem dinsel sebeplerden (unutmayalım, Polonya, Hristiyanlığın Suudi Arabistanıdır), hem de insanlar anlamazlar, benle alay ederler diye sağlığında yayımlamamıştır bile. Ancak Galile'nin ondan feyz alması, ve biraz ileride değineceğimiz bir bilim adamının önemli bulgularına başlangıç olarak Kopernik modelini seçmesi, namını yürütmüştür.

Güneş sistemini anlamamıza ciddi bir katkısı dokunan önemli bir astronom Danimarkalı Tycho Brahe'dir. Bizde ismi pek bilinmez ama yaptığı gözlemlerle ayın dünya, gezegenlerin de güneş etrafında döndüklerini doğru biçimde hesaplamıştır.

Brahe ne yazık ki dünyayı merkeze koyup, güneşin de dünyanın çevresinde döndüğünü düşünerek çok ciddi bir yanlışa imza atmıştır. Ama o aralar herkesin de yanlış yaptığını unutmayalım. Kopernik güneşi merkeze koysa da, gezegenlerin dairesel yörüngeleri olduğu ve güneşin etrafında sabit bir hızla döndüklerini öne sürerek yine ciddi yanlışlara imza atmıştır.

Ben Tycho Brahe'yi çok takdir ederim. Güneş sistemi dışında, çıplak gözle bir süpernova patlamasını gözlemlemiş, astronomiye bunlardan çıkardığı sonuçlarla olmasa da, hassas ve tutarlı biçimde yaptığı gözlemleriyle çok önemli katkılarda bulunmuştur.

Yakın zamanda Tycho Brahe'nin Danimarka kralı ile papaz olduktan sonra sürüldüğü ve Bohemia kralı tarafından kabul edilip, yerleştiği Prag'da, Mala Strana semtindeki evini bir kez daha göreceğim.

Renkli adammış Tycho Brahe. Bir gün kafayı çekip, bir arkadaşıyla hangimiz daha iyi matematikçi diye bir tartışmaya girmiş. İş iyice kızışmış ve sonunda ikisi bir gece vakti düelloya kalkmışlar. Bir kılıç darbesi Brahe'nin burnunun bir parcasını almış, götürmüş. Sonrasında hep takma bir burun ile gezmiş.

Bana sorarsanız Tycho Brahe'nin bilme en önemli katkısı, Prag'da iken yanına kabul ettiği ve ölçümlerini paylaştığı asistanı Johannes Kepler’dir. Eğer astronomide gerçek bir devrim yapmış birisini arıyorsanız, Kopernik'i, Galile'yi falan bırakıp Kepler'e bakın derim.

Kepler, Brahe'nin güneşin dünyanın çevresinde döndüğü modelinin yanlışlığının farkındaydı. O yüzden ustası ölüm döşeğinde, ondan dünyayı merkeze alan Tychonik sistemi kanıtlamasını istemiş olsa da, o çalışmalarına Kopernik'in Heliosentrik modelinden başladı ve bilim dünyasını sarsan, ünlü üç kuralını buldu.

Bunların ilkine göre gezegenlerin yörüngeleri bir elips şeklindeydi ve güneş de bu elipsin merkezlerinden birinde bulunuyordu.

Kepler'in konumuzu oldukça ilgilendiren ikinci kuralı ise güneşle etrafımda dönen gezegen arasına çizilecek hayali bir çizginin eşit zamanlarda eşit büyüklüklerde alanları tarayacağıydı. Bir anda bir dolu şeyi ortaya saçmış olduk. İşin çok yörüngesel mekaniklerine dalmayalım. Bu kural bize, gezegenlerin eliptik yörüngelerinin onları güneşe yaklaştırdığı zamanlarda daha hızlı yol almaya başladıklarını söylüyor.

Kepler'in üçüncü kuralı ise gezegenlerin yörüngesi esnasında güneşe en uzak olduğu nokta ile güneş etrafındaki dönüş süreleri arasındaki ilişkiye dairdir. İşin aslı, bu üçüncü kural, Kepler'in en önemli buluşu olarak kabul edilir ancak doğrudan konumuzla ilişkisi olmadığı ve elipslerin asli akislerinin yarıçaplarının küpleri ile yörüngelerinin tamamlanma sürelerinin kareleri arasında ilişki kurmak gibi insanın beynini acıtan sonuçları olduğu için çok detayına girmeyelim.

İlk bakışta bu buluşlar gözümüze biraz küçük görünebilir sevgili arkadaşlar ama unutmayalım, bunlar olurken kimsenin yerçekiminden, açısal momentumdan falan haberi yoktu.

Gözlemler ise sadece dünyadan yapılabiliyordu. Her şeyin hem kendi, hem de başka bir şeyin etrafında döndüğü bir ortamda ne olduğunu anlamak gerçekten zor. Ama bu konuya daha sonra geleceğiz.

Yine astronomi ile astroloji arasında belirgin bir ayrım da bulunmuyordu. Hattızatında Kepler, hayatının bir dönemimde ailesini yıldız falı bakarak geçindirmişti.

En önemlisi, her şey din etrafımda dönüyordu. Dinle uyuşmayan her öngörü günah sayılıyor, öyle kilise, engizisyon falan olmasa bile, bilim insanının kafasında gerçek olamayacak, hatta düşünülemeyecek bir önerme haline dönüşebiliyordu.

Din, yaşam koşullarını da ciddi biçimde etkiliyordu. Mesela Kepler'in annesi cadılık suçlamasıyla hapsedilmiş, işkence görmüştü. Kepler onu temize çıkarmak için uzun bir süre mücadele etmiş. Protestan olan Kepler bir de kendisini Avrupa'nın Otuz Yıl Savaşları denilen, Katolik-Protestan mücadelesinin içimde bulunca can korkusundan işsiz kalma pahasına, oradan oraya göçmek zorunda kalmış.

Kepler'den sonra başta yine bilimsel birer dahi olan Newton ve Eimstein, bir çok bilim insanı yörüngesel mekanikleri tamamen anlaşılır ve öngörülebilir bir hale getirdiler.

Şimdi bu bilgiler ışığında güneş sistemimizde kim nasıl hareket ediyor bir bakalım. Ancak biraz dikkat. İçgüdüsel olarak bize ilk bakışta doğru gibi görünen bir çok şey aslımda yanlış olabiliyor.

Basit bir örnek.

Güneş doğudan doğar, batıdan batar. Bu basit önermeye bakarak, içgüdüsel olarak dünyanın doğudan batıya doğru döndüğünü düşünebiliriz. İşin aslı dünya batıdan doğuya doğru döner. Gerçekte hareket eden güneş değil dünyadır, ancak gözlemi dünyadan yaptığımız için güneşin doğudan batıya hareket ettiğini düşünürüz.

Yine gece boyu gökyüzündeki yıldızları gözlersek bunların kutup yıldızının etrafında döndükleri sonucunu çıkarırız. İşin aslı yine dünya kendi etrafımda döndüğünden bu algıya kapılırız. Yıldızların gözlemleyebileceğimiz bir hareketi yoktur, yani göreceli olarak sabittirler. Aslı hareket eden dünya ve üzerinde bulunan bizlerizdir. Kutup yıldızının 'dönmemesinin' sebebi ise tam dünyanın kendi etrafında döndüğü eksenin üzerinde olmasıdır. Dönen bir diske baktığımızda tam ortadaki noktanın hareket etmediğini düşünmemiz gibi.

Yıldızları birden fazla gün boyunca her gece gözlersek, bunların devamlı olarak, hep birlikte aynı yöne doğru hareket ettiklerini gözlemleriz. İşin aslı sabit olanın yine yıldızlar, hareketli olanın da güneşin etrafında dönen dünya olmasıdır. Dünyadaki bir gözlemci kendisinin sabit, yıldızların ise hareketli olduğunu düşünür.

Bu gözlemleri elbette Antik Yunan bilim insanları da yapıyorlardı. Ancak sayısı diğerlerine göre çok az olan bir kaç yıldızın diğer yıldızlarla birlikte uzun vadede aynı yöne ilerlemediklerini gözlediler. Bu deyimi uygunsa başıbozuk hareketler yapan yıldızlara voltacı, avare, serseri, gezici anlamına gelen gezegen ismini verdiler.

Gezegenlerin bu farklı hareketlerinin nedeninin, Kopernik, Brahe ve Kepler'in önermeleri gereği yıldızlar gibi göreceli olarak sabit değil, dünya ile birlikte güneşin etrafında döndükleri olduğunu tahmin edebiliyoruz herhalde.

Ancak bu gezegenlerin yaptığı, ta Antik Yunan zamanından beridir gözlenen bir hareket vardır ki, çağlar boyu insanların dikkatlerini çekmiş, kafalarını karıştırmıştır.

Bu gezegenler bir süre yıldızlarla birlikte aynı yöne doğru giderler, giderek yavaşlarlar ve sonunda durup, tamamen ters yöne gitmeye başlarlar.

Çok komik bir harekettir bu. Kitabını okuduysanız ya da filmini izlediyseniz, Tom Clancy, The Hunt For The Red October isimli eserinde, Rus denizaltı kaptanlarının yaptığı, enteresan bir manevradan sözeder. Denizaltı bir yöne giderken aniden durup, izleyen var mı anlamak için tam ters istikamete döner. Amerikalı denizciler bu manevraya Crazy Ivan, yani Çılgın İvan ismini vermişlerdir. Gezegenlerin yaptığı bu geri dönüş hareketi de bana biraz Crazy Ivan'ı hatırlatır.

Bu da bizi yazımızın asli konusuna getirir.

Antik Yunan zamanında henüz Tovarishch Lenin proleteryanın egemenliğini tesis etmediği için bu geri dönüş hareketine Crazy Ivan değil, Retrograde demişler.

Hani şu hep duyduğumuz astrolojik "retro" hikayesi. Yani "Merkür retrosunda yay burcu dikkat etsin" falan lafları...

Bakalım bu "retro", yani gezegenlerin geri gitmesi hareketi nasıl oluyor.

Bir kere gezegenlerin durup, yörüngelerinde geri gitmeye başlamadıklarının altını çizelim.

Retro hareketi tamamen bir göz aldanmasıdır, aynen yıldızların gece boyunca Kutup Yıldızı'nın etrafında dönmeleri gibi.

Retro'yu anlamanın temeli Kepler'ın ikinci kuralında yatıyor. Yani gezegenler güneşe yakınlıklarına göre farklı hızlarda hareket ediyorlar. Böylece de belirli zamanlarda tabiri uygunsa birbirlerini 'geçiyorlar'.

Trafikte bir arabayı sollarken sadece solladığımız arabaya bakarsanız, uzakta, geri plandaki örneğin bir dağa göre, önce onla aynı yöne gittiğinizi, siz gaza bastıkça solladığınız arabanın yavaşladığını, tam geçerken diğer arabanın durduğunu ve solladıktan sonra da diğer arabanın geriye doğru hareket ettiğini hissedersiniz.

Bu retro işi de aynı hesap.

Kısacası kimsenin geri gittiği yok, sadece bir sollama (ya da sağlama) manevrası var.

Tüm gezegenler güneşin çevresinde hep aynı yöne hareket ederler. Güneş sistemini oluşturan gaz ve toz bulutunun döndüğü yöndür bu. Uzayda doğu, batı, sağ, sol gibi yönlerin olmadığını hatırlayarak, eğer dünyanın kuzey kutbu altımızda kalacak şekilde yükselirsek, saat yönünün tersime bir dönme hareketidir bu.

Yıldızlar ise güneşin doğudan batıya hareket ettiği göz yanılmasının benzeri, bu dönme yönünün aksi yönüne, hareket ediyormuş gibi görünür. Bir gezegen güneş etrafındaki yörüngesinde dünyanın ilerisindeyken yıldızlarla aynı yönde hareket ediyormuş gibi görünür. Dünya bu gezegenin ilerisine geçtiğinde ise bu gezegen yıldızlara göre geri gidiyormuş izlenimini verir.

Astronomik olarak retro hareketi işte budur...

Size bu yazıyı yazarken hiçbir şekilde inanmasam da, astrolojik olarak bu retro işi nedir, ne yapar anlatayım istedim. Bu saçmalığın içinde biraz da olsa bir mantık bulabileceğimi, yani retro anında şu burçtan olanlar gergin, bu burçtan olanlar mutlu olur falan gibi bir şeyler söyleyebileceğimi umuyordum. Ancak o kadar okumama rağmen yazabilecek tutarlı bir şey bulamadım.

Her gezegenin retrosu her burca farklı bir şeyler yapıyormuş. Hatta hangi Hintli astrologdan dinlediğinize göre aynı gezegenin retrosu, aynı burca farklı etkilerde bulunuyor.

Eski kaynaklara göre mesela Neptün retrosu kimseye bir şey yapmıyor. Bu da çok doğal, çünkü o günlerde teleskopsuz Neptünü görebilen bir cengaver yok. Kendini eski kaynaklara dayandıran bazı 'kontanporer' astrologlar ise Neptün retrosunun etkilerinden bahsedebiliyor. Bunlara da eski insanların çıplak gözle nasıl Neptün'ü gözlemleyip, astrolojik sonuçlara vardığını sormak gerekiyor tabi.

Aslında bu astroloji işi baştan saçma sevgili arkadaşlar - meraklılarına saygı duyduğumu belirterek söylüyorum.

Birbiriyle tamamen alakasız bir gurup yıldızın insanın doğduğu zamana göre onun karekterini ve geleceğini etkilemesi bilimsel bir kafanın kabul edebileceği bir şey değil.

Takımyıldızlar isimli bu yıldız gurupları da öyle insanın ilk aklına geldiği şekilde, aynı bölgede gruplanmış, birbirlerine yakın yıldızlar falan da değil ha! Aralarında bazen binlerce ışık yılı uzaklık olabiliyor - dünyaya en yakın yıldızın dört buçuk ışık yılı uzaklıkta olduğunu hatırlayalım.

Bu takımyıldızlar hayali birer çizgi ile birleştirilerek bazı hayvan yada eşyalara benzetilip isimlendirilmiş. Ancak bu da tamamen keyfi tabi. Ortaya çıkan şekillerin ne olduğunu söylemeden birisinin önüne koysanız, kimse bunları aslana, yengece, koça falan benzetmez. Aynı anlamda pipimin keyfine göre yıldızları seçerek gökyüzüne 'Bülent' bile yazabilirim.

Yani biraz ortada bu astroloji işleri. Elbette inanan inansın, saygımız sonsuz. Hele ki 'retro' nun ne mene bir şey olduğunu anladıktan sonra...

Yine de bahaneyle biraz bilim tarihine, biraz da astronomiye bakmış olduk. Umarım çok başınızı ağrıtmadım.

Gününüz güzel olsun.

27 Nisan 2019 Cumartesi

17 Numaralı Slayt

Sevgili arkadaşlar, yaştan mı, malum olan bitenlerin siniriylemidir bilmiyorum, ama şu sıralar acayip ajite, acayip diken üstündeyim.

Sanki etrafımdaki herkes ciddiyeti bırakmış, saçmalıyor gibi geliyor.

Olay kopmuş, gitmiş. Gündüz işte, akşam evde olan (ya da olmayan) şeylerden midir bilinmez, herkes bir hava, bir fiyaka peşinde.

Belki de benim ayarlarım bozuldu, bilmiyorum ama sinirlerim ayakta sizin anlayacağınız.

Fatih Altaylı'yı bir gazeteci olarak çok başarılı bulmam. Ancak zaman zaman Celal Şengör, İlber Ortaylı gibi gerçekten saygıdeğer kişiliklerle bilim programları yapar. Ben de bunları zevkle izlerim.

Bu yüzden Youtube'da kara deliklerin tartışıldığı programını görünce sabahın erken bir saati olsa de hemen izlemeye başladım.

Konuk olarak hayli genç iki profesör vardı. Altaylı bunları tanıttı ama isimlerine dikkat etmedim.

Sonra da izleyiciyi ısındırıp, konunun içine çekmek için bunlardan birine pas attı.

"Sayın profesör bilmemne, bu kara delik ne demek bize anlatır mısınız?"

Profesör, Şöyle bir iki saniye sessiz kaldı, sonra da baştan sona kopuk, alakasız, "Kara delikler uzay zamanda bölgelerdir, bir kaçma hızı vardır, roketler dünyadan kaçar, aya gider, kara deliklerden ise ışık kaçamaz, o yüzden bunlardan bilgi alamıyoruz" gibi bir şeyler söyledi.

Sonra da Clark Gable ile Cüneyt Arkın karışımı bir ses tonuyla:

"On yedi numaralı slaytı koyar mısınız?" dedi.

Slayt ekrana geldi, Önce her halde yanlış bir şey koydular dedim. Sonra dikkatli bakınca en altındaki sayfa numarası olan 17'yi gördüm. Demek ki bir yanlışlık yoktu.

Bütün slayt denklemlerle doluydu.

Başlığında "Kara Delik Olay Ufku" yazıyordu.

İlk denklem "Rou = 2MG/c2", hemen altımda da "Rfk = 3/2 2MG/c2", bunun altımda, sol tarafta "Riy = 6MG/c2", sağ tarafta da "Riy = 9MG/c2"...

Sonra da konuşmaya başladı. Ben herhalde bu slayt üzerindeki denklemleri anlatacak diye bekledim ancak adının başında "profesör" yazılı bu arkadaş, başı, sonu olmayan bomboş, düzensiz, aptalca bir kaç şey söyledi.

Söylediklerinin ise slaytta yazılı denklemlerle ne uzaktan, ne yakından, hiçbir alakası yoktu, ancak bol bol "Kütle Çekimi","Einstein'ın Göreceliliği", "Schwarzschild Yarıçapı" gibi terimler kullandı.

Bir ara slayttaki ilk denkleme gönderme yapıp, R yarıçap, M kütle, c de ışık hızı falan diyerek duruma bir "açıklama" getirdi.

Fatih Altaylı zaten slayt ilk göründüğünde şöyle bir kırmızı yanıp, sönmüştü, "Şahane anladık, iyi ki koyduk bunu" diyerek işi şakaya vurmak zorunda kaldı.

Sonra yine yapısız, bütünlüksüz, başı, sonu belirsiz bir dolu zırva, yine "açısal momentum", "yığılma diski", "kütlesel çekim kuvveti" gibi terminoloji ile ortalığa saçıldı.

Çok başınızı ağrıtmayayım, bu saçmalık bir on dakika daha devam etti. Sonra dayanamayıp izlemeyi bıraktım, Fatih Altaylı'ya da aşağıdaki mesajı yazıp, protestomu ilettim.

"Bu adamı 17 numaralı slide ile dövmek lazım. Programın başında kara delik nedir diye soruluyor, adam daha bismillah demeden bir sayfa denklemi insanların gözüne sokuyor. Amacı izleyicisine bir şeyler anlatmak mı, yoksa ne kadar çok şey bildiğini göstererek etkilemek mi? Karşısındakilerin seviyesine inemeyen konuklar ne yazık ki sadece vakit kaybı. Böylelerine tahammül edemiyorum. Bilim programlarınızı zevkle izliyorum Fatih bey ama bunu izlemeden bırakıyorum."

Sonra da bir profesörün düştüğü bu acizliğe üzüldüm.

Sadece önemli görünmek için bu kadar hıyarlığa gerek varnıydı diye kendime sordum.

Karşısında bilgi ve eğitim düzeyi malum, mainstream bir izleyici kitlesi varken, Astrofizik 101'in ilk dersinde bile üniversite öğrencilerine gösterilemeyecek karmaşık denklemleri ortaya saçmanın ne manası vardı?

Hele bir de anlatıma hiç bir katkıları yokken...

Kara deliklerin temeli çekim güçlerinin büyüklüğüyken, bundan hiç söz etmeyip, kaçma hızı anlatmaya, sonra da Fatih Altaylı'nın araya girip, kütlesel çekimi hatırlatmak zorunda kalmasına ne gerek vardı?

Hiç mi utanmadın be profesör abi?

Sen bize bir şeyler anlatmak için değil, bizi etkilemek için hazırlanmışsın.

Bravo, gerçekten etkilendim. Akşam huzur içinde uyu. Bir profesör ne kadar hıyar olabilir, oldukça etkileyici bir biçimde gösterdin.

Ancak anlayamadığım son bir şey var.

Madem bu slaytla başlayacaktın, ne diye gittin, onu on yedinci sıraya koydun be adam?

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...