23 Ocak 2016 Cumartesi

Mezzy'nin İlk Yeni Yılı

Melissa'yı hiç korkudan, aman başına bir iş gelir, hasta olur falan diye eve kapamayı düşünmedik. İlk göl kenarı yürüyüşünü on günlük falanken yaptı canım kızım. Bizle alışverişe çıktı, cafelerde oturdu, restoranlara gitti, arabayla yakın yerlere seyahat etti, sözün kısası, hiç ev kızı olmadı.

Melissa ilk defa Disneyland gezimizde altı saat arabayla yolculuk yaptı, sonrasında bizle alışverişe gitti, Billy Bob barda kabare seyretti ve yılbaşı gecesi Planet Hollywood gibi cehennemvari bir ortamda iki saat geçirdi.

İşin açıkçası, aklım çıkmıştı, bir şey olmuş mudur kızıma diye.

Ancak ertesi gün o güzel gülüşüyle uyandığımda içim biraz rahatladı.

Sabahları bizle konuşur Melissa. Hem de bayağı ciddi, uzun uzun birşeyler anlatır. Gıvvvv, bıvvvv, au, eü, bu-bu diye. Annesini tanıdığım için çok fazla sürpriz olmadı bana, kızımın bu konuşmaya meyili :) Biz de onla konuşuruz. Bu artık bir ritüel haline dönüştü neredeyse.

Yeni yılın ilk gününde sevgili kızım Melissa olanca neşesiyle, uzun uzun birşeyler anlatınca. Jelenayla birbirimize baktık ve geçen geceden bir şey kalmamış diye birbirimizi onayladık. Melissa'yı paketledik ve biz de ceketlerimizi giyip Disneyland'e doğru yola koyulduk.

Sadece ben, bir gece önce giydiğim Noel Baba kukuletasını giymemiştim, çünkü küçük bir kız Melissayla beni görünce "Aaa Papa Noel et son bebe - Aaa Noel baba ve bebeği" diye bağırmış, Jelena da bunu duyunca yere yatıp gülmeye başlamıştı. Artık bir babaydım ve böyle ciddiyetsizliklere gelemezdim...

Üzerimizde bomba, sarin gazı falan olmadığına kanaat getiren güvenlik, park bölgesine geçmemize izin verdi ve biz de hiç vakit kaybetmeden içeri girdik. Ancak herkesin hedefi Disneyland Parkı yerine sola dönüp, önce Disney Stüdyolarına yöneldik.

Studio-1
Yolun içinden geçtiği bir numaralı stüdyo, kafeleriyle, restoranlarıyla tam bir konaklama yeri. Her lokalin ayrı bir teması var. Benzin istasyonundan, dedi-kodu sütununa, film setlerinden tropik kafelere, eski otomobillere kadar zevkle tasarlanmış bir hayal dünyası bu dev bina.

Buradan çıkar çıkmaz da stüdyolar bölgesine geliyorsunuz ki, ucu, bucağı olmayan, devasa genişlikte bir alan burası.

Bu önerme sadece Disney Stüdyoları için değil, bütün Disneyland için geçerli. Çok geniş bir alana kurulmuş bu hayal dünyası. Eğer bir günde gezerim gibi bir düşünceniz varsa, atın onu çöpe. Parkı ve stüdyoları, bütün atraksiyonlardan faydalanarak gezmek üç günden fazlasını rahatlıkla alıyor.

Stüdyo bölgesinde, çizgi filmlerin tarihinden, üçüncü dünya savaşı sonrası şehir kalıntılarına, stunt sahneleri diye isimlendirilen, tehlikeli sahnelerin canlandırımlarından, Disney filmlerinde kullanılan dekorlara kadar sinema endüstrisinin birçok ilginç ögesini birinci elden görebiliyorsunuz.

Bu işlerin en hasosunu bir on sene kadar önce, Jelena ile Hollywood'da, Universal Stüdyolarında görmüştük. Yiğidi öldürüp, hakkını yemeyelim. Amerikalılar böyle organizasyonların gerçekten ustası.

Studio-1
Universal Stüdyolarında aldığımız bir turda Jaws'un bir iki metre ötemizde sudan fırladığını görmüş, üzerimize bağlı sensörlerle robotları hareket ettirmiştik.

King Kong'dan Waterworld'e, Mummy'den Karayip Korsanlarına, Desperate Housewives sahnelerini yaşamış, patlamalardan tutun, yangınlara, su baskınlarına, hatta metro vagonlarının üzerimize devrilmesine tanık olmuştuk.

Paristeki Disney stüdyoları, bu deneyimden sonra, işin açıkçası biraz altı-gıdıkladı geldi. Fransızlar artistik insanlardır, o yüzden işin dehşetinden ziyade, sanatına önem vermişler. Yine de Disney Stüdyolarını kaçırmayın derim. Bakmayın benim Universal daha iyiydi dediğime...

Zamanımız çok fazla olmadığından ve Melissa'nın da ne kadar dayanacağını bilmediğimizden, biraz seçici davrandık ve her şeyi görmek ve denemek yerine en çok ilgimizi çeken atraksiyonlara yöneldik.

İlk olarak Studio Tram yani gezi arabalarıyla bir stüdyo turu aldık.

From Pearl Harbor
Tur boyunca Pearl Harbor filminin çekiminde kullanılan uçak ve arabaları, Armageddon'da kullanılan uzay mekiğini, dinozorlu bir Disney filminde (ben ne izledim, ne de adını duydum) kullanılan dinozor parkını, onlarca eski arabayı, benim ilk gördüğümde Nautilus diye sazanladığım, sonradan Dinotopia (her ne ise) çıkan tahta bir denizaltıyı gördük.

Turun heyecanlı bölümlerinden biri Disaster Canyon setiydi. Burada, bir patlama sonrası, tonlarca suyun üzerinize boşaldığını görüyorsunuz. Yine bir alevli patlama sahnesi ve harabeye dönmüş Londra sokakları turun diğer ilgi çeken bölümleri.

Filmlerde kullanılan arabalar
Bu tur esnasında canım kızım Melissa hiç korkmadı. Alevler, patlamalar, su baskınları olurken bile neşeyle gülüyordu sevgili bal arım.

Paraşüt temalı başka bir atraksiyon, ve yanından her geçtiğimizde "ciyak" diye bağırtıların yükseldiği, olasılıkla içinde bir roller coaster bulunan gökdelen harabesini bir sonraki gelişimize bırakıp Armageddon filminin özel efektlerini yaşayabileceğiniz atraksiyonun önüne geldik.

Melissa'yı içeri almadıkları için Jelena ile dışarda beklerken, ben bu animasyona tek başıma girmek zorunda kaldım.

Bir uzay istasyonunda meteor fırtınası ve sonrasındaki yangını Rus aksanlı bir kozmonotun sesi eşliğinde yaşıyorsunuz. Sarsılan platformları, neredeyse yüzünüzü yakacak sıcaklıktaki alevleri, kuvvetli rüzgarları ile çok canlı. Sahnelerin orijinal filmle pek alakası olmasa da bence fazlasıyla görmeye değer. Tek kusuru, aksiyon başlayana kadarki on-onbeş dakikalık, Fransızcayla karışık soğuk espirileri dinlemek ve yarı belgesel bir filmi izlemek zorunda kalmanız.

Ben bu film izlettirme işine çok kıl oluyorum. Binlerce kilometre gelip Pariste bu filmi izlemekle, İnternetten indirip, evde izlemenin pek farkı yok. Ancak, tabii ki film izlettirmek hem kolay, hem ucuz, bu yüzden zaman doldurmak için birebir. Bunun istisnası, yine Hollywood'daki Universal Stüdyolarında izlediğim üç boyutlu bir film. Burada, üzerime gelen bir mızrak çarpmasın diye eğildiğimi hatırlıyorum :)

Lafı çok fazla uzatmayayım. Disneyland'ın Disney Stüdyoları bölümü, sinemaya ilgi duyanların kaçırmaması gereken bir yer. Ancak hakkıyla gezmek tam bir gününüzü rahatça alır.

Ayak üstü birşeyler yedikten sonra, Disneyland"e gelme sebebimiz olan bölgeye, yani parka doğru yöneldik. Canım kızım büyüdüğünde sadece resimlerine bakarak birşeyler hatırlamaya çalışacak olsa da, Jelena ile kendi kendimize verdiğimiz bu sözü yerine getirmek, yani Melissa'nın ilk yeni yılında bu parkı göstermek bir zorunluluk olmuştu. Biz de "istemeye istemeye" parkın yolunu tuttuk.

Parkın girişindeki pembe şato
Parka girmek için devasa, pembe bir şatonun içinden geçiyorsunuz. Şatonun dışarı bakan duvarında da koca bir Donald Duck resmi. Bir önceki gün benle alay eden tezgahtarın annesini bir kez daha yad ettim...

Şatodan geçtikten sonrasını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

Dünyanın gerçeklerinden kopup bir hayal alemine dalıyorsunuz.

Disneyland Parkının ana caddesi 1900'lerden kalma bir batı kasabası. Bu caddenin sağında ve solundaki, birbirinden güzel renkli binaların içerisinde onlarca mağaza, cafe ve restoran var.

Sanki bizim gelişimizi kutlamak için, biz girer girmez yeni yıl geçidi başladı. Cinderella, Pamuk Prenses, Rapunzel, Peter Pan başta, neredeyse bütün masal kahramanları, Disney'in orijinal karekterleri, danseden kızlar, ren geyikleri ve Noel Baba büyüleyici bir müzik eşliğinde ana caddeyi baştan başa kat etti.

Danscı kızlar Melissa'yı görünce ona öpücükler yolladılar, Noel Baba bile el salladı canım kızıma.

Size parkı santim santim anlatıp bayıltmayayım, zaten yerimiz yetmez. On beş milyon kişinin ziyaret ettiği, içinde on beş bin çalışanı olan, devasa bir yer burası.

Uyuyan Güzel'in şatosu
Masalsı şatoları, Western kasabaları, define adası benzeri tropik adaları, korsan gemileri, Arap çarşıları, Meksika köyleri, 19 yüzyıl madenleri, lanetli evleri, korku şatoları, yani hayal gücünüzü çalıştıracak her şey var burada. Karayip korsanlarından Peter Pan'a, Indiana Jones'dan Mickey Mouse'a kadar bir çok film karekterinin habitatları ve şapkaları, kamçıları ve tüfeklerinin satıldığı mağazaları da bol bol görüyorsunuz.

Bu parkta bir muhasebecinin bile hayal gücünü kımıldatabilecek kadar malzeme var, sizin anlayacağınız :)

Canım kızımla Karayip Korsanlarının animasyonuna girdik. Bir bot üzerinde şarkı söyleyip, birbirleriyle kavga eden, tahta bacaklı, tek gözlü korsanları, zindanlarda çürümüş iskeletleri, birbirlerine top atan gemileri, esirleri, defineleri gördük.

Eyfel Kulesi
Roller-Coaster kılıklı botun metrelerce kayıp suya çarptığı an bile Melissa kahkahalarla gülüyordu. Melissa'nın bizim kızımız olduğuna bir kere daha kanaat getirdik. Hiç korkmadı benim güzel kızım.

Hava kararana kadar, hatta karardıktan sonrasında bile gezmeye devam ettik. Jelena'nın ısrarları sonucu ben de inat etmeyi bıraktım ve Melissa'ya bir Olaf oyuncağı aldık. Ve tabii ki Pamuk Prenses kostümünden, Kabus Noeli filminin anısına My Daddy's Sweet Nightmare - Babamım Tatlı Kabusu t-shirt'üne kadar başka bir dolu ıvır zıvır da aldık.

Akşam yemeğini bir Afrika restoranında yedik ve binlerce fotoğrafla birlikte otelimize döndük.

Ertesi gün Melissa hayatımda ilk kez bir trene bindi ve bizle birlikte Paris yolunu tuttu. Trenden, her nedense Etoile ismini verdikleri istasyonda indik. Burası aslında tam Arc de Triomphe'un dibi, aynı zamanda belki de dünyanın en ünlü caddesi olan Champs-Élysées'nin de başladığı nokta.

Arc de Triomphe
Yine Melissa'nın bir çok ilki burada gerçekleşti. İlk defa bir büyük şehir, ilk defa Paris, ilk defa Champs-Élysées, vs...

Buradan aşağı, Concorde meydanına doğru yürüdük, Concorde'a gelmeden de Champs-Élysées'den ayrılıp, Eyfel Kulesine doğru yöneldik. Seine nehri kıyısından, Leydi Diana'nın öldüğü tünele, oradan da Eyfel kulesine ulaştık.

Kuleyi Melissa'ya gösterip, hemen bir metro ile Grandes Boulevards istasyonuna ulaştık. Melissa hayatında ilk kez bir metroya binmişti.

Burada Melissa'nın hayatında başka önemli bir ilk gerçekleşiyordu. Canım kızım ilk defa bir Hard Rock Cafe'yi görecekti.

İçerde, Jelena ile klasik fajita menümüzü söyledik. Melissa ise havuç ezmesi yiyip, annesinin saçlarını çekti.

Canım kızımla beraber Hard Rock Cafe'de Metallica dinledik :)

İşte bu kısa yolculuğumuzun uzun öyküsü.

Sağlıcakla kalın...

16 Ocak 2016 Cumartesi

Memleket Manzaraları

Cevahir alış-veriş merkezinde engelliler için bir asansör var. Bu asansör bir buçuk kat kadar inip çıkıyor. Niye engelliler sadece bir buçuk katla sınırlı diye sorarsanız, ...sormayın. Demek bir buçuk kat engellilere yeterli görülmüş. Ona da şükür. En azından bir niyet var yani.

Böyle şeylere bir bebek arabasıyla gezerken çok ihtiyacınız olur. Yürüyen merdivenlerde tekerlekli sandalyeleri ve içinde bebek olan bebek arabalarını indirip çıkarmak güvenli olmadığı için hava alanları, metrolar, alış-veriş merkezleri gibi umumi alanlara asansör koyarlar.

Biz de uygarlığımızı ne olduğunu anlamadan, modaya uymak için batıdan kopyaladığımız değerler üzerine kurduğumuz için, işte böyle bir-buçuk katlı engelli asansörleri gibi komik ama aslında aptalca durumlara düşeriz.

Ama dediğim gibi. Buna da şükür.

Cevahirdeki ilk günümüzde, metal bir platform üzerinden yürüyüp, bu engelli asansörün kafes gibi, açık kabinine girip, kapıyı kapattık. Kabin zaten bel hizasında, hemen elimin dibinde de bir düğmesi var. Görünürdeki tek düğme de bu.

Eeee, ben de bastım tabii.

Tık yok. Jelena düğmeye bassana dedi, ben de bastım dedim. O zaman niye gitmiyoruz diye sordu, ben de bilmiyorum, istersen bir de sen bas düğmeye dedim. O da denedi, nada...

Bayağı açık alanda, Melissa, Jelena ve ben armut gibi kaldık ortada, asansörün çalışması için hafif utanarak bir mucize bekliyoruz.

Bir iki dakika debelendikten sonra, demek ki olmuyormuş diyerek tam çıkmak üzereydik ki "mucize" geldi. Bir güvenlik görevlisi.

"Abi sen n'apıyon orda?"

"Asansörü çalıştırmaya çalışıyorum kardeşim."

"Abi söylesene bize, öyle kendin girmişsin oraya."

"Canım kardeşim, ben okul okudum, üniversite bitirdim, asansöre kendim binebilirim demiştim..."

"Abi öyle diyon da, bak kapıyı kapamamışsın, ondan gitmiyo ass-sür."

Kabinin kapısını garanti olsun diye şöyle bir sarstım, kapalı ve kitli.

"Kapalı işte kapı."

"O kapı diil abicim, şu ilerdeki kapı."

Taa, bir beş metre ilerde, platformun girişindeki kapıyı işaret ediyordu. Demek ki güvenlik olsun diye o kapıyı kapamadan asansörün çalışmasını engellemişlerdi. Düşününce hak verdim. Tekerlekli sandalyedeki biri asansör kabini diye cup, boşluğa düşebilirdi.

Tek problem, tekerlekli sandalyeyle geçen birinin nasıl dönüp o kapıyı kapayacağıydı. Sorunca, abi o kapının yayı attı, kendi kendine kapanmıyor, tutmak lazım dedi. Ben de kendimi tekerlekli sandalyeyle gelen bir engellinin asansörü kullanabilmek için nasıl beş metre ilerdeki kapıyı eliyle kapalı tutacağını düşünürken buldum.

Ama ben aptalım diye anlı şanlı Cevahir görevlilerinin de aptal olması gerekmiyordu. Sorunun cevabı düşününce çok basitti.

"Hop, Mahmut abi!, gel şu kapıyı tut hele..."

Mahmut abi istemeye istemeye yerinden kalkıp yuvarlanır gibi kapının yanına geldi.

"Abi, sen de geç içeri, yengeyle,... Yenge, ittir arabayı şöyle..., tamamdır abi bas şimdi düğmeye..."

İlk girdiğimde bastığım düğmeğe bastım. Asansör bir hık deyip sallandı ve durdu.

"O düğme değil abicim, altta, yanda bir tane daha var. Ona basacaksın."

Bastım. Asansör şöyle bir kımıldayıp durdu. Bizim canavar, ellerini açıp şöyle bir la havle diye yukarı kaldırdı.

"Abi sen anlamadın bunu, basılı tutacaksın. Bas kalsın.."

Son altı ayda elli bin satırlık bilgisayar programı yazmış biriyim, o kadar teknolojiden uzak da sayılmam ama insan salak oldumu anlamıyor işte.

"Mahmut abi, tut, bırakma kapıyı... Bas abi sende düğmeye, bırakma ama... Hah, öyle işte... Hadi uğurlar olsun..."

Olay bu kadardı. Hır, hır, indik aşağı.

Parasını verip teknolojiyi almakla medeni olunmuyor işte. Medeniyet kafada başlıyor, bunlarınki kıçtan sirayet etmiş, kafaya gelemeden kalmış orada bir yerde.

****

Yine Cevahir'in hemen yanında bir Starbucks Cafe var. Eski bir bina, girişteki kapıda iki basamak var. Starbucks Corporate muhtemelen binayı denetlemiş ve engelliler için girişteki basamakların sağına bir rampa koydurmuş.

Ancak yer mi bizim doğuştan her şeyi bilen, yaratıcı, cinoğlucin millete öyle korpırıt rampa...

Kapının rampanın tarafındaki kanadı kitli. Yani rampayı çıkıp kapının camına yapışıyor ve kalıyorsunuz. Bizim bu halimizi gören kapıdaki görevli kılını kıpırdatmadan elinde cep telefonuyla konuşmaya devam ediyordu. Yani elini uzatıp mandalı çekse kapı açılacak ama umurunda değil eşşoğlueşeğin. Onun da kafası kıçında takılı kalmış.

****

Bir vesileyle Cevahir'e bir kere daha gitmemiz gerekti. Bir buçuk katlı engelli asansörünün yanından geçerken dayanamadım, bir daha baktım. Asansör bu kez alt kattaydı. Kafamı uzatıp bakınca, tekerlekli sandalye üstünde bir gençi gördüm, düğmelere basarak asansörü çalıştırmaya çalışıyordu.

Aslında umudu kesmiş ama geri geri çıkamıyor işte, çaresi yok.

Salak olsam da biraz hafıza kalmış işte. Biliyoruz yani.

Herşeyden önce böyle asansöre binmek gibi işlere tek başına kalkmayacaksın, bir bilene soracaksın. Öyle herkese de değil, Mahmut abi bu işin kompetanı, ona soracaksın.

Hemen buldum Mahmut Abiyi.

Mahmut abi daha platforma gelirken kapıları çarpıp, çekiştirmeye başladı ve kapalı olduklarına emin oldu. O da kafayı uzatıp, aşağıya bakınca asansörde debelenen sakat genci gördü.

"E, kardeşim, sen kapıyı kapamamışsın. Olmaz ki..." diye bir haşladı önce delikanlıyı.

Sonra da aşağıda geçenlere bağırmaya başladı.

"Bayan!... Hop!... Arkadaşım!... Beyefendi!..."

Bir tanesi bile dönüp bakmadı.

Biraz sonra gençten bir kadının dikkatini çekebildi.

"Şu assürün kapısını bi kapar mısın han-fendi?"

Kız, dan diye çekti, vurdu kapıyı. Kapı kapanmıştı. Sonra başını kaldırdı ve Mahmuta bakıp bağırdı.

"Başka emrin var mı?"

Allah belanı versin dedim içimden. Ağır geldi bir sakata yardım etmek, içine oturdu, hırlayıp vicdanını rahatlatacak aklınca...

Mahmut abi tınmadı bile. O sakat gençe direktif vermekle meşguldü. "Bas düğmeye hemşerim, bas, bırakma..."

****

Yenikapı metro durağı diye hatırlıyorum ama Vezneciler de olabilir, sakatlar için asansör, yürüyen merdivenlerden şöyle bir on metre daha önde. Durum böyle olunca, toplumun hatrı sayılır bir bölümü on metre az yürümek için, sakat, bebekli dinlemeden yürüyen merdivenler yerine asansörü kullanıyor.

Koyun sürüsü gibi bir gurup, önümüzde asansörü bekliyor, bebek arabasıyla beklediğimizden bizle göz göze gelmemek için kafalarını eğip bize bakmamaya çalışıyorlar. Başı örtülü üç beş kadın kakara, kikiri yapıyor, başı açık kızların olduğu "aydın" üniversite öğrencileri "flaş belleğin üzerine bilgisayar yedeklemesi" tartışıyor.

Ama herkesin sırtı bize dönük, bir tanesi bizi "görmüyor".

Asansör geldi, hepsi daldı içeri. Tabii ki bize yer kalmadı.

Kızlardan biri:

"Ay yer kalmadı burda, n'apacağız." falan diye bir şeyler geveledi ama o zamana kadar da kapı kapandı ve asansör hareket etti.

Zaten salyangozdan hallice asansörü bir daha beklemektense, ben Melissa'yı kucağıma aldım, Jelena da boş arabayı itti, yürüyen merdivenlerle yukarı çıktık. Sonrasında, Allah belasını versin deyip bir daha zorunlu kalmadıkça asansörleri denemedik bile.

Çok iddalı olmamak için kesin konuşmuyorum, belki benim göremediğim bir yerlerde bir sakat asansörü vardır ama biz bulamadık ve Taksim metro istasyonunda son katı yürüyen merdivenlerle bile değil, bildiğimiz basamaklardan, bebek arabasını sırtlayarak çıktık.

****

Bebek arabası ile kaldırımlarda dolaşmak da bir facia haline dönüştü.

Sakat biri için gideceği noktaya kadar bütün kaldırımlar tekerlekli sandalye geçişine uygun olsun, eğer biri uygun değilse o zavallı gideceği yere ulaşamaz.

İstanbulda hemen her kaldırımda, yine Avrupada var, bizde de olsun da medeni olalım mahtığıyla, sakat geçişi için basamak yerine rampa konmuş ve gerçekten güzel de işaretlenmiş.

Ancak arada bir, yol üzerinde bazı kaldırımlar çin seddi gibi duvar. Sakat geçişi yok.

Bu komedinin ötesinde, beyinsizlikten başka birşey değil arkadaşlar. Sakat geçişi yaptıkları kaldırımlara ettikleri masrafa yazık. Her kaldırıma yapmadıkça, hiçbir mantığı, hiçbir amacı, ve hiçbir faydası yok bu işin. Sadece aptallık, nokta.

Üstüne, bu rampaların bazıları su dolu çukurlara iniyor, bazılarınında tam göbeğinde park edilmiş arabalar duruyordu.

Kaldırımlarda yürürken de insanlar dan dun bebek arabasına çarpıyor, aralara girip üstünden atlıyor, caddeyi geçerken henüz insanlığa evrilememiş bıçkın sürücüler arabalarını üstümüze sürüyorlardı.

Bilmiyorum, hiç gördünüz mü, bir domuz ahırında bile bundan daha fazla düzen, domuzların arasında bile bundan fazla saygı vardır. Bir domuz geçerken, diğer domuz durur ve bekler falan...

Ben bir trafik kazasında bacağımı kırdıktan sonra yedi sene boyunca yedi küsür ameliyat geçirip, koltuk değnekleriyle hayatımı sürdürdüm. Sakatlık ne demek, nasıl zordur bilirim. Ondan biraz feryat ediyorum, anlayın...

****

Herhalde İstanbulda birkaç gün geçirdiğimizi anladınız. Size bu satırları uçakta, Cenevre yolunda yazıyorum. Genelde Türkiyeden ayrıldığımda, içimde bir burukluk olur, bir hislenirim Türkiyeden ayrılıyorum diye. Ancak bu kez inanın şükür ediyorum.

Ben ülkemi çok seven biriyim. Doğup büyüdüğüm, ekmeğini yediğim, dilini konuştuğum toprağımı gerçekten severim arkadaşlar, o yüzden ne olur bu söylediklerimi "İsviçrede şu daha iyi", "Almanyada gu daha modern" gibi ukalalık almayın.

Ama bu insanların hepsi uçmuş gitmiş abicim.

Genci, yaşlısı, aydını, yobazı, hepsi kafayı yemiş.

Herkes boş teneke olmuş, çalıyor. Herkesin derdi iş yapmak, işini yapmak, insan olmak değil..

Tek dertleri "Hava basmak"...

Genci, yaşlısı, zengini, fakiri, işlisi, işsizi, arkadaşı, yabancısı, herkes hava basıyor.

Herkes ağızını yaya yaya, salak bir tonla konuşuyor, ne kadar akıllı, ne kadar görmüş, bunu söylemek bile gereksiz ama bütünlük açısından söyleyelim, ne kadar çok "bilmiş" olduğunu anlatıyor size.

Herkes herşeyi "biliyor".

Taksiye bindik, biraz nerden geldin, kimsin muhabbettinden sonra laf olsun diye "Hava çok soğuk." dedim. Taksici döndü, "Senin geldiğin yer sanki buradan sıcak." dedi.

Tam arkasındayım, o tepesindeki bir tutam saçından tutup kafasını kaldırıp kolumu ağızından içeri sokmak geldi içimden ama durdum.

****

Sabiha Gökçene yeni indik. Sağolsun iki abim bizi karşılamaya gelmişlerdi. Melissa'yı fosur fosur sigara dumanlarından kaçırıp, Jelenayla arabanın içine attık ancak Melissa'nın arabasının boyu insani ölçülerin dışında olduğu için bagaj kapağı kapanmıyordu.

Kapıda dikilen değnekçi mi, büfeci mi artık oranın esnafı olduğu her halinden belli bir hıyara kibarca sordum, "Arkadaşım bir ip, bir lastik var mı bagajı bağlamak için?" diye.

"Yok." Dedi.

"Burada bulabileceğimiz bir yer var mı?" diye sordum, şerefsiz hayvan başını çevirip cevap bile vermedi. Öyle bok gibi kaldım ortada.

****

İnternet üzerinden temasa geçtiğimiz bir satıcının bürosuna gittik.

Adam benle öyle bir konuşuyor ki, zannedersin, Sakıp Sabancının sponsoru.

"Bak canım, ben sana ne istersen gönderirim, ama resim dersen olmaz. Zaten 300 kişinin maaşını veriyorum, bir de modelle, dekorla uğraşamam, ne vaktim, ne param var..."

Telefon çaldı, bu "yapi" açtı.

"....."

"Abi, Mustafa abi fabrikada."

"....."

"Bimiyorum abi, o mağazaya gelmiyor, daha ziyade fabrikada ama gelirse söylerim."

"....."

"Abi ben sadece mağazaya bakıyorum, şimdi yaparlar derim, mahçup olurum. Sen onu bir zahmet Mustafa abiyle konuş."

"....."

"Tamam abi, hürmetler abi..."

Ne diyorum, herkes hava... Kör tuttuğuna hava basıyor...

Salak herif patronum diye bana hava basacağına, benle insan gibi konuşsaydı gerçek patronuna para kazandıracaktı ama kimin umrunda...

****

Herkes yakaladığına geçiriyor. Cümleler genelde "Ben..." şeklinde başlıyor, herkes ne kadar başarılı, önemli, aynı zamanda ekstravört bir star, bir mood maker, bir lider olduğunu, kahkahalarla süslü, içlerinde bol bol "yönlendireyim", "gerçekleştireyim", "sinerji" geçen cümlelerle size "hissettiriyor".

Bir de benim gibi alışık değilseniz, pusuya düşüyorsunuz. Mesela, nereden şekersiz sakız alınır bir konuşalım diye gittiğiniz hıyar, etrafına üç beş adamı toplayıp, "Bülent Bey İsviçreden geldi" diye söze başlıyor, size nasıl uçak yapılır, daha da fazlası, iş hayatında nasıl başarılı olunur, onu anlatıyor, hatta "Sen akıllı adamsın yaparsın" falan diye "iltifat" bile edebiliyor.

Eh, o yaparsın dediğine göre yaparız artık ...

Boş teneke bunlar işte. Bir de o yarım akıllarıyla, iyi becerdik zannediyorlar ya... Benim zekamı ölçüp yeterli bulmaları bile değil, en çok bu işi kotarıdıklarına olan cahilce inançları kaldırıyor sinirimi.

Neyse ki benle bu babammış gibi konuşan soytarılara karşı bir savunma geliştirdim. Denk geldikçe ben de sokuyorum... Lafı... Onlara.

****

"İlbeyi caddesine arkadaşım."

"Beyefendi bu saatte oraya girilmez."

"Daha dün bu saatte oraya "girdik"!"

"Girilmez beyefendi, girilmez."

"Girilir kardeşim, girilir..."

Giriliyormuş, çünkü girdik.

****

Şişli metro durağında yürüyen merdivenlerle inerken - Melissa kucağımda, üç tane piçkurusu, vınnn diye tırabzanlardan kayarak yanımızdan geçti. Zamanında görüp hemen Melissa'ya çarpmasın diye kolumu kaldırdım, bir tanesi koluma çarptı, neredeyse yuvarlanıyordu. Ona da birşey olacaktı diye sinirlenip "Ne yapıyorsunuz lan burada" diye bağırdım. Üç beş adım uzaklaşıp kaçma mesafesini garantiye aldıktan sonra biri bağırdı.

"Ne istersem yaparım. Devletin metrosu değil mi?"

Sonra da ikincisi araya girdi.

"Devletin değil Allahın metrosu bu!"

On yaşında yoklar ha.

Sözün bittiği yer işte...

****

Hava alanındayız.

Canım kızım Melissa diş çıkarıyor, o yüzden acayip huysuz. Hava alanında bir Cafe'de oturuyoruz, ama ağlıyor, ne yapsın,

Kucağıma aldım, sussun diye gezdiriyorum.

Yan masamızda iki kız var, en fazla yirmi yaşındalar. Bir tanesi ayağa kalktı, sinirle Melissa ve bana baktı, sonrada kalkıp uzak bir masaya neredeyse koşarak gitti. İkincisi de ağızımı burnunu yamultup, ellerini havaya kaldırdı, sonra o da kalkıp arkadaşının yanına gitti.

Sen sanki başka yerden çıktın dedim içimden, başına beteri gelir inşallah.

****

Uçakta, Cenevre yolundayız.

Nah bu satırları yazarken bir kahve söyledim. Hostes kahveyi getirdi. Baktım, Törkiş Lira kalmamış. İsviçre Frangı ile ödeyeyim dedim.

"Hayır, biz sadece Yuro ve Törkiş Lira alıyoruz." dedi.

İsviçreye inecek uçakta İsviçre Frangı almamak akıl dışı bir salaklık tabii, ama üstelemedim. Cehennemin dibinden (burada kibarlık yapıyorum, Anasının... şeklinde başlayacaktım cümleme aslında) cüzdanı bulup çıkardım ve kredi kartımı verdim.

Konuşmaya şahit olan kabin amiri gelip kartımı POS üzerinden kullanan kıza birşeyler söyledi. Kız da bana dönüp:

"Aaa, biz isviçre Frangı da alıyoruz." diye çıkıştı.

Sinirlendim, "E, az önce almıyoruz." dedin diye bu sefer ben üsteledim. Kadın da ne dedi bilin bakalım.

"Biz onu başka Frank zannettik de ondan almıyoruz dedik."

Başka ne Frankı zannettin lan? Üzerinde Giscard d'Esting resmi olan Fransız Frangı mı, Papua Yeni Gine Frangı mı? Başka ne Frangı kaldı dünyada?

Sadece Yuro ve Törkiş Lira kabul ediyoruz diyen ebem miydi?

Bir kere de, özür dileriz, hata yaptık deyin be!

Bir kere de cinlik yapmayın lan. Herşeyi bilmeyin, öldüren zekanızla kıçınızı kurtaracağınıza inanmayı bırakıp doğru şeyi yapın.

****

Bu hava yollarında çalışan kadınlara yavaş yavaş bir düşmanlık beslemeye başlıyor gibiyim.

Sözde İngilizce yaptıkları, eski otobüslerin Afyonkarahisar Altıneli dinlenme tesislerimdeki çaylar şirkettendir anonsundan beter sersemce anonslarına İngilizce konuşanlar artık haysiyet kırıcı bir tonda gülüyorlar.

Bunun otomatiği var, bassınlar düğmeye, normal İngilizce konuşan kayıtlı anons çalsın di mi?

"Leydüzencentivelkomonbordareyrbuzlüplüplüppilizputyousitsinapraytloploplopfoldyortreyteybılslüplüplüp..."

Allah canınızı almasın...

Bu dingillerden biri yine bir anons yaptı, lütfen çöplerinizi kabin görevlilerinin getirdiği torbaya atın diye. Ama sadece Türkçe. Bu arada, anons yapıldığında hostesler çöp toplamayı çoktan bitirmişlerdi.

Jelena ne diyorlar diye sordu. Ben de nasılsa çöpçüler gitti diye boşver, önemi yok falan dedim. Bu sefer Jelena kızdı, niye tercüme etmiyorsun? Bak ben sana her yerde tercüme ediyorum diye.

Hadi, bu sefer ne dediklerini söyledim. Bu sefer Jelena başladı, ama çöpleri zaten topladılar diye, sonra da niye İngilizce anons yapmadılar diye devam etti.

Aldık mı başımıza belayı...

Bu biz Türklerin kendi aramızda özel bir konusu, yabancıları ilgilendirmez falan diye geçiştirmeye çalıştım, yine olmadı tabii.

Artık Jelena almıştı sazı eline.

"Niye bebek kemeri vermediler?"

"Hayat böyle Jelenacım. Güneşli günler var, yağmurlu günler var, mutlu günler var, mutsuz günler var. Aynı şekilde kemerli günler var, kemersiz günler var."

Tam bu arada inişe geçiyoruz, kemerlerinizi bağlayın, koltuklarınızı dik, masalarınızı katlı duruma getirin anonsu geldi. Ama yine sadece Türkçe...

Bebeğe kemer vermediği kafasına dank eden dingil hostes, pat diye Jelena'nın kucağına bir bebek kemeri atıp gitti. Hattızatında, anladığınız üzere, Melissa kalkışta kemersizdi. Neyse...

Daha Jelena kemeri eline alamadan ikinci bir dingil hostes gelip "Lütfen bebek kemerini takın" diye Jelenaya fırça attı.

Bu sefer dayanamadım, "İngilizce anons yapmadınız, o da anlamadı" diye ben üste çıktım. Kız da ama yapacağız falan derken ilk dingilin sesi geldi.

"Ay, anons kitabını bulabilsem yapacam ama..."

Ayıp lan...

****

İşte size üç günlük İstanbul.

İçinizi karartmayayım. Hep de kötü şeyler olmadı.

Canım kadar sevdiğim iki abimle beraber vakit geçirdik. Otuz beş sendir görmediğim sevgili hocamla yeniden buluştuk. Metrolarda, Melissa'nın arabasını indirirken iyi yürekli insanlar yardım etti, bize yerlerini verdiler, bizi durdurup, şapur şupur Melissa'yı öptüler, onla resim çektirdiler, falan.

Hayat o kadar zalim değil.

Ama öyle Tayyipe falan kızarken, biraz düşünün. Sorun hep o olmayabilir.

Aydınıyla, yobazıyla ülkenin insanı raydan çıkmış, işin özünden, iyiden, doğrudan uzaklaşmış, dokununca patlayacak bir sıcak hava balonuna dönüşüp birbirleriyle bu aptalca sürreal dansa takılmış.

İşin özü iyilikte, doğrulukta arkadaşlar. Adalet, doğruluktan, doğruluk da iyilikten kaynaklanır. İlerleme sorgulamakla, sorgulamak da öğrenecek şeylerin olduğuna inanmakla başlar. Herşeyi bildiğine ya da bilmese de kıçını kurtaracağına inanmak, bu mantığın sersemliği bir yana, insanın gelişmesinin önüne koca bir takoz koyar. Ülkenin insanları bu temelden uzaklaştıkça, yukarda anlattıklarım olmaya devam eder.

Umarım bir gün, özellikle aydın geçinenler, işin özüne dönüp, cahillere yol gösterir, ülke bir yere gider.

Hani sana ne diyeceksiniz, sane ne ile olmuyor işte. Bir sersem gelip, aferin sen akıllı çocuksun, yaparsın diyor, sinirimi kaldırıyor.

O bakımdan yani...

Sağlıcakla kalın.

4 Ocak 2016 Pazartesi

Hoşgeldin 2016! Paris, Disneyland

Eşim Jelena akşamdan arabayı yüklemeye başladı. İkimiz için bir bavul, canım kızım Melissa için de bir bavul, Melissa'nın puseti, Melissa'nın biberon ısıtıcısı, Melissa'nın sterilizatörü, Melissa'nın katı yiyecek kavanozları, Melissa'nın toz maması, Melissa'nın sterilize suları, oyuncakları, battaniyeleri falan derken arabaya zor sığdık ve Suriyeli göçmenler gibi yola koyulduk.

Canım kızımın ilk uzun yollu seyahatiydi bu.

Neyse ki günlerden Aralığın 31’iydi de, sınırda kimse yoktu, yoksa bir görseler, kesin Fransaya göçüyor bunlar diyeceklerdi. Jelena gerçekten abartmıştı. Besançon'a kadar konuşmadım onla kızgınlığımdan.

Besançon'dan sonra tenha mı tenha, üç şeritli ve Fransaya özgü kırmızı asfaltlı otoyol bizi Burgonya'nın kıyısından Parisin eteklerindeki Eurodisney'e getirdi.

Disneyland'e gidiyoruz
Beş sene öncesinden planlanmıştı. Canım kızım Melissa ilk yeni yılını burada geçirecekti.

Saat öğleden sonrası iki gibi Disney Village deydik. Disneyland parkının hemen yanı başında, otelleri, mağazaları ve restoranları ile her yeri Disney bir kompleks bu Disney Village.

Bir aksilik olmazsa yeni yıla, daha önceden de birkaç kez müşterisi olduğumuz Planet Hollywood adlı restoranda girecektik. Öyle ahım şahım, gourmet (gurme) bir restoran değil bu Planet Hollywood. McDonald's (Mek Danılds:) dan biraz hallice, güzelim Meksika yemeklerine küfür edercesine Amerikada icat olunmuş Tex-Mex (Teks Meks - baydım biliyorum) tarzı füzyon yemekleri var.

Planet Hollywood
Teması Hollywood olunca, içerisi de oldukça renkli oluyor tabii, ancak asıl rengi ortaklarında. Rambo abi, Terminatör dayı falan hep hissedarları. Lethal Weapon (Liitıl Uepın - Ölümcül Silah) filmlerinin Yüzbaşı Murtaugh'ı (Mörtağ) Danny Glover (Deni Glavır) bile bu restoran zincirinin ortağı.

Jelena bir ay öncesinden arayıp rezervasyon yaptırmayı denedi ama kabul etmediler. Yılbaşı akşamı gelin, belki biraz beklersiniz ama yer buluruz dediler. Biz de tamam dedik. Ora olmazsa başka yer olur nasılsa diyerekten.

Disney Village'e geldiğimizde Jelena bir daha rezervasyon için şansını denedi ama nada!

Starbucks'da bir kahve ile yol yorgunluğunu attık ve hemen Disney mağazalarına daldık.

Ben çocukken çok Disney okudum arkadaşlar. Hatta ilk yabancı dilde okuduğum resimli romanlar Disney'di.

Starbucks'da bir kahve ile yol yorgunluğunu attık
Birçok kişi Disney'i Mickey Mouse (Miki Maus) ile özdeşleştirse de benim için Disney daha ziyade Donald Duck (Danıld Dak - Donald Amca) dır. Yani şu ördek Donald. Mickey hep çok ciddi gelirdi bana, hırsızları kovalar, dedektiflik yapardı. Donald ise komikti. Çok eğlenirdim okurken.

Kızıma da benden bir Disney anısı olsun diye satıcıya Donald oyuncağı var mı diye sordum.

Anasına küfretmişim gibi baktı bana. Pas du tout (Pa dü tu - yok!) şeklinde kükredi, sonrasında, biraz da aşağılayarak. Sana Olaf verelim dedi. Kimdir amcacım bu Olaf diye sorunca, elime dişlek, çirkin bir kardan adam oyuncağı tutuşturdu. Meğer Frozen isimli, yeni bir çizgi filmin karekteriymiş Olaf ve çok da ünlüymüş.

Eee, ben kulunuz Donald Duck'ta takılı kalmışken, dünyanın gerisi yürümüş, gitmiş tabii. Şimdilik çok önem arzetmese de, Melissa biraz büyüyünce bu yeni nesil çocuk karekterlerini öğrenmek gerekecek artık.

Jelena izin vermedi
Benin kızım korkar bundan diye düşündüm ve Olaf'ı bir kenara bırakıp, başka Frozen figürlerine bakmaya başladım.

Mesela Elsa isimli, eli yüzü düzgün bir kızcağız var. Bu Elsa, Melissa'ya bayağı uygun. Kızım, korkmadan bunla arkadaşlık edebilir, oynayabilir, saçını tarar, elbisesini değiştirir falan...

Elsa'yı sonra satın almak üzere aklıma yazıp bakınmaya devam ettim.

Biraz ilerde kendimi Star Wars reyonunda buldum. Yeni filmiyle birlikte, tahmin edersiniz, her yer Darth Vader maskesi, Storm Trooper miğferi, Obi Wan Kenobi ışın kılıcı, Luke Skywalker uçağı dolu.

Başka oyuncaklar aldık
Hemen gözlerim beni Donald Duck mevzusunda aşağılayan eşşoğlueşeği aradı. Yiyiyorsa gel de Star Wars'da bana ukalalık yap dedim içimden, sana Master Yoda'nın bütün vecizelerini ezbere sayayım...

Melissa'ya ışın kılıcı alacaktım, Jelena izin vermedi, bir Darth Vader tişörtünde anlaştık. Donald Duck'ın yokluğunda da, mecburen bol bol Mickey ve Minnie oyuncağı aldık.

Yemek saati yaklaşıyordu. Yemekten önce birşeyler içelim dedik ve Billy Bob'ın kovboy restoranına gittik. İçerisine tam bir Western restoranı havası vermiş, çok güzel dekore etmişlerdi.

Jelena, karton kola bardağına bardan koydurduğu
sıcak su içinde Melissa'nın mamasını ısıtıyordu
Herkes bira, viski falan içerken Jelena, karton kola bardağına bardan koydurduğu sıcak su içinde Melissa'nın mamasını ısıtıyordu. Sonradasında Melissa mamasını yedi, biz de içkimizi içtik. İlerleyen dakikalarda mükemmel canlı Country Music çaldılar, çok iyi vakit geçirdik.

Yemek zamanı gelmişti. Billy Bob'a goodbye deyip, Planet Hollywood'a doğru yürümeye başladık.

Ancak önünden geçtiğimiz her restoranın kapısında yüzlerce insan sıra bekliyordu. Planet Hollywood da hiç farklı değildi.

Melissa sayesinde bize torpil yaptılar ve arkadan asansörle direkt restorana çıktık. Kapıda bekleyen en azından yüzelli kişiyi ekarte etmiştik.

Rezervasyon kızına ne kadar bekleriz diye sorduk, o da yarım saat ile kırkbeş dakika arası dedi. N'apalım, bekleriz dedik. O zaman şöyle bar bölgesine geçin, birşeyler içersiniz beklerken dedi.

Bar bölgesi diye işaret ettiği bölgede barı falan görmek mümkün değildi, hatta hiçbirşeyi görmek mümkün değildi. Her yer yığma, istifleme insan doluydu. Masa, sandalye falan hak getire. Burası, bir bardan çok, Gazze'deki bir mülteci kampını andırıyordu.

İçeri bebek arabasıyla giremezsiniz dediler. Mecburen arabayı asansörlün yanına park edip, Melissa'yı kucağıma aldım.

Bar bölgesinde kalabalıktan nefes almak neredeyse imkansız hale gelmişti. Üstüne müziğin sesini insani boyutların üstünde açıp, sözde sihirbaz, iki soytarıyı da müşteriler eğlensin diye ortalığa salmışlardı ki... Yedi buçuk kiloluk Melissa'yı bir saatten fazla kucağımda tutarken silindir şapkalı bir şabalak, elinde bir deste oyun kağıdını gözüme sokup içinden bir tane seç deyince dayanamayıp küfür ettim.

İki saate yakın bekliyorduk. Jelena bir kez daha ne kadar bekleyeceğiz diye sormaya gitti. Rezervasyon kızı hala yarım saat deyince, Melissa'yı düşünüp, nalet olsun dedik ve restorandan çıktık.

Saat on bir'e yaklaşıyordu. Diğer restoranlarda bu saatten sonra yer bulmak mümkün değildi.

Karton kutularda iki makarna geldi,
bardan da bir şişe şarap aldık
Kendimizi otele attık.

Yılbaşı akşamı otelde de yiyecek birşey yoktu tabii. Barmen bizi bir İtalyan "take-away" restoranına "yönlendirdi". Telefonla makarna sipariş ettik. Karton kutularda iki makarna geldi.

Bardan da bir şişe kırmızı şarap alıp çıktık odamıza.

Saat onikide Melissa çoktan uyumuştu. Biz de şarabı bile bitiremeden bayıldık kaldık.

Yeni yıl kötü bir sürprizle başlasa da, yine güzel vakit geçirmiştik.

Ertesi sabah sinirimden Planet Hollywood'a bir email yazıp mızmızlanayım dedim. Sonra bir baktımki yüzlerce restoranından sadece altısı kalmış, gerisi hep kapanmış. Arnold bile parasını alıp ayrılmış, şirket iki kere iflas etmiş.

Emaille falan vakit kaybetmedim...

Gün uzun bir gün olacaktı. Melissa ile Disneyland'e gidiyorduk...

9 Aralık 2015 Çarşamba

Matematik Çok Beleş Bir Bilim

Bugün oldukça filozof bir günümdeyim arkadaşlar. Son birkaç haftadır bütün günlerimi meşgul eden dünyevi işleri bir kenara bırakıp kısa bir süre de olsa ulvi meselelerle iştigal etmeye karar verdim.

Gülmeyin. Mutlaka sizin de başınıza gelmiştir. Bir anda geçim derdi, Tayyip, yarınki toplantı, hafta sonu alış verişi falan aklınızdan silinir ve bu dünya niye var, sonsuzluk nedir gibi çok da pratik sonuçları olmayan bir düşünce ile baş başa kalırsınız ya...

İşte öle.

Aklımdaki herşey uçtu, gitti, yerine ise bir sonsuzluk hissi doldurdu kafamın içini. Malum boş yer çok oralarda.

Bu sonsuzluk içinde de, bir boşluktan başka bir boşluğa atladı düşüncelerim, ve bir cümleyle özetlenecek bir noktada durdular.

Bu noktayı sizlere açmadan önce, buraya kadar yarım gözle, "Ne diyor lan bu?" diyenlerinize, okumayı burada bırakın uyarısını yapayım. İsterseniz okumaya devam edin tabii, ama bana edeceğiniz küfürleri peşinen size iki katları halinde iade edeceğimi de söylemiş olayım.

Gelelim bir cümleyle özetlenebilecek, ulaştığım son noktaya.

Matematik çok beleş bir bilim.

Aslında bir bilim bile sayılmaz. Fizik gibi etrafımızda gördüğümüz, yaşadığımız şeyleri anlamaya ve anlatmaya çalışan bir bilimin hizmetinde bir araç, o kadar.

Matematikte herşey mümkün.

Örneğin 2/0. Yani ikinin içinde kaç tane sıfır bulunur?

Bu sorunun cevabını bir fizikçi bulabilse, evrenin nereden gelip nereye gittiğini, kara deliklerin içinde nelerin olduğunu, evreni oluşturan büyük patlamayı falan açıklayabilecek, ama açıklayamıyor.

Bu soruyu bir matematikçiye sorun, "sonsuz" diyip, bir saniyede işin içinden çıkar, bir sonraki soruya geçer. İşareti, simgesi bile var anasını satayım. Yan yatmış bir sekiz.

Yine karekök diye, günlük hayatımızda çok fazla kullanmadığımız bir işlem vardır. Sözcüklerle açıklarsak, hangi sayıyı kendisiyle çarparsam karekökünü aradığım sayıyı bulurum sorusunun cevabıdır. Örneğin dokuzun karekökü üçtür, çünkü üçü üçle çarparsanız dokuz eder.

Peki eksi dokuzun karekökü nedir?

Eksi üç diye sazanlayanlarınız olabilir, ama eksi üçü eksi üçle çarparsanız artı dokuz eder, eksi dokuz değil. Eksi dokuz ile artı dokuzun arasında onsekiz tamsayı ve sonsuz sayıda kesirli sayı vardır. Yani aynı sayı değillerdir. Eksi üçle artı üçü çarpıp eksi dokuz bulmaya çalışanlara da aynı itirazı yapabiliriz.

Yine az önceki matematikçimize bu soruyu sorarsak, cevap olarak size 3i diyecektir. Ne lan bu "i" derseniz de, "i" öyle bir sayıdır ki, kendisiyle çarpınca eksi bir verir diye anlatır size.

Ama yenmez, içilmez, çarpılmaz, toplanmaz bu "i" sayısı. İşin içine bir girdimi, çarpsanız da, toplasanız da, her yerde bir "i" kalır. İ. Melih gibi birşey, sizin anlayacağınız. Anca başka bir "i" bulup birbirini götürtebilir, sonrasında bildiğimiz heteroseksüel sayılarla hesabınıza devam edebilirsiniz.

Şimdi bu "i" sayısı seni niye gerdi diye sorarsanız, insanlığın geleceği bu "i" sayısına bağlı arkadaşlar.

Üzerinde yaşadığımız şu yalan dünya er ya da geç yaşanmaz bir hale gelecek. Artık bir meteor mu çarpar, bir volkan mı faaliyete geçer, yakında bir yıldız mı patlar, yada isimleri lazım değil, iki diktatör artığı yüzünden dünya savaşı mı çıkar bilemem. Hiçbirşey olmasa güneş bir gün normal halini bırakıp genişleyecek ve dünyayı yutacak. Bunu durdurmanın bildiğimiz bir yolu yok.

İnsanlığın kurtuluşu, dünyamızla birlikte dışında başka bir gezegene yerleşebilmek.

Burada da işin içine İsviçre eğitim sisteminin adam olmaz diye okuldan attığı dünyanın en zeki insanı Albert Einstein giriyor.

Ez cümle Einstein diyor ki, kütlesi yani yarı-doğru bir deyişle ağırlığı olan hiçbir şey ışıktan hızlı gidemez. Kütlesi olmayan şeyler ise ancak ışık hızına çıkabilir. Kütlesi olmayan ne vardır ki diye sorarsanız, işin felsefesine çok girmeden, en azından ışık hızında giden ışığı örnek gösterebiliriz. Radyo dalgaları, mikro dalgalar, X ışınları - ki hepsi aslında ışığın değişik türleridir, kütlesi olmayan ve ışık hızıyla hareket eden şeylerdir.

Eh, insan olarak kütlemiz ve kalıbımız olduğundan ışık hızından daha yavaş hızlara mahkum olduğumuzu anlıyoruz, Einstein'ın dediklerinden.

Yalan dünyayı bırakıp başka dünyalara gitmek işte burada zorlaşıyor. En yakın yıldız o kadar uzakta ki, ışık bile oraya ancak dört buçuk yılda gidebiliyor. Kütlesi olan bizler ise hayal edebileceğimiz en yüksek hıza ulaşsak bile ancak yıllar sonra en yakın yıldıza ulaşabiliyoruz.

İşin aslı dört buçuk ışık yılı uzaklıktaki komşu yıldızımız tam bir istisna. Görebildiğimiz birçok yıldız bize yüzlerce ışık yılı uzaklığında. Bizim de içinde bulunduğumuz Samanyolundaki yıldızların çoğu on binlerce hatta yüz bin ışık yılından daha uzaklarda. Samanyolu dışındaki galaksileri sormayın bile. Daha hızlı gitmemiz olanaksız olan ışık bile milyonlarca yıl yol almak zorunda buralara gitmek için.

İşte bu "i" sayısı burada devreye giriyor.

Hepimiz biliriz. Bir cismi ittiğimizde hızlanır. İtmeye devam ettikçe hızı artar. Albert dayının hesaplarına göre, biz ittikçe, uyguladığımız güç cismin hızını artırsa da, bu gücün bir bölümü cismin kütlesini de artırmakta. Düşük hızlarda, uyguladığımız gücün cismin kütlesini artıran bölümü çok az. Ancak hızlandıkça, bu oran kütlenin artışı lehine yükseliyor.

Işık hızına yaklaştığımızda ise, uyguladığımız gücün büyük bölümü kütleyi yani ağırlığı artırmaya harcanıyor. Ne zaman ki "sonsuz" bir güç uyguluyoruz, o zaman cismin kütlesi de sonsuz oluyor, ama ışık hızına ulaşabiliyoruz.

İşte sivri akıllı bir matematikçi, bu hesapta kullanılan denklemlere "i" sayısını kullanarak bir boyut getirmiş. Bu "i" sayısı sayesinde "sanal" kütlesi olan, yani negatif kütlesi olan parçacıklar öngörmüş. Bu parçacıklar ışıktan hızlı hareket edebiliyor. Hatta ağırlıkları arttıkça hızlanıyor, azaldıkça yavaşlıyorlar. Ağırlıkları sıfırlandığında da en yavaş hızlarına ulaşıyorlar. Bu da ışık hızı.

Bu parçacıklara takyon diyorlar. Yunancadan, hız demek. Arabalarda hız göstergesine de bazı yerlerde takometre derler, ordan bir yakınlık kurabiliriz.

İşte ancak bu takyonlar sayesinde ışık hızını alt edip, uzak yıldızlara gitme şansımız var.

Ne var ki Uzay Yolu serileri dışında takyonları gören, bilen yok. Çünkü "i" sayısı diye elle tutulur bir kavram, bir çokluk yani bir kantite yok. Aynı yana yatmış sonsuzluk sekizi gibi, hayali bir olgu.

Garip fizikçiler, işte böyle matematiğin başlarına sardığı dertlerle uğraşmaktadırlar. Yere göğe koyamadıkları kuantum teorisi, bir parçacığın aynı anda iki yerde bulunmasını açıklamakla kalmayıp kanıtlarıyla ortaya koysa da, kıytırık bir yerçekimini açıklayamamakta, açıklamaya kalktığında ise parçacıkları ip haline getirip, matematik sayesinde bizi yirmi küsür göremediğimiz, bilemediğimiz boyutla baş başa bırakmaktadır. Bunlar hep matematikle oynamanın sonucu ortaya atılan teoriler.

The Big Bang Theory dizisinin başrolündeki Sheldon bile bu ip teorisini bırakıp başka alanlara yönelmiştir.

Ancak fizikçiler de yavaş yavaş işe uyanmaya başladı.

Yerçekimi diye bir illet vardır arkadaşlar. Herşeyi çeker. Tam doğrusu, evrende herşey birbirini çeker. Işık da bu çekimden nasibini alır. Yerçekimi tanımı gereği ışığı yavaşlatamazsa da ışığın yönünü değiştirir.

Yerçekimi için madde gerekir. Ne kadar çok madde olursa, çekim o kadar kuvvetli olur.

İşte, uzak galaksileri gözlemleyen fizikçiler, bu galaksilerin etrafından gelen ışığın yön değiştirdiğini farkettiler. Bu demekti ki o bölgelerde ışığın yönünü değiştirebilecek kadar yoğun madde olması gerekiyordu.

Tek problem, baktıklarında bu maddeyi görememeleriydi.

Benzeri bir şekilde, evrendeki galaksiler birbirinden uzaklaşmaktadır. Ancak, galaksiler arasındaki yerçekimininin bu uzaklaşmayı yavaşlatması beklenilirken, galaksiler aksine daha da hızlanmaktadır.

Matematikçilerden feyz alan fizikçiler, ışığın yolunu değiştiren, ne olduğunu bulamadıkları maddeye "Kara Madde", galaksileri hızlandırıp birbirinden ayıran, ne olduğunu bulamadıkları güce de "Kara Enerji" deyip işin içinden çıktılar.

Sizin anlayacağınız, insanlığın geleceği aritmetiksel sonsuzluk, "i" sayısı, kara madde ve kara enerjinin bulunmasına kalmıştır.

Newton'ın kafasına elma düştüğü günlere göre çok yol almış olsak da, yukardaki basit bir iki örnek bile bize gösteriyor ki, evreni anlama çabamızda daha işin başlarındayız.

En iyisi bu işlere çok takılmadan günlük hayatın boyutları bu kadar büyük olmasa da, en azından kendi başımıza çözebileceğimiz sorunlarına dönmek.

Buraya kadar pek okuyanın kaldığını düşünmüyorum ama sabır taşı yutmuş olanınız varsa iyi geceler, sağlıcakla kalın.

5 Kasım 2015 Perşembe

Fotoğraf

Bu seçimdi, başkanlıktı, hüloooğğğlardı, canınızı sıkmışlardır. Biraz kafanızı dağıtayım arkadaşlar.

Bir mobil telefonu olmayanımız yoktur herhalde. Bizi nerede olursak olalım, ulaşılabilir kılan, İnternetti, kitaptı, müzikti herşeyi içine alıp cebimize sığan bu mucizevi aletle birlikte hayatımıza giren yeni bir fenomen var.

Fotoğraf.

Günümüzde dünya üzerinde bir yılda çekilen fotoğraf sayısı, fotoğrafın bulunmasından cep telefonlarına kamera takılmasına kadarki tüm zamanda çekilen fotoğraflardan fazla. Dünyada en çok fotoğrafın çekildiği kamera da iPhone.

Çektiğiniz bir fotoğrafı, saniyeler içinde tüm Dünya ile paylaşabiliyorsunuz. Durum böyle olunca da hepimiz her gün binlerce fotoğraf çekip kah Facebook üzerinde, kah başka fotoğraf paylaşım sitelerinin üzerinde yayınlıyoruz.

İşte madem bu işe bu kadar kendimizi kaptırmış durumdayız, en azından çektiğimiz fotoğraflar güzel olsun diye dilimin döndüğünce sizle birkaç faydalı ipucunu paylaşmak istedim. Ben de bu ipuçlarının çoğunu internetten yada bu işi çok çok daha iyi bilenlerden öğrendim.

Bunların bazıları o kadar kolay ki, hiç bir şey öğrenmeye gerek kalmadan sadece basit bir kaç şey yaparak fotoğraflarınızın çok daha güzel çok daha çekici olmalarını sağlayabilirsiniz.

En basitinden başlayalım. Hepimiz dünyayı Çoğunlukla gözlerimizin yüksekliğinden izler ve algılarız. Çünkü dünyayı genellikle yürürken gözleriz ve ayakta olduğumuz zamanda gözlerimizin seviyesi her zaman gözlerimizin bulunduğu yüksekliktedir.

Bu çok basit fenomen fotoğraflarımıza da yansır. Yürürken ilginç bir şey gördüğümüzde cep telefonumuza alır, gözlerimize seviyesine getirir, cart diye fotoğrafını çekeriz. O yüzden göz seviyesinde çekilen fotoğraflar sıradan ilginç olmayan dünyayı herkesin gördüğü gibi gösteren fotoğraflardır.

Şimdi gelin bunu biraz değiştirelim. Etrafımızda bulunan herhangi bir cismin fotoğrafını göz seviyesinden değil biraz aşağıdan çekmeyi deneyelim. Yani bacaklarımızı bir parça kırarak, yada dizlerinizin üzerine çökerek, fotoğrafı aşağıdan yukarı doğru çekelim.

Dünyayı doğal algılama biçimine ters olan bu açıdan çekilen fotoğraflar izleyenlere oldukça ilginç gelecektir. Özellikle evcil hayvanların yada küçük çocukların resmini çekerken onların seviyesine kadar alçalmak fotoğrafları hem çok daha canlı hem de farklı yapacaktır.

İnanın sadece bu basit hareketi yapmak, fotoğraflarınızı katbekat güzel, katbekat ilginç hale getirecektir.

Hemen ikinci ipucumuza geçelim. Bu birincisinden daha da basit. Birincisinde öyle dizlerinizi kırmak, yere doğru alçalmak falan gerekiyordu. Yani biraz bedeni eğitimi. Bunda o kadarına bile gerek yok.

İkinci ipucumuzda yapacağımız tek şey, fotoğrafını çektiğimiz cisim yada kişiye yaklaşmak. Fotoğraf karesinin tamamına yakınını bu cisim yada kişi ile doldurmak.

Sayıları milyonlara ulaşan cep telefonu fotoğraflarının oldukça yaygın bir özelliği fotoğraf karesinin üçte birinin, örneğin çocuğunuza yada karınıza, geri kalan üçte ikisinin de bomboş gökyüzüne yada çayır-çimene ayrılmış olması.

O yüzden kımıldayın biraz arkadaşlar ve fotoğrafını çektiğiniz kişi yada cismin yakınına gidin. Fotoğraf karesinin çoğunu fotoğrafın konusu olan kişi yada cism için kullanın.

Bakalım İngilizceden manasını kaybetmeden çevirebilecek miyim. "If your photograph is not good enough, that means you aren't close enough". Yani, fotoğrafınız yeteri kadar iyi değilse, yeteri kadar yakın değilsiniz demektir.

Hadi yine Uygulanması kolay, başka bir ipucu. Fotoğraflarınızı sabah güneş doğarken yada akşam güneş batarken çekmeye çalışın.

Gün ortasında, özellikle güneş açık bir havada tepedeyken, çok sert çok kuvvetli bir ışık verir. Bu sert ışık, çok parlak hatlara ve çok keskin gölgelere yol açar. Fotoğraf karesinin içinde çok parlak ve çok karanlık bölgeler bir arada oluşursa, o fotoğraf çekiciliğini kaybeder.

Güneş doğarken yada batarken ki saatlerde ise güneşle aramızdaki atmosfer tabakasının kalınlaşması sebebiyle, güneş ışınları güçlerini kaybeder ve fotoğrafa, göze çok hoş görünen kırmızıya çalan sarımsı altın bir ton verir. Fotoğrafçılar bu altınımsı tona ılık tonlar derler.

İşim biraz tekniğini girersek güneşin doğuşu ya da bakışındaki ıllık tonlar fotoğrafçılık dilinde renk ısısının sıcağa yaklaştığı noktalardır.

Bunun tam aksi yani renk ısısının soğuk olduğu tonlar ise maviye çalan kırmızının neredeyse hiç bulunmadığı renk gruplarıdır. Buna en güzel örnek ay ışığında çekilmiş bir fotoğraftır. Böyle bir fotoğrafta, neredeyse bütün renkler mavi ile beyazı arasında yani çok soğuk tonlardadır.

İnsan gözü sıcak tonları sever. Bir fotoğrafta hem soğuk hem sıcak noktalar varsa izleyici ilk önce sıcak bölgeyi görür, dikkatini bu noktaya yöneltir. Bu yüzden sabah güneş doğarken yada akşam güneş batarken çekilen fotoğraflar her zaman göze ilginç görünür.

Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için, güneş doğarken yada batarken fotoğraf çekin derken güneşin doğuşunun yada batışının fotoğrafını kastetmiyorum. Bu saatler esnasında, içeriği ne olursa olsun, çekilen fotoğraflardan söz ediyorum.

Yine başka basit bir ipucu. Özellikle cep telefonuyla fotoğraf çekerken, fotoğrafını çektiğiniz kişiye yaklaşmak yerine, bir kaç adım uzaklaşıp parmağınızla fotoğrafı büyüterek çekin. İşin çok tekniğine girmeyelim, yakın zamanda başka bir yazıda detayıyla anlatmıştım, uzaklaşarak çektiğiniz fotoğrafta yüz hatları yumuşar ve koca bir burun yada koca iki kulak yerine daha orantılı burun ve kulak şekilleri oluşur.

Başka bir ipucu. Bugünlerde her mobil telefon bu özelliği destekliyor. Fotoğraflarınızı kare formatında çekin. Geleneksel dikdörtgen format çok eski filim günlerine dayanır Ve gözlerimiz alışsa da artık modası geçmiş klasik görüntüler verir. Kare şeklinde çekilmiş fotoğraflar daha bir bütün, daha bir aradadırlar.

Klasik bir ipucu daha. Fotoğrafını çektiğiniz kişi yada cismi fotoğraf karesinin tam ortasına koymayın, ya biraz sağa, ya da biraz sola çekin. Yine aynı şekilde fotoğrafta bir ufuk çizgisi varsa bu çizgiyi dikey düzlemin tam ortası yerine, ya fotoğraf karesinin yukarısına yada aşağısına çekin.

Buraya kadar söz ettiğimiz her şeyi mobil telefonunuzla yapmanız mümkün. Mobil telefon kameraları, özellikle iPhone, görüntü kalitesi çok yüksek fotoğraflar çekebiliyorlar.

Ancak fotoğraflarınızın kalitesini bir sonraki aşamaya taşımak istiyorsanız çok daha kaliteli fotoğraf çekebilen DSLR diye isimlendirilen bir fotoğraf makinesi almanız gerekiyor. Bu tip fotoğraf makinelerinde farklı objektifler kullanarak çok daha ilginç çok daha kaliteli fotoğraflar çekmeniz mümkün.

Cep telefonlarındaki objektiflerin önemli bir özelliği vardır. Cep telefonları ile çekilen resimlerde fotoğraf karesindeki her şey keskin ve nettir.

Şimdi bunda ne var diyeceksiniz. Fotoğraftaki her şeyin keskin ve net olmasında ne gibi bir zarar var?

Burada yine insan gözünün başka bir özelliği devreye giriyor. İnsan gözü bir fotoğraf karesine baktığında, dikkatini ilk olarak fotoğrafın en keskin ve en net noktasına yöneltir. Doğal olarak fotoğrafta her şey net ve keskinse izleyici fotoğrafın konusu ile birlikte geri planda sağda solda olayla çok fazla ilgisi olmayan kişi yada nesnelere de odaklanır.

Başka bir deyişle izleyicilerinizin dikkatini fotoğrafta istediğiniz noktaya yöneltmenin çok kullanılan bir yolu, bu noktayı keskin ve net, geri kalan her şeyi daha yumuşak ve bulanık bırakmaktır.

Mobil telefonunuzun kamerasının kalitesi ne kadar yüksek olursa olsun, fotoğraf karesinin belli bölümlerini netleştirme yada bulanıklaştırması olanaklı değildir. Bunun sebebi ise eski günlerdeki filmlerin yerini alan mobil telefonlardaki sayısal sensörlerin çok küçük olmalarıdır.

DSLR fotoğraf makinelerindeki sensörler ise mobil telefonlardaki sensörlerden çok daha büyüktürler, Bu yüzden fotoğraf çekerken geri planın bulanıklaştırılması işini çok iyi becerirler.

Eğer gerçekten fotoğraf çekmek ilginizi çekiyorsa bu tür fotoğraf makinelerine yatırım yapmak çok da kötü bir fikir değildir. Özellikle amatörlere yönelik alt modelleri fiyat olarak da oldukça uygundururlar.

Başka bir yazıda da size nasıl bir fotoğraf makinesi önerdiğimi anlatırım.

Sevgiler...

Küçük bir not. Bu yazının hemen tümünü iPad üzerinde Türkçe dikteasyon yaparak, yani klavyeyi kullanmadan okuyarak yazdım. Henüz denemediyseniz hararetle tavsiye ediyorum, çok kullanışlı ve ufak tefek hatalar dışında neredeyse söylediğim her şeyi eksiksiz olarak anladı ve yazdı.

27 Ekim 2015 Salı

Villars

Dünyevi zevkleri neredeyse hiç olmayan biriyimdir arkadaşlar. Örneğin yirmi senedir İsviçrede yaşamama rağmen, daha bir tane İsviçre saatim olmadı. Yıllar önce, mobil telefonların yaygınlaşmadığı günlerde, sık sık iş gezilerine çıkmak zorunda kalıyordum. O yüzden uçakları kaçırmamak için, o zamanki patronumun da tavsiye şekline sokulmuş bir emiri ile duty-free'den bir Swatch almıştım. Onu da ya bir, ya iki kere taktım ya da takmadım.

Eşim Jelena'nın (Yelena) bana sormadan aldığı bir iki tanesi dışında, öyle Gucci, Versace, Armani gibi giysilerim de yoktur. Zaten eşim Jelena'nın bana sormadan aldığı, markası ne olursa olsun, giysilerden başka hiç bir giysim de yoktur.

Öyle elegant yemekleri seven, yani gourmet biri de değilimdir. Hatta midesiz bile sayılabilirim. Yiyebildiğim yemeklerin sayısı, yiyemediklerimden kat be kat azdır.

Ancak bir zevkim vardır ki, onu zevkle zevkederim..

Güzel bir bardak kırmızı şarap.

Bu şarabı nerede içtiğim, ne ile birlikte içtiğim, ve herşeyden önemlisi kim ile birlikte içtiğim çok önemlidir.

Üçümüz Villars'dayız
Tatildeyken konaklama yerimize geldiğimizde ilk işim bir bardak kırmızı şarabı karımla birlikte yavaş yavaş içip, geldiğimiz yerin tadını çıkarmak olur.

Jelenanın hamileliğinin ikinci yarısı ve ardından sevgili kızım Melissa'nın doğumu nedeni ile pek sağa sola gitme fırsatımız olmadı. Biraz Melissa'ya bir şey olur, hastalanır diye korkudan, biraz da onunla evde vakit geçirmeyi tercih ettiğimizden gezileri kesmiştik.

Ancak bir yerden başlamamız gerekti.

O yüzden, biraz da deneme amaçlı, kısa bir hafta sonu gezisine çıkalım dedik.

Ocak ayında, Jelena hamileyken, İsviçrenin oldukça ünlü bir kayak merkezi Villars'da bir hafta sonu geçirmiştik. Jelena kayağı çok sevmesine rağmen, hamileliği yüzünden kayamamış, suyu da çok sevmesine rağmen, benim miyavlamam yüzünden otelin spa'sını kullanamamıştı. O zaman Melissa doğsun, yeniden geliriz, istediğin kadar havuzda kalırsın demiş ve anlaşmıştık.

Odamıza yerleşip hemen aşağıya indik. Ben Melissa'yla bara oturdum, Jelena da havuza. Bar dediğime bakıp da üç aylık bebekle orada ne işin var demeyin. Oturduğum yer bir otel barı, yani alçak sesli piyano eşliğinde keyif yapma yeri, yoksa haydi bütün eller havaya tipi kafa şişiren bir bar değil.

Günün en keyifli anı başlamak üzereydi.

Bir bardak şarabımı söyledim. Garsonla kısa bir münazara sonunda, Cote bölgesinden, yani Leman gölü üzerinde, Lozan ile Cenevre arasından bir Pinot Noir'da anlaştık.

İngilizce konuşan birinin, Cote bölgesindeki Pinot Noir şarabını bilmesi garsonun her halde takdirini kazandırdı ki, şarapla birlikte, mükemmel fındık, fıstık, cips ve yeşil zeytin de getirdi.

Sandalyemi pencerenin önünde, Alplerin mükemmel manzarasını en iyi görecek biçimde konumlandırdım. Pencere dediğime bakmayın, duvar zaten yok, her yer cam.

Masa üzerindeki bardak, kuruyemiş vesaireyi de zahmetsizce uzanıp alabilecek şekilde ayarladım. iPad ile bir selfie çektim ki Facebook'a hayat bu işte falan diye post edeyim.

Hafif tonda klasik bir caz müziği, My Way, eşliğinde şarabıma başladım. Hayat cidden buydu işte.

Şarabımdan iki yudum ya aldım, ya almadım, bebek arabasının akustiğinin de yardımıyla, yangın alarmı gibi Melissa'nın sesi bütün barı doldurdu.

"VEEEEEEEEEEEEEEEE!!!!!!"

Canım kızım hiç de öyle ağlayan, bağıran bir bebek değildir. Emziği bile yoktur, sadece bir kez, o da fotoğraf çektirmek için kullanmışlığı var, hepsi o.

"VEEEEEEEEEEEEEEEE!!!!!!"

Aslında ağlamaz, emziği falan yok gibi lafların bir sonucu yok. Ağlıyor işte.

İlk iş, hemen mamasını hazırlayıp verdim. Bir-iki yer gibi oldu, sonra başını çevirip kaldığı yerden devam etti.

"VEEEEEEEEEEEEEEEE!!!!!!"

Ne yaparsın... Aldım kucağıma, başladık yürümeye.

Bu yürüme iyi gelmişti. Çığlıkların frekansı düşmüş, hatta biraz güler gibi bile olmuştu canım kızım.

Belki sakinleşmiştir diye bir deneme yaptım ve Melissa'yı arabasına koyar gibi oldum ama öyle bir bağırdı ki, garson bir şey mi oldu diye geldi.

Yeniden aldım kucağıma ve başladık yürümeye. O güzelim şarabım geldiği gibi kalmış, ben elegant bir otel barında, kucağımda Melissa ile turlarken My Way eşliğinde, biberonla mama yediriyordum.

Gezilerimizin Melissa'dan sonra nasıl olacağı yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.

Yorulunca Melissa ile bir anlaşma zemini bulduk. Kucağımda kalmak şartıyla oturmama izin verdi. Ben de bir iki yudum şarap içebilme fırsatını buldum.

Az sonra Jelena havuzdan döndü. Anlaşmamıza göre akşama kadar havuzda kalacaktı ama bir saat bile geçmeden "Sizi özledim" diye geldi. Kibarlık yapıp sizi özledim dese de, kimi özleyip de geldiği aşikar olduğu için üstelemedim. 😊

Ben de gelmişken girmemezlik yapmayıp, bir yarım saatliğine havuza gittim.

Bu spa işi dünyanın her yerinde popüler olmaya başladı, ancak bana sorarsanız, İsviçreliler bu işte bir numara.

Bu spa dedikleri şeyi parayı bastırıp dünyanın her yerine kurabilirsiniz. Sonuçta bir havuz ve suyun altından yada kafanızın üstünden püsküren tazyikli su. Öyle atla deve değil.

İsviçrenin farkı, bu spa işini kendilerine has bir finesse'le, yani Kendilerine özgü tatlarıyla yapmaları.

Oradan, buradan fışkıran suların üstüne havuz başında çıtır çıtır odunların yandığı bir şömineyi, Dünyanın en güzel dağları olan Alplerin o doyulmaz manzarasını ekleyince, İsviçrenin farkı ortaya çıkıyor işte.

Düşünün ve gün boyu kayak yaptıktan sonra bir bardak sıcak şarap ile o sıcacık suyun içine girip, karların içinde, açık havada yorgunluk atmanın dayanılmaz tadını hissedin.

İsviçredeki bu tip resortların başka bir güzelliği de yine geleneksel detaylara verdikleri önemle herşeyi sizin için önceden düşünüp ayarlamaları.

Örneğin çoğunlukla spa bölgesine direkt özel bir asansörle gidilir. Böylece lobide, barda, ellerinde mayolarıyla, havlularıyla insanları görmezsiniz.

Her yer tabelalarla ve ikonlarla işaretlidir. O yüzden kabinler nerede, havuz ne tarafta, saunaya nasıl gidilir diye sağa sola koşuşturan insanlar yoktur.

Kullanacağınız fasiliteler sizin yürüme yönünüzde, kullanım sırasına göre dizilidir. İleri, geri gidip gelmenize gerek kalmaz. Sadece bir istikamette yürüyerek havuza ulaşır, işimiz bitince de geri çıkış kapısını bulursunuz.

Size verdikleri anahtarla dolabınızı açar, içinden terlik, havlu ve bornozunuzu alır, havuz bölgesine gidersiniz.

Havuz bölgesi sessiz ve sakindir. Bağırıp çağıran hatunlar, koşuşturan çocuklar, elinde düdük, o yassah, bu yassah diye size dayılık yapan görevliler yoktur. Havuz, jakuzi, hamam, sauna, artık ne istiyorsanız girer, kullanır, güzelce vakit geçirirsiniz.

Çıkınca duş bölgesinde koca bir sepete havlu ve bornozunuzu atar, duşa girersiniz. Duştan çıkınca temiz havlunuzu alır kabinlere dönersiniz. Dolabınızda ıslak mayonuzu koymanız için bir plastik torba bulunur.

Saçınızı kurutup giyinirsiniz. Yine yolunuzun üstünde bulunan sepete ikinci havlunuzu da atar ve çıkarsınız.

İsviçrenin başka bir güzelliği de, özellikle termal, yani doğal olarak sıcak gelen suyun rutin olarak kontrol ediliyor olmasıdır.

Sıcak suyun bir iki önemli riski vardır.

Örneğin bakteriler sıcak suya bayılırlar. Özellikle ılık suyun içinde hemen üreyip çoğalmaya başlarlar. Bakteri dediğimiz canlılar aslında bildiğimiz mikroplardır. Az bir bölümü faydalı olsa da, çoğunluğu zararlıdır. İnsanları hasta eder, rahatsızlık verirler.

Sıcak suyun başka bir özelliği size ulaşana kadar kat ettiği yol üzerinde bir çok maddenin içinde kolayca çözülmesidir. Ağır metallerden gibi birçok zararlı madde dünyanın derinliklerinden size spalar aracılığı ile ulaşabilir. O yüzden, nerede olursa olsun, sıcak suda yüzerken su yutmamaya dikkat edin derim.

Yıllar önce bir iş seyahati için Kazakistandaydım. Otel odama bir not bırakmışlardı. Üzerinde aynen şunlar yazılı idi.

"Almati soğuk su şebekesi her gün Amerikan elçiliği taraflımdan tahlil edilmektedir, bu su içilmese de, güvenli olarak kullanılabilir. Sıcak su ise kontrol edilmemektedir, o yüzden lütfen duş alırken ağızınızı kapayın."

On gün soğuk su ile duş almıştım. 😊

Ve doğal termal suların belki de en tehlikeli özelliği, içerebilecekleri radyo-aktif maddelerdir.

Radyasyonun her türü zararlıdır. Nokta. Sadece bu zararın azlığı ya da çokluğundan bahsedebiliriz.

Sırbistan'da, Niş kentinin yanı başında Nişka Banya isimli, termal banyoları ile ünlü bir kasaba vardır. Bu termal sular da bir derece radyoaktif madde içerir. Ne acı ki, birçok kişi bu radyasyonum sağlığa faydalı olduğunu düşünmekte.

Bu merkezin bir numaralı otelinin adı Radon.

Radon, herkesçe bilinen plütonyum ve uranyum gibi casus filmlerinde kendine bir yer bulamasa da, her anlamıyla bir radyo-aktif elementdir.

Radon'u diğer radyo-aktif elementlerden ayıran özellik, onun bir gaz olmasıdır. Dünya üzerinde uranyum yada plütonyum gazı doğal olarak bulunmaz. Ancak radon her zaman gaz halindedir. Hem de renksiz, kokusuz, tamamen görünmez ve hissedilmez bir gaz.

Gaz olduğu için de radon'u nefes alarak içinize çekebilirsiniz.

Bu yolla aldığınız radon, ciğerlerinizde kalır ve yaydığı radyasyonla hücrelerimize zarar verir. Bir teoriye göre radon, akciğer kanserine sigaradan daha fazla neden olmaktadır.

Bu yüzden Nişka Banya'daki Radon oteline sağlık aramak için gelen insanlarla aynı iyimserliği paylaşamıyorum, ne yazık ki. Yazının sonuna radonla ilgili biraz detay ekledim, ilginizi çekerse bir göz atın isterseniz.

İsviçrenin spalarına dönersek, havuzların analizleri ve denetimleri düzenli ve titizlikle yapılır. Jelena üç fizyoterapi kliniğinden sorumlu ve bu havuzlar yüzünden kız neredeyse kimyager oldu, ordan biliyorum. Haftada bir habersiz denetim, günlük analizler, vesaire.., çok sıkı sizin anlayacağınız.

İşte böyle. Bir spa ziyareti, yolunuz İsviçreye düşerse, kaçırmamanız gerekli bir aktivite bence. Hele bir de mevsim kış ise tadından yenmez,

Kısa bir havuz sefasının ardından geri lobiye, Melissa ve Jelna'nın yanına döndüm. Sonrasında da Melissa'yı paketleyip Villars'ı dolaşmaya başladık. Ne de olsa, bu Melissa'nın evden uzak ilk hafta sonuydu.

Melissa, annesinin karnındayken gezdiğimiz her yeri bu kez üç kişi dolaştık. Jelena ile birlikte nasıl sabırsızlıkla onu beklediğimizi hatırladık, hatta Melissa'ya da anlattık ama anladığından ya da hatırlayacağından pek emin değilim. O yüzden bol bol fotoğraf çektik.

Üçümüz Villars'dayız
Akşam yemeği için yine bir önceki gelişimizde gittiğimiz bir Meksika restoranına gittik. Bu kez şarabımı içebildim çünkü Melissa, Jelena'yı taciz etmekle meşguldü. Yemeklerimiz geldiğinde önce ben yerken Jelena Melissa'yı eğlendirdi, sonra da nöbeti ben aldım.

İkimiz de hayatımızın nasıl değiştiğini bir kez daha farkettik. Bu değişikliği hiçbir şeye değişmem tabii ki. Sızlanmak için değil, tarihe bir not düşmek için söylüyorum. 😊

Birçoğunuz için bu öyküler ikinci hatta üçüncü baskı biliyorum, ama benim için çok yeni ve çok ilginç beni anlıyorsunuzdur umarım.

Odamıza geldik ve Melissa ev dışında ilk gecesini, hayatında yine ilk defa bir otelde geçirdi. Yine İsviçre finesse'i, odaya Melissa için bir bebek yatağı koymuşlardı.

Sağlıcakla kalın...

---------

Radon'un Öyküsü

Radon bir asil gazdır. İşin kimyasına fazlaca girmeden, bir asil gaz kendi dahil diğer atom ve elementlere o kadar kayıtsızdır ki, bunların hiçbiri ile birleşmez ve hep kendisi olarak kalır. Radon da radon olarak kaldığı sürece gaz halini korur, mesela oksijenin demirle reaksiyona girerek, pas olup, demire "yapıştığı" gibi bir katının üzerine yapışmaz, yada oksijenle hidrojenin birleşip suyu oluşturduğu gibi sıvı halini almaz.

Radon, radyo-aktif olmayan diğer maddeler gibi, doğal koşullarda devamlı kendisi olarak da kalmaz.

Bir elementi element yapan sadece çekirdeğindeki proton sayısıdır. Örneğin, çekirdeğindeki nötronlarını artıran yada azaltan bir madde, hala kimyasal özellikleri bakımından kendisi olarak kalır. Eğer elektronlarını kaybederse, hemen yeni elektron bulur. Ancak protonları bir giderse, artık başka bir madde haline dönüşür.

Radon gibi tüm radyoaktif maddeler, kurşuna dönüşene kadar, devamlı protonlarını kaybederler. Hattızatında radonun kendisi. toryum ve uranyumun protonlarını kaybetmesiyle oluşur. Protonların kaybı bazen çok hızlı, bazen de çok yavaş gerçekleşir. Ne yazık ki, radon bu proton kaybını çok hızlı geçirir. Ciğerlerinize giren radon hızlı ve yoğun biçimde radyasyon yayar ve hücreleri etkier.

Bugün, uygar ülkelerde insanlar ev alırken radon ölçümü yaptırıyor. Radon heryerde bulunabilir, çünkü uranyum yerkabuğunun her bölgesinde mevcuttur.

Size dikkat edin diyeceğim ama nesine dikkat edeceksiniz. Ne görebilir, ne koklayabilir, ne de başka bir yolla hissedebilirsiniz. Umalım ki radonun az bulunduğu bir bölgede yaşıyor olalım.

26 Eylül 2015 Cumartesi

Mekke Muharebesi

20 Temmuz 1974'de, Türk ordusu, boyutları göz önüne alındığında muazzam bir amfibik harekat gerçekleştirdi ve Kıbrıs'a girdi. Karşısında, sığınaklarla, koruganlarla yıllar boyu pozisyonunu güçlendirmiş Rum ordusu ve milis kuvvetleri vardı.

20 Temmuz sabahı Deniz Çıkarma Tugayı denizden, hesaplarım doğruysa, iki paraşütçü ve iki komando taburu da havadan Kıbrısa girdi.

22 Temmuzda ateşkes ilan edildi, çatışmalar durdu.

Müzakereler bir sonuca ulaşamadı ve zamanın Dışişleri Bakanı Turan Güneş, Başbakan Bülent Eceviti arayıp ünlü Ayşe Tatile Çıksın, yani savaşa devam mesajını Cenevre'den Ankara'ya iletti.

Böylece, 13 Ağustosta ikinci Kıbrıs Harekatı başladı.

Türk ordusu, neredeyse koca adanın yarısına kadar ilerledi ve Lefke ile Magosa'yı aldı.

Askeri bakımdan inanılmaz boyutta bir harekattır bu Kıbrıs Çıkarması. Bu tür harekatların ilk aşaması olan bir "beachhead", diğer bir deyişle sahil başı tutulması esnasında çok asker ölür, yani saldıran taraf ayağını kapıyla eşiğimün arasına koyana kadar.

Sonrası da oldukça zordur, çünkü ordu başka bir ülkenin toprağında savaşmaktadır. Karşısındaki düşman, kendi bildiği, yıllardır yaşadığı topraklarda mevzilenmiştir.

Uzatmayalım.

Bu koşullarda, Türk Silahlı Kuvvetleri, her iki harekatın toplamımda 498 şehit vermiştir.

Geçen gün, Kabe'de yaşanan olay sonucu ise 750 hacı yaşamını yitirmiş.

Yani günler boyu süren, iki düzenli ordu arasında geçen kıran kırana bir savaşın sonunda, saldıran tarafın kayıplarının hemen hemen iki katı.

Hem de öyle savaş, kavga falan yok. Sadece insanlar birbirini itmiş, 750 kişi ölmüş.

Yazacak çok şey var ama, canınızı sıkmayayım. Sadece şöyle diyeceğim.

Yazık.

(Kıbrıs savaşı ile ilgili bir not. Türk ordusunun harekatı, harekat günlerinde, Makarios'u bir darbe ile deviren EOKA-B'ye karşı, Türkiyenin garantör devlet hakkını kullanarak yapmasına, önemli bir meşruiyet kazandırmıştı. Yani Dünya, Türkler pek haksız değil diyordu. Ancak aradan kırk sene gecmesinden sonra, hala adada asker bulundurulması, artık Makarios, EOKA-B falan kalmadı, hangi gerekçeyle hala burada asker tutuyorsunuz sorusunu gündeme getirmekte ve Türk ordusunun işgalci bir güç sayılmasına neden olmaktadır. Ben söyleyeyim, siz doğruluğunu tartın.)

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...