23 Ocak 2016 Cumartesi

Mezzy'nin İlk Yeni Yılı

Melissa'yı hiç korkudan, aman başına bir iş gelir, hasta olur falan diye eve kapamayı düşünmedik. İlk göl kenarı yürüyüşünü on günlük falanken yaptı canım kızım. Bizle alışverişe çıktı, cafelerde oturdu, restoranlara gitti, arabayla yakın yerlere seyahat etti, sözün kısası, hiç ev kızı olmadı.

Melissa ilk defa Disneyland gezimizde altı saat arabayla yolculuk yaptı, sonrasında bizle alışverişe gitti, Billy Bob barda kabare seyretti ve yılbaşı gecesi Planet Hollywood gibi cehennemvari bir ortamda iki saat geçirdi.

İşin açıkçası, aklım çıkmıştı, bir şey olmuş mudur kızıma diye.

Ancak ertesi gün o güzel gülüşüyle uyandığımda içim biraz rahatladı.

Sabahları bizle konuşur Melissa. Hem de bayağı ciddi, uzun uzun birşeyler anlatır. Gıvvvv, bıvvvv, au, eü, bu-bu diye. Annesini tanıdığım için çok fazla sürpriz olmadı bana, kızımın bu konuşmaya meyili :) Biz de onla konuşuruz. Bu artık bir ritüel haline dönüştü neredeyse.

Yeni yılın ilk gününde sevgili kızım Melissa olanca neşesiyle, uzun uzun birşeyler anlatınca. Jelenayla birbirimize baktık ve geçen geceden bir şey kalmamış diye birbirimizi onayladık. Melissa'yı paketledik ve biz de ceketlerimizi giyip Disneyland'e doğru yola koyulduk.

Sadece ben, bir gece önce giydiğim Noel Baba kukuletasını giymemiştim, çünkü küçük bir kız Melissayla beni görünce "Aaa Papa Noel et son bebe - Aaa Noel baba ve bebeği" diye bağırmış, Jelena da bunu duyunca yere yatıp gülmeye başlamıştı. Artık bir babaydım ve böyle ciddiyetsizliklere gelemezdim...

Üzerimizde bomba, sarin gazı falan olmadığına kanaat getiren güvenlik, park bölgesine geçmemize izin verdi ve biz de hiç vakit kaybetmeden içeri girdik. Ancak herkesin hedefi Disneyland Parkı yerine sola dönüp, önce Disney Stüdyolarına yöneldik.

Studio-1
Yolun içinden geçtiği bir numaralı stüdyo, kafeleriyle, restoranlarıyla tam bir konaklama yeri. Her lokalin ayrı bir teması var. Benzin istasyonundan, dedi-kodu sütununa, film setlerinden tropik kafelere, eski otomobillere kadar zevkle tasarlanmış bir hayal dünyası bu dev bina.

Buradan çıkar çıkmaz da stüdyolar bölgesine geliyorsunuz ki, ucu, bucağı olmayan, devasa genişlikte bir alan burası.

Bu önerme sadece Disney Stüdyoları için değil, bütün Disneyland için geçerli. Çok geniş bir alana kurulmuş bu hayal dünyası. Eğer bir günde gezerim gibi bir düşünceniz varsa, atın onu çöpe. Parkı ve stüdyoları, bütün atraksiyonlardan faydalanarak gezmek üç günden fazlasını rahatlıkla alıyor.

Stüdyo bölgesinde, çizgi filmlerin tarihinden, üçüncü dünya savaşı sonrası şehir kalıntılarına, stunt sahneleri diye isimlendirilen, tehlikeli sahnelerin canlandırımlarından, Disney filmlerinde kullanılan dekorlara kadar sinema endüstrisinin birçok ilginç ögesini birinci elden görebiliyorsunuz.

Bu işlerin en hasosunu bir on sene kadar önce, Jelena ile Hollywood'da, Universal Stüdyolarında görmüştük. Yiğidi öldürüp, hakkını yemeyelim. Amerikalılar böyle organizasyonların gerçekten ustası.

Studio-1
Universal Stüdyolarında aldığımız bir turda Jaws'un bir iki metre ötemizde sudan fırladığını görmüş, üzerimize bağlı sensörlerle robotları hareket ettirmiştik.

King Kong'dan Waterworld'e, Mummy'den Karayip Korsanlarına, Desperate Housewives sahnelerini yaşamış, patlamalardan tutun, yangınlara, su baskınlarına, hatta metro vagonlarının üzerimize devrilmesine tanık olmuştuk.

Paristeki Disney stüdyoları, bu deneyimden sonra, işin açıkçası biraz altı-gıdıkladı geldi. Fransızlar artistik insanlardır, o yüzden işin dehşetinden ziyade, sanatına önem vermişler. Yine de Disney Stüdyolarını kaçırmayın derim. Bakmayın benim Universal daha iyiydi dediğime...

Zamanımız çok fazla olmadığından ve Melissa'nın da ne kadar dayanacağını bilmediğimizden, biraz seçici davrandık ve her şeyi görmek ve denemek yerine en çok ilgimizi çeken atraksiyonlara yöneldik.

İlk olarak Studio Tram yani gezi arabalarıyla bir stüdyo turu aldık.

From Pearl Harbor
Tur boyunca Pearl Harbor filminin çekiminde kullanılan uçak ve arabaları, Armageddon'da kullanılan uzay mekiğini, dinozorlu bir Disney filminde (ben ne izledim, ne de adını duydum) kullanılan dinozor parkını, onlarca eski arabayı, benim ilk gördüğümde Nautilus diye sazanladığım, sonradan Dinotopia (her ne ise) çıkan tahta bir denizaltıyı gördük.

Turun heyecanlı bölümlerinden biri Disaster Canyon setiydi. Burada, bir patlama sonrası, tonlarca suyun üzerinize boşaldığını görüyorsunuz. Yine bir alevli patlama sahnesi ve harabeye dönmüş Londra sokakları turun diğer ilgi çeken bölümleri.

Filmlerde kullanılan arabalar
Bu tur esnasında canım kızım Melissa hiç korkmadı. Alevler, patlamalar, su baskınları olurken bile neşeyle gülüyordu sevgili bal arım.

Paraşüt temalı başka bir atraksiyon, ve yanından her geçtiğimizde "ciyak" diye bağırtıların yükseldiği, olasılıkla içinde bir roller coaster bulunan gökdelen harabesini bir sonraki gelişimize bırakıp Armageddon filminin özel efektlerini yaşayabileceğiniz atraksiyonun önüne geldik.

Melissa'yı içeri almadıkları için Jelena ile dışarda beklerken, ben bu animasyona tek başıma girmek zorunda kaldım.

Bir uzay istasyonunda meteor fırtınası ve sonrasındaki yangını Rus aksanlı bir kozmonotun sesi eşliğinde yaşıyorsunuz. Sarsılan platformları, neredeyse yüzünüzü yakacak sıcaklıktaki alevleri, kuvvetli rüzgarları ile çok canlı. Sahnelerin orijinal filmle pek alakası olmasa da bence fazlasıyla görmeye değer. Tek kusuru, aksiyon başlayana kadarki on-onbeş dakikalık, Fransızcayla karışık soğuk espirileri dinlemek ve yarı belgesel bir filmi izlemek zorunda kalmanız.

Ben bu film izlettirme işine çok kıl oluyorum. Binlerce kilometre gelip Pariste bu filmi izlemekle, İnternetten indirip, evde izlemenin pek farkı yok. Ancak, tabii ki film izlettirmek hem kolay, hem ucuz, bu yüzden zaman doldurmak için birebir. Bunun istisnası, yine Hollywood'daki Universal Stüdyolarında izlediğim üç boyutlu bir film. Burada, üzerime gelen bir mızrak çarpmasın diye eğildiğimi hatırlıyorum :)

Lafı çok fazla uzatmayayım. Disneyland'ın Disney Stüdyoları bölümü, sinemaya ilgi duyanların kaçırmaması gereken bir yer. Ancak hakkıyla gezmek tam bir gününüzü rahatça alır.

Ayak üstü birşeyler yedikten sonra, Disneyland"e gelme sebebimiz olan bölgeye, yani parka doğru yöneldik. Canım kızım büyüdüğünde sadece resimlerine bakarak birşeyler hatırlamaya çalışacak olsa da, Jelena ile kendi kendimize verdiğimiz bu sözü yerine getirmek, yani Melissa'nın ilk yeni yılında bu parkı göstermek bir zorunluluk olmuştu. Biz de "istemeye istemeye" parkın yolunu tuttuk.

Parkın girişindeki pembe şato
Parka girmek için devasa, pembe bir şatonun içinden geçiyorsunuz. Şatonun dışarı bakan duvarında da koca bir Donald Duck resmi. Bir önceki gün benle alay eden tezgahtarın annesini bir kez daha yad ettim...

Şatodan geçtikten sonrasını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

Dünyanın gerçeklerinden kopup bir hayal alemine dalıyorsunuz.

Disneyland Parkının ana caddesi 1900'lerden kalma bir batı kasabası. Bu caddenin sağında ve solundaki, birbirinden güzel renkli binaların içerisinde onlarca mağaza, cafe ve restoran var.

Sanki bizim gelişimizi kutlamak için, biz girer girmez yeni yıl geçidi başladı. Cinderella, Pamuk Prenses, Rapunzel, Peter Pan başta, neredeyse bütün masal kahramanları, Disney'in orijinal karekterleri, danseden kızlar, ren geyikleri ve Noel Baba büyüleyici bir müzik eşliğinde ana caddeyi baştan başa kat etti.

Danscı kızlar Melissa'yı görünce ona öpücükler yolladılar, Noel Baba bile el salladı canım kızıma.

Size parkı santim santim anlatıp bayıltmayayım, zaten yerimiz yetmez. On beş milyon kişinin ziyaret ettiği, içinde on beş bin çalışanı olan, devasa bir yer burası.

Uyuyan Güzel'in şatosu
Masalsı şatoları, Western kasabaları, define adası benzeri tropik adaları, korsan gemileri, Arap çarşıları, Meksika köyleri, 19 yüzyıl madenleri, lanetli evleri, korku şatoları, yani hayal gücünüzü çalıştıracak her şey var burada. Karayip korsanlarından Peter Pan'a, Indiana Jones'dan Mickey Mouse'a kadar bir çok film karekterinin habitatları ve şapkaları, kamçıları ve tüfeklerinin satıldığı mağazaları da bol bol görüyorsunuz.

Bu parkta bir muhasebecinin bile hayal gücünü kımıldatabilecek kadar malzeme var, sizin anlayacağınız :)

Canım kızımla Karayip Korsanlarının animasyonuna girdik. Bir bot üzerinde şarkı söyleyip, birbirleriyle kavga eden, tahta bacaklı, tek gözlü korsanları, zindanlarda çürümüş iskeletleri, birbirlerine top atan gemileri, esirleri, defineleri gördük.

Eyfel Kulesi
Roller-Coaster kılıklı botun metrelerce kayıp suya çarptığı an bile Melissa kahkahalarla gülüyordu. Melissa'nın bizim kızımız olduğuna bir kere daha kanaat getirdik. Hiç korkmadı benim güzel kızım.

Hava kararana kadar, hatta karardıktan sonrasında bile gezmeye devam ettik. Jelena'nın ısrarları sonucu ben de inat etmeyi bıraktım ve Melissa'ya bir Olaf oyuncağı aldık. Ve tabii ki Pamuk Prenses kostümünden, Kabus Noeli filminin anısına My Daddy's Sweet Nightmare - Babamım Tatlı Kabusu t-shirt'üne kadar başka bir dolu ıvır zıvır da aldık.

Akşam yemeğini bir Afrika restoranında yedik ve binlerce fotoğrafla birlikte otelimize döndük.

Ertesi gün Melissa hayatımda ilk kez bir trene bindi ve bizle birlikte Paris yolunu tuttu. Trenden, her nedense Etoile ismini verdikleri istasyonda indik. Burası aslında tam Arc de Triomphe'un dibi, aynı zamanda belki de dünyanın en ünlü caddesi olan Champs-Élysées'nin de başladığı nokta.

Arc de Triomphe
Yine Melissa'nın bir çok ilki burada gerçekleşti. İlk defa bir büyük şehir, ilk defa Paris, ilk defa Champs-Élysées, vs...

Buradan aşağı, Concorde meydanına doğru yürüdük, Concorde'a gelmeden de Champs-Élysées'den ayrılıp, Eyfel Kulesine doğru yöneldik. Seine nehri kıyısından, Leydi Diana'nın öldüğü tünele, oradan da Eyfel kulesine ulaştık.

Kuleyi Melissa'ya gösterip, hemen bir metro ile Grandes Boulevards istasyonuna ulaştık. Melissa hayatında ilk kez bir metroya binmişti.

Burada Melissa'nın hayatında başka önemli bir ilk gerçekleşiyordu. Canım kızım ilk defa bir Hard Rock Cafe'yi görecekti.

İçerde, Jelena ile klasik fajita menümüzü söyledik. Melissa ise havuç ezmesi yiyip, annesinin saçlarını çekti.

Canım kızımla beraber Hard Rock Cafe'de Metallica dinledik :)

İşte bu kısa yolculuğumuzun uzun öyküsü.

Sağlıcakla kalın...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...