16 Ocak 2016 Cumartesi

Memleket Manzaraları

Cevahir alış-veriş merkezinde engelliler için bir asansör var. Bu asansör bir buçuk kat kadar inip çıkıyor. Niye engelliler sadece bir buçuk katla sınırlı diye sorarsanız, ...sormayın. Demek bir buçuk kat engellilere yeterli görülmüş. Ona da şükür. En azından bir niyet var yani.

Böyle şeylere bir bebek arabasıyla gezerken çok ihtiyacınız olur. Yürüyen merdivenlerde tekerlekli sandalyeleri ve içinde bebek olan bebek arabalarını indirip çıkarmak güvenli olmadığı için hava alanları, metrolar, alış-veriş merkezleri gibi umumi alanlara asansör koyarlar.

Biz de uygarlığımızı ne olduğunu anlamadan, modaya uymak için batıdan kopyaladığımız değerler üzerine kurduğumuz için, işte böyle bir-buçuk katlı engelli asansörleri gibi komik ama aslında aptalca durumlara düşeriz.

Ama dediğim gibi. Buna da şükür.

Cevahirdeki ilk günümüzde, metal bir platform üzerinden yürüyüp, bu engelli asansörün kafes gibi, açık kabinine girip, kapıyı kapattık. Kabin zaten bel hizasında, hemen elimin dibinde de bir düğmesi var. Görünürdeki tek düğme de bu.

Eeee, ben de bastım tabii.

Tık yok. Jelena düğmeye bassana dedi, ben de bastım dedim. O zaman niye gitmiyoruz diye sordu, ben de bilmiyorum, istersen bir de sen bas düğmeye dedim. O da denedi, nada...

Bayağı açık alanda, Melissa, Jelena ve ben armut gibi kaldık ortada, asansörün çalışması için hafif utanarak bir mucize bekliyoruz.

Bir iki dakika debelendikten sonra, demek ki olmuyormuş diyerek tam çıkmak üzereydik ki "mucize" geldi. Bir güvenlik görevlisi.

"Abi sen n'apıyon orda?"

"Asansörü çalıştırmaya çalışıyorum kardeşim."

"Abi söylesene bize, öyle kendin girmişsin oraya."

"Canım kardeşim, ben okul okudum, üniversite bitirdim, asansöre kendim binebilirim demiştim..."

"Abi öyle diyon da, bak kapıyı kapamamışsın, ondan gitmiyo ass-sür."

Kabinin kapısını garanti olsun diye şöyle bir sarstım, kapalı ve kitli.

"Kapalı işte kapı."

"O kapı diil abicim, şu ilerdeki kapı."

Taa, bir beş metre ilerde, platformun girişindeki kapıyı işaret ediyordu. Demek ki güvenlik olsun diye o kapıyı kapamadan asansörün çalışmasını engellemişlerdi. Düşününce hak verdim. Tekerlekli sandalyedeki biri asansör kabini diye cup, boşluğa düşebilirdi.

Tek problem, tekerlekli sandalyeyle geçen birinin nasıl dönüp o kapıyı kapayacağıydı. Sorunca, abi o kapının yayı attı, kendi kendine kapanmıyor, tutmak lazım dedi. Ben de kendimi tekerlekli sandalyeyle gelen bir engellinin asansörü kullanabilmek için nasıl beş metre ilerdeki kapıyı eliyle kapalı tutacağını düşünürken buldum.

Ama ben aptalım diye anlı şanlı Cevahir görevlilerinin de aptal olması gerekmiyordu. Sorunun cevabı düşününce çok basitti.

"Hop, Mahmut abi!, gel şu kapıyı tut hele..."

Mahmut abi istemeye istemeye yerinden kalkıp yuvarlanır gibi kapının yanına geldi.

"Abi, sen de geç içeri, yengeyle,... Yenge, ittir arabayı şöyle..., tamamdır abi bas şimdi düğmeye..."

İlk girdiğimde bastığım düğmeğe bastım. Asansör bir hık deyip sallandı ve durdu.

"O düğme değil abicim, altta, yanda bir tane daha var. Ona basacaksın."

Bastım. Asansör şöyle bir kımıldayıp durdu. Bizim canavar, ellerini açıp şöyle bir la havle diye yukarı kaldırdı.

"Abi sen anlamadın bunu, basılı tutacaksın. Bas kalsın.."

Son altı ayda elli bin satırlık bilgisayar programı yazmış biriyim, o kadar teknolojiden uzak da sayılmam ama insan salak oldumu anlamıyor işte.

"Mahmut abi, tut, bırakma kapıyı... Bas abi sende düğmeye, bırakma ama... Hah, öyle işte... Hadi uğurlar olsun..."

Olay bu kadardı. Hır, hır, indik aşağı.

Parasını verip teknolojiyi almakla medeni olunmuyor işte. Medeniyet kafada başlıyor, bunlarınki kıçtan sirayet etmiş, kafaya gelemeden kalmış orada bir yerde.

****

Yine Cevahir'in hemen yanında bir Starbucks Cafe var. Eski bir bina, girişteki kapıda iki basamak var. Starbucks Corporate muhtemelen binayı denetlemiş ve engelliler için girişteki basamakların sağına bir rampa koydurmuş.

Ancak yer mi bizim doğuştan her şeyi bilen, yaratıcı, cinoğlucin millete öyle korpırıt rampa...

Kapının rampanın tarafındaki kanadı kitli. Yani rampayı çıkıp kapının camına yapışıyor ve kalıyorsunuz. Bizim bu halimizi gören kapıdaki görevli kılını kıpırdatmadan elinde cep telefonuyla konuşmaya devam ediyordu. Yani elini uzatıp mandalı çekse kapı açılacak ama umurunda değil eşşoğlueşeğin. Onun da kafası kıçında takılı kalmış.

****

Bir vesileyle Cevahir'e bir kere daha gitmemiz gerekti. Bir buçuk katlı engelli asansörünün yanından geçerken dayanamadım, bir daha baktım. Asansör bu kez alt kattaydı. Kafamı uzatıp bakınca, tekerlekli sandalye üstünde bir gençi gördüm, düğmelere basarak asansörü çalıştırmaya çalışıyordu.

Aslında umudu kesmiş ama geri geri çıkamıyor işte, çaresi yok.

Salak olsam da biraz hafıza kalmış işte. Biliyoruz yani.

Herşeyden önce böyle asansöre binmek gibi işlere tek başına kalkmayacaksın, bir bilene soracaksın. Öyle herkese de değil, Mahmut abi bu işin kompetanı, ona soracaksın.

Hemen buldum Mahmut Abiyi.

Mahmut abi daha platforma gelirken kapıları çarpıp, çekiştirmeye başladı ve kapalı olduklarına emin oldu. O da kafayı uzatıp, aşağıya bakınca asansörde debelenen sakat genci gördü.

"E, kardeşim, sen kapıyı kapamamışsın. Olmaz ki..." diye bir haşladı önce delikanlıyı.

Sonra da aşağıda geçenlere bağırmaya başladı.

"Bayan!... Hop!... Arkadaşım!... Beyefendi!..."

Bir tanesi bile dönüp bakmadı.

Biraz sonra gençten bir kadının dikkatini çekebildi.

"Şu assürün kapısını bi kapar mısın han-fendi?"

Kız, dan diye çekti, vurdu kapıyı. Kapı kapanmıştı. Sonra başını kaldırdı ve Mahmuta bakıp bağırdı.

"Başka emrin var mı?"

Allah belanı versin dedim içimden. Ağır geldi bir sakata yardım etmek, içine oturdu, hırlayıp vicdanını rahatlatacak aklınca...

Mahmut abi tınmadı bile. O sakat gençe direktif vermekle meşguldü. "Bas düğmeye hemşerim, bas, bırakma..."

****

Yenikapı metro durağı diye hatırlıyorum ama Vezneciler de olabilir, sakatlar için asansör, yürüyen merdivenlerden şöyle bir on metre daha önde. Durum böyle olunca, toplumun hatrı sayılır bir bölümü on metre az yürümek için, sakat, bebekli dinlemeden yürüyen merdivenler yerine asansörü kullanıyor.

Koyun sürüsü gibi bir gurup, önümüzde asansörü bekliyor, bebek arabasıyla beklediğimizden bizle göz göze gelmemek için kafalarını eğip bize bakmamaya çalışıyorlar. Başı örtülü üç beş kadın kakara, kikiri yapıyor, başı açık kızların olduğu "aydın" üniversite öğrencileri "flaş belleğin üzerine bilgisayar yedeklemesi" tartışıyor.

Ama herkesin sırtı bize dönük, bir tanesi bizi "görmüyor".

Asansör geldi, hepsi daldı içeri. Tabii ki bize yer kalmadı.

Kızlardan biri:

"Ay yer kalmadı burda, n'apacağız." falan diye bir şeyler geveledi ama o zamana kadar da kapı kapandı ve asansör hareket etti.

Zaten salyangozdan hallice asansörü bir daha beklemektense, ben Melissa'yı kucağıma aldım, Jelena da boş arabayı itti, yürüyen merdivenlerle yukarı çıktık. Sonrasında, Allah belasını versin deyip bir daha zorunlu kalmadıkça asansörleri denemedik bile.

Çok iddalı olmamak için kesin konuşmuyorum, belki benim göremediğim bir yerlerde bir sakat asansörü vardır ama biz bulamadık ve Taksim metro istasyonunda son katı yürüyen merdivenlerle bile değil, bildiğimiz basamaklardan, bebek arabasını sırtlayarak çıktık.

****

Bebek arabası ile kaldırımlarda dolaşmak da bir facia haline dönüştü.

Sakat biri için gideceği noktaya kadar bütün kaldırımlar tekerlekli sandalye geçişine uygun olsun, eğer biri uygun değilse o zavallı gideceği yere ulaşamaz.

İstanbulda hemen her kaldırımda, yine Avrupada var, bizde de olsun da medeni olalım mahtığıyla, sakat geçişi için basamak yerine rampa konmuş ve gerçekten güzel de işaretlenmiş.

Ancak arada bir, yol üzerinde bazı kaldırımlar çin seddi gibi duvar. Sakat geçişi yok.

Bu komedinin ötesinde, beyinsizlikten başka birşey değil arkadaşlar. Sakat geçişi yaptıkları kaldırımlara ettikleri masrafa yazık. Her kaldırıma yapmadıkça, hiçbir mantığı, hiçbir amacı, ve hiçbir faydası yok bu işin. Sadece aptallık, nokta.

Üstüne, bu rampaların bazıları su dolu çukurlara iniyor, bazılarınında tam göbeğinde park edilmiş arabalar duruyordu.

Kaldırımlarda yürürken de insanlar dan dun bebek arabasına çarpıyor, aralara girip üstünden atlıyor, caddeyi geçerken henüz insanlığa evrilememiş bıçkın sürücüler arabalarını üstümüze sürüyorlardı.

Bilmiyorum, hiç gördünüz mü, bir domuz ahırında bile bundan daha fazla düzen, domuzların arasında bile bundan fazla saygı vardır. Bir domuz geçerken, diğer domuz durur ve bekler falan...

Ben bir trafik kazasında bacağımı kırdıktan sonra yedi sene boyunca yedi küsür ameliyat geçirip, koltuk değnekleriyle hayatımı sürdürdüm. Sakatlık ne demek, nasıl zordur bilirim. Ondan biraz feryat ediyorum, anlayın...

****

Herhalde İstanbulda birkaç gün geçirdiğimizi anladınız. Size bu satırları uçakta, Cenevre yolunda yazıyorum. Genelde Türkiyeden ayrıldığımda, içimde bir burukluk olur, bir hislenirim Türkiyeden ayrılıyorum diye. Ancak bu kez inanın şükür ediyorum.

Ben ülkemi çok seven biriyim. Doğup büyüdüğüm, ekmeğini yediğim, dilini konuştuğum toprağımı gerçekten severim arkadaşlar, o yüzden ne olur bu söylediklerimi "İsviçrede şu daha iyi", "Almanyada gu daha modern" gibi ukalalık almayın.

Ama bu insanların hepsi uçmuş gitmiş abicim.

Genci, yaşlısı, aydını, yobazı, hepsi kafayı yemiş.

Herkes boş teneke olmuş, çalıyor. Herkesin derdi iş yapmak, işini yapmak, insan olmak değil..

Tek dertleri "Hava basmak"...

Genci, yaşlısı, zengini, fakiri, işlisi, işsizi, arkadaşı, yabancısı, herkes hava basıyor.

Herkes ağızını yaya yaya, salak bir tonla konuşuyor, ne kadar akıllı, ne kadar görmüş, bunu söylemek bile gereksiz ama bütünlük açısından söyleyelim, ne kadar çok "bilmiş" olduğunu anlatıyor size.

Herkes herşeyi "biliyor".

Taksiye bindik, biraz nerden geldin, kimsin muhabbettinden sonra laf olsun diye "Hava çok soğuk." dedim. Taksici döndü, "Senin geldiğin yer sanki buradan sıcak." dedi.

Tam arkasındayım, o tepesindeki bir tutam saçından tutup kafasını kaldırıp kolumu ağızından içeri sokmak geldi içimden ama durdum.

****

Sabiha Gökçene yeni indik. Sağolsun iki abim bizi karşılamaya gelmişlerdi. Melissa'yı fosur fosur sigara dumanlarından kaçırıp, Jelenayla arabanın içine attık ancak Melissa'nın arabasının boyu insani ölçülerin dışında olduğu için bagaj kapağı kapanmıyordu.

Kapıda dikilen değnekçi mi, büfeci mi artık oranın esnafı olduğu her halinden belli bir hıyara kibarca sordum, "Arkadaşım bir ip, bir lastik var mı bagajı bağlamak için?" diye.

"Yok." Dedi.

"Burada bulabileceğimiz bir yer var mı?" diye sordum, şerefsiz hayvan başını çevirip cevap bile vermedi. Öyle bok gibi kaldım ortada.

****

İnternet üzerinden temasa geçtiğimiz bir satıcının bürosuna gittik.

Adam benle öyle bir konuşuyor ki, zannedersin, Sakıp Sabancının sponsoru.

"Bak canım, ben sana ne istersen gönderirim, ama resim dersen olmaz. Zaten 300 kişinin maaşını veriyorum, bir de modelle, dekorla uğraşamam, ne vaktim, ne param var..."

Telefon çaldı, bu "yapi" açtı.

"....."

"Abi, Mustafa abi fabrikada."

"....."

"Bimiyorum abi, o mağazaya gelmiyor, daha ziyade fabrikada ama gelirse söylerim."

"....."

"Abi ben sadece mağazaya bakıyorum, şimdi yaparlar derim, mahçup olurum. Sen onu bir zahmet Mustafa abiyle konuş."

"....."

"Tamam abi, hürmetler abi..."

Ne diyorum, herkes hava... Kör tuttuğuna hava basıyor...

Salak herif patronum diye bana hava basacağına, benle insan gibi konuşsaydı gerçek patronuna para kazandıracaktı ama kimin umrunda...

****

Herkes yakaladığına geçiriyor. Cümleler genelde "Ben..." şeklinde başlıyor, herkes ne kadar başarılı, önemli, aynı zamanda ekstravört bir star, bir mood maker, bir lider olduğunu, kahkahalarla süslü, içlerinde bol bol "yönlendireyim", "gerçekleştireyim", "sinerji" geçen cümlelerle size "hissettiriyor".

Bir de benim gibi alışık değilseniz, pusuya düşüyorsunuz. Mesela, nereden şekersiz sakız alınır bir konuşalım diye gittiğiniz hıyar, etrafına üç beş adamı toplayıp, "Bülent Bey İsviçreden geldi" diye söze başlıyor, size nasıl uçak yapılır, daha da fazlası, iş hayatında nasıl başarılı olunur, onu anlatıyor, hatta "Sen akıllı adamsın yaparsın" falan diye "iltifat" bile edebiliyor.

Eh, o yaparsın dediğine göre yaparız artık ...

Boş teneke bunlar işte. Bir de o yarım akıllarıyla, iyi becerdik zannediyorlar ya... Benim zekamı ölçüp yeterli bulmaları bile değil, en çok bu işi kotarıdıklarına olan cahilce inançları kaldırıyor sinirimi.

Neyse ki benle bu babammış gibi konuşan soytarılara karşı bir savunma geliştirdim. Denk geldikçe ben de sokuyorum... Lafı... Onlara.

****

"İlbeyi caddesine arkadaşım."

"Beyefendi bu saatte oraya girilmez."

"Daha dün bu saatte oraya "girdik"!"

"Girilmez beyefendi, girilmez."

"Girilir kardeşim, girilir..."

Giriliyormuş, çünkü girdik.

****

Şişli metro durağında yürüyen merdivenlerle inerken - Melissa kucağımda, üç tane piçkurusu, vınnn diye tırabzanlardan kayarak yanımızdan geçti. Zamanında görüp hemen Melissa'ya çarpmasın diye kolumu kaldırdım, bir tanesi koluma çarptı, neredeyse yuvarlanıyordu. Ona da birşey olacaktı diye sinirlenip "Ne yapıyorsunuz lan burada" diye bağırdım. Üç beş adım uzaklaşıp kaçma mesafesini garantiye aldıktan sonra biri bağırdı.

"Ne istersem yaparım. Devletin metrosu değil mi?"

Sonra da ikincisi araya girdi.

"Devletin değil Allahın metrosu bu!"

On yaşında yoklar ha.

Sözün bittiği yer işte...

****

Hava alanındayız.

Canım kızım Melissa diş çıkarıyor, o yüzden acayip huysuz. Hava alanında bir Cafe'de oturuyoruz, ama ağlıyor, ne yapsın,

Kucağıma aldım, sussun diye gezdiriyorum.

Yan masamızda iki kız var, en fazla yirmi yaşındalar. Bir tanesi ayağa kalktı, sinirle Melissa ve bana baktı, sonrada kalkıp uzak bir masaya neredeyse koşarak gitti. İkincisi de ağızımı burnunu yamultup, ellerini havaya kaldırdı, sonra o da kalkıp arkadaşının yanına gitti.

Sen sanki başka yerden çıktın dedim içimden, başına beteri gelir inşallah.

****

Uçakta, Cenevre yolundayız.

Nah bu satırları yazarken bir kahve söyledim. Hostes kahveyi getirdi. Baktım, Törkiş Lira kalmamış. İsviçre Frangı ile ödeyeyim dedim.

"Hayır, biz sadece Yuro ve Törkiş Lira alıyoruz." dedi.

İsviçreye inecek uçakta İsviçre Frangı almamak akıl dışı bir salaklık tabii, ama üstelemedim. Cehennemin dibinden (burada kibarlık yapıyorum, Anasının... şeklinde başlayacaktım cümleme aslında) cüzdanı bulup çıkardım ve kredi kartımı verdim.

Konuşmaya şahit olan kabin amiri gelip kartımı POS üzerinden kullanan kıza birşeyler söyledi. Kız da bana dönüp:

"Aaa, biz isviçre Frangı da alıyoruz." diye çıkıştı.

Sinirlendim, "E, az önce almıyoruz." dedin diye bu sefer ben üsteledim. Kadın da ne dedi bilin bakalım.

"Biz onu başka Frank zannettik de ondan almıyoruz dedik."

Başka ne Frankı zannettin lan? Üzerinde Giscard d'Esting resmi olan Fransız Frangı mı, Papua Yeni Gine Frangı mı? Başka ne Frangı kaldı dünyada?

Sadece Yuro ve Törkiş Lira kabul ediyoruz diyen ebem miydi?

Bir kere de, özür dileriz, hata yaptık deyin be!

Bir kere de cinlik yapmayın lan. Herşeyi bilmeyin, öldüren zekanızla kıçınızı kurtaracağınıza inanmayı bırakıp doğru şeyi yapın.

****

Bu hava yollarında çalışan kadınlara yavaş yavaş bir düşmanlık beslemeye başlıyor gibiyim.

Sözde İngilizce yaptıkları, eski otobüslerin Afyonkarahisar Altıneli dinlenme tesislerimdeki çaylar şirkettendir anonsundan beter sersemce anonslarına İngilizce konuşanlar artık haysiyet kırıcı bir tonda gülüyorlar.

Bunun otomatiği var, bassınlar düğmeye, normal İngilizce konuşan kayıtlı anons çalsın di mi?

"Leydüzencentivelkomonbordareyrbuzlüplüplüppilizputyousitsinapraytloploplopfoldyortreyteybılslüplüplüp..."

Allah canınızı almasın...

Bu dingillerden biri yine bir anons yaptı, lütfen çöplerinizi kabin görevlilerinin getirdiği torbaya atın diye. Ama sadece Türkçe. Bu arada, anons yapıldığında hostesler çöp toplamayı çoktan bitirmişlerdi.

Jelena ne diyorlar diye sordu. Ben de nasılsa çöpçüler gitti diye boşver, önemi yok falan dedim. Bu sefer Jelena kızdı, niye tercüme etmiyorsun? Bak ben sana her yerde tercüme ediyorum diye.

Hadi, bu sefer ne dediklerini söyledim. Bu sefer Jelena başladı, ama çöpleri zaten topladılar diye, sonra da niye İngilizce anons yapmadılar diye devam etti.

Aldık mı başımıza belayı...

Bu biz Türklerin kendi aramızda özel bir konusu, yabancıları ilgilendirmez falan diye geçiştirmeye çalıştım, yine olmadı tabii.

Artık Jelena almıştı sazı eline.

"Niye bebek kemeri vermediler?"

"Hayat böyle Jelenacım. Güneşli günler var, yağmurlu günler var, mutlu günler var, mutsuz günler var. Aynı şekilde kemerli günler var, kemersiz günler var."

Tam bu arada inişe geçiyoruz, kemerlerinizi bağlayın, koltuklarınızı dik, masalarınızı katlı duruma getirin anonsu geldi. Ama yine sadece Türkçe...

Bebeğe kemer vermediği kafasına dank eden dingil hostes, pat diye Jelena'nın kucağına bir bebek kemeri atıp gitti. Hattızatında, anladığınız üzere, Melissa kalkışta kemersizdi. Neyse...

Daha Jelena kemeri eline alamadan ikinci bir dingil hostes gelip "Lütfen bebek kemerini takın" diye Jelenaya fırça attı.

Bu sefer dayanamadım, "İngilizce anons yapmadınız, o da anlamadı" diye ben üste çıktım. Kız da ama yapacağız falan derken ilk dingilin sesi geldi.

"Ay, anons kitabını bulabilsem yapacam ama..."

Ayıp lan...

****

İşte size üç günlük İstanbul.

İçinizi karartmayayım. Hep de kötü şeyler olmadı.

Canım kadar sevdiğim iki abimle beraber vakit geçirdik. Otuz beş sendir görmediğim sevgili hocamla yeniden buluştuk. Metrolarda, Melissa'nın arabasını indirirken iyi yürekli insanlar yardım etti, bize yerlerini verdiler, bizi durdurup, şapur şupur Melissa'yı öptüler, onla resim çektirdiler, falan.

Hayat o kadar zalim değil.

Ama öyle Tayyipe falan kızarken, biraz düşünün. Sorun hep o olmayabilir.

Aydınıyla, yobazıyla ülkenin insanı raydan çıkmış, işin özünden, iyiden, doğrudan uzaklaşmış, dokununca patlayacak bir sıcak hava balonuna dönüşüp birbirleriyle bu aptalca sürreal dansa takılmış.

İşin özü iyilikte, doğrulukta arkadaşlar. Adalet, doğruluktan, doğruluk da iyilikten kaynaklanır. İlerleme sorgulamakla, sorgulamak da öğrenecek şeylerin olduğuna inanmakla başlar. Herşeyi bildiğine ya da bilmese de kıçını kurtaracağına inanmak, bu mantığın sersemliği bir yana, insanın gelişmesinin önüne koca bir takoz koyar. Ülkenin insanları bu temelden uzaklaştıkça, yukarda anlattıklarım olmaya devam eder.

Umarım bir gün, özellikle aydın geçinenler, işin özüne dönüp, cahillere yol gösterir, ülke bir yere gider.

Hani sana ne diyeceksiniz, sane ne ile olmuyor işte. Bir sersem gelip, aferin sen akıllı çocuksun, yaparsın diyor, sinirimi kaldırıyor.

O bakımdan yani...

Sağlıcakla kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...