5 Kasım 2015 Perşembe

Fotoğraf

Bu seçimdi, başkanlıktı, hüloooğğğlardı, canınızı sıkmışlardır. Biraz kafanızı dağıtayım arkadaşlar.

Bir mobil telefonu olmayanımız yoktur herhalde. Bizi nerede olursak olalım, ulaşılabilir kılan, İnternetti, kitaptı, müzikti herşeyi içine alıp cebimize sığan bu mucizevi aletle birlikte hayatımıza giren yeni bir fenomen var.

Fotoğraf.

Günümüzde dünya üzerinde bir yılda çekilen fotoğraf sayısı, fotoğrafın bulunmasından cep telefonlarına kamera takılmasına kadarki tüm zamanda çekilen fotoğraflardan fazla. Dünyada en çok fotoğrafın çekildiği kamera da iPhone.

Çektiğiniz bir fotoğrafı, saniyeler içinde tüm Dünya ile paylaşabiliyorsunuz. Durum böyle olunca da hepimiz her gün binlerce fotoğraf çekip kah Facebook üzerinde, kah başka fotoğraf paylaşım sitelerinin üzerinde yayınlıyoruz.

İşte madem bu işe bu kadar kendimizi kaptırmış durumdayız, en azından çektiğimiz fotoğraflar güzel olsun diye dilimin döndüğünce sizle birkaç faydalı ipucunu paylaşmak istedim. Ben de bu ipuçlarının çoğunu internetten yada bu işi çok çok daha iyi bilenlerden öğrendim.

Bunların bazıları o kadar kolay ki, hiç bir şey öğrenmeye gerek kalmadan sadece basit bir kaç şey yaparak fotoğraflarınızın çok daha güzel çok daha çekici olmalarını sağlayabilirsiniz.

En basitinden başlayalım. Hepimiz dünyayı Çoğunlukla gözlerimizin yüksekliğinden izler ve algılarız. Çünkü dünyayı genellikle yürürken gözleriz ve ayakta olduğumuz zamanda gözlerimizin seviyesi her zaman gözlerimizin bulunduğu yüksekliktedir.

Bu çok basit fenomen fotoğraflarımıza da yansır. Yürürken ilginç bir şey gördüğümüzde cep telefonumuza alır, gözlerimize seviyesine getirir, cart diye fotoğrafını çekeriz. O yüzden göz seviyesinde çekilen fotoğraflar sıradan ilginç olmayan dünyayı herkesin gördüğü gibi gösteren fotoğraflardır.

Şimdi gelin bunu biraz değiştirelim. Etrafımızda bulunan herhangi bir cismin fotoğrafını göz seviyesinden değil biraz aşağıdan çekmeyi deneyelim. Yani bacaklarımızı bir parça kırarak, yada dizlerinizin üzerine çökerek, fotoğrafı aşağıdan yukarı doğru çekelim.

Dünyayı doğal algılama biçimine ters olan bu açıdan çekilen fotoğraflar izleyenlere oldukça ilginç gelecektir. Özellikle evcil hayvanların yada küçük çocukların resmini çekerken onların seviyesine kadar alçalmak fotoğrafları hem çok daha canlı hem de farklı yapacaktır.

İnanın sadece bu basit hareketi yapmak, fotoğraflarınızı katbekat güzel, katbekat ilginç hale getirecektir.

Hemen ikinci ipucumuza geçelim. Bu birincisinden daha da basit. Birincisinde öyle dizlerinizi kırmak, yere doğru alçalmak falan gerekiyordu. Yani biraz bedeni eğitimi. Bunda o kadarına bile gerek yok.

İkinci ipucumuzda yapacağımız tek şey, fotoğrafını çektiğimiz cisim yada kişiye yaklaşmak. Fotoğraf karesinin tamamına yakınını bu cisim yada kişi ile doldurmak.

Sayıları milyonlara ulaşan cep telefonu fotoğraflarının oldukça yaygın bir özelliği fotoğraf karesinin üçte birinin, örneğin çocuğunuza yada karınıza, geri kalan üçte ikisinin de bomboş gökyüzüne yada çayır-çimene ayrılmış olması.

O yüzden kımıldayın biraz arkadaşlar ve fotoğrafını çektiğiniz kişi yada cismin yakınına gidin. Fotoğraf karesinin çoğunu fotoğrafın konusu olan kişi yada cism için kullanın.

Bakalım İngilizceden manasını kaybetmeden çevirebilecek miyim. "If your photograph is not good enough, that means you aren't close enough". Yani, fotoğrafınız yeteri kadar iyi değilse, yeteri kadar yakın değilsiniz demektir.

Hadi yine Uygulanması kolay, başka bir ipucu. Fotoğraflarınızı sabah güneş doğarken yada akşam güneş batarken çekmeye çalışın.

Gün ortasında, özellikle güneş açık bir havada tepedeyken, çok sert çok kuvvetli bir ışık verir. Bu sert ışık, çok parlak hatlara ve çok keskin gölgelere yol açar. Fotoğraf karesinin içinde çok parlak ve çok karanlık bölgeler bir arada oluşursa, o fotoğraf çekiciliğini kaybeder.

Güneş doğarken yada batarken ki saatlerde ise güneşle aramızdaki atmosfer tabakasının kalınlaşması sebebiyle, güneş ışınları güçlerini kaybeder ve fotoğrafa, göze çok hoş görünen kırmızıya çalan sarımsı altın bir ton verir. Fotoğrafçılar bu altınımsı tona ılık tonlar derler.

İşim biraz tekniğini girersek güneşin doğuşu ya da bakışındaki ıllık tonlar fotoğrafçılık dilinde renk ısısının sıcağa yaklaştığı noktalardır.

Bunun tam aksi yani renk ısısının soğuk olduğu tonlar ise maviye çalan kırmızının neredeyse hiç bulunmadığı renk gruplarıdır. Buna en güzel örnek ay ışığında çekilmiş bir fotoğraftır. Böyle bir fotoğrafta, neredeyse bütün renkler mavi ile beyazı arasında yani çok soğuk tonlardadır.

İnsan gözü sıcak tonları sever. Bir fotoğrafta hem soğuk hem sıcak noktalar varsa izleyici ilk önce sıcak bölgeyi görür, dikkatini bu noktaya yöneltir. Bu yüzden sabah güneş doğarken yada akşam güneş batarken çekilen fotoğraflar her zaman göze ilginç görünür.

Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için, güneş doğarken yada batarken fotoğraf çekin derken güneşin doğuşunun yada batışının fotoğrafını kastetmiyorum. Bu saatler esnasında, içeriği ne olursa olsun, çekilen fotoğraflardan söz ediyorum.

Yine başka basit bir ipucu. Özellikle cep telefonuyla fotoğraf çekerken, fotoğrafını çektiğiniz kişiye yaklaşmak yerine, bir kaç adım uzaklaşıp parmağınızla fotoğrafı büyüterek çekin. İşin çok tekniğine girmeyelim, yakın zamanda başka bir yazıda detayıyla anlatmıştım, uzaklaşarak çektiğiniz fotoğrafta yüz hatları yumuşar ve koca bir burun yada koca iki kulak yerine daha orantılı burun ve kulak şekilleri oluşur.

Başka bir ipucu. Bugünlerde her mobil telefon bu özelliği destekliyor. Fotoğraflarınızı kare formatında çekin. Geleneksel dikdörtgen format çok eski filim günlerine dayanır Ve gözlerimiz alışsa da artık modası geçmiş klasik görüntüler verir. Kare şeklinde çekilmiş fotoğraflar daha bir bütün, daha bir aradadırlar.

Klasik bir ipucu daha. Fotoğrafını çektiğiniz kişi yada cismi fotoğraf karesinin tam ortasına koymayın, ya biraz sağa, ya da biraz sola çekin. Yine aynı şekilde fotoğrafta bir ufuk çizgisi varsa bu çizgiyi dikey düzlemin tam ortası yerine, ya fotoğraf karesinin yukarısına yada aşağısına çekin.

Buraya kadar söz ettiğimiz her şeyi mobil telefonunuzla yapmanız mümkün. Mobil telefon kameraları, özellikle iPhone, görüntü kalitesi çok yüksek fotoğraflar çekebiliyorlar.

Ancak fotoğraflarınızın kalitesini bir sonraki aşamaya taşımak istiyorsanız çok daha kaliteli fotoğraf çekebilen DSLR diye isimlendirilen bir fotoğraf makinesi almanız gerekiyor. Bu tip fotoğraf makinelerinde farklı objektifler kullanarak çok daha ilginç çok daha kaliteli fotoğraflar çekmeniz mümkün.

Cep telefonlarındaki objektiflerin önemli bir özelliği vardır. Cep telefonları ile çekilen resimlerde fotoğraf karesindeki her şey keskin ve nettir.

Şimdi bunda ne var diyeceksiniz. Fotoğraftaki her şeyin keskin ve net olmasında ne gibi bir zarar var?

Burada yine insan gözünün başka bir özelliği devreye giriyor. İnsan gözü bir fotoğraf karesine baktığında, dikkatini ilk olarak fotoğrafın en keskin ve en net noktasına yöneltir. Doğal olarak fotoğrafta her şey net ve keskinse izleyici fotoğrafın konusu ile birlikte geri planda sağda solda olayla çok fazla ilgisi olmayan kişi yada nesnelere de odaklanır.

Başka bir deyişle izleyicilerinizin dikkatini fotoğrafta istediğiniz noktaya yöneltmenin çok kullanılan bir yolu, bu noktayı keskin ve net, geri kalan her şeyi daha yumuşak ve bulanık bırakmaktır.

Mobil telefonunuzun kamerasının kalitesi ne kadar yüksek olursa olsun, fotoğraf karesinin belli bölümlerini netleştirme yada bulanıklaştırması olanaklı değildir. Bunun sebebi ise eski günlerdeki filmlerin yerini alan mobil telefonlardaki sayısal sensörlerin çok küçük olmalarıdır.

DSLR fotoğraf makinelerindeki sensörler ise mobil telefonlardaki sensörlerden çok daha büyüktürler, Bu yüzden fotoğraf çekerken geri planın bulanıklaştırılması işini çok iyi becerirler.

Eğer gerçekten fotoğraf çekmek ilginizi çekiyorsa bu tür fotoğraf makinelerine yatırım yapmak çok da kötü bir fikir değildir. Özellikle amatörlere yönelik alt modelleri fiyat olarak da oldukça uygundururlar.

Başka bir yazıda da size nasıl bir fotoğraf makinesi önerdiğimi anlatırım.

Sevgiler...

Küçük bir not. Bu yazının hemen tümünü iPad üzerinde Türkçe dikteasyon yaparak, yani klavyeyi kullanmadan okuyarak yazdım. Henüz denemediyseniz hararetle tavsiye ediyorum, çok kullanışlı ve ufak tefek hatalar dışında neredeyse söylediğim her şeyi eksiksiz olarak anladı ve yazdı.

27 Ekim 2015 Salı

Villars

Dünyevi zevkleri neredeyse hiç olmayan biriyimdir arkadaşlar. Örneğin yirmi senedir İsviçrede yaşamama rağmen, daha bir tane İsviçre saatim olmadı. Yıllar önce, mobil telefonların yaygınlaşmadığı günlerde, sık sık iş gezilerine çıkmak zorunda kalıyordum. O yüzden uçakları kaçırmamak için, o zamanki patronumun da tavsiye şekline sokulmuş bir emiri ile duty-free'den bir Swatch almıştım. Onu da ya bir, ya iki kere taktım ya da takmadım.

Eşim Jelena'nın (Yelena) bana sormadan aldığı bir iki tanesi dışında, öyle Gucci, Versace, Armani gibi giysilerim de yoktur. Zaten eşim Jelena'nın bana sormadan aldığı, markası ne olursa olsun, giysilerden başka hiç bir giysim de yoktur.

Öyle elegant yemekleri seven, yani gourmet biri de değilimdir. Hatta midesiz bile sayılabilirim. Yiyebildiğim yemeklerin sayısı, yiyemediklerimden kat be kat azdır.

Ancak bir zevkim vardır ki, onu zevkle zevkederim..

Güzel bir bardak kırmızı şarap.

Bu şarabı nerede içtiğim, ne ile birlikte içtiğim, ve herşeyden önemlisi kim ile birlikte içtiğim çok önemlidir.

Üçümüz Villars'dayız
Tatildeyken konaklama yerimize geldiğimizde ilk işim bir bardak kırmızı şarabı karımla birlikte yavaş yavaş içip, geldiğimiz yerin tadını çıkarmak olur.

Jelenanın hamileliğinin ikinci yarısı ve ardından sevgili kızım Melissa'nın doğumu nedeni ile pek sağa sola gitme fırsatımız olmadı. Biraz Melissa'ya bir şey olur, hastalanır diye korkudan, biraz da onunla evde vakit geçirmeyi tercih ettiğimizden gezileri kesmiştik.

Ancak bir yerden başlamamız gerekti.

O yüzden, biraz da deneme amaçlı, kısa bir hafta sonu gezisine çıkalım dedik.

Ocak ayında, Jelena hamileyken, İsviçrenin oldukça ünlü bir kayak merkezi Villars'da bir hafta sonu geçirmiştik. Jelena kayağı çok sevmesine rağmen, hamileliği yüzünden kayamamış, suyu da çok sevmesine rağmen, benim miyavlamam yüzünden otelin spa'sını kullanamamıştı. O zaman Melissa doğsun, yeniden geliriz, istediğin kadar havuzda kalırsın demiş ve anlaşmıştık.

Odamıza yerleşip hemen aşağıya indik. Ben Melissa'yla bara oturdum, Jelena da havuza. Bar dediğime bakıp da üç aylık bebekle orada ne işin var demeyin. Oturduğum yer bir otel barı, yani alçak sesli piyano eşliğinde keyif yapma yeri, yoksa haydi bütün eller havaya tipi kafa şişiren bir bar değil.

Günün en keyifli anı başlamak üzereydi.

Bir bardak şarabımı söyledim. Garsonla kısa bir münazara sonunda, Cote bölgesinden, yani Leman gölü üzerinde, Lozan ile Cenevre arasından bir Pinot Noir'da anlaştık.

İngilizce konuşan birinin, Cote bölgesindeki Pinot Noir şarabını bilmesi garsonun her halde takdirini kazandırdı ki, şarapla birlikte, mükemmel fındık, fıstık, cips ve yeşil zeytin de getirdi.

Sandalyemi pencerenin önünde, Alplerin mükemmel manzarasını en iyi görecek biçimde konumlandırdım. Pencere dediğime bakmayın, duvar zaten yok, her yer cam.

Masa üzerindeki bardak, kuruyemiş vesaireyi de zahmetsizce uzanıp alabilecek şekilde ayarladım. iPad ile bir selfie çektim ki Facebook'a hayat bu işte falan diye post edeyim.

Hafif tonda klasik bir caz müziği, My Way, eşliğinde şarabıma başladım. Hayat cidden buydu işte.

Şarabımdan iki yudum ya aldım, ya almadım, bebek arabasının akustiğinin de yardımıyla, yangın alarmı gibi Melissa'nın sesi bütün barı doldurdu.

"VEEEEEEEEEEEEEEEE!!!!!!"

Canım kızım hiç de öyle ağlayan, bağıran bir bebek değildir. Emziği bile yoktur, sadece bir kez, o da fotoğraf çektirmek için kullanmışlığı var, hepsi o.

"VEEEEEEEEEEEEEEEE!!!!!!"

Aslında ağlamaz, emziği falan yok gibi lafların bir sonucu yok. Ağlıyor işte.

İlk iş, hemen mamasını hazırlayıp verdim. Bir-iki yer gibi oldu, sonra başını çevirip kaldığı yerden devam etti.

"VEEEEEEEEEEEEEEEE!!!!!!"

Ne yaparsın... Aldım kucağıma, başladık yürümeye.

Bu yürüme iyi gelmişti. Çığlıkların frekansı düşmüş, hatta biraz güler gibi bile olmuştu canım kızım.

Belki sakinleşmiştir diye bir deneme yaptım ve Melissa'yı arabasına koyar gibi oldum ama öyle bir bağırdı ki, garson bir şey mi oldu diye geldi.

Yeniden aldım kucağıma ve başladık yürümeye. O güzelim şarabım geldiği gibi kalmış, ben elegant bir otel barında, kucağımda Melissa ile turlarken My Way eşliğinde, biberonla mama yediriyordum.

Gezilerimizin Melissa'dan sonra nasıl olacağı yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.

Yorulunca Melissa ile bir anlaşma zemini bulduk. Kucağımda kalmak şartıyla oturmama izin verdi. Ben de bir iki yudum şarap içebilme fırsatını buldum.

Az sonra Jelena havuzdan döndü. Anlaşmamıza göre akşama kadar havuzda kalacaktı ama bir saat bile geçmeden "Sizi özledim" diye geldi. Kibarlık yapıp sizi özledim dese de, kimi özleyip de geldiği aşikar olduğu için üstelemedim. 😊

Ben de gelmişken girmemezlik yapmayıp, bir yarım saatliğine havuza gittim.

Bu spa işi dünyanın her yerinde popüler olmaya başladı, ancak bana sorarsanız, İsviçreliler bu işte bir numara.

Bu spa dedikleri şeyi parayı bastırıp dünyanın her yerine kurabilirsiniz. Sonuçta bir havuz ve suyun altından yada kafanızın üstünden püsküren tazyikli su. Öyle atla deve değil.

İsviçrenin farkı, bu spa işini kendilerine has bir finesse'le, yani Kendilerine özgü tatlarıyla yapmaları.

Oradan, buradan fışkıran suların üstüne havuz başında çıtır çıtır odunların yandığı bir şömineyi, Dünyanın en güzel dağları olan Alplerin o doyulmaz manzarasını ekleyince, İsviçrenin farkı ortaya çıkıyor işte.

Düşünün ve gün boyu kayak yaptıktan sonra bir bardak sıcak şarap ile o sıcacık suyun içine girip, karların içinde, açık havada yorgunluk atmanın dayanılmaz tadını hissedin.

İsviçredeki bu tip resortların başka bir güzelliği de yine geleneksel detaylara verdikleri önemle herşeyi sizin için önceden düşünüp ayarlamaları.

Örneğin çoğunlukla spa bölgesine direkt özel bir asansörle gidilir. Böylece lobide, barda, ellerinde mayolarıyla, havlularıyla insanları görmezsiniz.

Her yer tabelalarla ve ikonlarla işaretlidir. O yüzden kabinler nerede, havuz ne tarafta, saunaya nasıl gidilir diye sağa sola koşuşturan insanlar yoktur.

Kullanacağınız fasiliteler sizin yürüme yönünüzde, kullanım sırasına göre dizilidir. İleri, geri gidip gelmenize gerek kalmaz. Sadece bir istikamette yürüyerek havuza ulaşır, işimiz bitince de geri çıkış kapısını bulursunuz.

Size verdikleri anahtarla dolabınızı açar, içinden terlik, havlu ve bornozunuzu alır, havuz bölgesine gidersiniz.

Havuz bölgesi sessiz ve sakindir. Bağırıp çağıran hatunlar, koşuşturan çocuklar, elinde düdük, o yassah, bu yassah diye size dayılık yapan görevliler yoktur. Havuz, jakuzi, hamam, sauna, artık ne istiyorsanız girer, kullanır, güzelce vakit geçirirsiniz.

Çıkınca duş bölgesinde koca bir sepete havlu ve bornozunuzu atar, duşa girersiniz. Duştan çıkınca temiz havlunuzu alır kabinlere dönersiniz. Dolabınızda ıslak mayonuzu koymanız için bir plastik torba bulunur.

Saçınızı kurutup giyinirsiniz. Yine yolunuzun üstünde bulunan sepete ikinci havlunuzu da atar ve çıkarsınız.

İsviçrenin başka bir güzelliği de, özellikle termal, yani doğal olarak sıcak gelen suyun rutin olarak kontrol ediliyor olmasıdır.

Sıcak suyun bir iki önemli riski vardır.

Örneğin bakteriler sıcak suya bayılırlar. Özellikle ılık suyun içinde hemen üreyip çoğalmaya başlarlar. Bakteri dediğimiz canlılar aslında bildiğimiz mikroplardır. Az bir bölümü faydalı olsa da, çoğunluğu zararlıdır. İnsanları hasta eder, rahatsızlık verirler.

Sıcak suyun başka bir özelliği size ulaşana kadar kat ettiği yol üzerinde bir çok maddenin içinde kolayca çözülmesidir. Ağır metallerden gibi birçok zararlı madde dünyanın derinliklerinden size spalar aracılığı ile ulaşabilir. O yüzden, nerede olursa olsun, sıcak suda yüzerken su yutmamaya dikkat edin derim.

Yıllar önce bir iş seyahati için Kazakistandaydım. Otel odama bir not bırakmışlardı. Üzerinde aynen şunlar yazılı idi.

"Almati soğuk su şebekesi her gün Amerikan elçiliği taraflımdan tahlil edilmektedir, bu su içilmese de, güvenli olarak kullanılabilir. Sıcak su ise kontrol edilmemektedir, o yüzden lütfen duş alırken ağızınızı kapayın."

On gün soğuk su ile duş almıştım. 😊

Ve doğal termal suların belki de en tehlikeli özelliği, içerebilecekleri radyo-aktif maddelerdir.

Radyasyonun her türü zararlıdır. Nokta. Sadece bu zararın azlığı ya da çokluğundan bahsedebiliriz.

Sırbistan'da, Niş kentinin yanı başında Nişka Banya isimli, termal banyoları ile ünlü bir kasaba vardır. Bu termal sular da bir derece radyoaktif madde içerir. Ne acı ki, birçok kişi bu radyasyonum sağlığa faydalı olduğunu düşünmekte.

Bu merkezin bir numaralı otelinin adı Radon.

Radon, herkesçe bilinen plütonyum ve uranyum gibi casus filmlerinde kendine bir yer bulamasa da, her anlamıyla bir radyo-aktif elementdir.

Radon'u diğer radyo-aktif elementlerden ayıran özellik, onun bir gaz olmasıdır. Dünya üzerinde uranyum yada plütonyum gazı doğal olarak bulunmaz. Ancak radon her zaman gaz halindedir. Hem de renksiz, kokusuz, tamamen görünmez ve hissedilmez bir gaz.

Gaz olduğu için de radon'u nefes alarak içinize çekebilirsiniz.

Bu yolla aldığınız radon, ciğerlerinizde kalır ve yaydığı radyasyonla hücrelerimize zarar verir. Bir teoriye göre radon, akciğer kanserine sigaradan daha fazla neden olmaktadır.

Bu yüzden Nişka Banya'daki Radon oteline sağlık aramak için gelen insanlarla aynı iyimserliği paylaşamıyorum, ne yazık ki. Yazının sonuna radonla ilgili biraz detay ekledim, ilginizi çekerse bir göz atın isterseniz.

İsviçrenin spalarına dönersek, havuzların analizleri ve denetimleri düzenli ve titizlikle yapılır. Jelena üç fizyoterapi kliniğinden sorumlu ve bu havuzlar yüzünden kız neredeyse kimyager oldu, ordan biliyorum. Haftada bir habersiz denetim, günlük analizler, vesaire.., çok sıkı sizin anlayacağınız.

İşte böyle. Bir spa ziyareti, yolunuz İsviçreye düşerse, kaçırmamanız gerekli bir aktivite bence. Hele bir de mevsim kış ise tadından yenmez,

Kısa bir havuz sefasının ardından geri lobiye, Melissa ve Jelna'nın yanına döndüm. Sonrasında da Melissa'yı paketleyip Villars'ı dolaşmaya başladık. Ne de olsa, bu Melissa'nın evden uzak ilk hafta sonuydu.

Melissa, annesinin karnındayken gezdiğimiz her yeri bu kez üç kişi dolaştık. Jelena ile birlikte nasıl sabırsızlıkla onu beklediğimizi hatırladık, hatta Melissa'ya da anlattık ama anladığından ya da hatırlayacağından pek emin değilim. O yüzden bol bol fotoğraf çektik.

Üçümüz Villars'dayız
Akşam yemeği için yine bir önceki gelişimizde gittiğimiz bir Meksika restoranına gittik. Bu kez şarabımı içebildim çünkü Melissa, Jelena'yı taciz etmekle meşguldü. Yemeklerimiz geldiğinde önce ben yerken Jelena Melissa'yı eğlendirdi, sonra da nöbeti ben aldım.

İkimiz de hayatımızın nasıl değiştiğini bir kez daha farkettik. Bu değişikliği hiçbir şeye değişmem tabii ki. Sızlanmak için değil, tarihe bir not düşmek için söylüyorum. 😊

Birçoğunuz için bu öyküler ikinci hatta üçüncü baskı biliyorum, ama benim için çok yeni ve çok ilginç beni anlıyorsunuzdur umarım.

Odamıza geldik ve Melissa ev dışında ilk gecesini, hayatında yine ilk defa bir otelde geçirdi. Yine İsviçre finesse'i, odaya Melissa için bir bebek yatağı koymuşlardı.

Sağlıcakla kalın...

---------

Radon'un Öyküsü

Radon bir asil gazdır. İşin kimyasına fazlaca girmeden, bir asil gaz kendi dahil diğer atom ve elementlere o kadar kayıtsızdır ki, bunların hiçbiri ile birleşmez ve hep kendisi olarak kalır. Radon da radon olarak kaldığı sürece gaz halini korur, mesela oksijenin demirle reaksiyona girerek, pas olup, demire "yapıştığı" gibi bir katının üzerine yapışmaz, yada oksijenle hidrojenin birleşip suyu oluşturduğu gibi sıvı halini almaz.

Radon, radyo-aktif olmayan diğer maddeler gibi, doğal koşullarda devamlı kendisi olarak da kalmaz.

Bir elementi element yapan sadece çekirdeğindeki proton sayısıdır. Örneğin, çekirdeğindeki nötronlarını artıran yada azaltan bir madde, hala kimyasal özellikleri bakımından kendisi olarak kalır. Eğer elektronlarını kaybederse, hemen yeni elektron bulur. Ancak protonları bir giderse, artık başka bir madde haline dönüşür.

Radon gibi tüm radyoaktif maddeler, kurşuna dönüşene kadar, devamlı protonlarını kaybederler. Hattızatında radonun kendisi. toryum ve uranyumun protonlarını kaybetmesiyle oluşur. Protonların kaybı bazen çok hızlı, bazen de çok yavaş gerçekleşir. Ne yazık ki, radon bu proton kaybını çok hızlı geçirir. Ciğerlerinize giren radon hızlı ve yoğun biçimde radyasyon yayar ve hücreleri etkier.

Bugün, uygar ülkelerde insanlar ev alırken radon ölçümü yaptırıyor. Radon heryerde bulunabilir, çünkü uranyum yerkabuğunun her bölgesinde mevcuttur.

Size dikkat edin diyeceğim ama nesine dikkat edeceksiniz. Ne görebilir, ne koklayabilir, ne de başka bir yolla hissedebilirsiniz. Umalım ki radonun az bulunduğu bir bölgede yaşıyor olalım.

26 Eylül 2015 Cumartesi

Mekke Muharebesi

20 Temmuz 1974'de, Türk ordusu, boyutları göz önüne alındığında muazzam bir amfibik harekat gerçekleştirdi ve Kıbrıs'a girdi. Karşısında, sığınaklarla, koruganlarla yıllar boyu pozisyonunu güçlendirmiş Rum ordusu ve milis kuvvetleri vardı.

20 Temmuz sabahı Deniz Çıkarma Tugayı denizden, hesaplarım doğruysa, iki paraşütçü ve iki komando taburu da havadan Kıbrısa girdi.

22 Temmuzda ateşkes ilan edildi, çatışmalar durdu.

Müzakereler bir sonuca ulaşamadı ve zamanın Dışişleri Bakanı Turan Güneş, Başbakan Bülent Eceviti arayıp ünlü Ayşe Tatile Çıksın, yani savaşa devam mesajını Cenevre'den Ankara'ya iletti.

Böylece, 13 Ağustosta ikinci Kıbrıs Harekatı başladı.

Türk ordusu, neredeyse koca adanın yarısına kadar ilerledi ve Lefke ile Magosa'yı aldı.

Askeri bakımdan inanılmaz boyutta bir harekattır bu Kıbrıs Çıkarması. Bu tür harekatların ilk aşaması olan bir "beachhead", diğer bir deyişle sahil başı tutulması esnasında çok asker ölür, yani saldıran taraf ayağını kapıyla eşiğimün arasına koyana kadar.

Sonrası da oldukça zordur, çünkü ordu başka bir ülkenin toprağında savaşmaktadır. Karşısındaki düşman, kendi bildiği, yıllardır yaşadığı topraklarda mevzilenmiştir.

Uzatmayalım.

Bu koşullarda, Türk Silahlı Kuvvetleri, her iki harekatın toplamımda 498 şehit vermiştir.

Geçen gün, Kabe'de yaşanan olay sonucu ise 750 hacı yaşamını yitirmiş.

Yani günler boyu süren, iki düzenli ordu arasında geçen kıran kırana bir savaşın sonunda, saldıran tarafın kayıplarının hemen hemen iki katı.

Hem de öyle savaş, kavga falan yok. Sadece insanlar birbirini itmiş, 750 kişi ölmüş.

Yazacak çok şey var ama, canınızı sıkmayayım. Sadece şöyle diyeceğim.

Yazık.

(Kıbrıs savaşı ile ilgili bir not. Türk ordusunun harekatı, harekat günlerinde, Makarios'u bir darbe ile deviren EOKA-B'ye karşı, Türkiyenin garantör devlet hakkını kullanarak yapmasına, önemli bir meşruiyet kazandırmıştı. Yani Dünya, Türkler pek haksız değil diyordu. Ancak aradan kırk sene gecmesinden sonra, hala adada asker bulundurulması, artık Makarios, EOKA-B falan kalmadı, hangi gerekçeyle hala burada asker tutuyorsunuz sorusunu gündeme getirmekte ve Türk ordusunun işgalci bir güç sayılmasına neden olmaktadır. Ben söyleyeyim, siz doğruluğunu tartın.)

18 Eylül 2015 Cuma

Şero'nun Parazit Aşıları

"Değerli yönetim kurulu üyesi arkadaşlar, herkese iyi günler diliyorum. Bu toplantıda size..."

"Bir dakika..., devam etmeden..., Kemal bey nerede? Onsuz başlamayalım."

"Az önce muhasebede gider makbuzlarını dosyalayan arkadaşla konuşuyordu. Gelmemiş mi salona?"

"Aman! Niye alıp getirmedin? İki saat sürer şimdi onun orda şeyetmesi. Gürselcim, bir zahmet kap gel onu, n'olur."

"Tamam, siz başlayın, ben koşup geliyorum hemen."

On beş dakika sonra...

"Kusura bakmayın arkadaşlar. Gider makbuzlarının bazılarında tarih yazılmamış, muhasebeci arkadaşla bir daha olmasın diye anlatıyordum. Bundan böyle, 1) Gider makbuzlarının üzerine tarih yazılacak, 2) Seri numaraları kontrol edilecek, 3) Taksiye binmişseniz mutlaka plaka yazılacak, 4)..."

"Sayın genel başkan, Sonda araştırmadan Çetin bey, geçen seçimde seçmen eğilimleri hakkında bir sunum içim burada. İsterseniz sunuma bir bakalım, sonra gider makbuzlarını hale yola sokarız."

"Ne sunumu? O sunum Pazartesi günü değil miydi?"

"Bu gün Pazartesi sayın genel başkanım."

"Yapma ya! Yine mi atlamışız... Geçen CNN Türk'de Ahmet Hakan'a da Perşembe dedim, bütün gazeteciler yani yarın mı diye atladılar üzerime. Ayıp oldu, koskoca genel başkan bugün hangi gün, farkında değil gibi. Bundan sonra her TV programından önce 1) Günün tarihi, 2) Ertesi günün tarihi, 3) Haftanın önemli olayları bir kağıda yazılıp yarım saat önce bana verilsin."

"Derhal uygulamaya koyalım sayın genel başkanım. Şimdi arzu buyurursanız sunuma devam edelim mi?"

"Tabii, tabii devam etsin arkadaş..."

"Sağolun sayın genel başkan. Geçen seçimde dini hassasiyeti yüksek seçmen Cehapenin dini söylemlerini samimi bulmamış."

"Ya, bir türlü anlamadım ben bu siyaset işini. Recep kuran, kitap diyor, bu muhafazakarların hepsi ona oy veriyor. Biz de aynısını yapıyoruz, bir oy bile alamıyoruz."

"Aslı varken taklidine oy vermiyorlar sayın genel başkan. Hatta, böyle sapmalar yüzünden kendi seçmenimizin de aklını karıştırıyoruz."

"Valla anlamadım bu işi ben. Neydi adı, Eklemedim, Tekmeledim, onu aday gösterdik, ondan iyisini mi bulacaklardı, olmadı seçtiremedik. İstifa etti, gitti, Mehapeden aday oldu. O eski müftüyü milletvekili yaptık, yine oy alamadık, sonra o da istifa etti gitti. Gürsel, bu seçimde bir dinci bulabildin mi, aday gösterelim?"

"Sayın genel başkan, tam bu konuda... Yaptığımız araştırmaya göre seçmenin hassasiyeti bu seçimde dinden ziyada Kürt konusu üzerinde."

"Bu siyaset modadan daha hızlı değişiyor, bak şu işe. Gürsel, bir Kürt bul, aday gösterelim."

"Sayın başkan, bu Kürt konusu biraz farklı. Etnik aday göstermek yerine, çözüme yönelik irade beyanı istiyor seçmen."

"Haa... Öyle desene. Ben valla anlamadım bu siyaset işini. Eee, gerekiyorsa biz de beyan ederiz irademizi. Ercan, ne demiştik geçen seçimde bu Kürt şeyi için?"

"Sayın genel başkan, önce biz sosyal demokrat bir partiyiz, etnik sorun yaşayan bir halkı desteklemeliyiz demiştiniz..."

"Eeee?"

"Sonra da lan biz bu Kürtleri desteklersek ulusalcıları kızdırır, milli duyguları hassas seçmenin oyunu kaybederiz dediniz."

"Sonra?"

"Sonra da parti arşivinin rutubeti artmıştı, ne yapalım diye onu tartışmıştık..."

"Peki ne dedik sonunda seçmene?"

"Kürtler haklarını almalı ama Türkiye Cumhuriyeti de bir bütündür. Kürt sorunu çözülmeli ama bu çözüm herkesi tatmin etmeli falan dedik."

"Sayın genel başkan, araya girmeme izin verirseniz, yaptığımız araştırmaya göre kimse partinizin Kürt sorunu hakkımdaki görüşünü anlamamış."

"Üzüldüm şimdi bak. Altıyüzyetmişaltı maddelik bir seçim bildirgesi bastırıp dağıtmıştık bir de..."

"Peki bu seçimde ne yapalım sayın genel başkan?"

"Valla herşeyi bana soruyorsunuz. Geçen seçimin yıldızı Demirtaş naaptıysa onu yapalım. O başarılı oldu, biz de oluruz muhtemelen."

"Nasıl yani sayın genel başkan? Pekakalılara terörist değil de gerilla mı diyelim?"

"Sayın genel başkan, saz çalmayı biliyor musunuz?"

"Arkadaşlar, hep bir ağızdan konuşmayalım. Bundan böyle, toplantılarda 1) Konuşmak isteyen her kimse önce elini kaldıracak, 2) Adını soyadını söyleyecek, 3) Söz verildiğinde sesini yükseltmeden..."

Gürsel fısıldayarak:

"Muharrem, yine açıldık, bir toparla istersen."

"Sayın genel başkan, isterseniz bu basın özgürlüğüne ve medya üzerindeki baskılara değinelim."

"İyi dedin Muharremcim. Geçen televizyonda da söylediğim gibi ben bu savcıya savcı demem, o hukuk fakültesini bitirmiş mi, ona bile emin değilim, bitirmişse dört yıl mı okumuş, o da belli değil..."

"Sayın genel başkan, savcının tahsili esnasındaki devam durumunu bıraksak da basın üzerindeki baskılara gelsek?"

"Gelelim, gelelim, haklısın. Ben de bu sabah basından okudum, basın üzerindeki baskıyı."

"Sayın genel başkan, ben akşam sizi aradım, sıcağı sıcağına bir kınama yapın diye ama kimse açmadı telefonu."

"Geçen akşam geç saatte, Deniz de aramış, o da bulamamış. Akşam sekizden sonra kapatıyoruz telefonu, yaş kemale erdi işte..."

Aradan birkaç saat geçer. Sunum devam etse de, sunumu yapan kişi ikinci slayttan ileri gidememiştir. Sonrasında bir sandalyeye oturmuş, partililer tartışırken masada bulduğu kurabiye ve portakal suyu ile açlığını bastırmıştır.

Uzun tartışmalar sonunda, saat de akşam sekize yaklaştığından Kemal bey yeni seçim bildirgesini yazmaya karar verir.

"Yaz kızım, yeni seçim bildirgesi. 1) Cehape dine düşman değidir ama dindar da değidir. 2) Cehape Dindar değildir ama dindarlara da karşı değildir. 3) Cehape Kürt sorununa sempati ile bakar ve çözülmesini ister, ama Türkiye üniter bir devlettir." 4) Cehape basın özgürlüğünü savunur...."

"..."

"... 769) Cehape Türkiye merkez projesı ismiyle, Anadolunun ortasına bir liman yapacaktır. 770) Emeklilere bayramlarda çift maaş verecektir. 771) Şero'nun parazit aşıları her yıl düzenli olarak yapılacaktır..."

Fısıltıyla:

"Şero kim yahu?"

"Partinin kedisi."

"Partinin Kedisinin parazit aşısının seçim bildirgesiyle ne alakası var?"

"Valla gücüm kalmadı şimdi olurdu olmazdı diye dövüşecek. Yaz gitsin, nasılsa kimse 770 maddeyi okumayacak..."

İki ay sonra bir televizyon kanalında Kemal bey partisinin seçim bildirgesini izleyicilere tanıtmaktadır.

"Sayın seçmenler, Cehape iktidara geldiğinde: 1) Şero'nun parazit aşısı her yıl düzenli olarak yapılacak, 2) Basın özgürlüğü güvence altına alınacak..."

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Bir Tek Problem

Trabzomda bir manyak Fenerbahçe otobüsüne tüfekle ateş ediyor. Mersin'de baba, oğul, arkadaş, üç manyak Özgecan isimli bir genç kıza tecavüz etmek isterken onu vahşice katlediyor. İstanbulda, camına kartopu isabet eden bir manyak, dükkanından çıkıp kartopu oynayanlardan birini bıçaklayarak öldürüyor. Gezi olayları sırasında bir gurup manyak bir genci sokak ortasında döverek öldürüyor. Elimde pala, bir manyak yol ortasında bir kadına saldırıp, onu tekmeliyor. Bir gurup manyak, kağıt mendil satan on yaşımda Suriyeli bir çocuğun, ağızını, burnunu kırıyor. Bir manyak kendisini patlatıp, otuz bir gençi öldürüyor. Güneydoğuda birçok manyak (ve cinsel sapık), üç beş bin lira karşılığında, evine Suriyeli kadınları alıp, baba-oğul tecavüz ediyor, karıları ve anneleri de durumdan faydalanıp, aynı kadına ev işlerini yaptırıyor. Birçok manyak, on iki yaşımda kızlarını evlilik adı altında pedofile zorlayıp, babası yaşındaki erkeklerin yatağına gönderiyor. Bir gurup manyak, dinsiz diye onlarca insanı bir otelde kıstırıp canlı canlı yakıyor. Bir manyak, şarkı söyledi diye kız arkadaşını vuruyor. Birçok manyak karılarını, sevgililerini dan, dun öldürüyor. Bir gurup manyak, çekik gözlü diye Koreli turistlere saldırıp, kovalıyor. Yine başka bir gurup manyak, Çin, Uygur Türklerine eziyet ediyor diye, Uygur Türkü bir aşçıyı dövüyor.

Biz de yukardaki olayları birbirinden bağımsızmış zannedip, herbirine ayrı ayrı, "Aaaaa, Olmaz Bu Kadar" falan diyoruz.

Bizim BİR TEK problemimiz var. Onu bir çözersek....

21 Temmuz 2015 Salı

Nefret

Bu dünyada en az sevilen, yada tarihten silinmesi en çok istenen ülke ABD'dir desek, herhalde çok yanılmış olmayız.

Usama'nın, IŞID'ın Şeytan Amerika, Kahrol falan dediğine bakıp ta, ABD'nin en büyük düşmanının İslamcılar olduğunu düşünmeyin.

Amerika, gücünü bütün dünyaya hissettirip, Asya'dan Güney Amerika'ya kadar gezegenin hemen her tarafında istediğini yaptırır. Mallarını satar, enerji kaynakları üzerinde istediği tasarrufu yapar, televizyonunu izlettirir, müziğini dinletir.

Bir cümleyle özetlersek, parasını kazanır.

Bu yüzden, Çin'inden Rusyasına, Japonundan, Güney Korelisinden, Latin Amerikaya, medeniyetleri yüzünden hep kibar kalsalar da, kalben ve gerçekte tam tersi duygulara sahip Avrupa, ABD'den kelimenin tam anlamıyla NEFRET ederler.

Avrupa'ya dönersek, bütün kıta birbirinden değişen oranlarda nefret eder. Ancak günümüzde en çok nefret edilen Avrupa ülkesi Almanyadır desek, yine, herhalde çok yanılmış olmayız. Almanya bugün, bütün Avrupanın parasını kazanıp, karşılığında da, koca bir kıtayı yönetmektedir.

Bugün Almanya olmasa, Fransızların, Britanyalıların ve Güney Avrupa ülkelerinin hayat standartları çok daha yükseklerde olurdu. Çünkü Almanya yerine, bu ülkeler mal ve hizmetlerini satar, bugün Almanyanın kazandığı parayı kazanırlardı.

Benzer nefretler, yerel olarak dünyanın her köşesinde vardır.

Arjantin Brezilyaya, tüm Latin Amerika da Arjantine kıldır.

Kore Japonyaya, Çin Koreye, bütün Asya da Çine nefret besler.

Bu nefret sanıldığı gibi platonik de değildir.

Ülkelerin gizli servisleri, orduları, şirketleri, nefretin hedefindeki ülkelerde operasyonlar yapar, nefret ettikleri ülkelerin aleyhine çalışırlar.

Ancak ne Amerikadaki Latinleri Beyazlarla, ne Bavyeradaki Almanları Saksonlarla, sokaklarda birbirine saldırırken göremezsiniz.

Çünkü, bu ülkelerin insanları, her zaman gelişmiş olmasalar da, aptal da değildirler.

Halkı, öyle üç lafla dolduruşa getirip, birbirine kırdıramarsınız.

Türkiyedeki her olayı, ülkemizde gözü olan şeytani dış güçlerin provokasyonuna bağlayan aydın kesme duyrulur...

23 Nisan 2015 Perşembe

Öyle Sallamakla Olmuyor

Bu iş kuyruğuna basılmış kedi gibi bağırıp çağırarak olmuyor.

Zamanını ayıracak, okuyacak, araştıracak, önce kendin öğreneceksin. Zor, meşakkatli bir iştir bu. Tembellere pek gelmez. İnsan üstüne hem tembel, hem de ben nasılsa akıllıyım, okumadan, araştırmadan hallederim kafasındaysa, dünyanın gerisi gülmekten hemoroid olur böyle.

Araştırdıktan sonra da, oturup, sakin sakin, takımına tezahürat yapan fanatikler gibi değil, duruşmada savunmasını yapan ciddi bir avukat gibi de kanıtıyla, belgesiyle, tutarlı bir biçimde dünyaya anlatacaksın.

Öyle sallamakla olmuyor.

Türkiye cennettir.

İslam barış dinidir.

Ermeni soykırımı yoktur.

Böyle kalkıp yoktur demekle olmamış olmuyor işte. Dikkat, soykırım oldu, islam barış dini değildir, türkiye cennet değildir DEMİYORUM.

Sadece böyle şeyleri söylerken, körü körüne, birinden duyduğu klişeyi doğru varsayıp papağan gibi tekrarlamaktansa sebebi ile, sonucu ile, kanıtı ile destekleyelim diyorum.

Türkiye cennet gibi ülke diyenlerin yüzde doksanı, Türkiyeden başka bir ülke görmemiştir.

İslam barış dini diyenlerin, dünyadaki İslam ülkelerinin hemen tümündeki mezhep kavgalarını, kafa kesmeleri, geri kalmışlığı açıklamaları gerekir. Çoğumuz İslam barış dini derken, sadece büyüklerimizden duyduğumuzu tekrarlıyoruz, o kadar.

Soykırım yok diyenlerin de, ticareti keserim, müttefiklikten çıkarım diye bağırmak yerine soykırımın olmadığını anlatması gerekir. Benim, bu güne kadar duyduğum klişelerden başka, kanıta, bilgiye dayalı bir fikrim yok açıkçası.

Size ancak dışardan bu işler nasıl görünüyor, omu söyleyebilirim.

Türkiye cennet falan değil. Tatile gitmiş bir kadına sorun, nasıl taciz edildiğini, huzurla beş dakika yürüyemediğini anlatacaktır. Turistler sadece ucuz diye geliyor.

İslam barış dini deyince birçok kişi tebessüm ediyor. Bu argüman acaba gibi bir soru bile oluşturamıyor ne acı ki.

Ermeni soykırımı ise artık var mı, yok mu diye tartışılmıyor. Sadece bürokratik bir süreç işliyor o kadar.

Ben söyleyim de, siz yine kızın bana sonra vatan haini, satılmış falan diye...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...