26 Kasım 2012 Pazartesi

50 mm

Uzunca bir süredir 50 mm prime objektifi kullanmamıştım. Hatta uzunca bir süredir gece fotoğraf çekmeye çıkmamıştım. Hatta ve hatta uzunca bir süredir de kremdölakrem DSLR'ımı bile kullanmamıştım. Son günlerdeki tüm resimleri (yine bence harika bir kamera olan) Sony NEX 5N'le çekmekteydim.

Ancak yakın zamanda yaptığım sanat geyiğine kendimi o kadar kaptırmışım ki, ağırsa ağır lan, herşey sanat için deyip eşşek cesedi ağırlığındaki Canon 5D Mark II'yu aldım ve ucuna da 50 kalibrelik f/1.4 objektifi taktım.

Bu objektifin işlevi, bence yine tabii, bir cümle ile bir "sanat" objektifi olmasıdır.

Herşeyden önce bu çok hızlı bir objektiftir. Hızlı deyince yanlış anlamayın, sadece bilimsel ukalalığın kafa karıştırma hedefli bir sıfatı bu hızlılık, yoksa yüz metreyi bilmem kaç saniyede koştuğu değil. Demek istediği aslında bu objektifin çok aydınlık olduğu, yani çok ışık aldığı. Eee, haliyle çok ışık alınca fotoğrafı çekerken daha kısa süre açık kalır ve kamera sarsıntısına daha az duyarlı olur, bu da onu gece fotoğrafları için birebir yapar.

50 mm'nin başka önemli bir sanatsal özelliği ise çok iyi boka (öhö!) yapmasıdır. Boka Caponca olup, İngilizcede bokhe diye yazılır. Anlamı ise fotoğraf çekerken odaklandığınız şeyin arkasında yada önündeki diğer şeyleri, kremvari bir biçimde buğulandırmasıdır. Bu odaklanmadığınız şeyler eğer bir ışık kaynağıysa resminizde fazlasıyla estetik görünen pul pul, yuvarlak yuvarlak ışıklar oluşur.

Bir de konuyu tamamlamak açısından, fazlaca sanatsal olmasa da başka bir özelliğine de değinelim 50mm'nin. Bu objektifin görüş alanı insan gözünün görüş alanına çok yakındır. O yüzden çektiği resimlerin doğal göründüğümden bahsedilir.

Ancak hayatta hiç birşey bedava gelmez. Bu 50 mm'nin bir problemi vardır ki bazen bayağı bir dert olur, o da üzerinde zoom olmamasıdır. Haliyle, objektif zoom yapmadığından, karenizi istediğiniz gibi oluşturabilmek için bu sefer siz ileri-geri koşuşturmaya başlarsınız.

Bu da en masumundan yorucudur. Ancak birçok kişi ileri-geri koşuştururken kayar, düşer, canını acıtır, ıslanır, etrafındakilere çarpar, vs., anlayın yani, tatsız şeyler olur. Ayrıca her zaman da gerektiği kadar geri gidemezsiniz. Binalar, kayalar, uçurumlar gibi doğal engellerle karşılaşırsınız.

Ancak sanat uğruna can feda. Katlanırız dedik, düştük yola.

Daha önceki birkaç benzeri sanatsal teşebbüsümden de biliyorum ki 50 mm ile üçbeş resim çektikten sonra sıkılıp hemen geniş açılı bir zoom takıp yola devam edeceğim. O yüzden iş garanti olsun diye can yoldaşım, Çinlilerin on gün boyunca çarpıp yine de kıramadıkları 24-105 mm objektifi de evde bıraktım.

Hedef Montrö'deki Noel pazarı. Her sene gideriz, bu sene ilk oldu. Minik minik kulübelerde herkes birşeyler satar. Çok sevimli bir ortamdır. İnsanlar dükkanlarını süsler. Her vitrin ayrı bir güzellik. Eğer mideniz kazınıyorsa bol bol yiyecek, üşüdüyseniz bol bol çay, kahve, ama en önemlisi sıcak şarap bulabilirsiniz.

Gece çok güzel gitti. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik. 50 mm, görevini fazlasıyla yaptı. Onlarca creamy-dreamy boka fotoğrafı çektik. Gözümle zor gördüğüm resimler fotoğraflara gündüz gibi çıktı. Köpek de dahil hepimiz çok eğlendik. Resimlere bakarsınız nasılsa.

Sizin de bir DSLR'ınız varsa mutlaka 50 mm (yada 30 mm) gibi hızlı bir objektif alın. Fiyatı da genelde çok makul. Sonra da fotoğraf çekmeyi seviyor yada sevmeyi planlıyorsanız bırakın kendinizi gecenin sizi götürdüğü yere. Emin olun iyi vakit geçireceksiniz.

Görüşmek üzere...

25 Kasım 2012 Pazar

Art For Art's Sake

Bugün birkaç arkadaşla beraber güzel bir akşam geçirdik. Akşamın sonuna doğru ise alkolün de tesiriyle filozofik bir laf ettim. Dedim ki:

"Bence birşeyler üreten herkes sanatçıdır"

Ve muslukçuları yada elektrikçileri de sanatçılar arasında gösterdim.

Bu tanımlamayı inanarak yapmıştım ancak akşam bitip evlerimizde yalnız kaldığımızda bir vicdan muhasebesi başladı içimde. Acaba benim anlık yaptığım bu tanım genel kabul görmüş sanat tanımlamasına ne kadar uyuyor diye oturup düşünmeye başladım.

Daha da doğrusu, acaba benim bu tanımımın gerçek hayatta karşılığı var mı yoksa ben mi zırvaladım sorusunu sordum kendime.

Sahi nedir sanat?

İnsanın ilk aklına gelen şey doğal olarak resim, yazı, şiir, müzik gibi araçlarla insanların rekreasyonuna, yani dinlenip eylenmesine yönelik aktiviteler oluyor.

Başka bir klişe de duyguların yukardaki işlevlerle diğer insanlara iletilmesi.

Bunlar pek yanlış sanat tanımlamaları değil aslında, sadece biraz eksik.

Duyguların aktarılması amaçlı ortaya çıkarılan estetik odaklı, müzik, şiir, resim gibi yapıtlar sanatın genelinin değil "güzel sanatlar" parçasının tanımının içinde kalıyor.

Hep duyarız bu "güzel sanatlar" lafını, ancak bize fazlasıyla doğru geldiği için çok fazla kafa yormayız üzerine. Öyle değil mi? Sanat zaten güzel olmalıdır, öyleyse güzel sanatlar tanımı da fazlasıyla doğru bir tanım olmaz mı?

Burada sorun güzel sanatlar tanımının kendisinin güzel olmayan sanatlar olabileceğini ima etmesinde yatıyor. Başka bir deyişle eğer güzel sanatlar varsa güzel olmayan sanatlar da yok mudur.

Ki güzel olmayan sanatlar gerçekten de vardır.

Ancak güzel olmayan sanatlar, yanı güzel sanatların tersi "çirkin sanatlar" değil "uygulamalı sanatlar" dır.

Güzel sanatlar sadece estetik amaçlı aktivitelerken, uygulamalı sanatlar estetikle birlikte gerçek hayatta bir kullanım alanı bulunan, yani bir işe yarayan aktivitelerdir.

Bir örnek vermek gerekirse, Salvador Dali'nin bir tablosu bakan kişiye estetik bir doyum verir. Bu da güzel sanat tanımına bire bir uyan bir örnek olur.

Bir mimarın yaptığı bir ev çizimi ise estetik olarak bir tatmin yaratsa da aynı zamanda bir ev olarak da gerçek hayatta pratik bir kullanım alanı bulur ve uygulamalı sanat tanımına uyan bir örnek olarak da kayıtlarımıza geçer.

Yazımızın başlangıç konusu olan muslukçu sanki bu uygulamalı sanat tanımında kendisine bir yer bulacak gibi...

Muslukçunun yaptığı işi mesela estetik açısından değerlendirelim.

Lavaboyu tamir ederken yada boruları değiştirirken sonucun estetik açıdan düzgün olması muslukçunun işinin çok önemli bir parçası değil midir?

Muslukçu, en azından bir mimar kadar sorun eder estetiği. Bir lavaboyu kırıp bırakmaz yada boruları aklına geldiği gibi odanın her yerinden geçirmez.

Estetikse alın size fazlasıyla muslukçuluk estetiği.

Estetik var dedik. Peki ya duygu?

Duygu işi biraz karışık, o yüzden biraz açalım bu sanatta duygu konusunu.

Öncelikle sanatla duyguyu birleştirirken bu duygunun nereden nereye yada kimden kime aktığoma bakalım.

Eğer sanatta duygu, sanatın izleyicisinde olması yada provoke edilmesi gerekli bir öge ise bizim muslukçunun sanatkarlığı biraz tehlikeye girecektir, çünkü birçok müşterisi muslukçunun tamir ettiği borulara bakıp bakıp duygulanmayacaktır.

Yok eğer duygu sanatı icra eden kişide yani sanatçıda bulunması gereken bir öge ise muslukçumuzun hala sanatçı sayılma şansı vardır. Yeter ki işini yaparken duygularını katsın içine.

Duygu sanatçıda mı, izleyicide mi olmalı surusunu cevaplayalım önce.

Bir örnek bin izahattan iyidir diyelim ve kaçımızın Bach dinlerken duygulandığımıza bakalım. Yüzde bir çok bonkör bir tahmin olacaktır. Bach'ın müziğini anlamayan yada duygulanmayan yüzde doksan dokuzluk çoğunluk Bach'ın sanatçı sayılmasını engellemez.

Bu da demektir ki sanatta duygunun sanatçıda olmasını bekleriz, izleyicide değil.

Soğumadan hemen ikinci sorumuza geçelim.

Muslukçu işini yaparken duygularını koyar mı ortaya?

Koyanı da vardır, koymayanı da.

Yaptığı işe değer veren, bir an önce bitirmek yerine doğru düzgün yapmak isteyen, ortaya çıkan problemleri çözmekten zevk alan, bitirdiği işten haz duyan muslukçular gibi, boşver yaa, yap idareten al paranı, yeniden bozulduğunda yine çağırır, bir daha alırsın parasını diyen muslıkçular da.

Nasıl Bach gibi, Mozart gibi duygularını sanatına döken müzisyenler varken Ajda gibi sağdan soldan tırtıkladığı şarkıları sanat diye bize yutturan, bir de kendi kendine süperstar gibi ünvanlar bahşeden "sanatçılar" ın olduğu gibi...

Evet, ikide iki yaptık. Muslukçunun estetiği de duygusu da var, bir sanatçı sayılması için.

Üçüncü olarak ise şimdiye kadar değinmediğimiz, ancak bence sanat tanımının en önemli unsurlarından biri olan yaratıcılığa gelelim.

Yaratıcılık, olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak, daha önceden yapılmamış, örneği bulunmayan bir şeyi yapmak gerçekleştirmektir.

Sanatçı bu esnada beynini kullanır ve birikimlerini zekasıyla birleştirip ortaya yeni bir yapıt çıkarır.

Sanatta yaratıcılığı düşünüp hazmederken lütfen güzel sanatlarla sınırlamayın kendinizi. Albert Einstein görecelilik kavramını sadece hayallerindeki ipuçlarına dayanarak ortaya çıkardığında en az on yaşında tüm bir senfoniyi yazabilen Mozart kadar "sanatçı" bir sanatçıydı.

Eminim ki Mozart yada neredeyse sağırken yine senfoniler yaratan Beethoven eğer müzik yerine matematiğe yönelselerdi, onlar da en az Einstein kadar başarılı birer bilim adamı olurlardı. Ne demişler, müzik matematiğin sayılar yerine notalarla yapılanıdır...

Burada, lafı çok dolandırmadan söyleyelim. Yaratıcılık, her insanda olduğu gibi muslukçularda da değişen derecelerde vardır.

Sonuçta muslukçuluğun bir sanat olduğunu söyleyebileceğimizi düşünüyorum.

Aslında zaten hezeyanla söylemiştim de, biraz daha düşününce bu söylemin doğru olduğunu gördüm ve rahatladım.

Bu sanat-i ve felsefi yazıyı 10cc den bir deyişle kapatalım.

"Art for art's sake, Money for God's sake..."

İyi uykular...

19 Kasım 2012 Pazartesi

Fotoğraf Tüyoları

Eğer bir DSLR yada ileri model bir portatif fotoğraf makineniz varsa alın size birkaç kolay ve hemen uygulayabileceğiniz ipucu. Bu üç beş basit ipucunu uygularsanız çektiğiniz fotoğrafların eskilere göre çok daha kaliteli ve etkili olduğunu göreceksiniz.

1) Lütfen kameranızı otomatik çekim ayarından çıkarın ve...

2) ... AV yani Apperture Value ayarına getirin, daha sonra...

3) ...diyafram yani "f" ayarını 8'e getirin.

4) Eğer ISO ayarınızın "Auto" yani otomatik konumu varsa buna, yoksa 100 yada 200'e getirin. Gün boyu manzara çekimi için bu dört ayar mükemmeldir.

5) Gün batımında ve gece boyunca diyafram yani "f" ayarını olabilecek en düşük değere getirin.

6) Gece fotoğraflarınız biraz bulanık çıkıyorsa ISO ayarınızı yükseltin. Genelde 2000'e kadar sorun yaşamazsınız. Daha yüksek ISO değerleri fotoğrafı karıncalı çıkaracaktır.

7) Gün içinde hareket eden insanları çekmek için çekim ayarını "TV", yada "S", yani "Shutter Speed" konumuna getirin. Enstantane yani poz süresi değerini de 250 yada 500'e getirin.

8) Yine gün içinde daha hızlı hareket eden araba, deniz motoru yada hızlı insanları çekmek için çekim ayarını "TV", yada "S", yani "Shutter Speed" konumuna getirin. Enstantane yani poz süresi değerini de 500 yada 1000'e getirin.

9) Objektifinizin en geniş açısını kullanmayın. Biraz da olsa daraltın açınızı. Bu karenin kenarlarındaki çizgilerin yamulmasını önleyecektir.

10) Makineyi alıp çat diye basmayın deklanşöre. Önce yarım basın ve birkaç saniye ekranda oluşan karelerin renk değiştirmesini ve "bip" sesini bekleyin sonra sonuna kadar basın deklanşöre. Bu çok önemli.

11) Deklanşöre Giyom Tel gibi basın, yani konsantre olup, nefesinizi tutun ve makineyi kımıldatmadan basın. Bu da çok önemli.

12) Karenizi biraz planlayın. En önemlisi resmini çekmek istediğiniz şeye değil de onunla birlikte etraftan nelerin girdiğine biraz dikkat. Çöp bidonları, abuk bir iki yaprak, yarım bir kuş, vs. gibi istenmeyen objeleri almamaya çalışın.

13) Makinenizi düz tutun. Yamuk bir ufuktan çok fotoğrafı bozan çok az şey vardır.

14) Lütfen özel bir amacınız yoksa fotoğrafı gökyüzü yada denizle doldurmayın. Sağ alt köşede zar zor kız arkadaşınızın kafası ve karenın geri kalanı mavi gökyüzü. Hem çok abuk, ancak aynı zamanda o kadar yaygın ki....

15) "If it's not good enough that means you are not close enough", yani eğer gerektiği kadar iyi değilse gerektiği kadar yakın değilsiniz demektir. Lütfen kıçınızı kaldırıp yaklaşın fotoğrafını çekeceğiniz objeye. Ve karenizin tümünü olmasada çoğunluğunu bu objeyle doldurun.

16) Fotoğrafını çekeceğiniz objeyi karenin tam ortasına koymayın. Biraz sağa, sola,yukarı yada aşağıya kaydırın.

17) Özellikle manzara resimleri çekerken karenin içersine yakında bulunan ağaç, kaya, direk, dalga, vs. gibi bir şeyi dahil edin. Bu fotoğrafonıza bakan birine sanki o sahneseymiş izlenimini verir.

18) Lütfen flaşınızı kapayın. İnanın ne size ne de etrafınızdakilere bir faydası var. Kameranın üzerindeki flaşların çekilen her on fotoğraftan sadece birine o da biraz faydası varken geri kalan dokuz fotoğrafı bozmak gibi huyları vardır. Bu flaşlar insanların yüzlerini bembeyaz, gözlerini kıpkırmızı yaparlar, bir de etrafta başka fotoğraf çekenlerin resimlerinin içine ederler. Hele bazıları gece vaktı koca bir binayı parmak ucu kadar bir flaşla aydınlatmaya kalkarlar ki.... :)

19) Gündüz vakti güneşi mümkünse arkanıza, yoksa yanınıza alın. Güneşe karşı fotoğraf çekmemeye çalışın.

20) Eğer fotoğraf makinenizi senede birden fazla kullanıyorsanız demek ki bu işi sevmeye başladınız. Yıllar sonra çektiğiniz fotoğrafları editlemek istediğinizde dizinizi dövmek istemiyorsanız RAW formatı kullanın, ya da RAW + JPEG. Eğer sadece JPEG çekiyorsanız kalıteyi ve çözünürlüğü maksimuma getirin.

İyi fotoğraflar...

17 Kasım 2012 Cumartesi

Sosyal Medya

Sosyal medya çıktı, mertlik bozuldu. Ne güzeldi eskiden, sadece bir telefon vardı, en çok iki kişi geyiklerdi. Şimdi, bir konsey halinde isteyen istediği şeyi söylüyor, hem de tamamen herkesin gözü önünde.

Herkes deyince, cidden herkes. Aileden başlayın, ilkokıl, ortaokul, lise, arkadaşları, akrabalar, eşlerin aileleri, onların arkadaşları, işyerinden arkadaşlar, hocalar, öğrenciler... Liste uzayıp gidiyor.

Artık bu "fenomen" le birlikte yaşamayı öğrenmemiz lazım, yoksa sosyal medya yokmuş gibi davranmakla kurtulamayız.

Yarın çocuğunuz eve gelip bir suratla, yüzünüze bile bakmadan odasına çıktığında, sorarsınız ona.

"Neyin var tatlım? Canın mı sıkkın? Birşey mi oldu okulda?"

"Yok bir şey."

"Yok, yok, kesin birşey olmuş. Sinem'le mi kavga ettiniz?"

"Yok diyorum baba yaa. Olmadı birşey... Önemli değil...."

"Hadi güzel kızım, söyle ne oldu..."

Kızınız da ağlayarak size döner ve:

"Hep beraber Mekdonaldzdaydık, herkes birbirine babasının Feysbuuk sayfasını gösteriyordu. Ben utandım, babam anlamaz öyle şeylerden demeye. Hemen hamburgerimi alıp kaçtım ordan."

Alın size birinci sınıf drama.

Siz de böyle kaka bir duruma düşmek istemiyorsanız, bu sosyal medya işine girmek zorundasınız. Başka çıkar yolu yok. Hele şimdilerde akıllı telefonlar, akıllı tvler, mini/maksi tabletler, akıllı buzdolapları, vesaireler var ki birinden kaçsanız diğerine nasılsa tutulacaksınız, yani hiç mi hiç kaçma şansınız yok.

Bilmiyorsanız söyleyeyim. Bir televizyonu, buzdolabını, telefonu akıllı yapan özellik, Facebook'a bağlanabilmesi.

Siz farkında bile olmadan bu akıllı aletler sizin o an neyle iştigal ettiğinizi Facebook'a, Twitter'a hemen jurnallıyor.

Bülent starbaks kafede venti amerikan kahvesi içti. Bülent şu anda Kızılayda. Bugün Bülentin yaş günü. Bülent yeni bir işe başladı. Bülent evlendi. Bülent mutlu. Bülent mutsuz. Bülent susadı. Bülent çiş yaptı. Bülent gazetede küresel ısınma ile ilgili bir haber okudu. Büient dana köri yedi (genelde yemek fotoğrafı ekinde).

Bu aşamada akla gelen ilk şey ise "Yaw, bütün hayatımız ortada. Herkes ne halt ettiğimizi biliyor." paniği.

Haklı da bir panik sebebi.

Problem ise tedavisinin olmaması. Yani Facebook'dan uzak kalarak özel hayatınızı genelleştirmekten kurtaramıyorsunuz.

Sizde Facebook olmasa arkadaşınızda var. Arkadaşınıza dur, yazma Facebook'a deseniz, tanımadığınız birinin elinde bir akıllı telefon, çat çut resminizi çekmiş, Facebook'a göndermiş oluyor. Resmi çekeni tanımasanız da ya onun bir arkadaşı, yada arkadaşının bir arkadaşı sizi tanıyor oluyor.

Bir de dur, gönderme Facebook'a dediğinizde herkes size ya gangster yada üçüncü sınıf evli çapkın muamelesi yapıyor.

Yani her iki ucu da kötü sopa...

Ben üçüncü sınıf maço havalarını bıraktım ve teslim oldum sosyal medyaya. Facebook'da check-in yapmasamda eşim iPhone ile canlı olarak harita üzerinde nerede olduğumu zaten görüyor.

Eee, özetle dana köri yada kebap yememin de toplumsal dinamikler bakımından pek bir etkisi olamayacak kadar önemsiz bir kişilik olmam sebebiyle bu bilgileri paylaşmakta da bir sakınca görmüyorum.

Ve sosyal medyayla barışık, mutlu bir biçimde yaşıyorum.

İşte bu son cümlede burnum uzamaya başladı.

Çünkü hayat Facebook'da o kadar kolay değil.

Çünkü her yeni "fenomen" gibi sosyal medya fenomeninin de kakasını çıkardık.

Nasıl mı?

Bir kere eğer dilin kemiği yoksa, klavye deniz anası sayılır. Karşındakiinsanın gözüne bakarak söyleyemedikleri birçok şeyi klavye delikanlıları oturma odalarının konforunda rahatça yazabiliyorlar.

Ben en azından haftada bir kere ne söylediğini bilmeyen birinin zırva zapan lafları yüzünden önce bir gerilip sonra da boşanıyorum. Nefesimi tutuyor, içimden ona kadar sayıyor, ve eğer zırva katsayısı yüksek bir laf ise hemen sinirle bir cevap yazmamak için klavyeden uzaklaşıyorum.

Düşünün, neredeyse bütün hayatınız boyunca karşılaştığınız kişilerden oluşan bir topluluk karşısındasınız. Bunların içinde akıllısı var, daha az akıllısı var. Sizi seveni var, sevmeyeni var. İyi gününde olanı var, olmayanı var. Ve bunlardan biri mutlaka sizin kanınızı tepenize çıkarma işini üstleniyor.

Ben böylelerini hemen atıyorum listemden. Eskiden konuşup anlaşmaya çalışırdım, olmuyor.

Size bir-iki hikayeyi - isim vermeden tabii - anlatayım.

Uzaktan bir tanıdık bir mesaj atmış geçenlerde. "Yaw, niye durmadan yazıyorsun (blog yazılarını kast ediyor), yok mu yapacak başka akıllı bir işin?"

Şimdi ne cevap verirsiniz bu adama?

Başladım yazmaya. "Yazmak hoşuma gidiyor ki yazıyorum demek. Sonra yazmak da öyle akılsız bir iş sayılmaz. Hem sana ne.." falan derken yarı yolda yazdıklarımı sildim. Hemen gidip attım bu arkadaşı listemden.

Başka bir gün, Türkiyeyle ilgili güncel bir haber okudum ve paylaştım CNN Türk'den ama saf haber yani, öyle yorum falan yok içinde. Bir toplantı mı olmuş, bir zirve mi yapılmış, öyle bir şey, geçmiş zaman, tam hatırlamıyorum.

Bir dingil hemen bir yorum yazmış altına.

"Oku, oku, oku."

Bir klavye sosyalisti. Kapitalist düzenin en büyük yüz şirketinin birinde çalışan ve her yıl şirkete yaptığı hizmetleri yıl sonu değerlendirmesinde anlatıp maaşını artırmaya çalışan aslan sosyalist, bana ayet gibi akıl veriyor.

"Oku, oku, oku."

"Lan" dedim, "Bilmemne toplantısı yapıldı haberini Victor Hugo'dan mı okuyayım?"

"Victor Hugo sana ağır gelir aslanım, sen istersen git Oda TV den, Cumhuriyet'den oku, öyle CNN Türk'den boş propaganda dinleme." dedi. İçi bomboş sosyalist klişesi sizin anlayacağınız.

Yine de tekrarlayayım, haberin içeriğinde bir cümle yorum yok. İşte şu, şurada, bunu söyledi gibi bir haber.

Bu arada da bu arkadaşın yazdıkları herşey de aleni, yani herkes okuyor.

Fesüpanallah dedim, hadi bulaşmayayım daha fazla. Bir de çok günümüz geçti beraber, severim bu arkadaşı.

Ya aynı gün, yada bir gün sonra televizyondaki Stargate dizisi ile ilgili bir haber paylaştım. Seninki hemen altına yazmış.

"Hah şöyle anladığın şeyleri yaz!"

Öyle nefes tutup beşe, ona kadar bile saymadan attım listeden.

Siz böyle insanları sadece televizyonda komedi dizilerinde var zannediyordunuz değil mi? :)

Yine geçmişin karanlıklarından yirmi senedir görmediğim bir arkadaş. Bir mesaj atmış.

"Bülent, senden habire Farmville mesajları geliyor. Bir daha gönderme lütfen!"

Şimdi, söylediği haklı da olsa ben olsam ve bir clickle tüm Farmvılle mesajlarını bloklamak yerine arkadaşıma bir mesaj atmayı seçsem bile öyle ünlemli, "Bir daha yapma!" 'lı bir tarz yerine biraz daha farklı bir ton seçerdim.

C'est la vie. Ben değilim yazan. Adam da çiğ bir mesaj yazmış olsa da haklı.

Aynen şöyle cevapladım.

"Mesajlar Farmville oynayanlara gidiyor, muhtemelen sen de bir ara oynamışsın. Farkında değilim, kusura bakma, dikkat ederim bundan sonra."

Hem haklı olduğunu kabul edip özür diliyorum, hem de sorunu çözüyorum.

Gel gör ki muzaffer kumandan zafere doymuyor.

"Bizlerle bu şekilde irtibat kurmak istediğini gördüm, hoşuma da gitti ama çok fazla oldu böyle."

Arkadaş diyor ki onlarla temasa geçebilmek için Farmville gibi bir oyunu bahane etmişim ve o da memnun olmuş. Ancak abartmışım.

Üşenmedim, loglara baktım. 2007 yılında bir iki mesaj la nasılsın, napıyorsun demişiz, 2011 yılında da karşılıklı doğum günlerimizi kutlamışız, o kadar, Farmville gibi bir bahaneyle canlandırmaya çalıştığım muhabbetimiz.

Bilmeyenlere söyleyeyim, Farmville'de mesajlar toptan gider, ya tüm arkadaşlara, ya oyun severlere, ya da Farmville oynayanlara. Ben genelde Farmville oynayanları seçerim. Zaman zaman da kazayla herkese gider mesajlar ancak inanın konuşmak istediğim birine saçma sapan oyun istekleri göndermektense bir mesaj atacak kadar medeni olduğumu düşünüyorum.

Ve yine tekrarlayayım, her kim ben oyun mesajları almak istemiyorum diyorsa da haklıdır. Bu hikayede lütfen bu isteğin kendisine değil, ardındaki psiko-analiz'e dikkat ediniz.

Kabalaşmamaya dikkat ederek bir cevap yazdım. Bende yirmi sene sonra Farmville mesajlarıyla canlandırmaya çalışacak kadar olmasa da hala çok hatrı vardır. Ona bu mesajları kaza ile de olsa almaması için onu blokladığımı söyledim ve blokladım.

Yani böyle ne söylediğini bilmeyen adamları bu işin vergisi, şark hizmeti olarak kabul edeceksiniz eğer bu sosyal medya işine girerseniz.

Ne yazık ki sosyal medyada kendinizi bir ölçüye kadar İngilizcesiyle expose, Türkçesiyle ekspoze ediyor yani açıyorsunuz. Hal böyle olunca aradan böyle canınızı sıkan patavatsız insanlar, eşleri yada arkadaşlarının zorlamasıyla size kızan yada sizi listelerimden atan ulvi karekterler, sadece bir beklentileri olduğunda sizi hatırlayan sözde arkadaşlar çıkmaktadır.

İşin ilginçi bu karekterler sadece sosyal medyaya mahsus değillerdir. Üyesi olduğunuz iş, arkadaş yada diğer sosyal gruplarda da böyle insanlar fazlasıyla bulunurlar. Sosyal medyanın tek farkı bu gereksizlikleri daha kolayca icra edilebilir hale getirmesi ve etki alanını büyütmesidir.

Sosyal medyanın bu zararları ne mutlu ki getirdiği faydalar tarafından bastırılır ve hatta sonunda kara bile geçeriz. Ancak bir fayda-zarar analizinden çok ulusal ölçekte hükümetleri devirebilen bu yeni medya türünün gücünü göz önüne almalıyız ve sosyal medya vagonuna atlama kararımızı buna göre vermeliyiz.

Geride kalanların fazlaca şansının olmadığı bir tren bu. İnsanlar işe girerken, tatile giderken, araba, ev alırken artık hep sosyal medyayı kullanmakta.

Siz de kımıldayın bence...

12 Kasım 2012 Pazartesi

Kural Dışı Fotoğraf

Ekimin sonları ve Kasımın neredeyse tümü dünyanın bu bölgesinin en tatsız zamanlarıdır. Yazın güneşi, baharın yeşili gitmiştir. Kışın beyazı için de Aralığı beklemek gerekir. İşte bu anlarda sadece kapalı gıpgri bir gökyüzü ve fazlasıyla yağmur vardır. Ne dışarı çıkası gelir insanın, ne de bir şey yapası.

İşte Avrupada bilim ve sanat bu yüzden ilerlemiştir. İnsanlar bu tataız havalarda yapacak başka bir şey bulamadıklarından ya resim yaparlar, ya kitap yazarlar, ya da keşif yaparlar. Bu havalar halbuki bizde olsaydı yapsak yapsak nüfus patlaması yapardık herhalde. Şükür ki havalar güzel de başbakanımızın ısrarına rağmen çocukları üçlemiyoruz :)

Ben kulunuz da fason bir Avrupa yerleşiği olarak ortama uymuş ve kendimi fotoğraf ilmine adamış bulunmaktayım bu kozmik can sıkıcılığında.

O yüzden bu yazımda size fotoğraf ilminin biraz kural dışılığından bahsedeceğim. Yani "asi fotoğrafçılık", yada İngilizcede dedikleri gibi "outside the box photography".

Yeri gelmişken, kural dışı fotoğraf derken fotoğraf çekme yöntemlerinden bahsediyorum, yoksa neyin fotoğrafını çektiğinizden değil. O yüzden aklınıza o ilk gelen şeyleri bir kenara bırakın :)

Neyin kural dışı olduğunu açıklamak için neyin normal yada kurallar dahilinde olduğuna bakalım önce.

Mesela, saf, arı, hiç dokunulmamış fotoğraf makinesinin sensöründen çıktığı gibi masamıza gelmiş bir fotoğraf. Herhalde bundan daha kural içi, yada İngilizcede dedikleri gibi "by the book" bir fotoğraf olmaz..

...dersek büyük bir fotğrafik hayal kırıklığı yaşarız. Bir fotoğraf sensörden çıktığı şekilde eaki film negatiflerine benzer. Neredeyse renksiz, karanlık tatsız bir görüntüsü vardır. İşte tam burada fotoğraf makinesinin içindeki bir görüntü işlemcisi devreye girer ve görüntüyü renklendirip, tonlandırıp, keskinleştirip gerçeğe biraz daha yakınlaştırır.

Adobe Lightroom yada Google Picassa gibi programlar makinenin otomatik olarak yaptığı bu tonlandırma ve renklendirmeyi biraz daha kontrollü biçimde fotoğrafçının yapmasına izin verir.

İşte profösyönel ukalalık genelde kural içilik yada normallik çizgisini burada çeker. Yani bir fotoğrafın renklerini, tonlamasını, aydınlıklığını yada parlaklığını değiştirmek normal sayılır. Bundan ötesi ise genelde tukaka, anormal yada sahte sayılır.

Yada asi, kural dışı yada outside the box.

Peki, sahi, nedir renkleri, tonlamayı yada parlaklığı değiştirmenin ötesi?

Bunu uzun uzun anlatabiliriz ama bir kelimeye indirirsek Photoshop diyelim şimdilik.

Ne yapar photoshop da böyle kural dışılık getirir fotoğraflara?

Çok basit. Photoshop, sensörden gelen ve görüntüyü meydana getiren noktaları siler yada yenilerini oluşturur. Yani resimlerdeki nesneleri siler, hareket ettirir, fotoğrafları birleştirir yani olanı siler, olmayanı varmış gibi gösterir.

Burada konuyu anlatmak için fazlaca basitleştirme yaptığımı biliyorum. Mesela Lightroom da bazı nesneleri silebilir yada taşıyabilir, nasıl Photoshop da renkleri, parlaklığı ve tonlamayı değiştirebilirse. O yüzden detaylara takılmayalım, işin aslına dönelim.

Profesyonel ukalalık, bu Photoshop düşmanlığını gerçekte olmayan şeyleri fotoğrafa katmanın etik olmamasıyla açıklar.

Alın elinize öğle vakti bulutsuz, sıkıcı mavi gökyüzü altında çekilmiş üzerinde sadece kendinizin olduğu bir fotoğrafı. Bu sıradan fotoğrafa bir dağ manzarası, mükemmel şekilli bulut kümeleri, batan bir güneş ve kan kırmızı bir gökyüzü eklemek Photoshop'da aşağı yukarı on beş dakika alır.

İşte gelenekçi fotoğrafçıların sigortaları burada atar. Onlara göre ortaya çıkan görüntü değersizdir, kural dışıdır. Çünkü gerçek değildir.

Hele ki bir de şu sıralar yayılmakta olan HDR yani High Dynamic Range isimli yeni bir fotoğraf çekme tekniği var ki profesyonel ukalalar tüm fotoğraf tanrılarının gazabını bu HDR fotoğrafçılarının üzerine göndermekteler.

Nedir bu HDR derseniz, bir fotoğraf karesinde eğer aynı anda çok aydınlık ve çok karanlık bölümler varsa fotoğraf makinesi normalde ortalama bir parlaklık ayarı yapar. Bu ortalama parlaklıkta çok karanlık bölgeler fazlasıyla karanlık, çok aydınlık noktalar da fazlasıyla parlak kalır ve bu her iki ekstrem bölgedeki detaylar kaybolur.

Bir HDR fotoğraf çekimi esnasında ise makine bir normal, bir parlak, bir de karanlık olmak üzere ayrı ayrı üç (yada daha fazla) fotoğraf çeker. Bir yazılım da normal fotoğrafdaki aşırı aydınlık ve karanlık bölgelerdeki kaybolan detayları parlak ve karanlık çekilmiş diğer fotoğraflardan tamamlar ve tüm detayları içeren yeni bir fotoğraf oluşturur.

İşte gelenekçi ukalalar bu fotoğrafların gerçek dışı oldukları iddiasıyla HDR fotoğrafçılığı yerden yere vururlar.

Aynı kriterleri mesela resme uygulasaydık, Picasso'yu yerden yere vurmamız gerekmez miydi? Kim iddia edebilir ki Picasso'nun resimlerinin gerçeğe uygun olduğunu? Tabii ki eğer arkadaşlarınızın arasında kafası dikdörtgen olanlarınız varsa bilemem ama Picassonun resimleri pek öyle gerçek hayatta gördüğümüz nesneleri ve şekilleri içermez. Tam aksine, fazlasıyla uçukturlar.

Siyah beyaz fotoğraflar da hayatın gerçeklerine aykırıdır mesela çünkü hayat gerçekte renklidir. Ama bu hard-core gelenekçi fotoğrafçıların gözünde siyah beyaz çekim fazlasıyla mübahtır, hatta yüksek sanat sayılır.

Geçenlerde bir HDR erbabının Youtube'da bir seminerini izledim. Şovun sonunda sadece ağızım açık, takdir ettim adamın yaratıcılığını. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi bu arkadaşın yaptığı.

Bildiğiniz üzere dünyamız kendi etrafında döner. Bizim bulunduğumuz enlemlerde bu dönmenin hızı 24 saatte 20 bin kilometre yada saatte bin kilometre civarıdır. Bu bayağı yüksek bir hızdır - neredeyse ses hızı - ve farkında olmadan hepimiz büyük mesafeler katederiz.

İşte bu yüzden gökyüzündeki yıldızlar bizim bu dairesel dönüşümüz yüzünden sanki üzerimizde daireler çiziyormuş gibi hareket ederler, ki aslında dönen dünyamız ve dolayısıyla bizlerizdir.

Neyse, yukarda bahsettiğim arkadaş bulutsuz bir gecede kamerasını Kutup Yıldızı'na çevirmiş (Kutup Yıldızı tam kuzey-güney eksenimde olduğundan dünyanın dönme hareketinden etkilenmez). Sonra poz süresi yani fotoğraf çekme süresi ikişer saat olan dört fotoğraf çekmiş bir gece boyunca. Sonunda da HDR tekniği ile bu dört fotoğrafı birleştirmiş. Ortaya masmavi bir gök yüzünde Kutup yıldızı etrafında daireler çizen binlerce yıldız çıkmış.

Şimdi gel de bu adama sen fotoğrafçı değil grafikersin çünkü HDR kullanıyorsun de...

Ben, kendim, genelde Photoshop kullanmam. HDR'ı ise kırk yılda bir, o da iPhone üzerinde olduğu için, ancak her ikisi için de bir önyargım yoktur. Aptalca Photoshop'lanmış ve gözüme fazlasıyla saçma görünen binlerce fotoğraf gördüm. Facebook bunlarla kaynıyor. Ancak çok başarılı, göze çok hoş görünen Photoshop çalışmaları da gördüm.

Photoshop'ın kendisi bir fotoğrafı güzel yada kötü yapmaz.

Yine benzeri şekilde bazı HDR fotoğraflar sanki başka bir gezegende çekilmiş gibi, abartılı ve tatsız olabiliyor ama bazıları ise inanın çok güzel. Gidin flickr.com'a ve HDR ile bir arama yapıp kendiniz karar verin.

Bana sorarsanız, kamera, Lightroom, Photoshop, HDR, bunların hepsi birer araçtır. Bu araçlarla oluşturulmuş görüntü eğer fotoğrafçılığın hedefi olan öykü anlatımını başarabiliyorsa, santçı görevini yapmış yani başarılı olmuş sayılır. Aksi halde başarısız.

Yoksa sanat icra araçlarını yapay kalıplara sokmanın, aralara anlamsız ve amaçsız sınırlar çizmenin yada sanatçıya kullandığı araçlar yüzünden çizimci yada grafiker gibi değer düşürme amaçlı isimler takmanın belli bir sonucu yoktur.

Fotoğraf sanattır.

9 Kasım 2012 Cuma

Nalet Volkan

Eğer olağandışı bir gelişme olmazsa Mart ayında uzun zamandır planladığımız Sicilya gezisini sonunda gerçekleştireceğiz eşim Jelenayla. Uçak biletlerini aldık, otelimizi "neredeyse" ayarladık.

Sicilyadaki merkez üssümüz Catania şehri olacak. Üç tam günü kapsayacak bu gezinin bir günü Catania'da, ikincisi Palermo'da, üçüncüsü ve de en heyecanlısı ise Etna dağının tepesimde geçecek.

Bildiğiniz gibi Etna, Avrupa'daki üç aktif volkandan en büyüğü ve en aktifi. Yılın büyük bölümünde en azından zirvesinde duman tütmekte. Bazen ufak çapta gaz yada lav da püskürtmekte.

Etna dağı, otelimizin de bulunduğu Catania şehrinin yakınında, üç bin üç yüz elli metre civarı yüksekliğinde. Civarı diyorum çünkü volkanik aktivitenin getirdiği soğuyan lavlar yüzünden tam yüksekliği değişmekte. Ziyaret planına göre iki bin metreye kadar arabayla çıkacak, lav mağaralarını ve kükürt tüten "vent" 'leri gezecek, daha sonra teleferik ve 4x4'lerle üçbin metreye çıkıp asli kraterleri göreceğiz. Etna, büyük bir volkan olması sebebiyle birden fazla kratere sahip.

Bu gezinin başka bir önemli özelliği ise Jelena'nın doğum günü olması. İşin komik tarafı, geçen seneki doğum gününü de Güney İtalyada, Napoli'de kutlamıştık ve yine aktif bir volkan olan Vezüv'e tırmanmıştık.

Bu hafifçe travmatik Vezüv deneyiminden sonra Etna planı ortaya çıktığında Jelena "Gidelim ama doğum günümde değil. Bu sene şöyla ağız tadıyla, daha az yorucu biryere gidelim, doğum günümü sessiz sakin geçirelim" dedi. Tamam dedim tabii ki (evli olanlarınız bilir bu duyguyu).

Ondan sonra başladı Jelena diğer alternatiflere bakmaya. Herbiri ya zaman yada fiyat bakımından tutmadı ve biz de yine döndük Sicilya'ya.

"Bu kez tecrübeliyim, Vezüv gibi olmayacak" dedi.

Vezüv'e gittiğimiz gün Jelena tip-top giyinmiş, bilmem ne marka çizmeleriyle, bilmem ne marka çantasıyla aktif bir volkandan çok pastanede çay içmeye gider gibiydi.

Bizi Pompeii'den Vezüv'e getiren ring otobüsünün şöförüne sordum "Zirveye ne kadar yürümemiz gerekiyor?" diye. İki yüz metre dedi. Sonra tüm otobüse hitaben "Geri dönüş bir saat sonra" diye bağırdı.

Otobüsten inip zirveye çıkan yolu görünce dank etti kafama. Zirveye iki yüz metre yolun uzunluğu değil yüksekliği, yani zirve iki yüz metre yukarda ama ona giden yol dağın yamacında zig-zag yaparak ilerliyor. Bu da, tam matematiği yapamasam da, az çok üç kilometre yokuş yukarı yürümek demek.

Zirveye iki yüz metre kala
Bırak bir saatte zirveyi gezip geri dönmeyi, bir saatte ancak çıkarız yukarı.

Neyse, bir saat dediklerine göre vardır bir bildikleri dedim.

Yolun başında Vezüv gönüllüleri elimize ağaç dallarından yapılma birer baston verdiler, biz de orta çağlardaki yalancı peygamberler gibi başladık yürümeye.

Yalancı peygamberler gibi başladık yürümeye
Beş dakika sonra volkanik bir arazide yürümenin ne demek olduğunu anladım. Ağızımız, burnumuz, kulaklarımız, giysilerimiz ve herşeyden önemlisi Jelena'nın bilmem ne marka çizmelerimin her milimetre karesi o kahverengi-turuncu volkanik tozla kaplandı, boğazımız kurudu, gözlerimiz yanmaya başladı.

Neyse, sürüne sürüne sonunda çıktık yukarı kırk beş dakikada. Kraterin tam yanındayız. Hayatımda çok az bu kadar etkilendim gördüğüm bir şeyden. Onbinlerce insanı ve iki şehiri tarihten silen bu gücün büyüklüğü benim varlığımı bir anda küçücük hale getirdi.

Vezüv'ün Krateri

Jelena "Hadi dönelim, on beş dakikada ancak ineriz aşağıya" dedi.

Şaka gibi geldi kulağıma. Binlerce kilometre yoldan gel, kırk beş dakika o cehennemi yolu çık sonra beş dakika bile geçiremeden zirvede, in aşağı."Jelenacım, ben bir etrafını dolaşacağım kraterin, on dakikada gelirim" dedim, ama ne ben ne de Jelena inandı o dediğime. Jelena bir daha denedi şansını, "Bak, otobüsü kaçırırsak geri dönemeyiz, gel inelim aşağıya" dedi. Ben de "Merak etme, olmazsa bir taksiye bineriz" dedim. Jelena "Burada taksi maksi yok" derken ben fotoğraf makinesini alıp dağın diğer tarafına doğru yürümeye başlamıştım bile. Jelena da çaresiz su, gazoz falan satan minik büfe kılıklı bir kulübeye gidip beni beklemeye başladı.

Kraterden sızan duman
Zirvenin etrafındaki turum bir kırk beş dakika aldı. İngilizcede dedikleri gibi "Once in a life time experience" yani hayatta sadece bir kere geçirilen deneyim, her saniyesi değdi. Otobüsü falan koydum aklımın uzak bir köşesine.

Geri dönüp Jelena'yı uzaktan gördüğümde bir-iki saniye durup bir "damage control" yani hasar tespiti yaptım. Sonra hiçbir şey olmamış gibi Jelena'ya sordum.

"Niye dışarda bekliyorsun?"

"Çünkü büfe kapandı" dedi. "Park da kapanmak üzere, muhtemelen otobüs de gitti biz de kaldık burada"

"Olur mu öyle şey" dedim. "Bunca insan geri dönecek nasılsa, biz de birinin otobüsüne, arabasına biner gideriz" dedim ama ben de inanmadım söylediğime. Etrafta kalan insanların hemen tümü büfeci, bekçi falan gibi çalışanlardı. Pek öyle ziyaretçi yoktu.

Jelena "Hadi inelim aşağı, belki bizim otobüs hala bekliyordur" dedi ama otobüs bunca zamandan sonra zaten beklemezdi.

Yanılıp yenilip beklese bile, insanları bir saat boyunca öttürdükten sonra o otobüse ben nah binerdim.

Ancak otobüslü yada otobüssüz aşağı inecektik nasılsa. O yüzden fazla felsefe yapmadım ve yola koyulduk.

Yolun yarısına geldik, Jelena benle bir kelime bile konuşmadı. "Hayatım, bak bana, bir resmini çekeyim" dedim. O da dönüp bana öyle bir baktı ki, yedi sene boyunca benzerini bir daha görmedim

"Nalet volkan" dedi, biraz sansürden sonra. "Şu çizmelerimin haline bak".

Nalet Volkan
Tam burada koptuk ikimizde. Bir on dakika güldük beraber. Bugün hala arada bir hatırladıkça güleriz "Nalet volkan" 'ı...

"Şimdi Pompeii'ye gidince güzel bir yemek yeriz, hiçbirşeyimiz kalmaz" dedim ama hala gülüyoruz. Jelena da "Nasıl dönmeyi düşünüyorsun?" diye sordu. Ben de "En kötüsümden yürürüz" dedim. O da "Nasılsa yolda önce paramızı alırlar sonra da bize tecavüz ederler, yemeğe falan da gerek kalmaz" dedi.

Gülerek iniyoruz aşağı, bu arada da ben kesinlikle beklese bile bizim otobüse binmem, yüzüm yok falan diyorum.

Aşağı bir indik ki, amaney, bizim otobüs orda. Yanılmaya imkan yok, tramvay gibi yapılmış, cart renkli bir otobüs.

Jelena, "Koş bugi" dedi, "belki yakalarız".

"Yok" dedim, "Ben cidden o otobüse binmem".

"Tamam" dedi Jelena, "ben suçu üstüme alacağım".

"iyi o zaman, gelirim" dedim ve koştuk beraber.

Pompeii-Vezüv Otobüsü
Otobüsün yanına gelince anladık ki şoför bizim şoför değil ama firma aynı firma. Meğer her akşam zamanında tarifeli otobüsü yakalayamayan üç-beş kişi kalırmış dağda. Firma da kapanış saatinde bir otobüs gönderip toplarmış onları.

"Ne zaman kalkıyorsun?" diye sorduk. Şoför de "Yarım saat daha bekleyeceğiz" dedi. Biz de o toz dumanı temizleyip kuru boğazımızı ıslatma isteğiyle "O zaman biz şu ilerdeki cafe'de bir kahve içelim" dedik.

Vezüv'ün Napoli'den görıntüsü
Şoför bu kez İtalyanca cevap verdi ama hernedense Jelena çevirmeden önce bile her kelimesini anladım:

"Bak, bu kez gerçekten SON otobüs bu!"

...ve özellikle "son" anlamına gelen "ultima" kelimesini...

Jelena'nın tuzu kuruydu, beni beklerken birşeyler içebilmişti. Ben ise saatlerdir aç, susuzdum. Bu yüzden o kahvenin dermanını size kelimelerle anlatamam.

Hemen ailelere Vezüv damgalı bir iki kartpostal gönderdik ve otobüse koştuk.

Hayatımız an be an iyileşiyordu.

Pompeii'de bir Napoli pizzası ve Vezüv şarabından sonra rejenerasyonumuzu tamamlamıştık bile. Trene binip Napoli'ye geldiğimizde ise sanki sabah kalkmış gibi dinçtik.
er ikimiz de fazlasıyla eğlendik bu gezide. Benim açımdan tek uzun süreli ters etkisi ise Jelena'nın dağın tepesinden topladığım volkanik bir taşı bir süre salonda diğer hatıra eşyaların yanına koymayı red etmesiydi. Neyse, zaman içinde bunu da hallettik :)

Vezüv macerası böyle işte.

Darısı Etna'nın başına...

2 Kasım 2012 Cuma

Solus

"Solus" Latincede "yalnız" demektir. Türkçede kullandığımız bazı kelimeler bu kökten gelir.

Mesela "solo".

Genelde, bizde solo, bir müzik parçasında bir enstrumanın öne çıkıp ritimi bastırarak çaldığı bölümdür. Yani "yalnız" bir enstrumanı duyarız solo esnasında.

Aslında solo sadece enstrumanın değil, şarkıyı seslendiren sanatçının da öne çıkıp "yalnız" başına seslendirdiği bölümün de adıdır.

İşte bu yüzden tek başına şarkı söyleyen kişiye de "solist" denir. Alın size "solus" 'dan kaynaklanmış ikinci kelime.

Nasıl "artist" sanat anlamına gelen "art" 'ı yapan kişiyse "solist" de "solo" yapan kişidir.

Türkçemizin aksine, solist sadece yalnız başına şarkı söyleyen kişi anlamına gelmez. Mesela İtalyancada solist herhangi bir gösteriyi yada daha geniş anlamda herhangi bir şeyi tek başına yapan kişiye de denir.

Solus, yani "yalnız" birçok Avrupa diline Latinceden biraz değişerek geçmiştir. Mesela Fransızcaya "seul", İspanyolcaya ve İtalyancaya "solo", Rusça, Lehçe yada Sırpça gibi Slav dillerine "sam", Portekizceye ise "sozinho" şeklinde.

Ordan burdan çalıntı İngilizcede ise yalnız kelimesinin karşılığı "alone" dur. Buna rağmen Latince solus'dan kaynaklı birçok kelime bulunur İngilizcede. Mesela "solo", yada "solitary", yada "solitude".

İngilizcenin bu çıkıntılığı daha bir dolu kelimede karşımıza çıkar. Mesela latince özgür anlamına gelen "liber", Fransızcaya ve İspanyolcaya "libre", İtalyancaya "libero", Portekizceye "livre" olarak geçmişken hernedense İngilizcede "free" olarak kalmıştır. Bununla birlikte İngilizce, kökü "liber" olan "liberty" yani özgürlük, yada "to liberate" yani özgürleştirme yada "liberator" yani özgür bırakan gibi kelimeleri barındırır. Bu kelimelerin aynı zamanda "free" kaynklı karşılıkları da aktif olarak kullanılmaktadır. Mesela "to free" yani özgür bırakmak, "freedom" yani "özgürlük".

Alın size başka ilginç bir kelime, Latincesi "Eo", yani yürümek. Nasıl, niye diye sormayın, bu kelimenin Latincede bir hali de "Martius". Dilimize "marş" diye geçmiş, yani "ordular, ileri marş" vaziyetleri. Yine dilimizdeki "market" kelimesi de "martius" 'dan gelir. Eskiden insanlar yürüyerek pazarlarda gezdikleri için.

Neyse, "martius" Fransızcaya "marcher", "market" de "marche" diye geçmiş. İngilizcede ise "to walk". Ancak yine "martıus" kökenli bir dolu kelime bulunmakta. "To march" yürümek, ancak sadece askeri lugatta. "Market" İngilizcede de bulunmakta. "Merchandise" yani alınıp satılan mal, ki dilimizde de Fransızca şekliyie "marşandiz" şeklinde bulunur, yine "martius" kökenli bir kelime.

Alın size başka bir örnek, "kolay", Fransızcada "facile", "zor" ise "diffıcile" yani "kolay olmayan" demektir. Zor kelimesi İngilizceye Fransızca benzeri "difficult" olarak geçmişse de "kolay" anlamındaki "facile" hernedense "easy" şeklinde kalmıştır. Buna rağmen İngilizce yine "facile" kökenli bir dolu kelime barındırır. Mesela "to facilitate" yani kolaylaştırmak, "facilitator" yani kolylaştırıcı. Gel de çık işin içinden... Haa, unutmadan, "kolay" ın Latince karşılığı ise "facilis".

Şimdi siz bu adam ne diyor akşam akşam diye haklı olarak soracaksınız.

Cevabı basit. Hava bombok, dışarsı eksi bilmem kaç, TV de Jelena feminist bir filim seyrediyor ve bendenizin canı da çok sıkılıyor ondan.

Görüşmek üzere...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...