2 Mart 2025 Pazar

Gürcistan

Sevgili arkadaşlar, rotamız Gürcistan. Türkiyenin burnunun dibinde, kapı komşumuz. Artvin’den bir minibüse bakıyor, Gürcistan’a ulaşmak. Vize, pasaport falan gerekmiyor. Yeni çipli kimliklerle girilebiliyor. Herhangi resmi bir açıklama yok ancak deneyimlerime göre konuşuyorum, bu orta vadede değişebilir, aklınızda olsun. O yüzden fırsat varken gidip görün.

Gürcüler, Kafkasya’nın yerel halklarından biri. Kendi dillerinde Gürcü halkına Kartvelebi’ler deniliyor. Bilinen tarihe göre milattan önce 8’inci yüzyıldan beridir var olmuşlar. Bilinmeyen tarihe göre daha da eski oldukları muhakkak.

Tamamen kendine özgü bir dilleri var. Yine kendine mahsus bir alfabe ile dillerini yazıyorlar.

Genelde böyle ex-Soviet ülkelerinde sevgili karım Jelena Kiril alfabesini okuyabildiği için hayatımız çok kolaylaşır, ama Gürcü alfabesi o kadar kendine özgü ki, o bile tamamen çaresiz kaldı. Ancak bir çok tabela ve işarette Latin alfabesi ile karşılıkları yazılmış. Gitmeyi düşünenlerin fazlaca endişe etmesine gerek yok.

Gürcüce, Lazca’ya çok yakın. Zaten gidince de hallerinden, tavırlarından rahatça görülebiliyor ki, hepsi neredeyse Lazdurlar da.

Ancak arada çok önemli bir fark var.

Türkiye'deki Lazlar da Lazdurlar ama iyi, neşeli, sevimli insanlardır. Gürcüler ise hayatımda gördüğüm en aksi, kaba, ters, somurtkan, nalet, nemrut halklardan biri.

Sizlerle "lütfen" konuşuyorlar. Konuşmanın ortasında kafayı çevirip, gidiyorlar. Bir empati, bir saygı, bir nezaket yok. Bir arada olması zor halklardan biri. Ruslar da böyledir ama hangisi daha kötü, bilemedim.

Neredeyse tümü Ortodoks. Hristiyanlığı en erken kabul etmiş halklardan biri. Kapadokya’dan gelen papazlar Hristiyan yapmış Gürcüleri. Bu işe en çok Jelena sevindi. Bir Ortodoks olarak hem kendisi eski bir Ortodoks kültürünü görme, hem de 🐝Mezzy🐝 ‘ye gösterme fırsatı bulacağı için.

Ancak bu din işi çok fazla almış, yürümüş. Hristiyanların koyuları genelde Katoliklerdir. Katoliklerin de en koyularından biri olan Polonya'da üç yıl çalıştım, onlar bile Gürcüler kadar dine kafayı takmamıştı.

Tiflis'te taksi şoförleri kiliselerin yanından geçerken haç çıkarıyorlar. Bir iki kere kaza yapacaktık. Cep telefonları kilise çanları şeklinde çalıyor.

Herkesin inancı kendine tabii ama bana göre Gürcüler bu işi biraz abartmışlar.

Hayatları, Kafkasya’nın her halkı gibi, Osmanlılar’la, İranlılar’la. Ruslarla kah kavga ederek, kah kardeşçe oynayarak geçmiş. Osmanlılar batı Gürcistanı, Batum ve civarındaki Çıldır Eyaleti diye isimlendirdikleri bölgeleri 300 yıl egemenliği altında tutmuş. Gürcistanın doğusu ise genelde Safeviler’in, yani İranlılar’ın egemenliğinde kalmış (Safeviler'in Türk kökenli olduklarının farkındayım, İran kültürünü kast ediyorum).

Bu süre içinde birçok Gürcü İslam’ı kabul edip, devlet içerisinde yükselme fırsatı bulmuş. Osmanlı ve uzantısı olarak Türkiye Cumhuriyeti bu nedenle tarihinde birçok önemli Gürcü kökenli şahsiyeti barındırır. Mesela Kösem Sultan Gürcü kökenlidir, keza Cemal Gürsel.

Gürcistanın, en azından benim için, insanlık tarihine en önemli katkısı ise şaraplarıdır sevgili arkadaşlar. Tarihteki en eski şarap bu bölgede, belki de Gürcistan’da yapılmıştır - elbette Ermenistan da olabilir. Bilinen kaynaklara göre şarap bu bölgede sekiz bin yıldır yapılmakta. Unutmayalım, sekiz bin yıl önce Bordeaux falan hep bataklıktı. Benzeri bir duyguyu Moldova’da da yaşamıştım, Gürcistan da beni yanıltmadı. Bu kadim şarap bölgeleri insanlığa çok makul fiyatlarda, tadları tarifi zor olacak kadar kaliteli, güzel şarap içme fırsatı tanırlar.

Ben denediklerim arasında en çok Saperavi’yi beğendim. Zaten en popüler şarap ta bu üzümden yapılıyor. Gürcistan’da bir kadeh kırmızı şarap ister yada istemiş iseniz, gelen şarap olasılıkla Saperavi olmuştur.

Saperavi, Gürcü yemekleri ile de çok güzel gidiyor. Mutlaka deneyin sevgili arkadaşlar. Bu arada aynı şaraptan Azerbaycan’da da bol bol var, orada da korkmadan deneyin. Gürcüler kadar güzel yapıyorlar.

Çaça
Her şarap ülkesi gibi Gürcistanda da şarap için sıkılmış üzüm ve çöplerin damıtılarak yapıldığı sert bir alkol var. İsmi çaça. Benzerleri grappa yada marc'a göre çok daha sert. Ağır bir yemeğin üzerine sindirim için çok iyi. Denemenizi öneririm.

Gelelim yemeklere.

İnternet’te şöyle bir gezinin, binlerce haçapuri (bir tür peynirli-yumurtalı pide), kinkali (mantı-XL) videoları göreceksiniz. Ben şahsen bunlarda pek bir özellik göremedim. Bilmediğimiz şeyler değil.

Hamur işi ve yağ, tabii ki de et.

Yemeklerin hemen hepsinde bol bol cilantro adı verilen, bizde kişniş dedikleri ot var. Eğer kişnişi sevmiyorsanız, Gürcistan’daki tek opsiyonunuz McDonald’s. Kişniş, beni fazla rahatsız da etmedi ama öyle "wow" ’da olmadım. Tek problem, her yemek kişniş yüzünden neredeyse aynı tadı veriyor.

Etli, pirinçli çorba.
Ben haçapuri falan değil, gerçekten beğenerek bir etli, pirinçli bir çorba ve mükemmel bir etli güveç yedim.

Gürcü mutfağı elbette dünyaca tanınan, özel bir mutfak. Benim zevkime göre fena değil diyebilirim, ancak olmasa da olabilir.

Eğer Gürcistan’ı ziyaret edecekseniz, aşağıda yazacağım tavsiyeyi lütfen hafife almayın. Geziniz boyunca hayatınızı kurtaracaktır.

Bolt.

Bolt, Uber benzeri bir taksi uygulaması. Henüz Türkiye’deyken indirin. Kredi kartınızı girin ve voila. Bedava sayılabilecek paralara özel limuzininiz ile Gürcistan’ın her yerini ziyaret edebilirsiniz. Ücretler gerçekten komik denecek kadar düşük. Uygulama da problemsiz, tıkır tıkır işliyor. Öyle, metroya, otobüse falan ihtiyaç yok.

Gürcistan’da para birimi Lari. Herhalde Lira’yı Laz usulü yazmışlar diyorum ben. Simgesi GEL. 1 ABD Doları, 3 Lari’den biraz daha az. Yine size tavsiyem, böyle yüksek matematikle uğraşmaktansa, XE isimli uygulamayı indirin, cart diye bütün para birimi çevrimlerinizi yapsın.

Gürcistan gerçekten ucuz bir ülke. Aynı gezide Atina, Tiflis, Bakü ve İstanbul’u ziyaret edip, fiyatları karşılaştırma şansını bulmuş biri olarak söylüyorum, Gürcistan en ucuzu, hem de bayağı yüksek bir marj ile.

Tavsiyem, bundan faydalanmanız. Mesela idareli bir otel yerine hazır fiyatlar ucuz iken, lüks bir otelde kalın, yada yukarıda yazdığım gibi Bolt kullanarak, sanki özel limuzininiz ile gezin. Birinci sınıf şarapları komik fiyatlara için ve taşıma imkanınız varsa bol bol alışveriş yapın.

Youtube’da görüyorum, Tiflis’e gidenlerden bazıları yarı metruk otellerde, pansiyonlarda, hostellerde kalıyorlar, buz gibi havada yürüyüp, otobüs, metro arıyorlar. Hiç gerek yok.

Gürcistan çok güvenli. Bir kere bile beni tedirgin edecek, rahatsız edecek bir durum olmadı. Yukarda adamlara aksi, nemrut falan dedim, ama bu agresifler demek değil. Kimse size dokunmuyor.

Eğer problem istiyorsanız, size beni en rahatsız edenini söyleyeyim.

Gürcüler, birçok eski Sovyet halkı gibi “orta” yada “normal” gibi kavramları tanımayan bir halk. Hep extremlerdeler. Bu yüzden de sıcaklığı sonuna kadar yükseltiyorlar. Gittiğimiz her kapalı mekanda bu böyleydi. Barlara, restoranlara falan ilk girdiğimizde o yüzüme çarpan sıcak hava dalgası yüzünden bir kaç kez ciddi olarak başım dönmeye başlamıştı. Havaalanında bizi Bakü’ye götürecek uçağı beklerken Jelena dayanamadı, çizmelerini ve çoraplarını çıkarıp, yalınayak dolaştı.

Başka bir problem ise dil. İngilizce çok basit düzeyde. Menüyü gösterip, “I want this” deyince oluyor ama “What do you serve it with?” gibi, işin biraz derinine dalarsanız, durum umutsuz.

Bolt bu yüzden de çok faydalı. Taksicilerle bir kelime bile etmeden istediğiniz yere gidiyorsunuz.

Trafik ise bir facia. 

Gürcüler araba kullanmayı bilmiyorlar, nokta. Bu kadar sarsaklığı, bu kadar cahilliği çok az yerde gördüm. Kaç kez milimlerle kaza atlattık. İçinde bulunduğumuz bir Bolt arabası, motorsikletli birini neredeyse öldürüyordu. Adamlar mesela yandan bir araba geldiğini göre göre durmayıp, ilerliyorlar. Diğer araba da ilerliyor, artık hangisi chicken olursa son anda frene basıyor, kazayı kurtarabilirse kurtarıyor. Aman dikkat. 

Adamlar yayalara, yaya geçitlerinde saygılı, duruyorlar, ama siz siz olun, güvenmeyin. 

Bir de sıkışıklık. beş kilometrelik yolu bir saatte gidebilirsiniz. Hele havaalanına falan giderken biraz erken davranın derim.

Bir nefeste Gürcistan böyle sevgili arkadaşlar. Umarım size bir fikir vermiştir.

Bir sonraki yazıda Tiflis’i gezeceğiz.

Sevgi ile kalın❤️




27 Şubat 2025 Perşembe

Atina

Şimdi Kafkasya yolunda Atina’nın ne işi var diyeceksiniz, hemen arzedeyim. Tiflis’e uçuşumuz Atina aktarmalıydı, o yüzden neredeyse bir tam gün Atina’da geçirdik, çok da iyi ettik.

Öncelikle kızımız 🐝Mezzy🐝, tarih derslerinde çağları okuyor ve Antik Çağın en önemli uygarlıkları da Mısır ve Yunan uygarlıkları. Sevgili kızım her ikisine de fazlasıyla ilgi gösteriyor. Biz de bu layover’dan doğan fırsattan yararlanıp, ilkin Antik Yunan’ın en önemli kalıntılarından biri olan Parthenon tapınağını görsün istedik.

Yunanistan çok güzel bir ülke, Atina da çok güzel bir şehirdir. Gerçi Yunanistan’a deniz-güneş tatili için gelenler Atina’dan pek haz etmez, adaları yada Halkidiki falan gibi tatil kıyılarını yeğlerler ama Atina da Atina’dır işte. Antik Yunan’ı tatmak için Acropolis’e değil de nereye gideceksiniz?

Bir Yunan tanrıçası gibi Acropolis’i ziyaret etmişti.
Atina’da en son on üç yıl önce bulunmuştuk sevgili arkadaşlar. Biraz karanlık, zor günlerimizdi ama sevgili karımla bunları unutup, çok güzel zaman geçirmiştik bu güzel kentte. Jelena kendine bir Yunan elbisesi alıp, bir Yunan tanrıçası gibi Acropolis’i ziyaret etmişti. O zamanlar gençtik tabii, bu günlerde enerji bakımından biraz alt seviyelerde kalıyoruz.

Yunanlılar çok iyi insanlar ve turistlere çok iyi davranıyorlar. Türk olduğunu söylemem en ufak bir farklılık yaratmadı. Aynı candanlıkla, aynı içtenlikle iletişime devam ettik.

Atina havaalanından bir metroya binip, şehir merkezini geçtik ve Pire limanına ulaştık. Burada çok güzel bir dönerci hatırlıyordum ve sevgili kızıma o döneri, yada Yunanca’daki ismiyle “gyros” ‘u tattırmak istiyordum.

Dönerci dediğime bakmayın, duvarlarında bütün Avrupa’nın kraliyetinin fotoğrafları vardı. İlk girdiğimde acaba burada döner yemeye rütbem yeter mi diye düşünmüştüm.

Döner ise Türkiye dahil, yediklerimin en güzellerinden biriydi. Yemek bitip, kalktıktan sonra Jelena’ya sen alışveriş’e devam et, ben geri dönerciye gidiyorum deyip, soluğu ikinci porsiyon için tekrar orada almıştım.

Pire'de bir yemek yedik.
Bu kez, çok arasam da, o restorantı bulamadım. Ancak çok fark etmedi. Sahilde başka bir restorana girdik ve mükemmel bir öğle yemeği yedik. Elbette tzatziki yani cacık ile. Şarap olarak da house wine dedikleri restoranın kendi şarabını içtik. Aklınızda olsun, Güney Avrupa’da bu house wine’lar çok güzeldir, hatta isimli şarapları ile ünlü Fransa’da bile. Côte d’Azur’de fırsat buldukça, en azından ilk kadeh olarak bunları içerim.

Yunan şarapları çok iyidir. Henüz tür ve isim olarak detaylarına inemedim ancak hem anakara, hem de adaların, özellikle Girit’in şarapları bir içim su. Hal böyle olunca her durakta bir başka şarap denedim elbette.

Pire’den metroya binip, Monastiraki meydanına geldik. Burası Acropolis’in tam dibinde bir meydan. Bu meydanda ilginizi çekerse Tzistarakis yada bizdeki ismiyle Cizderiye camii var. Bir de sokak pazarı. Geçen gelişimizde bu meydanda çok yaşlı bir kadından Antep fıstığı almıştık, tadı mükemmeldi. Şöyle bir bakındım ama göremedim. Her halde emekli olmuştu.

Acropolis’e doğru yola koyulduk.

Acropolis dendiğinde herkesin aklına Atina’daki Acropolis gelse de terim jeneriktir. En tepedeki şehir anlamına gelir. Başka yerlerde de Acropoleis bulunur ama biz gelin Atina’dakine odaklanalım.

Atina kenti de, bu kentin Acropolis’i de tanrıça Athena’ya atfen kurulmuş. Acropolis’de birden fazla yapı var, ancak bunların en ünlüsü kuşkusuz Parthenon tapınağıdır. Yanlış olarak bu tapınağa Acropolis de derler. Bu tapınağın nefes kesen bir mimarisi vardır sevgili arkadaşlar.

Bu tapınak Tanrıça Athena’ya atfen miattan önce beşinci yüzyılda yapılmış, milattan sonra altıncı yüzyılda kiliseye, on beşinci yüzyılda da camiye çevrilmiş. Mora savaşı esnasında Osmanlılar bu yapıyı mühimmat deposu olarak kullanmışlar ve bir Venedik top mermisi Parthenon’u hedef alıp, depolanan barutu patlatmış. Tapınak bu patlamada çok hasar görmüş (ben yanlış olarak mühimmat deposu olarak kullanılan binayı Erechtheion olarak biliyordum ve isabet alıp patladığından da haberim yoktu, düzeltmiş olayım).

Bu komplekste Parthenon’dan başka törenler için kullanılmış Propylaea, yine Tanrıça Athena’ya adanmış Erechtheion gibi gerçek birer sanat eseri yapılar var.

Acropolis’in anlamı tepedeki şehir olunca görmek için de tepeye tırmanmanız gerekiyor sevgili arkadaşlar. O yüzden Acropolis’i gençken görmenizi tavsiye ederim. Tanrılara yakın olmak için bir tepeye kurdukları bu tapınağa çıkarken az kaldı, tanrıların yanına gidiyorduk. Tepeye ulaştığımızda nefes nefese, ne Jelena, ne ben konuşabildik. Bir on beş dakikadan sonra ancak kendimize gelebildik.

🐝Mezzy🐝 ile tapınağı turladık.
🐝Mezzy🐝 ile tapınağı turladık. Jelena, hemen Parthenon’un yanına park etti ve bizle gelmedi. Sevgili kızımla bol bol Antik Yunan geyiği yaptık. Yolda, metroda, ben Zeus için Roman bir tanrı demiştim, 🐝Mezzy🐝 beni Yunan diye düzeltmişti. Haklıydı. Zeus’un Roman karşılığı Jüpiter’di. Nasıl Afrodit’in karşılığı Venus, Poseidon’un Neptün, Demeter’in Ceres, Artemis’in Diana, Ares’in de Mars’ın karşılığı olduğu gibi. Apollo her nasılsa her iki uygarlıkta da aynı kalmış.

Antik Yunan mitolojisi çok enteresandır sevgili arkadaşlar. Öyküler, mekanlar falan çok renklidir. Mesela gök tanrısı Uranüs, yer tanrısı Gaia, zaman tanrısı Cronus (hala crono-meter yani kronometre deriz) gibi Titanlar, Olimpik tanrılardan önce hükümranlıklarını sürdürmüşlerdir.

İlk Titan hükümran Uranüs idi. Sonra Cronus bunu tahttan indirip yerine geçti. Cronus, kendi çocuklarının da onu tahttan indireceğini düşünerek bunların hepsini yemiş. İçlerinden sadece Rhea’nın sakladığı Zeus kurtulabilmiş.

Zeus büyümüş ve babasının yediği kardeşleri Poseidon, Hades, Hera, Demeter, ve Hestia’yı kurtarıp, Titanlar’a savaş açmış. War of the Titans falan diye duyduğunuz işte bu savaş. Zeus bu savaşı kazanıp, Titanlar’ı sürgüne göndermiş ve Olimpik tanrıların dönemi başlamış.

Olimpik tanrılar, Titanlar’a göre daha insanvaridirler. İnsani hisleri, dürtüleri vardır. En başta da seks.

Olimpik tanrılar arasında herkes birbirini götürür ama Zeus açık farkla bunların en sapığıdır. Kardeşleri Hera, Demeter ve Hestia’yı düdüklemiştir. Poseidon da kardeşi Demeter’i götürmüştür. Ensest olmayanların arasında da Afrodit başı çeker. Yakaladığını götürmüştür. Yunanca’yı Almanca’yla değiştirin, alın size 80’lerin pornosu.

Zeus’un marifetleri ensestle sınırlı değildir, ibneliği de vardır. Mesela Ganymede isimli bir Truva prensini düdüklemiştir. Aynı bağlamda Apollo, Hyacinthus isimli bir Spartalı genci, Poseidon da Pelops isimli bir prensi götürmüştür. Şarap tanrısı Dionysus, herhalde kafayı bulup, Ampelos isimli bir satiri düdüklemiştir. Malumunuz satirler yarı insan, yarı keçi varlıklardır. Yani Dionysus, bizim abaza Anadolu genci misali, faliyet alanını hayvanlarla genişletmiştir. İbnelik hususundaki tartışmasız lider ise Herakles, yani bizim Herkül’dür. Tuttuğunu götürmüştür.

Son durak Hard Rock Cafe
Olimpik tanrılar böyle işte. Ancak unutmayalım, o zamanlarda, Antik Yunan’da, aynı Osmanlı’daki gibi ibnelik sapkınlık sayılmıyordu ve normal hayatın bir parçasıydı - işin komiği günümüzde de bu duruma yavaş yavaş dönüyoruz. Ensest ise kraliyet arasında kabul edilebilir durumdaydı.

Tanrılar böyle. Gelelim biz fanilere...

Acropolis’ten aşağıya inip, günün son durağı olan Hard Rock Cafe’ye ulaştık. Burada Girit şarabının belini kırdım.

Bu kısa Atina durağı çok iyi gelmişti ama sıradaki Kafkas turu beni çok daha fazla heyecanlandırıyordu.

Havaalanına gidip, bizi Tiflis’e uçuracak Sky Express uçağına bindik.

Sonunda Kafkasya'yı görecektim.

Devam edeceğiz elbette.

Sevgi ile kalın ❤️

11 Şubat 2025 Salı

Kafkasya - Yola Çıkmadan

Sevgili arkadaşlar, eğer Youtube üzerinde Türk gezginlerini izliyorsanız, bir sonraki hedefimiz olan Tiflis ve Bakü hakkında yüzlerce video bulacaksınızdır.

Bunun bir kaç nedeni var.

Öncelikle hem Azerbaycan, hem de Gürcistan’ı ziyaret etmek için vize gerekmiyor. Bırakın vizeyi, pasaport bile gerekmiyor. Kimliğinizi gösterip, cart diye girebiliyorsunuz.

İkincisi, her iki ülke için de bir yabancı dil konuşmak gerekmiyor. Azerbaycan zaten Türkçe, Gürcistan’da da Türkçe konuşan çok kişi var.

Üçüncüsü, her iki ülke de fazlasıyla ucuz. Çok hesaplı bir şekilde gezebiliyorsunuz.

Çok turist geldiği için bir çok havayolu Türkiye’den Bakü ve Tiflis’e uçuyor. Bu yüzden de çok ucuz fiyatlara uçak bileti almak mümkün.

Ancak en önemlisi, her iki ülke de çok güzel. Gezecek, görecek ve vlog çekebilecek çok yer var.

Hal böyle olunca gezginler ve gezgin namzetleri ilk destinasyonları olarak bu iki ülkeyi seçiyorlar.

Yüzlerce gezi videosunun çekildiği, görülmesi gereken her yerin gösterildiği, söylenecek her şeyin söylendiği bu iki kent için yazacak ne kaldı da, mesaini harcıyorsun diye sorabilirsiniz. Haklı da bir soru olur. Ancak benim de söyleyecek iki lafım var tabii - ne zaman yoktu ki?

Öncelikle buralara gelen gezginlerin çoğunun neredeyse ilk yurt dışı deneyimleri olduğunu unutmayın sevgili arkadaşlar. Lütfen yanlış anlamayın. Bu gençlerin hiç birini küçümsemiyorum, tam tersine cesaretlerine hayranlık duyuyorum. Ancak acemilik de acemilik işte. Daha fazla yer gördüklerinde, elbette daha doğru, daha hassas gözlemler yapacaklardır.

İlk kez yurt dışına çıktığımda ben şahsım da her gördüğüm şeye “Anaaaa!” olmuştum. Bunda bir beis yok.

Ama söylenenleri duyunca hafif bir gülümseme gelmiyor da değil.

Çoğu Bakü’nün temizliğini yere göğe koyamıyor. Onlar için böyle bir temizlik istisnai bir durum. Asıl istisnanın Türkiye’deki kentlerin pisliği olduğunu bir bilseler…

Keza trafik. İstisnasız hepsi Gürcistan ve Azerbaycan’da sürücülerin saygılı oldukların, yayalar geçerken durduklarını, kornaya basmadıklarını defalarca tekrarlıyor. Yine istisna ve normun hangi ülke olduğu ile ilgili bir konu.

Biraz da bilgisizlik.

İzlediklerimin önemli bir bölümü, özellikle Bakü’nün merkezindeki güzelim binaların “Sovyet Mimarisi” olduğunu söylüyor.

Halbuki bu binalar çoğunluğu Rönesans, Barok, Neo-klasik ve Art Nouveau falan tarzı bir mimariye sahipler. Ama önemli olan bunların hangi tarzda bir mimariye sahip oldukları değil, olmadıkları.

Sovyet Mimarisi nasıldır, biliyor musunuz, sevgili arkadaşlar?

Şimdilerde var mıdır, bilmiyorum. Bizim zamanımızda ilkokullarda elişi dersleri vardı. Kartonlardan ev yapardık. Dümdüz duvarlar, kare kare kesilmiş pencereler. Sovyet mimarisi ahan bu. İnsanın içini karartan, hiç bir özelliği olmayan kaba-saba binalar.

Sovyet Mimarisi'nin "Sanatsal" diyebileceğim bir örneği

Sovyet mimarisinin nadir “sanatsal” örneklerinde ise köşeli sütunlar bulunur. Zafer anıtları, liderlerin mozoleleri falan hep böyledir. Bunların önünde emmi şapkalı partizanların, ağlayan bebekli kadınların, ellerinde kazma-kürek işçilerin ve kahraman Kızıl Ordu askerlerinin heykelleri bulunur.

İşte bizim gezginler Bakü ve Tiflis’te gördükleri, çoğunluğu Çarlık Rusyası'ndan kalma güzel yapılara yanlış bir biçimde Sovyet Mimarisi diyorlar.

Bir de çoğu “mimari” kelimesini “bina” yada “yapı” yerine kullanıyor. “Etrafımızda çok güzel ‘mimariler’ var” veya “Karşıdaki ‘mimari’ ‘nin resmini çektim” gibi. “Manzara” sözcüğünün de gereksiz yere “manzaralar” şeklinde çoğul halini kullanıyorlar - “Manzaralar çok güzel” gibi.

Şunu da birden çok kez duydum. “Alfabe” ‘yi “al-faaaa-be” diye telaffuz ediyorlar. Bu yeni moda Araplaşma’nın bir parçası mıdır, bilmiyorum, ancak benim zamanımda “alfabe” der, “fa” hecesini uzatmazdık.

Geçenlerde biri “Sırpça hem Kiril, hem de Latin alfaaabesiyle konuşulur” demiş. Dayanamadım, “Alfabe ile konuşulmaz, yazılır” diye cevap yazdım.

Sadece acemi gezginlerde değil, kıdemli zenginlerde de bulunan başka bir sorun var sevgili arkadaşlar. Bunlar bir yere gidip, kameralarını çalıştırmakla gezi videosu çektiklerini düşünüyorlar. Bence gerekli ön araş₺ırmayı yapmıyor, gördüklerini yapısal, anlaşılır bir biçimde anlatamıyorlar.

“Ayyyyy, dostlarrrrrrrr, otelimize geldikkkkkkkk, Yani her şey çok güzellllll…. Ama, şey, yani, ayyy tokamı düşürdüm, karşıda bir bina var ama kilise mi anlamadımmmmmmm….. Acaba buranın adı ne kiiii?”

Yapma be ablacımmmmm :)

Off, konu dağılıyor ama yazmadan da duramadım. Yine bunlardan biri Belgrad’a gitmiş. Muhtemelen Sırp “Dragan” ‘lardan biri bunu kafaya almış, “Eğer ‘kırmızı’ belediye otobüslerine, ancak sadece ‘orta’ kapıdan binersen otobüs bedava oluyor” demiş. Bizim gezgin de bu bilgiyi başka yerlerde bulamazsınız diye bize satıyor. Garibim, kim bilir kırmızısı gelsin de bedava gidelim diye kaç otobüse binmedi. Daha da iyisi, eğer bir yakalasalardı, bilet almadı diye oyarlardı. Neyse…

Daha neler var.

Yine bir başkası “Belgrad’da olduğumu bilmesem, burası Avrupa diyeceğim” diyor. Okullarda coğrafya yerine ölü kefenleme öğretilince böyle oluyor. Bildiğiniz üzere Belgrad, Avrupanın göbeğinde bir şehirdir.

Bu gezginlerin çoğu kısıtlı bir bütçe ile seyahat ediyor. Adam Roma’ya kadar gidip, Vatikan Müzesi’ni gezmiyor, yada Champs-Élysées’de oturup, bir bardak şarap içmiyor. Singapur’a gidip, Marina Bay Sands’e, yada New York’a gidip, Empire State Building’e çıkmıyor. Endülüs'e gidip, Sevilla’yı, Granada’ya gidip Alhambra’yı görmüyor. Bunlar olmayınca da gidilen yerin bir tadı, çekilen videonun da bir anlamı kalmıyor. Sadece sokakları ve ucuz tekne turlarını görüyorsunuz.

Bir de hali vakti yerinde olanlar var ki, onlar bazen daha da komik oluyorlar. Bir tanesi Bakü’de “yerel” bir restoran tavsiye ediyor. “Otantik” Azerbaycan restoranında yedikleri “kruvasan” ve “avokadolu bilmemne”. Gel de gülme.

Bu “kruvasan” sözcüğüne de gıcık oluyorum. O “v” dünyada hiç bir dilde “croissant” ‘ın söylenişinde yok. Croissant bu arada Fransızca’da hilal demek. Osmanlı bayrağının üç hilalinden dolayı bu ismi almış. Aynı şekilde “pankek”, “donut”, “çöpstik” falan da sinirlerimi kaldırıyor.

Türkiyede Esenyurt Otel Ibis’de kalıyorum. Haramidere’den taksiye binmeye çalışıyorum. Bir taksi durdu, “Esenyurt Ibis” dedim. “Abi metrobüs ile iki durak, trafiğe bir girersek bir saatte gidemeyiz” dedi. “Emin misin o Ibis’in Esenyurt Ibis olduğuna? Başka bir Ibis olmasın?” diye bir kere daha sordum.

“Abi burada başka ‘ibiş’ otel yok” dedi.

İçimden güldüm tabii.

Bir de kahveciler var ki, onlara değinmezsem kurdeşen olurum.

Gerekli biçimde eğitilene kadar bu kahve konusunda Türkiye’de çok aşağılandım.

Geçenlerde Antalya'da Kahve Dünyası mı, Kahve Diyarı mı, Kahve Sarayı mı, öyle bir yere girdim. Sabah yeni kalkmışım, daha afyonum patlamamış. “Bir kahve lütfen” dedim. Adam bana öyle bir baktı ki, hani Maho Ağa köyden gelmiş, İstanbul’u yeni görmüş, canı bir kayfe çekmiş de bu dükkana girmiş gibi.

Alaycı bir gülüşle, şöyle tepeden, “Ne tür kahve istersiniz?” diye sordu, ama hala sırıtıyor.

Ne bileyim, kahve işte. Listeye baktım, “Americano” dedim, “Biraz sütle”.

“Americanoda süt olmaz” dedi.

Ne oluyor biraz süt koyunca? Günah yazılıp, cehenneme mi gidiyorsun?

“Babacım, olmaz diyorsan olmasın, ama benim için biraz koyamaz mısın?”

Cevap bile vermedi, kahveci kıza seslendi. Cümlede özne bile yok, “Bir americano ama süt istiyor…”

Kahveyi almak için gittim. Kız kapkara kahveyi uzattı. “Ablacım ben biraz süt istemiştim…” diye korka korka mırıldandım.

Kız şöyle bir la havle oldu, o da “Americanoda süt olmaz” dedi.

“Ben kasadaki beyefendiye şeyetmiştim, tamam koyarız dedi” falan diye geveledim.

Kız “O zaman süt için ekstra ücret ödemeniz gerekecek” dedi.

Kıytırık bir kahve yüzünden polis çağıracak neredeyse. “Vereyim, ne kadarsa” dedim. Kasadaki adam “Tamam, önemli değil, bir parça süt koy” dedi de kahvemi sonunda alabildim.

Türkiye seyahatim boyunca tövbe billah, bir daha “kahve” istemedim. Siparişimi hep “Bir americano, biliyorum americanoda süt olmaz ama benim için biraz koyabilir misiniz?” şeklinde verdim.

Siz Türkler bu kahve işine çok takıldınız, benden söylemesi.

İlkin, dünyanın her yerinde bir “kahve” sipariş ettiğinizde, özel bir kahve değil, orta boy geleneksel bir kahve istediğiniz anlaşılır. Genelde “Black or white?”, yada “Milk and sugar?” falan diye sorarlar. Kimse sizi americano mu, latte mi, macchiato mu, cappuccino mu, tarçın aromalı tingamatria mı falan diye sorguya çekmez.

Ne zaman ki özel bir kahve istersiniz, o zaman espresso, cappuccino, latte falan gibi kahvenizi kalifiye edersiniz.

Kahve türleri - Doğru isimleriyle

Öyle americano, latte, espresso, macchiato falan hüdainevi reçeteler değil sevgili arkadaşlar. İstediğiniz kahve latte yada cappuccino gibi zaten sütle hazırlanan bir kahve değilse, bunu sütle yada siyah içebilirsiniz. Özellikle americanonun isim babası Amerika’da. Orijinal reçetede olmasa da kahveye süt eklemek kadar doğal bir şey yoktur. Americanoda olduğu gibi, gerçek espressoda da süt olmaz ama İtalya’da bile espresso istediğinizde bazen siz söylemeden yanında süt veya krema getirirler.

Her şey bir kenara, bu hıyarlığı yapan, hangi kahvenin ne olduğunu şeflerinden yada garson arkadaşlarından öğrenmiş az gelişmiş ülkenin çocukları, ukalalık yapmadan önce karşılarında bir müşteri olduğunu hatırlayıp, biraz kibar olsalar, bence çok daha iyi olacak.

İtalya’da espressoyu rakı ile karıştırırlar sevgili arkadaşlar. Ciddi söylüyorum. Espressoya, sambuka isimli, anasondan yapılma, rakı ile tamamen aynı tatta bir içki eklerler. Buna “caffè corretto”, yani “doğru kahve” derler.

Girdi mi şimdi o üç kahve ismi ezberledi diye adam olduğunu zanneden kenar mahalle kızına?

Adam espressoya rakı katıyor, ben americanoya süt koymuşum, çok mu?

Altmış yıl Nescafe’den başka kahve içmemiş memlekete gerçek kahve gelince böyle oluyor işte.

Anladınız her halde. İşte tam bu yüzden başka bol bol gezi videosu varken, bu gezimizi sizlere bir de kendi kalemimden anlatmak istedim.

Çok mu iddalı oldu? Belki. Ama idda olmadan, başarı da gelmez. Ben yazayım da, zırvaladığımda - ki sıkça zırvalarım, siz de bana gülün.

Bir de yazının büyüsüne hala inanıyorum sevgili arkadaşlar. Biliyorum, çoğunluk bırakın okumayı, on beş dakikadan uzun videoları izlemiyor bile, yada x2’ye alıp, çabukça bitiriyor. Ancak ben hala okumanın değerini anlayanlar olduğunu düşünüyor, hatta biraz da biliyorum. Bu blog altmış bin kez okunmuş. Yani hala umut var sizin anlayacağınız.

Devam edeceğiz.

10 Şubat 2025 Pazartesi

Kafkasya

Sevgili arkadaşlar, uzun sayılabilecek bir süredir seyahat etmiyoruz. Başta sevgili karımın ciddi sayılabilecek bir sağlık sorunu, özel hayatımızda olan bir kaç tatsız olay bizi hem seyahatten, hem de olağan hayatımızdan biraz geri bıraktı. Neyse ki işler yavaş yavaş yoluna girmeye başladı ve biz de uzun süredir planladığımız Kafkasya gezimize başladık.

İyi kötü biraz gezmiş biri olsam da inanın dünyanın bu bölgesine henüz hiç gelmemiştim. Halbuki Kafkasya, müzikleriyle, danslarıyla, kısacası bütün halklarıyla kültürümüzün çok bilinen bir parçasıdır.

Ne yapalım, kısmet bugüneymiş.

Hatta biraz daha fazlası var, söyleyeyim de ayıplayın beni. Ben henüz Doğu Karadenizi görmedim. Doğup, üç yaşına kadar yaşadığım, bir daha da hiç gitmediğim Merzifon’u saymazsanız, Zonguldak’ın doğusuna hiç geçmedim. Elbette, ömrüm yeterse birgün mutlaka göreceğim bu cennet bölgeyi. Ancak şimdilik Kafkaslarla başlayalım.

Kafkasya coğrafik bir bölge arkadaşlar. Hiç bir yerde bulamayacağınız bu nadide bilgiyi verdikten sonra Kafkasya tam olarak neresi, ona bakalım…

Kafkasya, Karadeniz’in batı kıyısından Hazar denizinin doğu kıyısına kadar uzanan dağlık bölgenin ismi. Kuzey sınırı Rusya’da bulunan Kuban, güney sınırı da Aras nehirleri. Kafkasyanın kuzeyi, yani Kuzey Kafkasya Rusya Federasyonu’nun sınırları içinde kalır. Güney Kafkasya’da ise bağımsız devletler bulunur.

Kafkasya
Kuzey Kafkasya çok renkli birçok halkı ve kültürü barındırır.

Çerkesler, kuzey Kafkasya’da, Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkarya bölgelerinde yaşarlar.

Çerkesler renkli bir halk, gelin biraz detaylarına girelim.

Genel kanının aksine, Çerkesler bir Türk halkı değildirler. Öz be öz Kafkasya’dan gelmedirler. Konuştukları dil Çerkesçe, tamamen Kafkas kökenlidir.

Yani Reis’in, Türkiye’nin Türk ve farklı diğer etnisitelerine göndermede bulunurken söylediği “Laz, Çerkes, vs…” fazlasıyla doğrudur.

Rusların Çerkesya’yı işgal etmesi sonucu, milyonlarca Çerkes göçe zorlanmış, Kafkasya’daki Çerkes nüfusu yüzde doksana kadar azalmış. Göç eden Çerkeslerin önemli bir bölümü Osmanlı’ya sığınmış. Göç sırasında hastalık ve açlıktan ciddi sayıda Çerkes hayatını kaybetse de, bir milyona yakını Osmanlı topraklarına yerleşmiş. Bugün Çerkeslerin çoğu dünyanın farklı yerlerinde yaşamakta.

Osmanlı’dan bugüne Çerkes kızları güzellikleriyle bilinir. Çerkes kızları açık tenli, renkli gözlü, uzun boylu, zarif, üzerine bir o kadar da zeki, ahlaklı, bilgili ve kültürlüdürler. Tanıdığım bir kaç Çerkes kızına dayanarak söyleyebilirim ki, bu söylenenlerin hepsi doğru. Özene, bezene yaratılmışlar, sizin anlayacağınız.

Boş yere, özellikle Topkapı Sarayı’nın hareminin çoğunluğu Çerkes kadınlardan oluşmamış sevgili arkadaşlar. Sultan II. Abdülhamid’in manevi annesi Perestu Valide Sultan, Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmiâlem Valide Sultan, Sultan Abdülaziz’in annesi Şevkefza Sultan hep Çerkesmiş.

Çerkes erkekleri de Türk tarihinde önemli bir yer tutmuş. Mesela Çerkes Ethem’i bilirsiniz.

Tarihteki başka renkli bir Çerkes figür ise bugün Paris’te, Concorde meydanındaki o muazzam dikilitaşı Fransızlar’a “Alın götürün, sizin olsun” diyen Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dır. Hatta Luxor tapınağında bulunan her iki dikilitaşı birden vermiş, ancak Fransızlar “İkisini birden götüremeyiz, önce birini alalım” demişler. Yakın zamana kadar Fransızlar “O bize hediye” diyerek Mısır’dan ikinci dikilitaşı da istiyorlardı, ancak Mitterand, “Tamam sizde kalsın, istemiyoruz” deyip, husumeti sonlandırmış.

Kavalalı için Arnavut kökenli deseler de, Kavala’ya yerleşmiş bir Çerkes ailenin çocuğu olduğu idda edilir.

Kuzey Kafkasya’da yaşayan bir başka halk ise Abhazlar’dır. Bölge olarak Abhazya'da yaşarlar. Kökenleri yine tamamen Kafkasya, ve yine bir Kafkas dili konuşurlar.

Abhazlar ve Abhazya, batı dillerinde Abkhaz ve Abkhazia şeklinde geçer. Abhazya, Gürcistan ile yaptığı savaş sonucu bağımsızlığını ilan etmiş olsa da, bu devleti Rusya’dan başka tanıyan bir devlet yok. Dünyanın gerisinin gözünde hala Gürcistan’ın bir parçası sayılmakta.

Ve evet, “abaza” deyişinin kökeni bu halktır. Osmanlı zamanı “Abaza”, Abhazlar, Çerkesler ve Abazinleri (abaza yerine bazen abazan da derler) kapsayan bir sıfatmış. Mesela tarihte bir Abaza Mehmed Paşa vardır. Ancak zaman içerisinde “abaza” sözcüğü o bildiğimiz anlamına evrilmiş. Osmanlı zamanında başta Çerkes kadınlarına ilgi duyan, ilerleyen zamanlarda da kadın bulamadığı için hafif cinsel sıkıntılar yaşayan erkekler için kullanılmış.

Tarihte, Abhazlar da Çerkesler gibi sürgüne uğramış ve bir bölümü Osmanlı’ya sığınmış.

Osmanlı zamanında Çerkesler gibi haremde ve orduda Abhaz kökenli sultanlar ve paşalar olmuştur, ancak asıl renkli Abhaz figürleri Kurtuluş Savaşı ve genç cumhuriyettedirler.

Örneğin Rauf Orbay bir Abhazdı, keza Ali Fuat Cebesoy. Sanat dünyasında ise Ediz Hun, Hulusi Kentmen ve İsmail Hakkı Sunat hep Abhaz kökenlidir.

Kuzey Kafkasya’da yaşayan başka bir topluluk ise Abazinler’dir ve Abhaz’larla aynı halktırlar, ancak Abhazya’da değil, Karaçay-Çerkes bölgesinde yaşarlar.

Kuzey Kafkasya’nın başka renkli halklarından biri Çeçenlerdir. Rusya Federasyonu’nun bir parçası olan Çeçen Cumhuriyeti’nde yaşarlar ancak Rus İmparatorluğunun zorunlu göç politikasından onlar da nasiplerini almışlardır. Çeçenistan dışında yaşayan önemli bir Çeçen diasporası vardır.

Çeçenler tarihleri boyunca özgürlükleri için savaşmışlar. Rus İmparatorluğu, Sovyetler ve sonrasında Rusya Federasyonu ile durmaksızın mücadele etmişler.

İmam Şamil’i, yada popüler ismiyle Şeyh Şamil’i bilmeyen yoktur herhalde. Rus İmparatorluğuna kök söktürmüş. Ayna’nın Ceylan şarkısının müziği Şeyh Şamil ilintilidir.

Aynı şekilde Israilov Sovyetleri, Dudayev de Rusya Federasyonunu öttürmüş. Günümüzde ise Kadirov Ukraynalıları öttürüyor.

Çeçenlerin yakın akrabaları olan İnguşlar da Kuzey Kafkasyanın halklarından biridir. Çoğunlukla İnguşetya Cumhuriyeti’nde yaşarlar. İnguşlar’ın da önemli bir diasporası vardır.

Kuzey Kafkasyanın yerli halkları olan Avarlar, Laklar, Lezgiler, Dargiler, Tabasaranlar, Rutullar, Agullar ve Tsahurlar ise Dağıstan’da yaşarlar. Kafkas Avarlarını Avar Türkleriyle karıştırmayalım. Bu ikisi tamamen farklı iki halktır.

Buraya kadar anlattığımız halkların hiçbiri etnik olarak Türk değildir. Binlerce yıldır Kafkasya’da yaşamışlardır. Hemen hepsi önce Rus İmparatorluğunun, yani Çarlık Rusyası’nın acımasız zorunlu göç politikalarına maruz kalmış, başta Osmanlı, zamanın diğer devletlerine yerleşmişlerdir. Bu halklar ikinci zorunlu göçlerini Stalin sayesinde Sovyet döneminde yaşamışlardır. Bazıları sınırları belirli cumhuriyetler olsa da, bugün Rusya Federasyonunun birer parçasıdır.

Bu halklar genelde Müslümandırlar ama farklı dinden olanların sayısı hiç de az değildir.

Kafkasya kökenli Türk halklarının da olduğunu biliyoruz. Gelin biraz da bunlara bakalım.

Kuzey Kafkasya’daki Türk varlığı çoğunlukla Moğollar ve Altınordu devletlerinin Kafkasya’yı işgali sonucunda oluşmuş. Bu halkların çoğunluğu Türkçe konuşurlar ve Müslümandırlar. Hemen tümü İkinci Dünya Savaşı sonrası, Stalin’in zorunlu göç politikalarına maruz kalmış, Sovyetlerin farklı yerlerine yerleştirilmiştirler. Bunların bazıları Kruşçev’in başa gelmesiyle Kafkasya’ya geri dönmüşlerdir.

Karaçay ve Balkar Türklerinin kökenleri Kıpçak Türklerine dayanır ve Kafkasya’ya 11 ve 13’üncü yüzyıllarda yerleşmişlerdir. Balkarlar daha çok Kabardey-Balkarya Cumhuriyeti’nde, Karaçaylar ise daha çok Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nde yaşarlar.

Nogay Türkleri Stavropol, Dağıstan, Astrahan ve Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nde yaşarlar. Kıpçak Türkleri ve Moğollar’ın bir karışımıdırlar. Bugün çok çeşitli görünümlere sahiptirler. Bazıları çıkık elmacık kemikleri ve çekik gözleri ile tam bir Kıpçak-Moğol görünümünde olsalar da, bazıları Tatar ve Çerkeslerle karıştıkları için tam bir batılı görünüme sahiptirler.

Kumuklar, Kıpçak ve Oğuz Türklerinin karışımı olarak ortaya çıkmış bir halktır. Dağıstan Cumhuriyeti’nde yaşarlar.

Son olarak Osetler’den bahsedelim.

Osetler Kafkasya’nın bir Hint-Avrupa dili konuşan tek halkıdır. Aslen Kafkas kökenli değillerdir, İrani bir halktır. Dilleri de Farsça’ya çok yakındır.

Osetler’in Ortaçağ’daki isimleri Alanlar’dı. Tarkan okurları, Yiğit Altar’ı öldüren Alanlı Kostok’u hatırlayacaktır. O Alanlar işte bugünkü Osetler.

Osetler Rusya Federasyonu’nun bir parçası olan Kuzey Osetya-Alanya Cumhuriyeti ve Güney Osetya’da yaşarlar. Güney Osetya, Gürcistan’ın bir parçası olarak kabul edilse de, 1992’den beri fiilen bağımsız bir ülkedir. Putin ve Putinvari Venezüella, Nikaragua gibi birkaç ülke Güney Osetya’yı tanısa da, genelde bağımsız bir ülke olarak tanınmamakta.

Kuzey Kafkasya işte böyle.

Ancak gezimiz Kuzey Kafkasya’yı kapsamayacak. Kuzey Kafkasya’yı ilerleyen günlerde bir Rusya gezisi ile birleştirmemiz gerekecek. Bu gezimize eklemek için hem zamanımız az, hem Rusya’nın durumu malum, hem de kızlar Sırp pasaportlarıyla vizesiz Rusya’ya girebilseler de, problem çocuk bendenizin vize falan alması gerektiğinden no-go olduk.

Güney Kafkasya’ya gelirsek, burada devlet haline gelmiş üç dominant halk var. Azerbaycanlılar, Gürcüler ve Ermeniler.

Bunlardan Gürcistan ve Azerbaycan’ı göreceğiz. Ülkelerine gittikçe bu halkları size anlatacağım.

Ermenistan’ı da çok görmek isterdim. Özellikle Gürcistan sınırında çok güzel kilise ve manastırları var. Erivan da gerçekten görülesi bir kent. Ancak Karabağ savaşı sonrasında ülkede duygular fazlaca yoğun ve Türk olmayan bir pasaportla girsem de ismimin falan sorun çıkarabileceğini düşündüm. Youtube üzerinde Ermenistan’a girip, sorun yaşamış Türkleri izledikten sonra Ermenistan’ı da biraz ileriye bıraktık.

Durum böyle.

Etnik olarak dünyanın en renkli, en karmaşık, doğası bir cennet, tarihi nadide, ve benim için her şeyden önemlisi şarabın insanlık tarihindeki doğum yeri olan bu bölgeye gitmeyi dört gözle bekliyorum.

Stay tuned!

16 Ocak 2025 Perşembe

Radyoaktivite - Ne Yapalım?

Uzun süredir bu nükleer savaş konseptine takıldık sevgili arkadaşlar. Üstüne bir de özel bir kaç mesele girince bir türlü sonlandıramadık.

Kısmet bugüneymiş…

Yazımızın bu son bölümünde tepemizde bir nükleer bomba patlarsa ne yaparız, ona bakacağız.

Bir nükleer bomba patlaması, devasa bir enerji salınımı ve yıkım potansiyeli ile çok katmanlı fiziksel olayları beraberinde getirir. Olayın fiziğine daha önce girmiştik ama kısaca bir kere daha toparlayalım.

Bir nükleer bombanın patlaması, iki ana fizyon ve/veya füzyon reaksiyonuyla gerçekleşir.

Fizyon reaksiyonu, uranyum-235 veya plutonyum-239 gibi çekirdeklerin nötronlarla bombardıman edilmesi sonucu çekirdeklerin bölünmesiyle başlar. Her bölünme olayı, daha fazla nötron salarak zincirleme bir reaksiyona neden olur.

Füzyon reaksiyonu ise hidrojen izotoplarının (örneğin, döteryum ve trityum) birleşerek daha ağır bir element oluşturması sonucu enerji serbest kalır.

Füzyon genellikle fizyon reaksiyonuyla tetiklenir.

Bir nükleer patlama birkaç önemli fiziksel etkiden oluşur. İlk olarak, patlama milyonlarca derece sıcaklık oluşturarak şiddetli bir ışık patlaması ve yanık yaralanmalarına neden olabilir.

Ardından gelen basınç dalgası, hava basıncının şok dalgası şeklinde yayılmasına yol açar, binaları ve camları yıkarak ciddi yıkıma sebep olur. Aynı zamanda, gama ve nötron radyasyonu gibi zararlı radyasyon yayılar. Patlama sonrasında radyoaktif partiküller atmosferde yayılır ve yer yüzeyine düşerek uzun süreli radyasyon tehlikesi yaratır.

Durum böyle. Şimdi umarız olmaz ama, eğer başımıza böyle bir iş gelirse ne yapabiliriz, ona bakalım.

Özetleyelim.

Bomba patladığında blast dediğimiz patlama etki alanında değilseniz anında ölmeyeceksiniz. Eğer bu alanın içindeyseniz, yazının sonrasının bir önemi zaten olmayacaktır.

Sonraki ısı dalgası patlamadan uzaklaştıkça azalan bir etkiye sahiptir.

Bir nükleer patlamanın en sinsi tarafı ise patlama sonrası yayılan radyasyondur. Bu etki patlamadan sonraki elli yıla kadar uzar. Ölüm ve hastalıklar nesillerce sürer.

Hiroşima örneğine bakalım.

Bomba patladığında 70–80 bin kişi (o dönemde Hiroşima'nın nüfusunun yaklaşık %30'u), patlama, şiddetli ısı ve ani radyasyon etkisi nedeniyle hemen hayatını kaybetti.

140.000 kişi, Aralık 1945'e kadar radyasyon hastalığı, yanıklar ve diğer yaralanmalar nedeniyle yaşamını yitirdi.

Radyasyona maruz kalan binlerce kişi sonraki yıllarda kanser ve diğer radyasyona bağlı lösemi başta, farklı hastalıklar nedeniyle hayatını kaybetti. Gerçek sayıyı kimse bilmiyor.

Durum böyle. Şimdi başımıza böyle bir iş gelirse ne yapalım, ona bakalım.

Nükleer bir patlamadan korunmak için belli başlı adımları izlemek hayati önem taşır.

İlk olarak, patlama anında görsel ve termal etkilerden korunmak için parlak bir ışık görüldüğünde hemen yere yatmak ve başınızı korumalısınız. Bu esnada gözlerinizi kapatarak şiddetli ışıktan korunmaya çalışın. Basınç dalgasından korunmak için ise patlama sesi veya dalga hissedildiğinde hemen yere yatın ve çevredeki sert yüzeylere sıkıca yapışın. Mümkünse sığınak veya dayanıklı bir yapı içine girin.

Patlama sonrasında radyoaktif maddeye, buna exposure derler, maruz kalmayı azaltmak çok önemlidir.

Hemen kapalı bir alana girin, kapılar ve pencereler kapayın.

Dışarıda kalmış giysiler çıkarıp vücudunuzu iyice yıkayın.

Nükleer bir patlama, eğer patlama noktasına çok yakın değilseniz, sizi bir anda öldürmeyecektir. Korunma tedbirleri uzun bir zamana yayılmalıdır.

Radyoaktif fallout (düşüm) etkilerinden korunmak için yer altı sığınakları veya radyasyon korumalı alanlar elbette sığınılacak en doğru yerlerdir.

Elden geldiğince, paketli yiyecekler ve kapatılmış su kaynaklarını kullanın, kontamine olmuş gıdalardan uzak durun.

Uzun vadede, radyoaktif alanlardan uzak durmak hayati öneme sahiptir.

Eğer kaldıysa, yetkililerin talimatlarına uymak ve radyasyon seviyesi ölçümü için cihazlar kullanmak, risklerin azaltılmasını sağlar.

Nükleer bir patlama ciddi fiziksel yıkıma ve can kaybına neden olabileceğinden, patlama anında ve sonrasında yapılması gerekenler konusunda bilinçli olmak hayatta kalma şansınızı ciddi biçimde artıracaktır.

Bunları sizi korkutup, dünyanızı karartmak için yazmadım. Ancak bilmekte fayda var.

Hepinize radyoaktif olmayan günler dilerim.

Sevgi ile kalın.

25 Kasım 2024 Pazartesi

Kamp 'Atmak', Yemek 'Gömmek'

Abi artık bööğğğğk geldi. Her Türk gezgini vizesiz ve uçak bileti ucuz diye Belgrad'a, Tiflis'e, Üsküp'e gidiyor. İçim dışım Belgrad oldu.

Uzun süre yaşadığım Sırbistan hakkında söylediklerinin çoğu kulaktan dolma, Türklüğün gayreti ile doğuştan her şeyi bilirim, bilmesem de şeytani zekamla kıvırırım kaynaklı yalan yanlıs, zırva bilgiler.

Birisi öyle bir uydurmuş ki, meğer Belgrad'da "kırmızı" belediye otobüslerine "orta" kapıdan binersen bedava oluyormuş. Aman dikkat. Böyle yapar da yakalanırsa, şahıs annesinin cinsel organını görür, hem de tam orta kapıdan.

Birisi Zemun semtini Macarlardan kalma tarihi bir yer olarak anlatıyor. Zemun, çocukluğumun Çın Çın bağları gibi bir yerdir, yalnız gir, zor çıkarsın.

Başka birisi Sırpça öğretiyor. Jelena ile oturup, dakikalarca güldük. Meğer "merhaba", "zdrova" demekmiş, hayır da "nı". İlgilenirseniz doğruları "zdravo" ve "ne".

Belgrad'a sanki bir Avrupa kenti diyor, Belgrad Avrupa'da değilmiş gibi. Belgrad, malumunuz, Avrupa'nın göbeğindedir.

Bir de nasıl abuk bir Türkçe
Bir de nasıl abuk bir Türkçe. Adam "Caddeleri çok güzel 'mimariler' sarmış" diyor, "tam karşıdaki 'mimarinin' fotoğrafını çektim" diye devam ediyor. Çok aciz, çok zavallı bir Türkçe bu. Adam 'mimari' kelimesini 'bina' zannediyor.

Bunlar kamp 'atıyor', yemek 'gömüyorlar'.

Henüz Gürcistan'ı görmedim ama görseydim, eminim bir bu kadar da onun için yazardım.

Eğitimin hali malum, ama bu kadarı çok geldi bana...

Kafası Kopmuş Tavuk

Sevgili arkadaşlar, malum konumuz nükleer ve Türkiye de yavaş yavaş uyanmaya başladı, ufak bir hatırlatma yapayım.

Herkesin ağzında bir "hipersonik" füze.

Sorunca cahilleri hepsi "Efendim hipersonik füze ses hızının 4-5 katında yada daha fazla hızla uçan füzedir" diyorlar.

Bu sözde akıl küpleri 1950'lerde yapılan en basit balistik füzelerin bile hedeflerine doğru dalışlarında hipersonik olduklarının farkında değiller.

Ancak bu füzeler adı üzerlerinde balistik füzelerdir. Yani öncesinde hesaplanmış bir balistik eğri ile hedeflerini bulurlar. Çok azı son anda rotalarında çok küçük değişiklikler yapabilirler.

Oreşnik füzesi

O yüzden bu füzeler atıldıklarından bir kaç saniye sonrasında bütün rotalarını açık ederler ve bunları durduracak hava savunma sistemleri harekete geçer.

Bugünkü anlamında hipersonik füzeler ise balistik bir rota izlemezler. Hipersonik hızlarda bir seyir füzesi gibi manevra yapabilirler.

Rusların Dinipro'ya attıkları Oreşnik füzesi balistik füze olarak isimlendirilse de atmosfere girdikten sonra savaş başlığı sesin 10 katı hızında (Mach 10) kafası kopmuş bir tavuk gibi manevra yapabilmekte.

Yani savaş başlığı önceden hesaplanabilir balistik bir rota izlemiyor.

Bu nedenle Oreşnik, aslen hibrid balistik-seyir füzesi şeklinde sınıflandırılabilir.

Patriot'dı, S-400 dü, THAAD'dı, bütün anlı şanlı hava savunma sistemleri bu füzeyi göremez bile.

Anladık mı şimdi Avrupa niye panikte?

Ürdün'deki Ölüdeniz

M.Ö. 2000 yıllarında, Ürdün Nehri’nin doğusundaki Kenan Diyarı’nın insanları asma bahçelerinden çeşmelerin şarkı söyler gibi aktığı, müziğin...