Bunun bir kaç nedeni var.
Öncelikle hem Azerbaycan, hem de Gürcistan’ı ziyaret etmek için vize gerekmiyor. Bırakın vizeyi, pasaport bile gerekmiyor. Kimliğinizi gösterip, cart diye girebiliyorsunuz.
İkincisi, her iki ülke için de bir yabancı dil konuşmak gerekmiyor. Azerbaycan zaten Türkçe, Gürcistan’da da Türkçe konuşan çok kişi var.
Üçüncüsü, her iki ülke de fazlasıyla ucuz. Çok hesaplı bir şekilde gezebiliyorsunuz.
Çok turist geldiği için bir çok havayolu Türkiye’den Bakü ve Tiflis’e uçuyor. Bu yüzden de çok ucuz fiyatlara uçak bileti almak mümkün.
Ancak en önemlisi, her iki ülke de çok güzel. Gezecek, görecek ve vlog çekebilecek çok yer var.
Hal böyle olunca gezginler ve gezgin namzetleri ilk destinasyonları olarak bu iki ülkeyi seçiyorlar.
Yüzlerce gezi videosunun çekildiği, görülmesi gereken her yerin gösterildiği, söylenecek her şeyin söylendiği bu iki kent için yazacak ne kaldı da, mesaini harcıyorsun diye sorabilirsiniz. Haklı da bir soru olur. Ancak benim de söyleyecek iki lafım var tabii - ne zaman yoktu ki?
Öncelikle buralara gelen gezginlerin çoğunun neredeyse ilk yurt dışı deneyimleri olduğunu unutmayın sevgili arkadaşlar. Lütfen yanlış anlamayın. Bu gençlerin hiç birini küçümsemiyorum, tam tersine cesaretlerine hayranlık duyuyorum. Ancak acemilik de acemilik işte. Daha fazla yer gördüklerinde, elbette daha doğru, daha hassas gözlemler yapacaklardır.
İlk kez yurt dışına çıktığımda ben şahsım da her gördüğüm şeye “Anaaaa!” olmuştum. Bunda bir beis yok.
Ama söylenenleri duyunca hafif bir gülümseme gelmiyor da değil.
Çoğu Bakü’nün temizliğini yere göğe koyamıyor. Onlar için böyle bir temizlik istisnai bir durum. Asıl istisnanın Türkiye’deki kentlerin pisliği olduğunu bir bilseler…
Keza trafik. İstisnasız hepsi Gürcistan ve Azerbaycan’da sürücülerin saygılı oldukların, yayalar geçerken durduklarını, kornaya basmadıklarını defalarca tekrarlıyor. Yine istisna ve normun hangi ülke olduğu ile ilgili bir konu.
Biraz da bilgisizlik.
İzlediklerimin önemli bir bölümü, özellikle Bakü’nün merkezindeki güzelim binaların “Sovyet Mimarisi” olduğunu söylüyor.
Halbuki bu binalar çoğunluğu Rönesans, Barok, Neo-klasik ve Art Nouveau falan tarzı bir mimariye sahipler. Ama önemli olan bunların hangi tarzda bir mimariye sahip oldukları değil, olmadıkları.
Sovyet Mimarisi nasıldır, biliyor musunuz, sevgili arkadaşlar?
Şimdilerde var mıdır, bilmiyorum. Bizim zamanımızda ilkokullarda elişi dersleri vardı. Kartonlardan ev yapardık. Dümdüz duvarlar, kare kare kesilmiş pencereler. Sovyet mimarisi ahan bu. İnsanın içini karartan, hiç bir özelliği olmayan kaba-saba binalar.
![]() |
Sovyet Mimarisi'nin "Sanatsal" diyebileceğim bir örneği |
İşte bizim gezginler Bakü ve Tiflis’te gördükleri, çoğunluğu Çarlık Rusyası'ndan kalma güzel yapılara yanlış bir biçimde Sovyet Mimarisi diyorlar.
Bir de çoğu “mimari” kelimesini “bina” yada “yapı” yerine kullanıyor. “Etrafımızda çok güzel ‘mimariler’ var” veya “Karşıdaki ‘mimari’ ‘nin resmini çektim” gibi. “Manzara” sözcüğünün de gereksiz yere “manzaralar” şeklinde çoğul halini kullanıyorlar - “Manzaralar çok güzel” gibi.
Şunu da birden çok kez duydum. “Alfabe” ‘yi “al-faaaa-be” diye telaffuz ediyorlar. Bu yeni moda Araplaşma’nın bir parçası mıdır, bilmiyorum, ancak benim zamanımda “alfabe” der, “fa” hecesini uzatmazdık.
Geçenlerde biri “Sırpça hem Kiril, hem de Latin alfaaabesiyle konuşulur” demiş. Dayanamadım, “Alfabe ile konuşulmaz, yazılır” diye cevap yazdım.
Sadece acemi gezginlerde değil, kıdemli zenginlerde de bulunan başka bir sorun var sevgili arkadaşlar. Bunlar bir yere gidip, kameralarını çalıştırmakla gezi videosu çektiklerini düşünüyorlar. Bence gerekli ön araş₺ırmayı yapmıyor, gördüklerini yapısal, anlaşılır bir biçimde anlatamıyorlar.
“Ayyyyy, dostlarrrrrrrr, otelimize geldikkkkkkkk, Yani her şey çok güzellllll…. Ama, şey, yani, ayyy tokamı düşürdüm, karşıda bir bina var ama kilise mi anlamadımmmmmmm….. Acaba buranın adı ne kiiii?”
Yapma be ablacımmmmm :)
Off, konu dağılıyor ama yazmadan da duramadım. Yine bunlardan biri Belgrad’a gitmiş. Muhtemelen Sırp “Dragan” ‘lardan biri bunu kafaya almış, “Eğer ‘kırmızı’ belediye otobüslerine, ancak sadece ‘orta’ kapıdan binersen otobüs bedava oluyor” demiş. Bizim gezgin de bu bilgiyi başka yerlerde bulamazsınız diye bize satıyor. Garibim, kim bilir kırmızısı gelsin de bedava gidelim diye kaç otobüse binmedi. Daha da iyisi, eğer bir yakalasalardı, bilet almadı diye oyarlardı. Neyse…
Daha neler var.
Yine bir başkası “Belgrad’da olduğumu bilmesem, burası Avrupa diyeceğim” diyor. Okullarda coğrafya yerine ölü kefenleme öğretilince böyle oluyor. Bildiğiniz üzere Belgrad, Avrupanın göbeğinde bir şehirdir.
Bu gezginlerin çoğu kısıtlı bir bütçe ile seyahat ediyor. Adam Roma’ya kadar gidip, Vatikan Müzesi’ni gezmiyor, yada Champs-Élysées’de oturup, bir bardak şarap içmiyor. Singapur’a gidip, Marina Bay Sands’e, yada New York’a gidip, Empire State Building’e çıkmıyor. Endülüs'e gidip, Sevilla’yı, Granada’ya gidip Alhambra’yı görmüyor. Bunlar olmayınca da gidilen yerin bir tadı, çekilen videonun da bir anlamı kalmıyor. Sadece sokakları ve ucuz tekne turlarını görüyorsunuz.
Bir de hali vakti yerinde olanlar var ki, onlar bazen daha da komik oluyorlar. Bir tanesi Bakü’de “yerel” bir restoran tavsiye ediyor. “Otantik” Azerbaycan restoranında yedikleri “kruvasan” ve “avokadolu bilmemne”. Gel de gülme.
Bu “kruvasan” sözcüğüne de gıcık oluyorum. O “v” dünyada hiç bir dilde “croissant” ‘ın söylenişinde yok. Croissant bu arada Fransızca’da hilal demek. Osmanlı bayrağının üç hilalinden dolayı bu ismi almış. Aynı şekilde “pankek”, “donut”, “çöpstik” falan da sinirlerimi kaldırıyor.
Türkiyede Esenyurt Otel Ibis’de kalıyorum. Haramidere’den taksiye binmeye çalışıyorum. Bir taksi durdu, “Esenyurt Ibis” dedim. “Abi metrobüs ile iki durak, trafiğe bir girersek bir saatte gidemeyiz” dedi. “Emin misin o Ibis’in Esenyurt Ibis olduğuna? Başka bir Ibis olmasın?” diye bir kere daha sordum.
“Abi burada başka ‘ibiş’ otel yok” dedi.
İçimden güldüm tabii.
Bir de kahveciler var ki, onlara değinmezsem kurdeşen olurum.
Gerekli biçimde eğitilene kadar bu kahve konusunda Türkiye’de çok aşağılandım.
Geçenlerde Antalya'da Kahve Dünyası mı, Kahve Diyarı mı, Kahve Sarayı mı, öyle bir yere girdim. Sabah yeni kalkmışım, daha afyonum patlamamış. “Bir kahve lütfen” dedim. Adam bana öyle bir baktı ki, hani Maho Ağa köyden gelmiş, İstanbul’u yeni görmüş, canı bir kayfe çekmiş de bu dükkana girmiş gibi.
Alaycı bir gülüşle, şöyle tepeden, “Ne tür kahve istersiniz?” diye sordu, ama hala sırıtıyor.
Ne bileyim, kahve işte. Listeye baktım, “Americano” dedim, “Biraz sütle”.
“Americanoda süt olmaz” dedi.
Ne oluyor biraz süt koyunca? Günah yazılıp, cehenneme mi gidiyorsun?
“Babacım, olmaz diyorsan olmasın, ama benim için biraz koyamaz mısın?”
Cevap bile vermedi, kahveci kıza seslendi. Cümlede özne bile yok, “Bir americano ama süt istiyor…”
Kahveyi almak için gittim. Kız kapkara kahveyi uzattı. “Ablacım ben biraz süt istemiştim…” diye korka korka mırıldandım.
Kız şöyle bir la havle oldu, o da “Americanoda süt olmaz” dedi.
“Ben kasadaki beyefendiye şeyetmiştim, tamam koyarız dedi” falan diye geveledim.
Kız “O zaman süt için ekstra ücret ödemeniz gerekecek” dedi.
Kıytırık bir kahve yüzünden polis çağıracak neredeyse. “Vereyim, ne kadarsa” dedim. Kasadaki adam “Tamam, önemli değil, bir parça süt koy” dedi de kahvemi sonunda alabildim.
Türkiye seyahatim boyunca tövbe billah, bir daha “kahve” istemedim. Siparişimi hep “Bir americano, biliyorum americanoda süt olmaz ama benim için biraz koyabilir misiniz?” şeklinde verdim.
Siz Türkler bu kahve işine çok takıldınız, benden söylemesi.
İlkin, dünyanın her yerinde bir “kahve” sipariş ettiğinizde, özel bir kahve değil, orta boy geleneksel bir kahve istediğiniz anlaşılır. Genelde “Black or white?”, yada “Milk and sugar?” falan diye sorarlar. Kimse sizi americano mu, latte mi, macchiato mu, cappuccino mu, tarçın aromalı tingamatria mı falan diye sorguya çekmez.
Ne zaman ki özel bir kahve istersiniz, o zaman espresso, cappuccino, latte falan gibi kahvenizi kalifiye edersiniz.
![]() |
Kahve türleri - Doğru isimleriyle |
Her şey bir kenara, bu hıyarlığı yapan, hangi kahvenin ne olduğunu şeflerinden yada garson arkadaşlarından öğrenmiş az gelişmiş ülkenin çocukları, ukalalık yapmadan önce karşılarında bir müşteri olduğunu hatırlayıp, biraz kibar olsalar, bence çok daha iyi olacak.
İtalya’da espressoyu rakı ile karıştırırlar sevgili arkadaşlar. Ciddi söylüyorum. Espressoya, sambuka isimli, anasondan yapılma, rakı ile tamamen aynı tatta bir içki eklerler. Buna “caffè corretto”, yani “doğru kahve” derler.
Girdi mi şimdi o üç kahve ismi ezberledi diye adam olduğunu zanneden kenar mahalle kızına?
Adam espressoya rakı katıyor, ben americanoya süt koymuşum, çok mu?
Altmış yıl Nescafe’den başka kahve içmemiş memlekete gerçek kahve gelince böyle oluyor işte.
Anladınız her halde. İşte tam bu yüzden başka bol bol gezi videosu varken, bu gezimizi sizlere bir de kendi kalemimden anlatmak istedim.
Çok mu iddalı oldu? Belki. Ama idda olmadan, başarı da gelmez. Ben yazayım da, zırvaladığımda - ki sıkça zırvalarım, siz de bana gülün.
Bir de yazının büyüsüne hala inanıyorum sevgili arkadaşlar. Biliyorum, çoğunluk bırakın okumayı, on beş dakikadan uzun videoları izlemiyor bile, yada x2’ye alıp, çabukça bitiriyor. Ancak ben hala okumanın değerini anlayanlar olduğunu düşünüyor, hatta biraz da biliyorum. Bu blog altmış bin kez okunmuş. Yani hala umut var sizin anlayacağınız.
Devam edeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder