11 Ocak 2023 Çarşamba

Şarkılar Ne Söylüyor?

Sevgili arkadaşlar, şarkı çevirilerini bu blog'dan ayırıp, yeni bir blog'a taşıdım.

Buradaki gezi, güncel, tarih gibi konuların okurları ile şarkı sözleri ve çevirilerinin okurları hayli farklı. Bu ayrımın başka bir nedeni de şarkıları genre ve söyleyenler olarak tag’leyebilmek. Eğer bu tag’leri bu blog’da uygulasaydım, yüzlerce yeni grup ismi tag’leri okunmaz hale getirecekti.

Şarkı çevirilerinin bulunduğu yeni blog’un ismi:

Şarkılar Ne Söylüyor

Adresi de şöyle:


Sevgi ile kalın❤️

7 Ocak 2023 Cumartesi

Fondue

Sevgili arkadaşlar, genelde bizim buralarda Fondue'yü Moitié-moitié, yani yarım-yarım yaparlar. Peynirin yarısı Gruyère, diğer yarısı Vacherin'dır. Aslında her kantonda peynir türü değişir ama Moitié-moitié en genelidir dersek yanılmış olmayız.

Bugün ise ilginç bir fondü hazırladık, Fondue à la Tête de Moine. İlk defa deneyeceğim ama Tête de Moine kötü olamaz. Şarapla kilolarca tüketmişliğim vardır.

Şarabımız ise normalde fondue ile beyaz şarap tüketilse de, benim yüzümden bir kırmızı Côtes du Rhône.

Hafta sonunuz gizel olsun 😍❤️😋🍷



28 Aralık 2022 Çarşamba

Kokteyl Pasaport

Sevgili arkadaşlar, son bir kaç gündür yine ulvi memleket meselelerine daldım.

O kadar sinsi, o kadar bağımlı bir şey ki bu, farkında olmadan hop kendinizi ta dibinde buluyor, beş kuruşluk beyinleri olmayan dingillerle kavgaya tutuşuyorsunuz.

Kiminin yaşı başı var, bir ayağı çukurda, hadi kalbini kırmayayım diyorsunuz, tepenize çıkıyor. Kimi genç, hadi büyüyünce anlar diyorsunuz, anaa bu benden korktu deyip, tepeden konuşmaya başlıyor. Ancak çoğunluğu süzme salak ve birinci sınıf ukala. Kendidinin bile tam anlamadığı süslü terminolojileri atıyor ortalığa, konuyla ilgili, ilgisiz, bildiğini düşündüğü üç beş şeyi kafanıza kakıyor. Ne dinlemeye, ne anlamaya, ne de düşünüp, tartışmaya niyetleri var. Sadece konuşuyorlar.

İşte o yüzden biraz time-out aldım. Biliyorum, sinirlerim biraz restore olunca yine kendimi tutamayıp, siyaset sahnesine döneceğim ama bir süre için yeşil sahalardan uzaklaşıyorum.

Son günlerde bol bol Türk Youtuber gezginleri izliyorum. Hepsine de gerçekten sempati duyuyorum. Sokaklarda bileklik satarak, kaldıkları ucuz hostellerde çalışarak, gezilerini sürdürecek parayı temin ediyorlar.

Bir de öyle yerlere gidiyorlar ki, çoğumuzun gitmeye kıçı yemez. Irak'tan Ermenistan'a, Kolombiya'dan İrana, Bangladeş'ten, Meksika'ya, Afrika'nın derinliklerine, Orta Asya'nın steplerine, Chichen Itza'dan Orhun Yazıtlarına, dünya kazan, onlar kepçe geziyorlar.

Öyle çok okuyup, planlı bir biçimde de gezmiyorlar. Akıllarına ne gelirse.

Dil bakımından da çok kötüler.

Bir tanesi yakın zamanda Fas'taydı. Oralara gidenleriniz bilir, Fransızca'yı Fransızlardan daha çok severler, sular seller gibi, gerçekten çok iyi konuşurlar. Bizimki, Marakeş'te bir satıcıya kırık dökük bir İngilizce'yle bir şeyler sordu. Adam da buna Franzıca cevap verdi. Bu satıcıya dönüp, "I don't speak Arab(ic)" diye bağrındı.

Başka bir kez Moldova'da, pazarda geziyor bunlardan biri. O kaç para, bu kaç para diye soruyor, sonra da teşekkür etmek için "Spasiba" deyip ayrılıyor. "Spasiba" Rusça'da teşekkür ederim demek, ama onu da yanlış, "Spasiva" diye telaffuz ediyor. Alt yazıya da "Spasiva" diye yazmış, ben uydurmuyorum yani.

Neyse, bizimki satıcıları bir iki kez "spasiVa" 'ladı, sonra da "Moldova da böyle teşekkür edilir" dedi. Halbuki Moldova'da Rumence konuşurlar. Rumence'de de teşekkür ederim "mulțumesc" demek, o tuhaf 't' 'yi de 'ts' gibi okursunuz. Rumence öğrendiğim ilk sözcük.

Her eski Sovyet ülkede olduğu gibi, özellikle yaşlılar yada Stalin'in taşıdığı Rus asıllı nüfus belli derecelerde Rusça konuşurlar. Bizimki ise Moldovyaca konuşuyorum zannedip, Rusça "spasiVa" diyor, pazarcı babuşkalar da "Garibim Rumence bilmiyor, sadece Rusça konuşuyor" diye onu idare edip, hatta Rusça "pajaulsta" diye cevap veriyorlar.

Bu gezginlerin arasında kızlar da var. Kız başlarına her yere girip çıkıyorlar. Aferin onlara.

Ancak içlerinde Berkoo isimli bir tanesi var ki, en çok onu seviyorum. Geçen Sri Lanka'da, Youtube'dan kazandığı para ile fakirlerin gittiği bir okulun tüm çocuklarına defter, kalem, çanta, vesaire aldı. Candan, içten, çok iyi biri.

Ancak bu videoları izlerken, beni çok rahtsız eden, doğrusunu söylemek gerekirse olmasını beklediğim bir şeyle karşılaştım.

Türk pasaportu ile gezmek gitgide zorlaşıyor sevgili arkadaşlar.

Bu gözü kara gezginleri vize gerekmeyen ülkelere bile almayabiliyor, saatlerce sorguluyor, bazen de uçağa bile bindirmiyorlar.

Bunun sebepleri hepimizce malum. Tek tek detaylara girip, başınızı ağrıtmayayım. Ancak 2015 yılları civarı eğer AKP bir yasayı değiştirseydi, şu anda bütün Şengen ülkelerine vizesiz girebiliyor olacaktık. Yaşadığım yer bakımından, şans yüzüme güldü, şu dünyada vize derdim yok, ama ülke, özellikle de gençler dünyadan kopuk, bir çok fırsatı kaybediyor, hak etmedikleri davranışlarla karşılaşıyorlar.

Türk pasaportlarına çıkarılan bu zorluklar ne yazık ki daha da artacak. Kamyon kamyon göçmeni şehirlere salındığı bir ülkenin vatandaşları için elbet dünyanın gerisi daha dikkatli olacak.

O yüzden tavsiyem, eğer gezi planlarınız varsa, derhal onları işleme koyun.

Bizim ailenin pasaport durumları biraz karışık. 🐝Mezzy🐝'nin Sırp vatandaşı olsa da Sırp pasaportu, Jelena'nın da Türk vatandaşı olmasına rağmen Türk pasaportu yok. Ben Sırp vatandaşı değilim. Tek ortak noktamız, üçümüzün de İsviçre pasaportumuz olması. Bütün bunların ışığı altına Avrupa dışında bir yere giderken kaçınılmaz olarak oturup, e=mc2 hesaplarına başlarız, kim nereye hangi pasaport ile girsin şeklinde.

Örneğin orta vadede bir Orta Doğu gezisi planlıyoruz. Ürdün Türk vatandaşlarına vize istemiyor ama İsviçre ve Sırp pasaportları için vize gerekiyor. Jelena'nın Türk pasaportu yok. Bir vize almak atla deve değil, havaalanında hemen vizesini alabiliyor. Ama vize o kadar pahalı ki, onun yerine Türk pasaportu çıkarması daha ucuza geliyor.

Yine bir Küba gezimiz var ve aynı şekilde bir Küba turist kartı, 🐝Mezzy🐝 için bir Sırp pasaportu çıkartmaktan daha pahalı. Bu arada söylemiş olayım sevgili arkadaşlar, Sırp pasaportu Küba, Rusya, Çin gibi komünist ülkelerde bir numara. Ellerini, kollarını sallaya sallaya girebiliyorlar bu ülkelere. Ben "on altı" günlük bir Rusya e-vizesi için 140 dolar vermek zorundayım. Bizim hayatımızı çok değiştirmiyor ama Sırp pasaportu Şengen ülkelerine de vize gerektirmiyor. Hiç fena bir pasaport değil sizin anlayacağınız.

Sırp pasaportunu bir de herhangi bir Avrupa pasaportuyla birleştirir, kokteyle bir de bir Türk pasaportu katarsanız, sonuç mükemmel oluyor.

Bizim kızlar dünya üzerindeki 195 tartışmasız ülkenin 161'ine, her hangi bir onay, teyit vesaire gerekmeksizin, akıllarına estiği zaman gidebiliyorlar. Önceden vize yada benzeri bir onay almaları gereken sadece 34 ülke var, bunların 14'üne de hiç konsolosluğa falan gitmeden, sadece Internet üzerinden başvurabiliyorlar. Geri kalan yirmi ülke de Afganistan, Yemen, Cezayir, Libya, Nijerya gibi yerler zaten.

Bu rakamlar, Hong Kong, Taiwan, KKTC, Kosova, Kırım, Karayipler, Filistin gibi herkesin tanımadığı yada başka ülkelerin hükümranlığı içinde kalmış özerk bölgeler eklenince, çok daha iyileşiyor.

Benim skorum bir az daha aşağıda. Küba, Rusya ve Çin için vize almam gerekiyor, Çin için üstelik black-on-white, konsolosluk vizesi… Bir de Surinam var. Anlamadığım bir sebepten ötürü, Surinam İsviçre ve Türk vatandaşları için e-vize isterken, Sırplardan vize mize istemiyor.

Yukardaki tartışma, şu her yıl geleneksel olarak konuşulan "En kuvvetli pasaport hangisi" sorusunu da cevaplıyor. En kuvvetli pasaport, birden fazla ancak EU gibi aynı birliğe ait olmayan ülkelerden alınmış pasaport kokteyli sevgili arkadaşlar.

Yeri gelmişken, en kuvvetli pasaport Japon pasaportu gibi klişelere de çok takılmayın. Sadece Kongo-Bongo, Singapur pasaportuna normal vize yerine visa on arrival istediğinde, pasaport üç sıra birden yukarı fırlıyor. Yani çok afaki bir sıralama bu. En kuvvetli pasaport aslen bir Avrupa pasaportu sevgili arkadaşlar. Sizlere otuz ülkede bırakın vizesiz girişi, sınırsız oturma ve çalışma olanağı sağlıyor.

Bunları nereden mi biliyorum?

Yukarda söz ettiğim, nereye hangi pasaportla gidelim hesaplarını kolaylaştırmak için bir Excel spreadsheet hazırladım, oradan biliyorum.

Yine aynı spreadsheet'ten, Türk pasaportu ile aklınıza estiği an 104 ülkeye gidebilirsiniz. İlginizi çekerse daha detaylı önerilerde bulunabilirim ama önce Balkanlar, sonra bir güneydoğu Asya, kapanışta da bir Orta Asya turu mükemmel olur.

Balkanlar'da Bosna, Karadağ, Makedonya, Arnavutluk ve Kosova, hatta isterseniz Moldova, Güneydoğu Asya'da Tayland, Singapur, Hong Kong, Malezya, Endonezya, Vietnam (dikkat bu vize istiyor), Kamboçya, Orta Asya'da da Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan (bu da vize istiyor), Özbekistan ve Kazakistan. Bu sonuncusunu Kazakistan hariç ben de yapmadım, ve nasıl istiyorum, anlatamam. Bu geziyi bir de Doğu ekspressi ile başlatır, Erzurum, Kars, oradan Gürcistana, Batum ve Tiflise, oradan da Bakü'ye uzatarak mükemmel bir hale getirebilirsiniz.

Gezelim arkadaşlar, hayat kısa, dünya büyük.

Sevgi ile kalın ❤️

20 Aralık 2022 Salı

Roka

Sevgili arkadaşlar, İzmir bence Türkiye’nin en güzel kentidir.

Ancak Orada yaşamanın bazı ‘“trick” ‘leri vardır.

Öncelikle lokal dili konuşmanız gerekir, mesela çiğdem, gevrek, tomat, tantan şeklinde.

Sonra -yorum, -yorsun gibi ekler - yom, -yon şekline dönüşür. E.g. Geliyom, gidiyon, yapıyon…

Ancak en zoru roka (yada rokola, veya İngilizcesiyle rocket) otudur.

İzmirliler bu otu kahvaltıdan, akşam yemeği üstüne tatlılara kadar her yerde kullanırlar.

İzmirden ayrılalı otuz seneye yaklaşıyor ama rokola beni buralarda da buldu.

İtalyan mutfağının medeniyete en önemli katkısı Carpaccio dedikleri çiği et yemeğidir sevgili arkadaşlar. Carpaccio da yüzde doksan rokola ile servis edilir.

Normalde dört senelik İzmir travmamdan sonra Carpaccio’mu rokola ile yememeye çalışırım ancak Jelena Türk bakkalından bir torba almış. Mukadderat, böyle Izmir usulü Carpaccio “yiyiyoz” 😁

Akşamınız güzel olsun ❤️😍😋



23 Kasım 2022 Çarşamba

Edinburgh - Bir Peri Masalı

Edinburgh Haymarket, yani Samanpazarı istasyonundan çıkıp, otelimize doğru yürürken kendimi bir şehirde değil Disneyland’de zannettim. Gerçekten de kent bir peri masalı dekoru gibiydi. Neredeyse ortaçağdan kalma güzelim simsiyah taş binalar, merkezde bir tepe üzerine kurulmuş masalsı bir kale, devasa kulesiyle gotik bir kilise ve geri kalan her yer ağacıyla, çimeniyle yemyeşil.

Böyle yerden tabii ki Harry Potter çıkar
Ağızım bir karış açık, şehri seyrederken Jelena'ya dönüp "Şuraya baksana, böyle bir yerden tabii ki Harry Potter çıkar" dedim, sonrasında eklemeden de duramadım "Manchester gibi bir yerden de komünizm…" 😜

Edinburgh’ya geldiğimiz andan itibaren yağmur hiç durmamıştı. Öğle sağnak, fırtına falan şeklimde değil, orta şiddette ama düzenli ve tutarlı, insanın içine işlercesine yağan inatçı bir yağmur. Sokaktaki insanlar bu yağmura tamamen kayıtsızdılar. Sanki bu yağmur yokmuş gibi hayatlarını sürdürüyorlardı. Anlaşılan o kadar alışmışlardı ki, yağmur, onlar için şeffaf bir hale gelmişti. 

Yağmur, İskoçya'da hayatın o kadar ayrılmaz bir parçasıydı ki, kaldığımız otelde bir şemsiye kiralama makinesi bile vardı. Kredi kartınızı bipletip, iki pound'a bir günlüğüne şemsiye kiralayabiliyordunuz.

Check-in'den sonra hemen bir şeyler atıştırıp, Edinburgh'nun en görülesi yeri olan Royal Mile bölgesine doğru yürümeye başladık. Burası, şehrin merkezindeki kale ve oradan aşağı, etrafı pub ve mağazalarla dolu bir cadde.

The Royal Mile'a ulaşmamız on beş dakika falan almıştı ama arada bir Uber almamıza rağmen, İskoç yağmuru üçümüzü de sırılsıklam etmişti. Bunun da en güzel ilacı, İskoçya'dayken, İskoçlar'ın yaptığını yapmak, yani birer bardak Scotch içmekti!

Yağmur!
Royal Mile'ın üzerinde ilk gördüğümüz pub'a daldık. Mükemmel bir yer. Sizlere Birleşik Krallık'daki pub'lara deli olduğumu daha önce söylemiş miydim?

Bir viski söylemek için menüye baktık, ama viski bölümü tam iki sayfa! Kokulu, karamelli, çiçekli, böcekli, yukarılardan, aşağılardan, vs. diye bölümlere ayrılmış.

Biraz şaşırmıştım. Öyle viski içen biri değilimdir ama single malt, blended (harman) falan diye bir gruplama bekliyordum açıkçası. Yine beni şaşırtan başka bir şey, menüdeki bazı harmanların, maltlardan daha pahalı olmasıydı. Malumunuz single malt viski, harmanlara göre duty-free'de falan çok daha pahlıdır.

Jelena bara gidip, "Sadece viski istiyorum diyen birine ne veriyorsan, bize ondan iki tane ver" dedi. İster inanın, ister inanmayın, bardaki arkadaş bize birer bardak, bildiğiniz Johnnie Walker verdi. Johnnie Walker, viskinin ana vatanında en çok içilen markaymış! Hattızatında Edinburgh'da Johnnie Walker isimli bir cadde bile var!

İskoçya'dayken İskoçlar'ın Yaptığını Yapmak
Johnnie Walker blended, yani harman bir viski. Ama hor görmeyin, bazı varyantları menüdeki en pahalı viskilerden.

Çok başınızı ağrıtmadan, zaten bu konuda çok derin bir bilgim de yok, sizlere viski tiplerini kısaca anlatayım.

Viski, arpa, buğday gibi tahılları önce fermente edip, yani mayalandırıp, başka bir deyişle tahılın içindeki şekeri alkole çevirip, bu karışımı damıtarak, yani karışımı kaynatarak içindeki suyu buharlaştırıp, kalan alkolü topladıktan sonra, fıçılarda bekleterek yapılan bir içki türü. Tahılı doğrudan mayalandırarak yaparsanız bu viskiye straight, yani düz, tahılı mayalandırmadan önce suya basıp filizlendirir, sonrada kurutursanız bu viskiye de malt viski derler.

Malt viski sadece bir tek viskicinin ürettiği aynı tahıl maltından yapılmışsa ismi Single Malt, aynı fıçıdan geliyorsa da ismi Single Barrel Viski olur. Viski sadece fıçıda yıllanır. Şarabın aksine, fıçıda yada şişede fermantasyon devem etmez, sadece fıçıdayken tahtanın kokusunu, rengini falan alır. Şişede ise camdan herhangi bir renk, tad, vesaire alamayacağı için hiç bir değişikliğe uğramaz - şişede viski saklayıp, yıllandıracağını düşünenlere söylemeyin!

Harman viskiler malt ve/veya straight viskilerin, bazen farklı yıllardan karıştırılmasıyla yapılır. Sadece malt viskiler karıştırılırsa buna Blended Malt derler.

İşin aslı bildiğimiz viskilerin çoğu, örneğin daha önce de söylediğimiz üzere Johnnie Walker, Chivas Regal, Ballantine's, J&B falan hep harman viskilerdir. Bu viskilerin tadı hangi yıl yapılırsa yapılsın hep aynıdır, çünkü harmanlama sayesinde üreticiler tutarlı bir tatta viski yapabilirler.

Amerikada yapılan viskiye Burbon derler. Viski bu ikisinden başka bir çok ülkede üretilir.

Yani yukarda da söylediğim üzere bu viski işi öyle karışıktır ki arkadaşlar, içine bir girersek, bir daha çıkamayız. Her ülkede nasıl yapıldığına, içine ne konduğuna, hangi tür fıçılarda ne kadar yıllandığına göre nasıl sınıflandırılcağı, yani etikete ne yazabileceğinize dair farklı kurallar vardır. Önerim burada bırakmamız. Hatta viski yerine şarap içmeniz. Böylece hem daha lezzetli, hem de göreceli olarak daha sağlıklı bir alkol tüketmiş olursunuz.

Ben de, die hard bir şarapçı olarak, şarabı her daim viskiye tercih edeceğimi söylemiş olayım, ancak İskoçya'nın havasından mıdır, suyumdan mıdır, içtiğim o bir bardak Johnnie Walker'dan acayip zevk aldım.

O akşam çok zorlamadan otele döndük. 🐝Mezzy🐝 ile Jelena duş alırken ben çoktan uyumuştum.

Yıl 2004 sevgiki arkadaşlar. İkinci bekarlığımın tadını çıkardığım dönemler. Çok sevdiğim bir arkadaşım ile kendimize bir Brezilya tatili planladık. Aşılarımızı falan olup, uçuş gününde Zürih havaalanında buluştuk. Son anda kitapçıdan bir kitabı sadece Ingilizce olduğu ve best seller bölümünde olduğu için pek de ismine, yazarına falan dikkat etmeden aldım. İsviçre'de İngilizce kitap bulmak biraz eziyetlidir, o yüzden çok bakınmadım, sadece okumak için bir kenarda dursun diye aldım.

Rio'ya uçağımız o zamanki Brezilya'nın ulusal hava yolları Varig'in bir DC-10'uydu. DC-10 benim çocukluğumun uçağıdır. O günlerde en azından otuz yaşında bir uçaktı. Her tarafı dökülüyordu. Tepsim, sıkıştırdığım bir kağıtla düşmeden bir süre idare ediyor, sonradan sarsıntıdan kağıt sıkıştırdığım yerden çıkıyor, tepsi de çat diye kucağıma düşüyordu. Uyumak imkansızdı. Işık çalışmadığı için kitap da okuyamıyordum. Bütün uçuşu, uçmaktan korkup, kendini şampanyaya vuran bir Brezilyalı ile galley dedikleri mutfakta içerek geçirdim. İndiğimizde pratik olarak sarhoştum!

Rio'da çok yoğun iki gün geçirdik, otele döndüğümüzde sadece uyuyabilmiştik. Böylece havaalanında aldığım kitaba dokunamamıştım.

Sonra Amazonlar'a geçtik. Manaus'tan altmış kilometre falan uzaklıkta bir Amazon köyünde kalıyorduk. Bırakın elektriği, köye gitmek için yol bile yoktu. Tek ulaşım nehirden bir tekneyle yapılıyordu. Odalarda ise bildiğiniz bir araba aküsü, uyduruk bir lambayı yakabiliyordu, hepsi o.

Bir Amazon Köyünde Kalıyorduk
Sinekler yüzünden uyuyamadığım bir anda aklıma havaalanında satın aldığım o kitap geldi. Aldım elime ve o araba aküsü ile zar zor yanan ampülün ışığında okumaya başladım. Kitap öyle bir sardı ki, elimden bırakamıyordum. Sonrasında akü bitti, ben de odaya bıraktıkları mumu yakıp, patio'daki hamakta okumaya devam ettim. Geçmiş zaman, tam hatırlamıyorum, ama ya o akşam sabaha karşı, yada ertesi akşam kitabı bitirmiştim.

Okumayı seven biriyimdir ama çok az kitap böyle beni, benden almıştı.

Kitabın ismi The Da Vinci Code'du. Dan Brown yazmıştı. Sonradan filmini falan yaptılar, Tom Hanks başrolünü oynadı, bilirsiniz. Kitabın da, filmin de kilit sahnesi Edinburgh yakınlarımda Rosslyn Chapel isimli bir kilisede geçer. Burada başroldeki kız, Mary Magdelene'in soyundan geldiğini öğrenir.

Mary Magdelene'i bilir misiniz, bilmiyorum, tövbe etmiş bir fahişedir. Bir çok kişi onun Hz. İsa ile birlikte olduğuna inanır. Dan Brown'ın kitabına göre Mary Magdelene ve dolayısıyla Hz. İsa'nın çocukları olmuş, bunların da korunması görevi Tapınak Şövalyeleri'ne verilmişti.

Tapınak Şövalyeleri'nin bir de herkesin paşinde oldukları bir hazineleri vardır.

İdda odur ki, Tapınak Şövalyeleri, Kudüs'deki Hz. Süleyman Tapınağı’ndan topladıkları değerli parçaları, kendileri için Fransa'da yakalama emri çıktıktan sonra İskoçya'ya kaçırmışlardır. Tapınak Şövalyeleri dağılsa da, onların soyundan gelenler varlıklarını sürdürmüş, ve hazine bunlardan biri olan William Sinclair'in yaptırdığı bu kilisenin bir yerinde saklanmıştır.

Rosslyn Chapel Tapınak Şövalyeleri ile birlikte Masonlar'la da ilişkilendirilir, çünkü ileride de değineceğiz, kilise, bir taş oyma sanatı harikasıdır. Aynı zamanda ciddi miktarda insan, Masonlar'ın, Tapınak Şövalyeleri'nin devamı olduklarına inanır. Eğer öyleyse, Masonlar'ın, Hz. Süleyman'ın hazinelerini sakladığını düşünmek de mantıksız olmayacaktır.

Sonuç olarak bir ile biri toplarsak, Rosslyn Chapel'ın niçin bütün aklıevvell define avcılarının çekim noktası haline geldiğini daha iyi anlarız.

Hazinenin ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir. İnsanlar bunun Kutsal Kase'den, Hz. İsa'nın kalıntılarına kadar çok farklı şeyleri içerdiğine inanırlar.

Rosslyn Chapel'ın bir yerinde bu hazinenin saklı olduğuna inananlar işi öyle ileri götürmüşlerdir ki kazma-küreğini kapan bir çok define avcısı, kilisenin etrafını kazmaya başlamış, bina çökme tehlikesi geçirmiştir.

Bu söylentiler gerçek mi derseniz…

Bir kere içeriğini bilmediğimiz bir hazineyi nerede, nasıl ararız, bu başlı başına bir sorun. Bana sorarsanız, inançlı hiç bir Hristiyan'ın, bırakın Hz. İsa'nın kalıntılarını, kutsal kaseyi bile sarıp, sarmalayıp, toprağa gömeceğini düşünmüyorum. Eğer hazinede Ark of the Covenant varsa, ki bunun zaten kendisi kutsal sayılan koca bir sandık, gömersen, çürür, gider.

İşin aslı, eğer bir hazine varsa, bu altın, elmas gibi kıymetli taşlardan oluşuyordur. Tapınak Şövalyeleri büyük miktarda paraya sahiptiler ve bu paranın büyük bir bölümü bugüne kadar bulunamadı.

Rosslyn Chapel, Edinburgh'ya Bir Saat Uzaklıkta
Kişisel görüşüm, böylesine değerli bir hazineyi toprağa gömmenin saçma olduğu şeklindedir. Bir yerde kullanmadıktan sonra yüz yıllar boyunca bu hazine niye saklansın? Eminim ki şövalyeliklerinden çok girişimcilikleriyle ünlü Tapınak Şövalyeleri bu para ile kendilerine bir ülke almışlardır.

Zaten tarihçiler ve kilisenin sahipleri büyük bir kararlılıkla, Rosslyn Chapel'ın Tapınak Şövalyeleri yada Masonlar'la herhangi bir bağlantısı olmadığını söylüyorlar. Hoş, herhangi bir bağlantısı olsaydı da yine böyle diyeceklerdi, neyse…

Rosslyn Chappel hakkında bilmediğimiz şeylerii zaten bilmiyoruz, biz bildiklerimize bakalım.

Rosslyn Chapel, Edinburgh'ya bir saat falan uzaklıkta, şehir dışında, Roslin (yazım hatası yapmıyorum) isimli bir köyde bulunuyor. İskoç köyleri çok güzel ama Roslin daha da bir güzel. Kilise ise şimdiye kadar gördüğüm en güzel, aynı zamanda da en farklı kiliselerden biri.

Kilisenin Dışı Eski Ama Göze Hoş Görünen Taşlarla Yapılmış
Kilisenin dışı eski ama acayip göze hoş görünen taşlarla yapılmış. Ancak Rosslyn Chapel'ı ilginç kılan içi. Bütün duvarlar, tavan ve sütunlar taş oyma desenlerle kaplı. Hayatımda ilk kez görüyordum böylesini.

Apprentice Pillar isimli bir sütun var, görseniz inanamazsınız, o kadar güzel süslenmiş. Rivayete göre, ki adından da anlaşılabileceği üzere, bunu çırak bir duvarcı yapmış. Ustası bunu görünce öyle kıskanmış ki, çat diye çırağını öldürmüş.

Bir de yeşil adam figürleri var. Bunlar hep pagan sembolleri. Bütün diğer kiliselerde Hz. İsa'nın çarmıhtaki hali, Meryem Ana gibi Hristiyan figürleri bulunurken, bu kilisede pagan figürleri bulunması hayli ilginç.

Alt kattaki crypt dedikleri gizli bölmeyi de ziyaret edebilirsiniz. Filmde Sophie ve Robert'ın burada bir sahneleri var.

Oldukça üzücü, içerde fotoğraf çekmek yasak. Yoksa o güzelim oyma taştan yapılma figürleri size gösterebilirdim. Yine de Internet üzerinde bol bol resimleri var. İlginizi çekerse bir gugıllayın derim.

Çok fazla başınızı ağrıtmayayım, Rosslyn Chapel'ı ziyaret etmek için bir Dan Brown fan'i, yada bir movie buff olmanıza gerek yok. O kadar güzel bir yer ki, sadece görmek için bile gidilebilir.

Harry Potter Müze Ve Mağazası
Edinburgh'da görülecek çok şey var sevgili arkadaşlar. 

Edinburgh, Harry Potter'in doğum yeridir. Bu arada full disclosure bakımından, Amerika'ya uçarken ilk beş dakikasını izleyip, sonrasında uyuya kaldığım uçak yolcululuğunu saymazsanız, Harry Potter'ın hiç bir filmini görmedim. Aynısı Lord of the Rings ve Game of Thrones için de geçerli. Ama izlememiş olsam da, Harry Potter, Harry Potter işte.

Harry Potter'in yaratıcısı Joanne, yani J. K. Rowling, serinin büyük bir bölümünü Edinburg'da, The Elephant House isimli bir cafe'de, kahve içip, kek yerken yazmış.

Victoria Street
J. K. Rowling'in ilginç bir öyküsü var sevgili arkadaşlar. Sosyal yardım alarak yaşadığı fare dolu bir apartman dairesinden başlayıp, dünyanın en çok kazanan yazarı olmuş. Bir Portekizli ile evlenmiş, ondan bir çocuk yapmış. Ancak adam bunu her akşam dövüyormuş. Sonra boşanıp, yeniden evlenmiş, iki çocuk daha yapmış. Şimdi mutlu…

The Elephant house ciddi bir yangın geçirmiş, o yüzden biz oradayken kapalıydı. Sadece kapısının önünde bir resim çekebildik. Ancak Harry Potter nostaljisi yapmak için Victoria Street üzerinde bir Harry Potter mekanı var. Çok isterseniz, kırk pound verip, bir dal parçası alabilirsiniz.

Edinburgh Kalesi
Oraya kadar gitmişken Victoria Street’in tadını çıkarmanızı şiddetle öneririm. Siyaha yakın taşlardan yapılmış klasik Edinburgh binalarının altında kırmızıdan mora rengarenk giriş katlarını ekleyin, cihanda görebileceğiniz en hoş caddelerden birini bulursunuz.

Victoria Street'ten yukarı çıktığınızda karşınıza muazzam güzellikteki Edinburgh Kalesi çıkıyor. Kaleler dışardan güzeldir, ama içine girdiğinizde sadece taş duvar görürsünüz. Biz son zamanlarda kaleleri içerden gezmiyoruz. Hoş Edinburgh Kalesi'ni istesek de gezemezdik, biz geldiğimizde zaten kapanmıştı.

The Royal Mile caddesi, kaleden denize doğru uzanıyor. Kaleden çıkar çıkmaz karşınıza St Columba kilisesi çıkıyor. Muazzam yüksek bir kulesi var. İşin aslı bu kule Edinburgh'nun en yüksek noktası.

The Royal Mile peri masallarından fırlamış bir cadde. Her insan ölmeden önce burayı görmeli. Cadde boyunca başta St Giles katedrali, sağımızda solunuzda mağazalar, sokak çalgıcıları, pub'lar, mağazalar, aklınıza ne gelirse var. Cadde üzerinde kilt giymiş, gayda çalan tipik bir İskoç'u uzun uzun dinledik.

The Royal Mile
Edinburgh'da kaç pub'a girip, kaç bardak şarap ve viski içtik, bilmiyorum. Rötar yapıp, bizi havaalanında saatlerce diken uçağımız, bu gezimizde yolunda gitmeyen tek şeydi. Onun dışında gerçekten güzel vakit geçirdik.

Edinburgh'da kaç pub'a gittik, bilmiyorum.
Edinburgh, Avrupa'da gördüğüm en güzel kentlerden biri. Yolunuz düşerse demiyorum, yolunuzu düşürün ve mutlaka görün.

Sevgi ile kalın ❤️

12 Kasım 2022 Cumartesi

Liverpool - She Loves You

Manchester havaalanında pasaport kontrolü esnasında polis "Sadece Manchester'da mı kalacaksınız, yoksa gezme var mı?" diye sordu. "Geziyoruz" dedik. "Önce Liverpool, oradan da Edinburgh". Polis güldü "Kesin futbol fanlarısınız" dedi. Anama küfür edilmiş gibi oldum. "Absolutely not" dedim. Yani tam adamını buldun, oturup, Man-U, City, Liverpool falan geyiği yapacak.

Bilmiyor tabii bundan kırk yıl önce futbol ile olan tüm bağlarımı bir Beşiktaş-Ankaragücü maçımda kopardığımı.

Beşiktaşlı bir arkadaşın peşine takılıp, gitmiştim maça. Tribünde yer açmak için önce Beşiktaşlı maymunlar bizi Ankaragücü tarafına doğru itmeye başladılar. Arada polis var tabii, biz polislere doğru gittikçe polisler bizi copluyorlardı. İki saat boyunca düzenli olarak cop, tekme, vesaire yedik.

Maç esnasında bu kez Ankaragüçlü maymunlar ellerine ne geçtiyse bize atmaya başladılar. Plastik su şişelerini dolu halde fırlatıyorlardı. Bunlardan korunmak kolay sayılırdı. Ceketinizi kafanızın üstünde yelken gibi açınca, doğrudan size isabet etseler bile, sekip, gidiyorlardı. Ancak ayran kutuları birer el bombası gibiydiler. Düştüklerinde patlıyorlardı ve tribünde bembeyaz boyalı bölgeler oluşuyordu. Üstüm başım ayran ve sudan sırılsıklam olmuştu. İtoğluitler bir de bozuk para atıyorlardı. Bu paralar bizi iten Beşiktaşlı maymunlara kadar yetişmiyordu ancak biz sınır bölgesinde kaldığımız için tam anlamıyla ateş altındaydık. Balistik ve yerçekimi yüzünden bu paralar özellikle insanın kafasına geldiğinde acayip can yakıyorlardı.

Maç bitti, biz de kendimizi stadın dışına attık. Bu kez dışarda bir arbede başladı. Ben gruptan ayrı kaldım. Cüzdanım ceketimin cebinde, ceketim de beraber gittiğim arkadaşta kalmıştı, o arkadaşın Beşiktaş bayrağı da bende. Bu kez bayrağı gören Ankaragüçlüler etrafımı sardılar ve beni evire çevire dövdüler.

Yerlerde yuvarladığım için olan biteni göremiyordum ama herhalde polis geliyor diye beni bırakıp kaçtılar.

Ayağa kalktım ve ilk iş Beşiktaş bayrağını fırlatıp, attım. Saatlerce ateş altında, aç, susuz maçı bekledikten sonra akşam sopamı yemenin huzuruyla eve doğru yola koyuldum. Cüzdanım olmadığından yapacak bir şey yok, tabana kuvvet, Ankara'yı bilenleriniz daha iyi takdir edecektir, Ulus'tan Gaziosmanpaşa'ya kadar yürüdüm.

Futbol kariyerim böylece daha başlamadan sonlanmıştı.

Sınır polisini hayal kırıklığına uğrattığımın farkındaydım ancak çok umrumda da değildi.

Liverpool'un bir ruhu var!
Liverpool'a Liverpool F.C. için değil, müziğin kitabını baştan aşağı yeniden yazmış bir grup için gidiyordum.

Bu grup The Beatles sevgili arkadaşlar!

Meraklı olanlarınız biliyordur, The Beatles Liverpool’dan gelmedir.

Grubun iki asından biri gitarist John Lennon'un babası gemiciydi. John'ın doğduğu gün dahil, çoğunlukla evde değil, denizdeydi. Ancak evini ihmal etmiyor, düzenli olarak para gönderiyordu. Ancak baba Lennon bir gün ortalıktan kayboldu ve altı ay sonra ortaya çıkıp, evine döndü. Heyhat, anne Lennon başka bir adamın çocuğuna hamileydi. John'a teyzesi sahip çıktı. Sonra baba Lennon, John'ı Yeni Zelanda'ya götürmek isteyince iş mahkemeye gitti, John önce babayı seçse de, son anda annesiyle kalmaya karar verdi. Ama en sonunda ihale yine teyzeye kaldı, ve John Teyzesi ile büyüdü.

Liverpool'un bir ruhu var!
Grubun aslarından ikincisi, basçı Paul McCartney'nin annesi bir hemşire, babası ise savaştan önce ticaret, sonrasında ise itfaiyecilikle iştigal etmekteydi. Savaş bittikten sonra anne ebe, baba ise yeniden tüccar olmuştu.

Hem John, hem de Paul'un kökenleri İrlanda'dır. Her ikisi de The Beatles'in şarkılarının ezici çoğunluğunu yazmış, ve söylemişlerdir.

Grubun ikinci gitaristi George Harrison'ın babası eskiden bir gemide çalışmış olsa da, otobüslerde biletçilik yapmaktadı. Anne Harrison ise bir mağazada tezgahtardı. Anne Harrison'ın kökenleri de İrlanda'daydı.

Grubun son üyesi Ringo Starr, yada gerçek ismiyle Richard Starkey'in ailesi, grubun gerisi kadar işçi ve emekçi bir geçmişten ziyade, biraz daha bohem bir hayat biçimine sahipti. Ringo tek çocuktu ve bu müzik dinleyip, dans etmeyi seven çift ile biraz daha el bebek, gül bebek büyümüştü.

John Lennon, 1957 yılında, on yedi yaşındayken Quarrymen, yani taş ocağı işçileri isimli bir grupta çalıyordu. Grup, Liverpool'ın dışında, hem de bayağı dışımda - gittiğim değil, gidemediğim için ne kadar uzakta olduğunu biliyorum, Woolton isimli bir semtin festivalinde çalmıştı. Ortak bir arkadaşları, Woolton'da bulunan St Peter's Church isimli kilisenin karşısındaki bir salonda Lennon ile McCartney'yi tanıştırdı.

St Peter's Church kilisesindeki mezarlıktaki mezar taşlarından biri Eleanor Rigby ismini, mezarda yatanın bir akrabası olarak gösterir. Yine aynı mezarlıkta başka bir mezar taşının üzerinde McKenzie ismi yazılmıştır. Paul ve John, kilisenin yanında, devamlı çaldıkları okula gitmek için bu mezarlığı kestirme olarak kullanırlarmış.

Herhalde The Beatles'ın unutulmaz şarkısı Eleanor Rigby'nin nereden geldiğini anladınız. İşin komiği, McCartney ısrarla şarkıyı yazarken bu mezarlıktan ilham almadığını, mezar taşlarının olsa olsa bilinç altından şarkının sözlerini etkilediğini söylemektedir, ancak haliyle buna pek de inanan yoktur.

Paul, arkadaşı George Harrison'ı gruba davet etmiş, John ise George'un gitarını beğenmiş olsa da çok genç olduğu nedeniyle gruba uyum sağlayacağına emin olamamıştır. Yine Paul'un ayarladığı ikinci bir okazyonda, George, bir belediye otobüsünün ikinci katında gitarı ile bir şov yapmış, ve sonrasında John onu gitarist olarak gruba almaya razı olmuştur.

The Quarrymen'in geri kalan müzisyenleri gruptan ayrılıp, kendi yollarına gittiklerinde, o aralar üçü de gitarist, John, Paul, George ve kalan basçıları, bir davulcu bulabildiklerinde orada burada çalmaya devam ediyorlardı.

Liverpool'dayız
Bu arada grubun ismi de evrilmeye başlamıştı. The Quarrymen önce Beatals, sonra da Silver Beatles olmuş, en sonunda ise kısaca The Beatles olarak kalmıştı.

O zamanki menejerleri sayılabilecek, aslen çakma bir organizatör gruba davulcu olarak Pete Best isimli bir müzisyeni yamamış, sonra da gruba Hamburg'da, kerhanenin tam ortasında, üç beş strip klübün birleşmesiyle genişlemiş bir mekanda çalmaları için bir iş ayrlamıştı.

Klübün sahibi bunların rakip başka bir klüpte de çaldığını öğrenince önce Alman otoritelerine yaşını büyük göstererek çalışma izni alan George'u ihbar etmiş, sonra da klüpte bir prezervatifi ateşe veren Paul ve Pete'i kundakçı olarak tutuklatmıştı. Almanlar bunların üçünü de ülkeden attılar.

Buradan sonra ikinci bir Almanya deneyimi dahil, grup biraz her telden, her dilden olmuştu. Basçıları da gidince Paul gitarı bırakıp, basa geçti.

Grup Liverpool'a döndüğünde, The Cavern Club isimli bir klüpte düzenli olarak çalmaya başladı.

The Cavern Club'ın Kapısındayız
The Cavern Club, kariyerine bir caz mekanı olarak başlamıştı, ancak sonradan günün modası Rock'n'Roll müziğine evrildi.

The Beatles bu klüpte günün modası, Elvis'ten, Little Richard'dan falan şarkıları çalıp, söylüyorlardı. Sayısı az olmakla birlikte, kendi tarzı şarkılarını da araya sıkıştırıyorlardı.

The Beatles bombası işte bu performansların birinde patladı sevgili arkadaşlar. Brian Epstein isimli lokal bir müzik otoritesi The Beatles'ı The Cavern Club'da dinledi, deli oldu.

Sonrasında grup Best'i yollayıp, yerine Ringo Starr'ı aldı ve The Beatles kısa bir süre içinde bugün bildiğimiz The Beatles'a evrildi.

The Cavern Club da, The Beatles sevenlerinin bir mabedi haline dönüştü.

The Cavern Club
GPS bizi The Cavern Club'a getirdiğinde Jelena bozuk bir ifade ile "Kapalı" dedi. Gerçekten de üzerinde mekanın isminin yazılı olduğu kapının üzerinde koca bir asma kilit vardı. Sevgili karım benim burayı ne kadar çok görmek istediğimi bildiğinden en az benim kadar üzülmüştü.

Ancak bu senaryoda yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. İsviçre'de, geziyi planlarken gördüğüm resimdeki kapı ile üzerinde kilit bulunan bu kapı birbirine benzemiyordu.

Biraz ilerleyince doğru girişi bulduk. The Cavern Club açıktı!

Kapının önünde gençten bir adam, ama sarhoş mu, uçmuş mu, anlamak zor, yıkılıyor.

"Gjjjjjoooooin innnnn?" diye sordu. "Yes" dedik. "İiiiiiiitzzzzzzz ghghghgreeeeeyt" dedi. "İçeri çocukla girebilir miyiz?" diye sordum, "Bbbbiiiiiiitııııılz izszsz aaaa ghghghgreeeeeyt beeeeenddddd" diye cevap gerdi. Kapıdaki 'bouncer' güldü, çocukla girebilirsiniz gibisinden başını salladı.

Bar Hopping
Merdivenlerden yerin yedi kat dibine indik, sonra da içeri girdik. Elli altı yaşımda öyle çığlıklar atıp, ağlamadım tabii, ama içim şöyle bir inip, kalktı. Sonuçta etiyle kemiğiyle The Cavern Club'daydım amk.

Söylediklerine göre dekoru The Beatles zamanlarıyla aynı tutmuşlar. Bir çocuk da akustik gitarıyla The Beatles'ın o günlerde çaldıkları şarkıları çalıyor. Bence o günlerin havasını çok güzel vermişler. Öyle Amerikalılar'ın Las Vegas'ta yaptıkları gibi bir Elvis kopyesini soytarı gibi giydirip, Wooden Heart söylerken kızların yanaklarını okşatmıyorlar.

The Cavern Club'da uzun sayılabilecek kadar kaldık, sonra da aynı cadde üzerindeki başka bir pub'a geçtik. Bar hopping malumunuz. Ben Birleşik Krallık'taki pub'ların delisi oldum sevgili arkadaşlar. Hem dekorları, hem müzikleri, hem de yiyecek ve içecekleri mükemmel ötesi.

Liverpool'daki kısa gezimizi sonlandırıp, Manchester'a dönmek üzere trenimize bindik.

Liverpool bence ruhu olan bir şehir sevgili arkadaşlar. İnsan gezerken kenti içinde hissedebiliyor. İnsanlar da çok iyi, yardımsever ve güler yüzlüler.

Kesinlikle görün derim.

31 Ekim 2022 Pazartesi

Manchester - Sol Eller Havaya!

Sevgili arkadaşlar, bugünkü konumuz gereği biraz komünizmin köklerini araştıracağız. Ne olur komünizm dediğimde sosyalizmi de anlayın çünkü aralarındaki yapay fark yazımızın anlamını değiştirmeyecek kadar küçük.

Birçoğumuz, komünizm, sosyalizm gibi sol ideolojileri genellikle Rusya ve Çin ile özdeşleştiririz. Bu da fazlasıyla doğal bir reflekstir. Çünkü Rusya ve Çin, dünya üzerimde komünizm ile yönetilen - kendi iddaları tabii - önemli büyüklükte iki ülkedir. Bu kokteyle tat versin diye bir tutam Küba, Vietnam falan da eklerseniz, ortalık bayağı bayağı kırmızılaşmaya başlar.

Ancak, tanıdığım bir çok eski/hala komünist arkadaşımın hayallerini yıkma pahasına söylemeden edemeyeceğim. Komünizm, ne Rusya'da, ne Çin’de doğmuştur. Hatta komünizm doğduğunda, bu iki ülkede birinci sınıf Orta Çağ artığı monarşiler vardı. Aynı şekilde bu iki ülkede komünizmin temeli, endüstriyelleşme ve ezilen bir işçi sınıfı falan da o zamanlar hiç bir şekilde yoktu. Neredeyse tamamı kırsal, yani köylü bir nüfus vardı ve tabiatıyla katma değer, kapital falan gibi kavramlar da bu ülkenin halklarına pek uygulanabilir değildiler.

Hard core kominist okuyucuların "Ama köylü nüfus sömürülmüyor muydu?" dediğini duyar gibiyim. Aslında köylü nüfusun sömürüldüğü doğrudur tabii ki. Ancak köylü nüfus, ağalığın, beyliğin icad edildiği Ortaçağ'dan beri sömürülmekteydi. Yani bunları kurtarmak için Marks'a, Lenin’e falan gerek yoktu. Robin Hood bu işi gayet güzel beceriyordu.

Zaten bu yüzden kırk sene öncesinin copy/paste komünistleri, Türkiye'de işçinin, emekçinin özgürlüğü falan diye ortaya atıldılar, sonra bir de baktılar ki ülkede ne endüstri, ne de öyle hatrı sayılır, sömürülen bir işçi sınıfı var. Sonrasında söylemlerini işçinin/köylünün özgürlüğü şeklinde değiştirdiler,. Ancak bir kez daha gördüler ki, köylüleri sömüren Das Kapital sermayedarlar değil, toprak ağalarıydı. Sözde gaddar, özel sektör kapitalist sermaye sahiplerinin işçileri ise hayatlarından oldukça memnundular.

İşin ilginçi, bu köylü temelli komünizm Türkiye’de tutmamış olsa da, Çin, köylüleri temel alan komünist bir devrim gerçekleştirdi. Mao, Çinli köylülere opera dinleterek başa geldi. Ancak Çin, günümüzün anlamında gerçek bir endüstri toplumuma dönüştüğünde, yani tam komünizmin şakkadanak oturacağı bir zamanda, gitti, kapitalist ve emperyal bir devlet haline dönüştü.

Türkiyedeki solculara dönersek, mesaisini harcayıp okumuş, ne dediğini bilen azınlığı tenzih ederek söylüyorum, bunlar baktılar ki bu sermayenin işçi sömrüsünü temel alan klasik komünist yaklaşımı tutmadı, bu kez sermaye sahipleri yerine, devlette çalışan işçilere arka çıkmayı denediler. Böylece Türkiye, 'kapitalist' devletin sömürdüğü işçileri kurtarmak için ortaya çıkmış, yine devletçi, sosyalist bir ideolojiyi benimseyen acayip bir toplulukla karşı karşıya kaldı (tevellütü yetenler DİSK'leri, falan hatırlarlar). Başka bir deyişle bu 'devrimciler' becerebilselerdi, devletçiliği bunlar kapitalist diye kaldırıp, yerine sosyalizm diye yine devletçiliği getireceklerdi.

Keşke, ülkeye, gelişmiş toplumlardaki endüstri devriminin ortaya çıkardığı komünizm gibi bir ideoloji yerine, Orta Çağ'ı sonlandıran aydınlanma gibi daha basit bir devrime ihtiyacı olduğunu görseler, ve enerjilerini bu ilkel toplumu endüstri toplumuna dönüştürmek için harcasalardı, biz de bu günlerde malum sorunlarla uğraşmıyor olurduk.

Yanlış anlamayın, bu solcu güruhun hemen tümünün niyetleri iyiydi, ideolojilerine de tüm kalpleriyle inanıyorlardı. Bu süreçte çok da canları yanmıştı. Onlara hala derin bir sempati beslerim. Ancak o zaman da aynı fikirdeydim, şimdi de öyleyim, insan ne için savaştığını bilerek bir savaşa girmeli, öyle gençlik aklıyla okuduğu kitaplardaki klişelere göre değil. Herneyse, konumuz bu değil.

Komünizm'in olmazsa olmazı endüstriyelleşme, yani fabrikalar, fabrikaları finanse edecek kapital yani sermaye, ve fabrikalarda çalışan, sermayenin sömürdüğü işçilerdir. Bu yüzden de Komünizm'in kökenini bulmak için bu üç unsurun bulunduğu yerlere bakmamız gerekir.

Yukarda da söyledim, komünizmin kökenini Rusya'da, Çin'de falan bulamazsınız. Buralarda bulsanız bulsanız koministim deyip, diktatörlüğe evrilmiş Stalin gibilerinin reliklerini bulursunuz. Moskova'yı, Saint Petersburg, yani Leningrad'ı, Pekin'i, Şangay’ı adım adım gezmiş biri olarak söylüyorum.

Komünizmin köklerini bulmak için kömür yakıp, buhar gücüyle makinelerin çalıştırıldığı, yani endüstri devriminin başladığı İngiltere'ye bakmamız gerekir sevgili arkadaşlar. Yani Avrupa'ya, özellikle de Manchester kentine.

Manchester, İngiltere'nin kuzeyinde, dikkat, adanın değil, İngillere ülkesinin kuzeyinde, yani İskoçya'nın güneyinde, bir kent. 1800'lü yılların ruhuyla başkent Londra'dan uzak, renksiz bir yer. Benim çocukluğumun, memurların şark hizmetini görmeye gittiği Doğu Anadolu gibi düşünebiliriz. Buhar gücü bulunup, mertlik bozulmadan önceki tek faaliyeti, binlerce kadının çıkrıkçı tezgahlarımda ürettiği pamuklu kumaşlarmış.

Kömür ve buhar gelince de bu el işi tezgahlar tekstil fabrikalarına dönüşmüş.

Manchester, dünyanın ilk endüstrileşmiş kentidir sevgili arkadaşlar.

Fabrika demek artan üretim ve daha kaliteli mamul demektir. Başta Osmanlı, dünyanın geri kalanının bir zamanlar yere göğe koyamadığı 'İngiliz Kumaşı' hep bu fabrikalarda üretilmiştir.

Endüstrileşme ile gelen dönüşüm, Liverpool, Preston gibi Manchester'ın komşusu kentlerinde de başlamış, kısa zaman içerisinde Kuzey Ingiltere, ülkenin endüstri merkezi haline gelmişti.

Fabrikaların çoğalması bu bölgede bir anda iş imkanlarını artırdı. Çok kısa bir zaman dilimi içerisinde on binlerce kişi iş bulabilmek için bu bölgeye akın etti. Manchester kontrolsüz bir biçimde büyüdü.

Kominist dostlarım kızmasın, kapitalist ekonominin kuralı çok açıktır. Talepten çok arz varsa fiyatlar düşer. Çalışmaya hevesli bunca işsiz bir kente doluşunca elbette maaşlar da azalır. Fabrika sahipleri haftada altı gün, günde de on altı saat çalıştırdıkları işçilere gerçekten açlıktan ölmeyecekleri kada bir para veriyorlardı. Bir de bahraneleri vardı, bir nevi dış güçler söylemi sizin anlayacağınız. Napolyon'un çıkarttığı savaşlar yeni bitmişti ve sözde, ülkede işler bu yüzden kesattı!

Aynı anda başka bir tezgah dönmekteydi. Zamanın İngiltere'sinde 'Corn Laws' ismi verilen bir dizi ithalat kanunu yürürlükteydi. 'Corn Laws', 'Mısır Kanunları' şeklinde çevrilse de, siz mısırı tahıl olarak anlayın.

Bu kanunlara göre Ingiltere’ye tahıl ithâl etmek koşullara göre ya imkansız, yada çok yüksek gümrük vergilerine tabiiydi. Bunun sebebi de Ingiltere’de tahıl eken azınlığın cebine para girmesini garantilemekti elbette. Eğer yurt dışından ucuz tahıl gelmezse, İngiltere’de üretilen az miktarda tahılın fiyatı anormal düzeylere yükseliyordu.

Kısaca ekmeğin fiyatı o kadar yükseldi ki, zaten maaşları kuşa dönmüş işçiler açlıkla karşı karşıya kaldılar.

İşçiler bağırmaya başladılar ama onları duyan olmadı. O günlerde zaten zar zor nüfusun yüzde onu oy kullanabiliyordu, bunların da çok azı Kuzey İngiltere'deydi. Mesela Liverpool falan gibi kentlerin Avam Kamarasında temsiliyeti komik derecede düşük seviyelerdeydi, sadece bir-iki milletvekili. Manchester'in ise hiç milletvekili yoktu.

Temsiliyeti artırmak için iki yüz elli bin imzayla bir kanun değişikliği isteğinde bulundular. Avam kamarası bunları dinlemedi bile.

Sonrasında, Ağustos 1819'da, Henry Hunt isimli bir radikal, Manchester'a, St Peter's Field isimli bir alana kadınlı, erkekli on binlerce işçiyi yığdı.

Vali de İngiliz ordusunu yardıma çağırmıştı.

İşçiler gürültüye başlayınca emir geldi ve süvariler kılıçlarıyla kalbalığın arasına daldılar.

On sekiz ölü, bine yakın da, orası burası kesilmiş, kopmuş yaralı vardı.

On dokuzuncu yüzyılda İngiliz topraklarında meydan gelmiş en kanlı hareketti bu. Kısa zaman önce Napolyon'un yenildiği Waterloo Savaşı'na göndermeyle, İngilizler bu vahşete Peterloo Katliamı dediler.

Elbete, İngiliz hükümeti ordunun arkasında durdu, Hunt tutuklanıp, yargılandı ve hüküm giydi falan. Ne var ki, Peterloo ile başlayan bu eylemler durmadı, Kuzey İngiltere'de bir çok yerde gösteriler devam etti.

Peterloo Plaketi
Ve 1832'de, Manchester ilk milletvekilini parlementoya soktu.

Peterloo elbette komünist bir hareket değildi, ancak işçilerin başlattığı ilk kayda değer başkaldırma olduğu, başka bir deyişle komünizme giden yolun başlarında önemli bir aşama olduğu tartışılmaz.

Bugünkü haliyle Manchester'da bir St Peter's Field falan kalmamış tabii, ama bir St Peter's Square, yani meydan var. Güzel de bir yer. Peterloo'dan kalan tek şey ise Radisson Otel'in duvarına asılmış, kırmızı bir plaka.

Herneyse…

Komünizmin gerçek başlangıcı için tanıdık bir kaç isme bakmamız gerekir sevgili arkadaşlar,

Marksist-Leninist klişesini hepimiz biliriz. Meraklısı olmayanlar, bunların ikisinin kafa kafaya verip, komünizmi icat ettiğini falan zannederler. İşin aslı Marx ve Lenin şu fani dünyada sağken aynı anda bulunmamışlardır bile. Marks bir filozoftur, komünizmin ne olduğunu anlatır. Lenin ise bir devrimci, bir ideologdur. Marks'ın fikirlerini alıp, Rusya'ya monte etmiştir.

12 Eylülcülerin yerinde ben olsaydım, Marksist-Leninist yerine mesela Marksist-Engelist gibi bir tanımlama kullanırdım. Çünkü komünizmin mucitleri aslında bu ikisi, yani Karl Heinrich Marx ve Friedrich Engels'dir.

Marks, Almanya'nın Trier kentinden gelmedir. Trier, Kartpostal gibi bir yerdir, yolunuz düşerse mutlaka görün. Marks'ın ailesi, aslen Yahudidir, ancak babasının işleri Yahudi oldukları için kesat gidiyor diye Hristiyanlığa dönmüşlerdir. Marks için sonrası malum tabi, dinle minle alakası kalmamıştır.

Her filozof gibi, her şeye hayır diyen birisi olduğundan daha gençliğinde Alman/Prusyan hükümeti Marks'a gıcık olmaya başlamıştır. Zaten sonunda vatandaşlıktan da atılmıştır. Gazete çıkarmış, kitap yazmış birisidir. Detaylarla kafanızı şişirmeyeyim. Marks'ın çok renkli bir biyografisi vardır. İlginizi çekerse mutlaka okuyun.

Marks'ın Trier'deki evini gördüm. Öyle kafanızda canlanacak bir fakirhane değil. Bugünkü standardlara göre bile lüks sayılabilecek bir yer. Ancak 'aykırı filozofluk' 'ta öyle ciddi para olmadığından, Marks hayatını hep kısıtlı parasıyla geçirmeye mecbur kalmıştır.

Engels ise, Marks'ın aksine sözcüğün tam anlamıyla bir kapitalist çocuğuymuş. Alman olmasına rağmen, babasının Kuzey Ingiltere’de tekstil fabrikaları varmış, hani şu ezilen işçi sınıfının bulunduğu bölgelerde.

Babası, hayatı öğrensin diye Engels'i fabrikalarının yanına İngiltere'ye göndermiş. Engels de burada birinci elden çalışnların ölmemeye gayretle nasıl yaşadığını görmüş.

Marks'la Engels gerçi ilk kez Paris'te tanışmışlar, hatta ilk defasında birbirlerine acayip de gıcık olmuşlar. Ancak muhabbetleri Manchester'de ilerlemiş.

Chetam's Library
Manchester'de Chetam's Library isimli bir kütüphane var sevgili arkadaşlar. Burası Ingilizce konuşan ülkelerdeki kütüphanelerin en eskisi. Tam altı yüz yaşında! Humphrey Chetam isimli bir adam kurmuş. Kimi kimsesi yokmuş, eşek gibi de parası varmış. Devlete gideceğine, halka bir yardımı dokunsun deyip, eski bir manastırı satın almış, ve burayı bir kütüphaneye çevirmiş. Bütün servetiyle kitap almışlar. Burası umuma açık, herhangi bir üyelik gerektirmeden herkesin faydalanacağı bir yer. Ancak kitapları ödünç alıp, evinize götüremiyorsunuz, burada okumak zorundasınız.

Zamanın gereği, kitapları zincirlemek için zincir ve halkalar var. İçerdeki kitaplar hala orijinal. Örneğin Isaac Newton'ın yazdığı, belki de tüm insanlık tarihindeki en önemli kitap olan Principia Mathematica'nın (n'olur PrinKipia diye okuyun, PrinSipia değil) orijinalini bugün bile elinize alıp, ücretsiz okuyabilirsiniz. Bunun için sadece online bir form doldurup, rezerve etmeniz gerekiyor, bir de Latince bilmeniz tabii.

Marks ve Engels'in Sırası
İşte bu kütüphanenin bir kanadında bulunan ufak bir girintiye yerleştirilmiş eski bir sıranın etrafında Marks ve Engels komünizmin el kitabı olan Komünist Manifesto'nun büyük bir bölümünü yazmışlar. Manifesto'nun el yazması Almanca müsveddelerini Trier'de görmüştüm. Ama aha bu kütüphane, komünizmin doğduğu yer sayılabilir sevgili arkadaşlar.

Sevgili karımla bu masaya oturup, bayağı nostalji yaptık. Jelena, yaşıtlarının tümü gibi vesikalı bir komünisttir. Eski Yugoslavya'da doğar doğmaz, tıpış tıpış parti üyesi oluyordunuz.

Sözde solcu aklı evvel bir Türk gazetesi, Trump başkan olduğunda şöyle yazmıştı: "First Lady' Melania Trump'ın emekçi babası Komünist Parti'sine kayıtlı!" Sanki başka bir alternatifi varmış gibi... Ama bilmiyor işte, böylesi kulağa dramatik de geliyor ya, salla gitsin anasını satayım…

Bu arada sanki sevgili karım metazori komünist olmuş izlenimine de kapılmayın. Ruhu hala kıpkırmızıdır 😍

Herneyse, bu tarihi masanın üzerine Marks ve Engels'in okuduğu kitapları koymuşlar. Gördüklerimin hepsi İngilizceydi. Demek ki ikisi de İngilizce biliyorlardı.

Komünist Manifesto'yu elbette ünlü Das Kapital izledi. Das Kapital için Engels kendisine paye almaz, krediyi Marks'a bırakır. Ancak ikinci ve üçüncü ciltleri Marks'ın notlarından yararlanarak Engels tamamlamıştır. Ben gençliğimde bir kaç kez okumaya niyetlendim ama nada, hem tercüme çok kötüydü, hem de konu çok ağır.

Hard Rock Cafe Manchester
Gönül isterdi ki, komünizmin ilerisine de bakalım, ama bu yazı zaten gereğinden fazla uzadı, daha da baymayayım sizi. Başka bir bahara artık…

Manchester böyle işte.

Ben Birleşik Krallığı çok sevdim sevgili arkadaşlar. Çoğu iyi, kibar, yardımsever insanlar. Gülmeyi de çok iyi biliyorlar.

Ancak en önemlisi doğal, gerçek bir müzik zevkleri var. Manchester'da Hard Rock Cafe'de iki kız öyle güzel söylediler ki, konserde bu kadarını bulamazsınız. Bir pub'a girdiğinizde Bad Company yada 10cc duyabiliyorsunuz. Böyle şeyler Avrupa'nın gerisinde pek olmaz. Olursa da tesadüftür. Birleşik Krallık'ta ise 'business as usual'…

İşte bu saydıklarımın hepsi Manchester'da bol bol var, ama başka ne var derseniz, burada biraz dikkatli olayım, pek bir şey yohtur.

Akşamınız güzel olsun ❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...