1 Mayıs 2021 Cumartesi

Yanlış İnsanlar Doğru Şeyler Yapamaz

Kökleri Milattan önce bin yıl, yani günümüzden üç bin yıl falan öncesine uzansa da bilinen tarihi ile Milattan önce beş yüz yıl civarlarında, bugünkü Yunanistan'da önemli bir şehir devleti vardı. İsmi Sparta. Sparta'lı kadınlar, erkeklerle hemen hemen eşit haklara ve fırsatlara sahipti. Aynı eğitimi alırla, orduda savaşırla, devlet işlerinde görev alırlardı. Unutmadan o zamanlarda dünyanın geri kalanı, günümüzün uygar ülkelerinin ataları dahil, zar zor iki ayakları üzerinde yürüyebiliyorlardı.

Komşu Atina şehrinde ise kısaca özetlemek gerekirse kadınla ikinci sınıf sayılır, evde kalıp, dikiş dikmeyi, yemek yapmayı öğrenirlerdi. İlerleyen yüzyıllarda Atina ekolü galip geldi, çünkü dünyanın bu ilk nadide uygarlığı, isminin Hristiyanlık olması önemli değil, bir dini kabullendi. Bir dini kabullenince, kadınlar böyle evde oturup, yemek yapıyorlar işte. Neyse, konumuz bu değil, biz Sparta'lı kadınlara dönelim.

Spartalı kadınlar elbette ki evlenip, barklanırlardı. Ancak kadınlar arası arkadaşlık, hata aşk, sevgi, sevişme falan tamamen normal sayılırdı. Bu seanslara zaman zaman erkekler de katılırdı. Tripıl eks orci durumları yani. Olayı sulandırıp, kakaya batmamak için çok derinine inmiyorum, ama hemcinslerim adına konuşayım, iki kadın aganigi yaparken tesadüfen yanlarından geçmek hiç de kötü sayılabilecek bir deneyim değildir. Eğer kocanız, boyfriendiniz, sevgiliniz, artık titri her ne ise, size "Yok walla, işim olmaz, umrumda bile olmaz" falan diyorsa, iddalı konuşuyorum, yalan söylüyordur, nokta.

Günümüze dönelim.

İki erkek arkadaş, İstanbul'da, Ortaköy'de yürümektedirler. Üniversitede okuyan, aydın, hatta apaydın, sans-hüloooğğğğ,, kısacası "bizden" iki genç.

Hikaye bu ya, gençleren birisi yolun kenarında eski, isli, pisli, paslı bir lamba bulur. Lambayı eline alıp, tozları gitsin diye şöyle bir ovalar, "puf", bir cin çıkar lambanın imbiğinden. Kallavi sesiyle "Dileyin benden ne dilerseniz" diye sorar gençlere.

Oktay, bir gün önce Netflix'de bir Sparta belgeseli izlemiştir, haliyle de malum hadiselere fazlasıyla fasine olmuş durumdadır. Barış'a döner, "Endişe etme ben bizim için en iyisi nedir biliyorum, bana bırak" der, sonra da cin'e dönüp, tereddütsüz "Bizi antik Sparta'ya gönder" diye dileğini söyler.

İşin ucunda Sparta'lı kadınlar var tabi...

"İstekleriniz benim için bir emirdir" der cin, ve abrakadabra, simsalabim, iki genç kendilerini antik Sparta'da bulurlar.

Gözlerini açtıklarında yanlarında da iriyarı, üç başlı mızrağıyla, sakallı, kıvırcık saçlı bir Yunan erkeği vardır.

"Ben sizin abinizim, indirin pantolonunuzu" der.

Eh, antik Sparta'da kadınlar birbiriyle aganigi yaparken erkekler de evlenene kadar bir abinin "himayesinde", onun tarafından "hayata alıştırılmaktadırlar". Hatta zaman gelip, bir kadın ile elenecek olan bu genç oğlanlar hayatlarındaki drastik dönüş, yani alıcı-verici durumlarındaki değişiklik yüzünden evlenmeden önce çoğunlukla bir kaç aylık bir oryantasyondan geçmek zorunda kalıyorlardı.

Bilgi işte böyle bir şey sevgili arkadaşlar. Karmaşık, katmanlı, içine girdikçe detayları büyüyen, değişen bir fenomen.

İnsan ne kadar az bilirse, o kadar çok bildiğini zannediyor. Ne kadar çok bilirse de o kadar şüpheci, endişeli, kararsız oluyor. Çünkü bildikçe ne kadar az şey bildiğini, hayatın ne kadar karmaşık olduğunu anlıyor.

Oktay, biraz vaktini ayırıp araştırsaydi, yada araştıracak vakti yoksa, eksik bilgisi olduğunu görüp antik Sparta'ta gitme kararını vermeseydi, herhalde bu gençler için daha hayırlı olacaktı.

Özlem Gürses diye bir TV anchorwoman'ı var, eminim biliyorsunuzdur. Hayli presentabl, bayağı impact'i olan bir TV yüzü kanaatimce.

Ama o da "biliyor" işte.

Geçenlerde Murat Ağırel İsimli başka bir "araştırmacı" gazeteci ile bir programda denk geldim. Murat Ağırel hırslı, haberini kazıyıp bulan bir gazeteci olsa da, öyle çok konuşmasına hakim biri değil. Çok kıvırmayalım, ağızından çıkan üç cimleden ikisi gramatik olarak yanlış, düşük falan.

Herneyse, bu arkadaş Cayman adalarında Akepe'li bilmem kimin para kaçırdığını anlatıyordu. Anlatırken de Cayman Adaları'nı Türkçe fonetikle, "Cay-Man" diye telaffuz ediyordu.

Özlem'in ağızı burnu zevkle oynamaya başladı bu anda tabi. Zarif ama kurnaz bir şekilde, sanki Murat'ı düzeltiyormuş gibi değil de, programın normal akışını sürdürüyormuş gibi "Cayman" sözcüğünü bir cümlenin içinde kullandı, ancak telaffuz ederken, zar zor doğru sayılabilecek bir biçimde "Kay-Man" şeklinde söyledi.

Ortada malum şekilde her şeyi bildiğine inanan iki kişi var tabi. İkisi de eğilmez, kırılır, çatlamaz, patlar.

Yer mi Murat abi, "Kay-Man" değil, "Cay-Man" diye atladı.

Özlem'in arayıp, bulamadığı enstantane! Yine ağızını, burnunu oynatıp, işin doğrusunu bilenlere arayıp, bulamadığı mesajı verdi elbette.

Anadolu'nun bağrından, Adana'nın biberinden çıkmış kavruk Murat "sıfır" sofistike Özlem "bir"...

Aynı programdaydı yanılmıyorsam, Özlem bir bağlantı esnasında "Skype'da bir sorun var galiba" dedi. Ancak "Skype" kelimesini "Skay-PE" şeklinde, sondaki 'e' harfinin üzerine basarak telaffuz etti.

İngilizce dahil, bir çok batı dilinde sözcüklerin sonundaki 'e' telaffuz edilmez. "Skype" "Skayp", "Google" "Guu-Gıl" olur.

Sözcüğün sonundaki 'e' harfi okunmaz ama önceki harfin rahatça telaffuz edilmesini sağlar - detaylara girmeyelim.

Başka dillerde eğer bu sondaki 'e' okunacaksa, üzerine 'è' yada 'é' şeklinde bir aksan konur. Hele Fransızca'da bazen bu sondaki 'e' harfi okunsun diye üzerine bir aksan koyarlar, sonra da üzerindeki alsanlı 'e' rahat okunsun diye sonuna aksansız ve okunmayan bir 'e' daha eklerler (!)...

Bildiğiniz bir örnek, "Matine" anlamındaki "Matinée" - sabah (civarı) demektir. Esileriniz hatırlar "Matine/Suare" 'yi. "Suare" de akşam demektir. "İyi akşamlar" anlamında "Bonsuar" derler mesela Fransızcada.

Eğer bir sözcük baştan aşağı çalıntı bir dil olan İngilizceye girerken sonunda bu aksanlı 'e' varsa, araklama esnasında genelde aksanı kaybolur, düz "e" haline dönüşür, ama hala aksanı varmış gibi "e" şeklinde söylenir. "Beyonce", örneğin, "Biyons" değil, "Biyonse" şeklinde okunur, çünkü sözcüğün aslı "Beyoncé" dir. Keza "Café/Cafe".

Uzun iş yani. Hepsine benim aklım da yetmiyor.

Ama kızımız cevval işte. Bir de aynı okuldanmışız. O da Kolejli imiş....

Herneyse. Kızımız sonradan bir zaytung haberi olan, MHP'lilerin Şehnaz "Şırınga" isimli bir hemşireyi dövme haberini gerçek zannedip, anlatınca biraz utandı tabi, ama çok geç.

Ancak Özlem Gürses öyle bir tweet attı ki, artık benim gözümde bir mikrop kadar küçülüp, bütün değerini kaybetti.

Konusu, hedefi önemli değil, bu tweet'inde mealen diyordu ki - lütfen dikkatli okuyun.

"Öyle herkes her istediği şeyi söyleyip, yazamaz. Hitler gibi birisinin istediği şeyi söylemesine izin verilebilir mi?"

İnsanın kulağına doğru gibi gelebilecek bu önerme faşizme giden yolun en önemli, en parlak taşlarından biridir sevgili arkadaşlar.

Bu zihniyet aydınlanmayı, Rönesans'ı, demokrasiyi falan hep çöpe atar.

İlerlemenin tümü norma, statükoya aykırı fikirlerden kaynaklanmıştır. Bu da normaldir. Norm, statüko, muhafazakarlık, mevcudu korur. İlerleme ise değişimi gerektirir. Herhangi bir norma dayanarak, bu "Hitler" gibi konuşmak bile olsa, yasaklanan her ifade, her fikir ilerlemenin önüne konmuş koca bir takozdur.

Bu kadın kısaca diyor ki, subjektif bir mantık, bir yargı eğer bir fikri "doğru" bulmazsa, ya da "zararlı" bulursa, o fikir açıklanmamalıdır.

Bu saçma mantık Galile'ye uygulandı. Galile o zamanın değer yargılarına göre bir Hitler kadar zararlıydı. Ancak dediği doğruydu. Bir papaz olan Kopernik de aynı nedenle, komiktir, kendi kendini susturdu. Luther, Marx, Washington, Rousseau, Robespierre hep statüko karşıtı fikirlere sahiptiler. Bu fikirler sayesinde ilerleyip, en azından bazılarımız, bu günkü seviyemize gelebildik.

Eğer bir Özlem bunları sustursaydı, bugün bizi krallar, Papalar yönetiyor olacaktı.

Düşünceye, ifadeye sınır getirmek ilerlemeyi durdurur, nokta. Hitler gibi bir manyak konuştu diye onu izleyen olur ve suç işlerlerse de cezalandırılır. Ama suç işlenebilir diye insanları susturursanız, Ortaçağ'da kalırsınız.

Özlem bu tweet'ini sonradan sildi. Muhtemelen ondan biraz daha akıllı biri "Kızım sen ne diyorsun?" dedi buna., o da anlamasa yada inanmasa da tweet'ini kaldırdı. Düşüncesi değişti mi? Bence hayır. Ama böyle bir dünyada yaşıyoruz işte.

Bu her şeyi bilenlerin, bilmese de şeytani zekalarıyla kıvıracaklarına inananların dünyasında öyle bir adamım var ki sevgili arkadaşlar, Özlem, hatta Sparta'lı Oktay bile bunun yanında Einstein sayılır.

Üç kıtada onlarca farklı kültürle çalıştım, cahilliğin, ukalalığın, salaklığın her türünü gördüm, ancak bunun gibisine henüz rastlamadım.

Doktor Merdan Yanardağ!

Herhalde hayattaki doktorlar bir ürperti geçirmiş, ölü olanlar da mezarlarında fırıl fırıl dönüyorlardır, bu adama da 'Doktor' diyorlar diye.

Mark Twain'in Huck Finn'in maceraları gibi uzun uzun yazıp, size anlatabilirim bu cehalet ve ukalalık torbasının yaptıklarını, ama yarısına inanmaz, diğer yarısını dinlerken de benle birlikte utanırsınız.

İki cümleyle bu ulvi aydın, Ziya Paşa'ya Ziraat Bankası'nı kurdurdu (aslen Mithat Paşa), Münih’te Doha Nazi Kampını ziyaret etti (Doha Katarın başkentidir, gittiği kampın ismi Dachau).

Başka bir kez Uganda'nın başkenti Mogadişu’da, Pakistanlı komandoları kaçırılmış uçağa saldırttı (Mogadişu, Uganda'nın değil, Somali'nin başkentidir, bu dingilin bahsettiği uçak kaçırma olayı Entebbe’de olmuştur, o da Uganda'da olmasına rağmen Uganda'nın başkenti değildir. Uganda'nın başkenti Kampala'dır. Uçağa Pakistanlı değil İsrailli komandolar saldırmıştır ve bu adamın dediği üzere başarısız değil, hava korsanlarının ağızlarına s..arak, rehinelerin neredeyse tümünü başarıyla kurtarmışlardır).

Yakın zamanda İlhan Kesici'ye oturdu akıl öğretti, bak CNNTürk'e gitmişsin, hani partiniz ambargo koymuştu? Bak oralara gidersen sana böyle tuzak kurarlar, mealen, mahçup olursun dedi. Halbuki İlhan Kesici CNNTürk'e değil Halk TV'ye çıkmıştı. Bir kere bile izlemeden, şimdiye kadar bu boyuttaki bir örneğini görmediğim bir cahil cesareti ile, nasılsa kıvırırım deyip, yılların politikacısına doktorluk yaptı.

Ama gelin size en beğendiğim macerasını anlatayım.

"Love Erdoğan" afişlerini hatırlarsınız. Bu afişler ortadayken Merdan efendi kalktı, bulduğu (tabi ki kendisi değil) bir imla hatasını ağzına dolayıp, dakikalarca Akepe ile aklınca dala geçti - Akepe'ye olan 'sempatim' malumunuz, lütfen başka fikirlere kapılmayınız.

Neyse, bu dakikalarca zırvalamadan sonra hızlı anchorman taşı gediğine oturtacak ya, bir gülümsemeyle "Sayın erdoğan bize kızmayın, we ARE love you!" demesin mi....

Bunların hepsini aleni olarak sosyal medyada yazdım, o da aklınca bana dolaylı cevaplar verdi, ama yazdıklarıma değil, kimliğime. Trol, dinci (hem de bana!) komplocu falan şeklinde.

Cehalet bu boyutlarda sevgili arkadaşlar. Bu sözde demokrasi havarisi cahil, Can Ataklı'ya, muhalefete yaptığı bir eleştirinin ardından "Bu kanalda kimse muhalefeti eleştiremez" diye ultimatom verdi. Alın size ifade özgürlüğünü anlayan, değerini bilen demokrat bir aydın.

Özlemler, Merdanlar, Spartalı Oktaylar doğru insanlar değiller sevgili arkadaşlar. İyi niyetleri olabilir, 'bizden' olup, bizim sevmediklerimizin karşısında olabilirler, ancak unutmayalım, bunlar doğru şeyleri yapmıyorlar. Bilgisizler, çapsızlar ve ukalalar.

Yanlış İnsanlar doğru şeyler yapamaz. Doğru şeyleri yapmadan da kıçımızı kurtaramayız.

Bu halkın, özellikle 'bizden' kesimin şöyle bir silkinip, kendine gelmesi, olan biteni bir daha düşünmesi gerekiyor.

Ülkeyi malum zihniyet değil, bu zihniyete karşı görevini yapmayan aydınlar yıkacaktır. Bugün bu, yarın başka bir geriye bakan rakip çıkacaktır, burada sürpriz yok. Bunun karşısına da ukala, üç kuruşluk duyduğu, beş kuruşluk uydurduğu zırvalarla değil, bilgisiyle, donanımıyla çıkacak bir aydın kitlesine ihtiyacımız var.

Kuran okumadan Müslüman, Nutuk okumadan Atatürkçü olan bir halktan bırakın ülkeye, kendisine bile fayda gelmez.

Dikkat, yazık olacak....

19 Nisan 2021 Pazartesi

İletişelim

Hiç size oldu mu bilmiyorum, sevgili arkadaşlar, ama benim başıma sıklıkla gelir. Karşınızda biri vardır. Onunla aynı dili konuşursunuz, aynı yada benzeri bir ülkededir kökleriniz. Onunla bir süre konuştuktan sonra kendinizi çaresiz hissedersiniz. Yani ne yapsanız, ne söyleseniz, beton bir duvara çarpar, geri, üzerinize seker. O güne kadarki eğitiminiz, deneyiminiz, okuduklarınız, yaşadıklarınız hep çöp tenekesine gider. Ya ağızına bir tane çakacak, ya da öylece bırakıp, kafayı çevirip, gidecek gibi olursunuz.

İletişim bizi bir arada tutan en kuvvetli tutkallardan biridir sevgili arkadaşlar. Bence çok önemli, çok değerli bir alandır. Ama merak etmeyin, sizlere iletişim 101 yazmayacağım. Sadece dertleşiyoruz.

İletişimin bir içeriği, yani söylediklerimiz, bir de amacı bir kez daha 'yani', bunca çene yorduktan sonra ulaşmayı umduğumuz bir hedefi vardır. Yoksa niye biriyle iletişim kuralım, yada basit haliyle niye onla konuşalım değil mi?

Benim hedefim de olan biten hakkında düşündüğümü söylemek, karınca kararınca bir katkıda bulunmak.

Ancak son günlerde ben şahsım, sizlerin kulunuz, bu alanda facia üstüne facia yaşamaktayım.

Bu facialar o kadar sıklaştı ve sıradanlaştı ki, zaman zaman lan acaba bende mi bir sakatlık var demeye başladım.

Etrafımda beni anlayan sadece bir karım kaldı, o da sonuçta karım yani. Anlamasa zaten boşar giderdi şimdiye kadar. Sevgili kızım da babası diye bazen başını sallayıp, anlamış gibi yapıyor, ancak ondan da şüpheleniyorum. Sanki aramızdaki paternal bağdan dolayı idare ediyor gibi geliyor fazlasıyla.

Dünyanın geri kalanıyla da kavgalıyız....

Bunun bir bölümü ilerleyen yaşın getirdiği tahammülsüzlük, farkındayım. Ama insaf, sadece morukladık diye bütün dünya ile papaz olmamışızdır herhalde.

Tabi bana sorarsanız, kendimi ölene kadar savunacak argümanlarım var. Elbette ki köküne kadar haklı olan sadece benim. Ama böyle giderse haklı haklı batacağım. İngilizcede çok güzel bir deyiş vardır, 'To go down swinging', yani batarken bile hala elindeki balta, kılıç, sopa, her neyse onu sallayarak.

Ben de, böyle giderse, "Ama... ama... aslında.... gerçekte..." diyerek 'swinging' halinde göçüp, gideceğim!

Gelin sizlere neyle, kimle kavga ettiğimi anlatayım, ben de açılmış olurum.

İlkel toplumlarda sıkça rastlanan bir fenomen vadır sevgili arkadaşlar. İnsanlarla konuşurken sizin ne dediğinizden ziyade kime yada kimin için dediğiniz önem kazanır.

Söylediğiniz hiç bir şeyin en ufak bir önemi yoktur. Eğer onlardansanız, onların sevdiği kişiler için iyi şeyler söylüyorsanız sizden büyüğü yoktur. Aksi yöne bir kelime, battınız. Sevdikleri adamı annelerinin üzerinde yakalayın, bunlar hala döner, size kızarlar.

Benim takımım, benim politikacım, benim memleketim, benim yemeğim....

İşin doğrusu, sizlere yukarda aktardığım sorunların neredeyse bütününde söylediğim şeylerin içeriğinden değil, bunları kime söylediğim yüzünden hır çıktı.

Adam sizin eleştirdiğiniz kişiyi seviyor ya, olay o noktada kopuyor.

İlkelliğin bir sonraki adımı da aldığınız cevaplar.

İlkellerle iletişim halindeyken çoğunlukla aldığınız cevapların söylediğiniz şeylerle ilgisi yoktur, daha ziyade sizin kişiliğinize hedeflenirler.

Adama “İki artı iki beş etmez” dersiniz, o da size “Ama sen şişkosun” der.

Latince'de bunun bir adı vardır, 'ad hominem' cevaplama - Facebook'tan bir arkadaş bunu çok sever, okuyorsa onu da anmış olalım.

Bizde pek bilinmez ama batı toplumunda çok severler bu Latince deyişleri. Lafın arasında homus, domus, domungolus deyin, lan adam nasıl manalı konuşuyor diye gözleri yaşarır insanların.

Ama bu Latince deyişlerin kralı, ya da kraliçesi bizim Jelena'dır. Latince'yi bayağı bayağı konuşur. Başka bir dilde de konuşurken bazen kendini kaybeder, 'corpus delicti', 'ipso facto' gibi Latince deyimlerle dekore eder sözlerini.

Neyse, konumuza geri dönelim.

Yine sıklıkla yaşadığım başka bir iletişim fenomeni iletişememektir.

Nasıl yani derseniz, arzedeyim.

İletişim, basit anlamda düşüncelerinizi sözcükler kullanarak yola çıkarmakla başlar. Karşınızdaki kişi bu sözcükleri dinler, duyar, algılar ve yorumlar. Ardından da genellikle bu iletişimin tetiklediği kendi düşencesini sözcüklere dökerek size iletir, siz de dinler, duyar, algılar ve yorumlarsınız.

Bu tenis maçı iletişim sonlanana dek devam eder.

Ancak yine ilkel toplumlarda sıklıkla görülen bir fenomen yüzünden yukardaki süreç aksar.

Bu durumlarda genellikle dinleme ve duyma aşamaları atlanır.

Ben bu fenomeni çoğunlukla eski kominist bloğu ülkelerde gözlemledim.

Buralarda gerçekten iki kişi aynı anda konuşarak birbirlerini anladıklarına inanırlar.

Bu ülkelerde komünist rejimin getirdiği bir alışkanlık, ne kadar hızlı, ne kadar uzun ve ne kadar yüksek sesle konuşursanız, o kadar bilgili, o kadar konuya hakim olduğunuzu gösterirsiniz şeklinde bir anlayış vardır.

Bunun yüzünden başıma çok iletişim kazası geldi ama sonradan buna karşı bol bol savunma geliştirdim.

Bizim memlekette de böyleleri çoktur, ancak dinlemeden hızlı, uzun ve yüksek sesle konuşmanın nedeni, ben akıllıyım, zekiyim ve cinim, onu dinlememe gerek yok, nasılsa ben leb demeden leblebiyi anlarım fenomenidir.

Karşınızdaki sizin ne söylediğinize aldırmaz bile. Söyleyeceklerinizi bildiğine emindir. Böylece iletişimdeki düzen aksar, siz ve karşınızdakinin çizgileri arasındaki açıklık muhabbet ilerledikçe artar. Belli bir noktadan sonra da kopar. Buradan sonra konuşmanın bir anlamı kalmaz.

Hadi, madem açıldık, size bir iletişim fenomeni daha. Bu da bildiğim kadarıyla İngilizceden, ancak etimolojisine bakmadım. İsmi 'to filibuster'.

Filibuster'lamak, yukarıdakilere göre biraz daha şeytanca, çünkü yukardakilerde aptallık, cahillik falan hakim olsa da kötü niyet yok. Bunda niyet kötü, yani kasıt var.

Karşınızdaki insan başlar konuşmaya. İlgili, ilgisiz, hiç susmaz. Bazen tatlı, bazen set, bazen alçaktan, bazen yüksekten, ama hiç susmaz, hep konuşur. Hedef sizi bastırmak, sizi engellemek, sizi bezdirerek hedefe ulaşmanızı engellemek yada geciktirmektir.

TV'deki açık oturumlarda falan malum partinin şakşakçılarına bakın. Filibuster'lığa bundan iyi örnek olmaz.

Sadece bizim memlekette değil tabi, bunlardan her yerde var.

Ve işte bunlarla da başım dertte, özellikle de sosyal medyada.

Daha çok söylenecek şey var da, başınızı ağrıtmayayım. Şu an için bilmenizin gerekli ve yeterli olduğu tek bir şey var. Mahallenin asabisi olup, bölgesel ligde kantonun delisi olma yolunda mücadeleye devam ediyorum.

İşte böyle sevgili arkadaşlar.

Çarşamba günü Corona aşımı olacağımdan, şarap akşamımı Pazartesi'ne kaydırdım, bu vesileyle de biraz derleşmiş olduk.

Haftanız güzel olsun ❤️😍

13 Nisan 2021 Salı

Italya'nın En Romantik Yerleri

Roma

Roma insanın ölmeden görmesi gerekli yerlerden biri. Üzerine Vatikan'ı da eklerseniz, üç beş günde hazmedemeyeceğiniz derecede tarih ve sanata maruz kalırsınız. Ama hayat arkadaşınız ile romantik bir yere gideyim istiyorsanız, Roma gideceğiniz son yerlerden biridir sevgili arkadaşlar. O trafikte, keşmekeşte, skuterlerin arasında can derdine düşmüşken, pek romantizmi düşünecek vaktiniz olmayacaktır. Balayı, "Hayır". Yirmi beşinci yıldönümü, "Evet"!

Venedik

Bir ressama bana romantik bir yer çiz deseniz Venedikten güzelini yapamaz. Ama romantizm anlayışınız milyonlarca turistin içerisinde itile kakıla yürümek, turistlerden bıkmış esnafın kaprisini çekmek ve Amerikalı turistlerin bağırışlarını dinlemekse durmayın, alın hayat arkadaşınızı gidin.

Floransa

Hah şöyle, biraz daha makul olalım. Toskano'nun ve Rönesans'ın kalbinde yukardaki iki alternatife göre daha romantik sayılabilecek bir tatil geçirebilirsiniz, ama çok daha iyisi var, bizi izlemeye devam edin.

Cinque Terre

Ve İtalya'nın bence en romantik yeri, niye beşinci sırada, anlamış değilim. Gırtlak gırtlağa boşanmaya beş kalmış bir çifti burada üç gün bırakın, Kerem'le Aslı olup, geri gelirler. Bırakın İtalya'yı, dünyanın en romantik yeri desem yeri.

Siena

Toskano'nun en pırıltılı kenti Floransa gibi görünse de Siena Floransa'ya beş basar. İtalya'nın en güzel kentlerinden biri. Kapkara volkanik taşlardan binaları, daracık dik sokakları, mükemmel yemek ve şarapları ile ovedose romantizm. Kimle gittiğinize dikkat, Siena'da üç beş gün geçirdikten sonra evlenme teklif edebilirsiniz.

Verona

Venedik'e kadar gitmişken ben olsam asıl Verona'da vakit geçiririm. Tarih, coğrafya, mimari falan hep on numara. Ama iş romantizme geldiğinde Venedik'i alır, katlar, ütüler, dolaba kaldırır. Romeo ve Jülyet'in memleketi burası, daha ne diyelim.

Amalfi, Capri ve Sorrento

Napoli'nin mekanı bu üçü. Bunları koyup, Napoli'yi niye listeye almamışlar, anlamış değilim. Amalfi'yi uzaktan, Capri'yi Vezüv’ün tepesinden gördüm. Sorrento'a gitmedim. Haklarında hep güzel şeler duydum ama kefil olamam. Kısmetse bu sene...

Lake Como

Bence çok fazla overrated. Tabi ki kötü bir yer değil ama bir Clooney'nin peşine takılıp, buraları bu kadar piyazlamak ne kadar adil, bilemiyorum. Gerçek bir göl ve etrafında gerçek romantizm arıyorsanız, İsviçre'ye, Leman Gölü'ne gelin. Como'da çok fazla numara yok bana sorarsanız.

11 Nisan 2021 Pazar

Teknoloji

Sizlere yazmayalı uzun süre oldu sevgili arkadaşlar. Şirketin yıl kapanışı ve angaje olduğum yeni bir proje neredeyse bütün zamanımı aldı götürdü. Geriye kalan üç kuruşluk zamanı da 🐝Mezzy🐝 ve Jelena ile geçiriyorum. Bir de Facebook'a küstüğüm için sessizim sizin anlayacağınız.

Bu sabah da saat yedide çalışmaya başlayıp, az önce, saat dokuzda bitirdim.

Ancak diğer günlerin aksine, bugünkü çalışmadan fazlasıyla zevk aldım.

Neredeyse her işin doğası böyle sevgili arkadaşlar. Zamanınızın yüzde doksanı sıradan, kendini tekrar eden, iç bayıcı işlevlerle geçiyor. Ancak kalan yüzde onu insanın yüzünü biraz güldürüyor.

Haftalardır onun altını çiz, bunun çerçevesini kalınlaştır gibi 'hayati' konularla uğraştıktan sonra, bugün gerçekten işin zevki bir tarafına başladım.

Ne yaptın derseniz, hadi biraz fancy olsun, AI, yani Artificial Inteligence, yani yani yapay zeka kodladım.

Yapay zeka dediysem, öyle robotları ayaklandırıp, insanlığı yok edecek düzeyde değil elbette. İşin aslı, yapay zeka şeklinde tanımlamaktansa, doğal gerizekalılıktan biraz daha hallice bişeyler yaptım demek daha doğru olacak.

Ne olursa olsun, AI motorum, Web sielerimize ziyaret sayısı arttıkça kendi kendine öğreniyor, ziyaretçi ve müşterilerin davranışlarına göre, onlara beğenebilecekleri ürünleri gösteriyor.

Avrupa'da altı ülkeye satış yapıyoruz ve inanın, her ülkenin beğenileri, alışkanlıkları gece ve gündüz kadar farklı. AI motorumuz bölgesel bu farklılıkları da değerlendiriyor.

Son olarak da tanıdığımız, yani üyemiz olan müşterilerimizin beğeni ve alışkanlıklarına bakarak ürün seçimi yapabiliyor, daha doğrusu sunum yaparken ürünlerin önceliklerini belirleyebiliyor.

İşin en komiği, ben şahsımın ırgatlığını gözardı ederseniz, kullandığım her yazılım tamamen bedava. Linux ekosistemi kısaca. Donanıma ise senede altmış dolar ödüyoruz. Ayda beş dolar ediyor, yani kırk beş törkiş lira!

Bu teknolojinin ürettiği sonuçlar ise, hele yaşı benimki kadar olanlar için, inanması zor boyutlarda.

Klavyede bir kaç tuşa basarak tüm dünyaya ulaşabiliyorsunuz.

Neyse çok başınızı ağrıtmayayım. Bu kısa yazıyla muhabbetimize başlamış olalım, ilerde dertleşiriz uzun uzun.

Ben şarabımı 'soğutmadan' bitireyim, sizlere de güzel bir hafta dilemiş olayım.

Sevgi ile kalın ❤️

11 Mart 2021 Perşembe

Richard Dean Anderson

Sevgili arkadaşlar, normal bir günümün büyük bir kısmı bilgisayar önünde geçer. Kendi ofisimde çalışmamın bir ayrıcalığı olarak bilgisayar işimi yaparken geri planda istediğim müziği yada TV şovunu çalabilirim. 

Bu yüzden de Youtube bir sabah canımın sıkkın olduğunu anlayıp, bana bir psikolog gönderecek kadar tanır beni 😀

Bugün de alışılagelmiş dokümanterlerimi ve dünya haberlerini izlerken değiştirmekte geç kaldığım için, Youtube'un otomatik olarak başlattığı bir videoya gözüm (aslında kulağım) takıldı.

Amarikalıların çok sevdiği comic-con dedikleri, ünlü TV ve film yıldızlarını toplayıp, izleyicilerle geyik yaptırdıkları bir toplantı.

Konuk ise Richard Dean Anderson.

Tanımadınız mı?

Gençlik günlerimin bir dizisinde oynardı. İngilizce diline bir fiil kazandırmıştır bu dizideki rolü, "To MacGyver" şeklinde. Elde, etrafta olan sınırlı ıvır zıvırı toplayıp, işe yarar bir düzenek kurmak şeklinde çevirebiliriz.

Richard Dean Anderson - off, çok uzun bir isim, İngilizcede dedikleri gibi "a mouthful" , gelin kısaca kendisini normalde çağırdıkları gibi "Rick" diyelim. Neyse ki Richard isminin Amarika'daki popüler kısaltılması olan "Dick" 'i kullanmayı seçmemiş. "Dick" sözcüğünü duyan her ana dili İngilizce olan kişi, doğrudan olmasa da, içinden şöyle bir kıkırdar. Detaylara girmeyelim...

Neyse. Rick, MacGyver'ı oynarken, genç, yakışıklı, tipik Hollywood lollipopu bir aktördü.

MacGyver ilgimi çeksede, aklımı başımdan alan bir TV dizisi olmamıştı.

Rick abiyi gerçekten sözcüğün tam anlamıyla "zevkle" izlediğim dizi ise Stargate SG-1'dır.

Stargate SG-1, 1994 yapımı Stargate isimli bir filmden TV'ye uyarlanmış bir dizi. 

Orijinal filmde Kurt Russel'ın canlandırdığı, çocuğunun yanlışlıkla ortada bıraktığı silahı ile kendini vurduğu Hava Kuvvetlerinde bir Albay olan Jack O'Neill'i TV uyarlamasında canlandırmıştı. 

Aynı filmde Daniel Jackson isimli, bir arkeologu ise James Spader oynar. James Spader, izlediyseniz The Blacklist dizisindeki Raymond Reddington'ı canlandıran aktördür. 

Jelena her ikisini de severek izler. Ona filmdeki Daniel Jackson'ın James Spader, yani "Red" olduğunu söylediğimde inanmamıştı! (Daniel Jackson'ı Stargate SG-1'de Michael Shanks canlandırır, o da bu karekterin hakkını çok iyi vererek oynar)

Neyse, Rick abiye dönersek, Stargate SG-1'de Albay Jack O'Neil rolünde, biraz redneck (maganda), biraz gerçekçi, çok da fazla askerce bir karekteri canlandırır.

Bizler Star Trek'le büyümüş bir nesiliz. Ben Star Trek'i manyak gibi severek izlerim, o yüzden başka sci-fi show'lar konu olduğunda Star Trek'e kaka sürmemek için hafif kritik davranırım. 

Ancak iç Stargate-SG1'a geldiğinde açıkça söyleyebilirim ki EN AZ Star Trek kadar zevkle izlediğim, mükemmel ötesi bir dizidir.

Dizideki her karekteri ayrı ayrı, Sam Carter'ı ise biraz daha ayrı sevsem de, tartışmasız favorim Albay O'Neill'dir.

Burada size idolüm, kahramanım şeklinde teenage'lik yapmıyorum, gerçekten rolünün hakkını verir Rick.

Çünkü dizide aslında kendisini oynar.

Aşırı zeki, yapmacık değil, mükemmel bir mizah anlayışı var ve olduğu gibi görünüyor.

Zaten USAF, ona dizideki rolü nedeni ile fahri tuğgenerallik ünvanı vermiş.

İlk başlarken söylediğim comic-con'da mesela MacGyver'daki İsviçre çakısının en çok sevdiğiniz elemanı hangisi diye soruyorlar, hemen şarap açacağı diye yapıştırıyor cevabı .

Yine TV dizisine kendini kaptırmış bir kız, O'Neill'in dizideki hayli romantik ortağı Sam Carter ile en çok hangi sahnelerini sevdiniz diye soruyor. Kız masum, romantik, politik bir cevap beklerken Rick tereddütsüz "Sevişme sahneleri" diye yanıtlıyor.

İşte böyle, çok tadınızı kaçırmayayım. İngilizce ile biraz aranız varsa mutlaka izleyin aşağıdaki söyleşiyi. Rick 67 yaşına basmış, o yüzden fiziksel görünümünü MacGyver yada O'Neill ile ilişkilendiremeyebilirsiniz, o zaman biraz hayal gücü...

Akşamınız güzel olsun ve "Kri" ❤️



6 Mart 2021 Cumartesi

Yeniden Kanarya Adaları

2021 yılının karlı bir Şubat gününde sizlere 2020 yılındaki yaz tatilimizin son durağını anlatmaya başlayayım sevgili arkadaşlar. Bu bir süre için yazacağım son gezi anılarımız olacak, çünkü o gündür, bu gündür başka hiç bir yere gidemedik. Nisan ayında 🐝Mezzy🐝'ciği Disneyland'e götürür müyüz diye umutlanmıştık ki, COVID aşısının zamanımda üretilememesi yüzünden bu da neredeyse imkansız gibi duruyor. En İyi ihtimalle Mayıs ayında belki bir kaç gün kaçabiliriz, ama yılın ilk yarısı için hepsi o.

O yüzden bu son yazının tadını çıkaralım! 😜

Yaz tatillerimizi genelde Türkiye'de geçiririz sevgili arkadaşlar. Sevgili karım Türkiye'yi benden çok sever, o yüzden de fırsatını buldukça Antalya'ya, İstanbul'a falan kaçar, biraz memleket havası alırız.

Yaz tatilleri Türkiye'de hem hesaplı, hem de otellerin kalitesi, yemeklerin lezzeti falan göz önüne alındığında Avrupa'nın bir çok noktasına göre çok avantajlı hale gelir. Kısaca bu paraya bu tatili başka yerde zor yaparsınız.

Ancak Türkiye'de tatilin benim için iki handikapı vardır. Bir, güzel kahveyi unutmak, ve iki, ki çok daha önemli, ehven bir şarap içememek. O beş yıldızlı, super-duper otellerideki kahveyi buralarda aş evlerinde bile vermezler. Şarabı ise sormayın bile. Bırakın güzel şarabı, buzdolabından çıkmamış şarap verdiklerinde, bedava Margaux bulmuş gibi sevinirim.

Ama Türkiye'de tatilin en yorucu tarafı insanlardır sevgili arkadaşlar.

Geçenlerde, Antalya'da, otelden havaalanına bir taksiye bindik. Daha önce başka bir nedenle aynı yoldan geçtiğimizde bir Migros görmüştüm, İsviçre'ye dönerken ufak bir paket pastırma alalım dedim.

Şoföre "Kardeş şu Migros'un önünde durur musun?" diye sordum. "Abi sen ne alacaksın?" diye geri sordu. "Pastırma" dedim. "Abi bu Migros küçük, ben seni bilmem neredeki Migros'a götüreyim, orası daha büyük, daha çok çeşit vardır" dedi, çevirdi arabayı, başka bir yöne gitmeye başladık.

Geç kalacağız, sonra hava alanında iki ayağımız bir pabuça girecek. "Birader, büyük Migros istemiyorum" falan dedim ama ne fayda. "Dur abicim, hemen şurada, iki dakika almaz..."

Havaalanında huzurla hem de güzel sayılabilecek bir kahve içebileceğimiz yirmi dakika, aynı pastırmayı alacağımız, tek farklı özelliği sadece biraz daha büyük olan bir markete gitmekle ziyan oldu.

Yoruculukla yukarda kast ettiğim tam da bu.

Sana ne babacığım, ne alacağımdan, dur dedik, dur işte. Ne diye sana daha büyük bir Migros'a gitmeme gerek olmadığını izah etmek zorunda kalayım?

Buna benzer olayları sıkça yaşarız. huzurla oturup, bir bardak çay içmek, yada biraz etrafı seyretmek isterken alakasız birileri başlar "Abi sen nerelisin?", "Yenge nereli?", "Hangi otelde kalıyorsun?", "Daha ne kadar buradasın?" "Ayda kaç para kazanıyorsun?", "Sana buralardan ev alalım", "Sizin oralarda ırkçılık varmış ha? (bu arada aynı adam beş dakika sonra 'Amk Suriyelileri' diye de başlayabilir ve bu tezat onu hiç rahatsız etmez)".

Bilmiyorum, belki ben biraz uzun süre uzakta kaldım, ondan biraz fazlaca rahatsız oluyorum, ancak böyle yaklaşımlar sanki kişisel alanıma birer tecavüzmüş gibi geliyor.

Bu nedenle bu sene yaz tatili için Türkiye’yi atlayıp, Kanarya Adaları'na gitmek bayağı cazip gelmişti bana.

Güzel kahve ve güzel şarabın dışında, Kanaryaların beni çok fazlasıyla çeken bir özelliği vardır.

Bu adalarda yaz kış, sıcaklık otuz dereceyi bulmaz.

Sıcak havalarda hiç rahat edemem sevgili arkadaşlar. Özellikle Temmuz, Ağustos aylarımda Antalya sıcağı beni mahveder.

Trade Winds yani Ticaret Rüzgarları isimli, gemileri hop diye Orta Amerikaya götüren bu esinti, Kanaryalardaki sıcaklığı mükemmel dengeler.

Başka bir çok yönden de Kanaryalar cennet gibi yerlerdir sevgili arkadaşlar.

Sizlere biraz tarihini, biraz da coğrafyasını yedi yıl kadar önce yazmıştım, ilginizi çekerse buradan okuyabilirsiniz.

İşte böyle...

Sevgili karımla çok güzel bir tatil geçirmiştik
bu cennetten kalma adada
Yedi yıl sonra yeniden Tenerife adasına indiğimizde eski bir dosta kavuşmuş gibi olmuştum. Sevgili karımla çok güzel bir tatil geçirmiştik bu cennetten kalma adada.

Bu tatilimizden yıllar sonra Jelena bir falcıyla konuşmuş - o biraz sever bu işleri. Falcının söylediğine göre bu tatil esnasında bir oğlumuzu daha doğmadan kaybetmişiz.

Tanıyanlarınız bilir, böyle safsatalarla aram hiç yoktur. Buna rağmen insan "acaba" deyip, düşünmeden de edemiyor. Jelena daha sonra (fala inanırsak ikinci kez) 🐝Mezzy🐝'ye hamile kaldığında, hamilelik belirtileri sanki Kanarya Adalarındaki o tatildekilere benzemiyor da değildi hani. Kızcağız bayağı "kuku" olmuştu, baş dönmeleri, kola alerjisi falan. Kim bilir, belki gerçekten de doğmamış bir bebeğimiz olmuştur...

İşin bu teorik hamilelik kısmını bir kenara bırakırsak, Tenerife'de çok güzel vakit geçirmiştik.

Kanarya Adaları'nın tümünün varlığını borçlu olduğu El Teide yani Şeytan Volkanı'nın merkezi Tenerife adasındadır. Zaten bu yüzden Tenerife, Kanarya Adaları'nın en büyüğüdür. Bu devasa volkan adanın her yerinden görülebilir.

Adaların volkanik yapısı dünyanın çok az yerinde görülen kaya formasyonlarını ve daha da ilginçi, kapkara kumlarla kaplı kıyıları oluşturur.

Bir de yaşları benim kadar büyük olanlar hatırlar, Queen grubunun gitaristi Brian May, "Tie Your Mother Down" şarkısını Teide Volkanı'nın tepesindeki bir rasathanede çalışırken yazmıştır. İster inanın, ister inanmayın, May bir astrofizik doktorudur.

Neyse, konumuz El Teide değil, ilginizi çekerse bu volkan ve Tenerife ile ilgili gezi notlarımızı buradan okuyabilirsiniz.

Hem Jelena, hem de Mezzy benzer giysiler
giymiş, fazlasıyla şirin bir biçimde seyahat
ediyorlardı
Tenerife ile bu ikinci randevumuzda bu kez hiç bir şüpheye, "acaba" 'ya, "yoksa" 'ya gerek kalmadan, teyitli, kayıtlı, kanıtlı, üç kişiydik. Hem Jelena, hem de 🐝Mezzy🐝 benzer giysiler giymiş, fazlasıyla şirin bir biçimde seyahat ediyorlardı.

Daha da önemlisi, 🐝Mezzy🐝 ilk kez Afrika kıtasına ayak basmıştı. Kanarya Adaları politik olarak İspanya toprağı olsa da, jeolojik olarak Afrika'nın bir parçasıdır.

Basel havaalanından kalkan uçağımız Güney Tenerife havaalanına inmişti. Eğer bu havaalanı yerine kuzeydeki Kuzey Tenerife, ya da eski adıyla da Los Rodeos havaalanına inmiş olsaydı, on dakikada otelimize ulaşabillecektik. Ancak Güneye indiğimiz için bir saat civarında bir otobüs yolculuğu bizi hem Tenerife'in, hem de Kanarya Adalarının başkenti Santa Cruz'a götürdü.

Yeri gelmişken, Santa Cruz'daki Los Rodeos havaalanı tarihin en büyük sivil havacılık kazasına ev sahipliği yapmış, bu yüzden de biraz hüzünlü bir yerdir. Buradan hiç uçmadım, ancak bu kazanın olduğu yer olması bakımından Bir kez ziyaret etmiştim. Hikayesi burada.

Başınızı Tenerife ile şişiriyorum, kusuruma bakmayın. İşin aslı, bu yılki tatilimizi Tenerife'de geçirmeyecektik.

Asıl hedefimiz Gran Canaria adasıydı, ancak lojistik nedenlerden dolayı Tenerife'de bir gece kalacaktık. Hiç şikayetimiz yoktu. Bir kaç saat için olsa bile bu adada eski anılarımızı tazelemek hem Jelena'ya, hem de bana çok iyi gelmişti.

Havaalanından bindiğimiz otobüs bizi hem Tenerife, hem de Kanarya Adaları'nın başkenti Santa Cruz'a götürdü. İspanya'da kim nereli, hangi şehir nerenin başkenti, biraz karışıktır.

Santa Cruz başkent ünvanlı büyük bir şehirden çok bir sahil kasabasını andıran bir yer sevgili arkadaşlar. Bütün cadde ve meydanları sadece Kanarya Adaları'nda görebileceğiniz egzotik bitkilerle dolu, pırıl pırıl, tertemiz bir kent.

Restoranın sahibi kadının lokal
olduğunu idda ettiği bir tarifle
hazırlanmış bifteğimi söyledim
Biz de otelimize check-in yaptıktan sonra hemen yola koyulup, bu yemyeşil parklardan birindeki bir cafe'ye oturduk ve kendimize birer kahve söyledik.

İlginç gelebilir, Kanarya Adaları'nda ta korsanların döneminden kalma çok farklı, çok özel, çok lezzetli kahve çeşitleri bulabilirsiniz.

Geçen gelişimizde bir korsan köyünde Barraquito isimli bir kahve içmiştik, yolunuz düşerse kaçırmayın derim.

Bu kez de Cortado isimli kahveyi denedik. On numara...

Sonrasında kendimize bir restoran bulduk ve akşam yemeğimizi yedik.

İspanya'nın genelinde, ancak özellikle doğası nedeniyle Kanarya Adaları'nda deniz ürünleri en yaygın yiyecek türüdür. Eğer benim gibi beyaz ete alerjiniz varsa yemek seçenekleri doğal olarak azalır. Yine de ağız tadıyla yiyebileceğiniz güzel bir et bulmak çok kolaydır.

Restoranın sahibi kadının lokal olduğunu idda ettiği bir tarifle hazırlanmış bifteğimi söyledim. Kadın sonra bana şarap listesini uzattı. Antibiyotik aldığımdan içemiyorum, "Yok sağol" dedim. Kadın "Ama şaraplar çok güzeldir burada" diye şaşkınlıkla çıkıştı. Zaten şarapsızlıktan sinirlerim havada, "Biliyorum bacım, medikal nedenler" dedim.

Ertesi sabah Mezzycik hayatında ilk kez bir
pervaneli uçağa bindi ve hep beraber Gran
Canaria adasına geldik
Yemeğimizi bitirdiğimizde hava iyice kararmıştı. Denize doğru, kentin gece hayatının biraz daha hareketli olduğu bölümüne yürüdük. 🐝Mezzy🐝'ye biraz etrafı gösterdik ve otelimize döndük.

Ertesi sabah 🐝Mezzy🐝'cik hayatında ilk kez bir pervaneli uçağa bindi ve hep beraber Gran Canaria adasına geldik. Bu yolculuğumuz uçağın hiç yatay bir halde uçmadığı, sadece biraz yükselip, hemen sonra alçalarak indiği 'balistik' bir uçuştu.

Gran Canaria'daki otelimizi en doğru şekilde tanımlayacak kelime herhalde 'averaj' olacaktır. Lokasyon olarak ne iyi, ne kötü. Personel ne kaba, ne kibar. Odalar ne geniş, ne dar. Yemekler ne güzel, ne kötü. Havuz ne büyük, ne küçük. Yani averaj bir tatil geçirmek için bire bir.

Son anda, çaresizlikten rezervasyon yapmıştık. Ciddi hiç bir sorun yaşamadan tatilimizi bitirdik, ancak normal koşullarda üçümüz de bir kez daha gitmeyiz herhalde.

Gran Canaria’daki otelimizi en doğru şekilde tanımlayacak
kelime herhalde ‘averaj’ olacaktır. Lokasyon olarak ne iyi,
ne kötü. Personel ne kaba, ne kibar. Odalar ne geniş, ne dar.
Yemekler ne güzel, ne kötü. Havuz ne büyük, ne küçük.
Yani averaj bir tatil geçirmek için bire bir
Ertesi gün kahvaltımızı eder etmez denize ulaşmak için yola koyulduk.

Otelimiz San Agustin isimli küçücük bir köyün hemen dibinde. San Agustin'in de oldukça büyük bir plajı var. Yürüme uzaklığında olsa da, gitmesi biraz vakit alan adanın funky plajları Maspalomas ve Playa Del Ingles de menzilimiz içerisinde.

Ancak biz, Gran Canaria adasındaki ilk günümüzde çoğunlukla adanın yerlilerin tercih ettiği Playa Del Pirata, yani Korsan Plajı'na gitmeye karar verdik.

Bu plaj gerçekten küçücük bir koyda saklı. Etrafı sarp, keskin ve oldukça yüksek, kapkara volkanik kayalarla çevrili. Gerçekten İsmini hak eden bir yer. Tam korsanların karaya çıkıp, saklanacakları gizli kapaklı bir girinti. Kumsala ulaşmak için yüzlerce basamaklı bir merdivenden inmeniz gerekiyor. Kumlar ise kömür gibi, kapkara.

Bu plaj gerçekten küçücük bir koyda saklı. Etrafı sarp,
keskin ve oldukça yüksek, kapkara volkanik kayalarla çevrili.
Gerçekten İsmini hak eden bir yer. Tam korsanların karaya
çıkıp, saklanacakları gizli kapaklı bir girinti
Kanarya adalarını oluşturan volkan şebekesinin bir azizliği bu. Şimdiye kadar da başka hiç bir yerde görmedim bu kara kumları. İnci beyazı Karayip kumsalları insanı ne kadar etkiliyorsa, bu kapkara kumsal da görenleri aynı derecede etkiliyor.

Bu insanın içini gıcıklayan manzaraya bir de okyanusun şiddeti eklenince sanki kendinizi bir Johnny Depp filminde zannediyorsunuz. Koca koca dalgalar sarp kayalarda, kara kumların üzerinde kırılıyor, bütün ortalığı bembeyaz köpükler kaplıyor. Sadece Captain Jack Sparrow eksik yani...

Akdeniz gibi bir iç denizin rahatlığımdan şımarmış bizlere okyanus çok sert gelir sevgili arkadaşlar.

Bir kere yükseklikleri zaman zaman metreleri bulan dalgalar insanın ayağını yerden kesip, bir kenara fırlatırlar.

Bir de gelgitler vardır ki, alışık olmayanların kafalarını iyice karıştırır.

Akdenizin suyu günde iki kez Cebelitarıktan akıp, geri dönemediği için pek bilmeyiz bu gelgit işini.

Bir keresinde de 🐝Mezzy🐝 bir denizkızı mayosuyla geldi,
kayaların üzerinde resimlerini çektik canım kızımın
Açık bir denizde sular onlarca metre gider, gelir. Denizin derinliği yine metrelerce değişir. Bu gelgitlerin sayesinde bir dolu börtü böcek, hayvanat, bakliyat kıyılara vurur. Sahiller metrelerce ıslanır. Sabah yürüdüğünüz yerde, öğlen yüzer, akşam gene oturup, piknik yapabilirsiniz.

İşte bunların hepsi Playa Del Pirata'da fazlasıyla vardı. Sözcüklere dökmekte biraz yetersiz kalıyorum, farkındayım. Şu kadarını söyleyebilirim, ömrüm boyunca aklıma kazılı kalacak güzellikte bir yer bu plaj.

Playa Del Pirata'ya neredeyse her gün geldik. Bazen yüzdük, bazen güneşi batırdık. Bir keresinde de 🐝Mezzy🐝 bir denizkızı mayosuyla geldi, kayaların üzerinde resimlerini çektik canım kızımın.

San Agustin plajı ise sözcüğün tam anlamıyla bir plaj. Açık renkli, geniş, uzun kumsalı, beach barı, kısacası tipik bir tatil plajının her klasik unsuru var burada. Ancak onu diğerlerinden ayıracak bir özelliği yok, buraya bir kez geldik, bir daha da gitmedik.

Kumlar ise kömür gibi, kapkara
Bu plajın biraz ilerisinde ise Playa Del Ingles, yani Ingiliz plajı var. Aslında bu tek bir plaj değil, bir plajlar şebekesi. Yine tamamen deniz tatili yapmayı hedefleyen turistler için birebir...

Oldukça geniş bir alana yayılmış bu plaj büyük çoğunlukla kumlu. Sadece küçük bir kesimi çakıl.

Plajın parsellerinin çoğunun önünde doğal yada yapay dalgakıranlar var, yani okyanus kıyısında değil de Antalya'daymış gibi sakin, durgun bir deniz deneyimi yaşıyorsunuz.

Playa Del Ingles sadece plajlardan değil, cafe, bar ve restoranlardan oluşmuş mükemmel bir turizm kompleksi. Gündüz deniz, akşam yemek, gece de sebehe kadar dans istiyorsanız adanın bu köşesine gitmelisiniz. Tatilimiz süresince hem alış veriş, hem deniz, hem de otel dışında bir kahve içmek için buraya sık sık geldik.

Plajın parsellerinin çoğunun önünde doğal yada yapay
dalgakıranlar var, yani okyanus kıyısında değil de
Antalya’daymış gibi sakin, durgun bir deniz deneyimi
yaşıyorsunuz
Sahildeki cafe'lerde değişiklik olsun diye buzlu kahve deneyebilirsiniz. Yunanistan'dan aşınayım bu soğuk kahveye. Nescafe'yi soğuk sütle kendi icatları bir mikser ile karıştırırlar. Bazen biraz şeker, biraz da buzla içersiniz. Sıcak havada hem kahve, hem de biraz serinlik isterseniz çok işe yarıyor. Gran Canaria'da bu karışıma bir de dondurma ekliyorlar. Jelena çok sever bunu. Ta Yunanistan'dan mikserini ithal etti. Bence de tadı bayağı güzel, öneririm.

Playa Del Ingles'in ilerisinde ise adanın en güzel, en cazibeli kumsallarından biri var. İsmi Maspalomas.

Maspalomas plajının bir ucunda ise dune dedikleri kum tepeleri bulunuyor. Bakınca kendinizi Sahara Çölü'nde zannediyorsunuz.

İşin aslı Kanarya Adaları Sahara Çölü ile aynı enlemde, hatta çölün tam karşısında. Sadece Ticaret Rüzgarları bu adalarda çölleşmeyi önlemiş. Yine de adaların Maspalomas gibi bazı bölgelerinde, özellikle de - duyduğum kadarıyla - Fuertoventura adasında, çölleşmiş bölgeleri görmek mümkün.

Maspalomas plajının bir ucunda ise dune dedikleri kum
tepeleri bulunuyor. Bakınca kendinizi Sahara Çölü'nde
zannediyorsunuz
Bir keresinde Maspalomas'da gerçek anlamda bir kum fırtınasına yakalandık. Dust devil dedikleri kumlardan oluşmuş girdaplarıyla, rüzgarın savurduğu kumlar yüzünden zor nefes aldığımız gerçek bir fırtına yani. Binlerce insanın bulunduğu plaj on dakikada ıssız bir çöle dönüşmüştü. Bana ilginç geldi tabi, ancak o akşam kimse denize girememişti.

Dune'larin aksi istikametinde ise çok güzel bir deniz feneri var.

Bu ikisinin arasında ise restoranlar, barlar, oteller, vesaire. Ancak bunlar Cancun'daki (ya da Antalya'daki) gibi insanın gözünün içine içine girmiyorlar. Tek katlı, eski görünümlü sahil ile aynı ruhta kamufle olmuş yerler.

🐝Mezzy🐝 Maspalomas'ı çok sevdi. Hem denizde çok eğlendi, hem de kumsalda. Bol bol kale yaptı, çukur kazdı, taş topladı. Hal böyle olunca gelecek yılki tatilimizi yine Gran Canaria'da, bu kez Maspalomas'ın göbeğinde rezerve ettik. Gidebilecek miyiz, o başka mesele tabi, ama boşverin, yeni bir COVID geyiği başlatmayalım...

Puerto Rico isimli limandan bir gemiye binip,
yunus ve balina görme turuna çıktık
Tatilimizin ortasında bir yerlerde biraz bölgemizden uzaklaşıp, adanının batısına geçtik.

Puerto Rico isimli limandan bir gemiye binip, yunus ve balina görme turuna çıktık. Benzeri bir turu geçen gelişimizde Tenerife'de de almıştık. Bol bol yunus ile bir kez de pilot (kılavuz) balinası görmüştük.

Bu kez de bol bol yunus görme şansımız oldu. 🐝Mezzy🐝 deli oldu tabi. Yunuslar etrafımızda dolaştıkça "Jump dolphin jump!" diye bağırıyor, yunuslar da sanki onu duyuyorlarmış gibi suyun üzerinde zıplıyorlardı.

Bu kez balina görememiştik ama turumuz çok güzel geçmişti. Okyanusa açıldığımızda ise dalgalar gerçekten sertleşmiş, küçük gemimizi bayağı ciddi sallamışlardı. Sevgili karım bu esnada dayanamadı, ufak bir "böööğğğğk" vakası yaşadık. Ama olur o kadar tabi.

Yunuslar etrafımızda dolaştıkça "Jump dolphin jump!"
diye bağırıyor, yunuslar da sanki onu duyuyorlarmış gibi
suyun üzerinde zıplıyorlardı
Gemi bizi geri Puerto Rico'ya bırakmadan önce sahil boyunca minik bir Gran Canaria turu attırdı. Bu esnada bir kez daha adanın güzelliğini görme şansımız oldu. Volkanik kayalarla kumun bir araya gelip, ortaya çıkardığı manzara gerçekten görülmeye değer.

Otellerin bazıları da bu volkanik yamaçlara, neredeyse kayaları kazıyarak yapılmış. Her birinde de birer infinity pool. Çok etkileyici, çok özel bir tatil geçirilebilir buralarda. COVID yüzünden değiştirmek zorunda kaldığımız otelimiz de bunlardan biriydi.

Kader. Maybe another time...

San Agustin'de, El Capitan isimli bir bar, menüsünde de mükemmel bir Rioja şarabı keşfetmiştik.

Lokal bir bar, ayrıca da restoran. Bizde 80'lerin içkili lokantalarını andırıyordu. Müşterileri çocuklu aileler. Tam Akdeniz usulü, müziklerin sesi sonuna kadar açık, bazen de bir piyanist şantör. Doğum günümü sevgili kızım ve karımla burada geçirdim. Gün aşırı geldiğimizden artık hatırlı müşteri olmuştuk. Son gelişlerimizde şarapla birlikte mükemmel İspanyol peynirleri ikram ediyorlardı.

Gemi bizi geri Puerto Rico'ya bırakmadan önce sahil boyunca
minik bir Gran Canaria turu attırdı
Tatilimiz boyunca bol bol yüzdük. 🐝Mezzy🐝'cik tam anlamıyla, simitsiz, ördeksiz yüzmeyi bu günlerde öğrendi. Üçümüz akşamları uzun uzun yürüdük, deniz kıyısının tadını çıkardık.

Sayılı gün çabuk geçiyor. Dönüş günü gelip çatmıştı. Son gün uçağımız gece 12:05'te kalkıyordu, yani bütün gün bizimdi. Resepsiyondakiler "Sabah kahvaltı edebilirsiniz ama öğlen yemeği için yirmi yuro ödeyin yoksa bileziklerinizi mor bileziklerle değiştireceğiz, bunlarla sadece sandviç yiyip, kola içebilirsiniz..." falan diye başladılar.

O mor bilezikleri al, nasıl değerlendireceğini sana bırakıyoruz dedik, sabahtan check-out yapıp, bir gün önce rezervasyon yaptığımız Maspalomas'da bir private beach bar'a check-in yaptık. Sahile sıfır, mükemmel şarapla harika bir son gün geçirdik Gran Canaria'da.

Sahile sıfır, mükemmel şarapla harika
bir son gün geçirdik Gran Canaria'da
Akşam bir otobüsle adanın başkenti Las Palmas'a geldik. Keşifler çağının mükemmel bir kolonial kenti. Rengarenk binaları, geniş caddeleri ve insanın gözünü kamaştıran ağaçlarıyla mutlaka görülmesi gerekli bir yer.

Lokal bir restoranda, lokal bir şarap, lokal olduğu şüpheli sığırlardan biftek ve mükemmel İspanyol peynirleriyle akşam yemeğimizi yedik.

Ufak bir gourmet ipucu sevgili arkadaşlar, Avrupa'da peynirlerini rahat rahat yiyip, zevk alacağınız ilk sıradaki ülke İspanya'dır. Peynirleri bizim ağız tadımıza çok uyar, Fransa ve İsviçre gibi alışık olmayanları sarsacak türleri pek yoktur.

Las Palmas'tan son otobüsle havaalanına ulaştık.

Güvenlikten geçerken biletlerimizi gösterdik. Kel kafalı, göbekli, bıyıklı, halinden 'önemli' biri olduğu anlaşılan bir adam biletleri aldı, baktı, sonra suratında salakça bir gülümsemeyle "Sizin uçağınız bugün değil, yarın" deyip, biletleri geri uzattı.

Kanım tepeme çıkmıştı. Tarih yarının tarihiydi çünkü uçak gece on ikiyi beş geçe kalkıyordu.

İngilizce "Saate bak" dedim. Bu yine güldü ve bir moronla konuşuyormuş gibi, tane tane, hece, hece "To-mor-rov" dedi, biletleri uzattı.

Keşifler çağının mükemmel bir kolonial kenti
O an o biletleri alıp, bunun ağızının içine sokmak geçti içimden.

Bu dangalak yürüdü, gitti. Kalan çömez iki Sançez, patron hayır dedi diye biletlere dokunmaya bile korkuyor.

Kaldık mı güvenliğin kapısında...

Sançez'lerden birine gittim, İngilizce hak getire tabi, "Jefe?" diye sordum, az önceki göbeklinin gittiği yönü işaret etti. "Other jefe?" diye bir daha sordum. İçeri girip, kayboldu.

Bir kadın geldi. Aralarında üç beş dakika İspanyolca geyik yaptılar. Sonra kadın biletlerimizi aldı. İnceleyince de kıpkırmızı oldu. Özür diledi, bizi içeri aldılar.

Üç saat, sadece iki otomattan başka açık hiç bir cafe'si, restorant'ı olmayan havaalanında gezindik, durduk.

Uçağımız sabah güneş doğarken Basel havaalanına inmişti.

Tatilimiz işte böyle sevgili arkadaşlar. 2020 yılının Ağustosunda çıktığımız tatili, 2021 yılının Mart ayımda yazıp bitirdim.

Başta söylediğim gibi, bir süre ne yazık ki gezi yazısı yok, çünkü gezi yok. İkinci bir emre kadar gezi olmayan yazılarda görüşmek üzere, sevgi ile kalın ❤️

14 Ocak 2021 Perşembe

Kanarya Adalarına Doğru

Bir taraftan gacır gucur dişimi oyuyor, bir taraftan da "Ben hep Türk dizileri izliyorum, çok seviyorum" diyordu. 

Kanarya adalarında, bir elli santimetre boyunda, yüz kilo kadar ağırlıkta, Kübalı kadın doktorun dedikleri tabi ki ülkemin soft power'ı falan şeklinde gururumu okşamıştı, ama dişçi koltuğunda canım ortadayken başka önceliklerim vardı.

Kadına nerelisin diye sorup, Kübalı olduğunu öğrendiğimde içim rahatlamıştı. Bilenleriniz biliyordur tabi, ancak bilmeyenleriniz için Kübalı doktorlar dünya üzerinde "krem dö la krem" sayılır, el üstünde tutulurlar. İsviçre gibi, tıbbın gerçekten ileri olduğu bir ülkede bile başka ülkelerden gelen doktorlara hafiften dudak bükülse de, Kübalı doktorlar haylice takdir edilirler.

Ben kadına nerelisin diye sorunca o da bana sen nerelisin diye karşılık verdi.

Bu soruya gerçekten sevinmiştim. Çünkü görünüşümden dolayı İspanya, Latin Amerika, kısmen de İtalya'da insanlar beni kendi ülkelerinden zannederler. Ispanyolca ya da İtalyanca konuşmadığımda ise hıyarlık ettiğimi düşünür, bana gıcık olurlar. 

Size daha önce anlatmış olabilirim, ikinci baskı oluyorsa kusuruma bakmayın.

Yıl 2006 falan, sevgili karım o zamanlar daha karım değil. 

Kendimize iki hafta off aldık, Brezilya'lı, Arjantin'li bir Latin Amerika gezisi yapalım dedik. Geçmiş günler, daha kırk bile değildim anasını satayım, gençtik işte. 

Neyse...

Buenos Aires'de bir taksiye bindik. Şöför "Hola" dedi. İspanyolcamız o kadarına yetiyor, "Hola" diye cevap verdik. Bizi şuraya götürür müsün dedik, "Muy bien" dedi, yola koyulduk.

Buenos Aires'de, Henüz Gençken

Tipik taksici refleksi, adam gevezelik etmeye karar verdi ve bana dönüp, İspanyolca car car yarım sayfa hayat hikayesini anlattı.

"Babacım ben İspanyolca konuşmam" dedim. Bir bana, bir Jelena'ya baktı, aklı kesmedi. Büyük olasılıkla bu 'bandito' sarışın, mavi gözlü güzelim Avrupalı kızı düşürmüş, bana da hıyarlık ediyor dedi içinden.

Jelena, yüksek lisansını Antik Yunanca ve Latince üzerine yapmıştır. Üstüne de Latince kökenli bir dil olan Fransızca'yı çok ileri düzeyde konuşur. O yüzden de İtalyanca, İspanyolca ya da Portekizce gibi diğer Latince temelli dilleri büyük ölçüde anlar. 

İlginç de bir huyu vardır. Bu dillerin konuşulduğu ülkelerden birine gittiğimizde, durur, durur, bir süre geçtikten sonra da, bir anda açılır, kaş göz yara yara da olsa o dili konuşmaya başlar.

İşte kafasındaki bu anahtar Buenos Aires'deki takside döndü. Oturup, şöförle şakır şakır İspanyolca konuşmaya başladı.

Garip taksicinin kafası o kadar fazla veriyi kaldıramadı. Yol byunca benle de bir daha İspanyolca konuşmaya kalkmadı.

Kanarya Adalarındaki Kübalı diş doktoru ile aslen nereli olduğumuzu açıklığa kavuşturmamıza bayağı sevinmiştim. Elinde kancaları, çekiçleriyle ağızımın içinde inşaat yapan birini gıcık etmek, takdirinizdir, çok da akıllıca bir hareket olmayacaktı.

Normalde, İsviçre'de dişçiye gittiğinizde, doktorun yanında en az bir sebastian bulunur. Vakumlar, iğneler, röntgen işleri falan hep sebastianlarındır. Hatta diş temizliğini bile doktorlar yapmaz, "hijyenistler" yapar. 

Kanarya Adalarındaki bu dişçide ise doktor kadın her şeyi tek başına yapıyor, bir taraftan da benle gevezelik ediyordu. Elindeki kancaları, vakumu falan elleri meşgulken koltuğunun altına sıkıştırıyor, bazen de kafamın üzerine koyuyordu. Hatta dikiş atarken bir eli dolu olduğu için düğümü tamamlayamamış, "Tut şunu" diye, bir ucu ağızımın içindeki dikiş ipliğini bile elime tutuşturmuştu.

Bu aralarda sevgili kızım annesinin elinden kurtulup, "operasyon" odasına dalmış, benim o halimi gördüğünde de bana bir şey oluyor zannedip kadına "Leave my dedibaba alone!" diye bağırmıştı ❤️😍

Diş ağrım tatilden tam bir gün önce başlamış, apar topar karımın çalıştığı hastanenin bulunduğu kentteki bir dişçiye gitmiştik. Enfeksiyondan dolayı dişi çekememiş, antibiyotik yazmışlardı.

İlk diş problemim olmadığı için dental farmakoloji bilgim oldukça ilerlemiş durumdadır, özellikle de antibiyotiklerin alkol ile etkileşimi alanında. Bu yüzden de kadın reçeteyi yazarken "Bacım, ertesi gün tatile gideceğiz, lütfen şarap dostu bir antibiyotik yaz" diye rica ettim, "Tabii" dedi.

Klinikten çıkıp, aşağıdaki eczaneden ilaçları aldık. Eczacı, şundan sabah-akşam bir tane, bundan günde üç tane falan diye anlatırken, kutulardan birini gösterip, "Bu bitene kadar da alkol yok" dedi.

Şaka yapıyor zannettim, ben "Ama... ama..." diye başlamışken kadın, "Mösyö, bu bitene kadar alkol yok, o kadar" diye sertçe çıkıştı. 

Doktor bir arkadaşı aradım teyit için, o da aynı şeyi söyledi.

Yanlış anlamayın, alkolü çok sevsem de müptelası değilimdir ama tatilde, hele bir de şarabı için deli olduğum Kanarya Adalarında içki içmemek gerçekten yazık olacaktı.

Ne yapalım, biri dünyanın en iyisi - çünkü alkolle problemi yok, zaten bu nedenle ismini biliyorum - Amoxicillin, iki antibiyotik, biri codeine'li iki paracetamol, ağız dezenfektanı vesaire dolu bir torba ile keşler gibi çıktım yola. Alkol düşmanı antibiyotik için Jelena'ya "Doktor arkadaşımla konuştum, bir hafta alsan yeter dedi" diye yalan söyledim, ve iki haftalık tatilimizin Yeşilay dostu ilk haftasına başladık.

İlk hafta bayağı zor geçti, hele şarapların kola makinelerindeki çeşmelerden aktığı otelde. Ama kader... Sıktım dişimi.

Tatilimizin ikinci haftasında şaraba başladım, ancak bir-iki gün sonra dişim yeniden azdı. 

"Wisdom tooth" dedikleri yirmi yaş dişi. Öyle bir ağrıyor ki, gözlerimden ateşler çıkıyor. 

Nasılsa antibiyotikler enfeksiyonu bitirmiştir, çektireyim de kurtulayım deyip, otelden bir dişçi adresi aldık ve bu Kübalı doktorun kliniğinde buluk kendimizi.

Kadın "Neyin var?" diye sordu. 

Dişçiye gelen adamın nesi olur? Gastrit problemi olacak değil ya, diş ağrısı işte. 

"Yirmi yaş dişi" dedim.

İsviçre'deki klinik, her ihtimale karşı acil bir şey olursa İspanya'da gideceğiniz dişçiye gösterirsiniz diye röntgeni falan da vermişti. Bir an evvel bitsin de sahile geri dönelim diyerek Hemen röntgeni Kübalı doktora gösterdim. Kadın şöyle bir baktı, sonra da geri verdi. "Otur buraya, aç ağızını" dedi ve plastik çerçeveli filmi ağızın içine tıktı. Ben yine "Ama... ama..." diye başladım, ancak ağızımdaki malzemeler yüzünden sadece "Ğğğğğğğaaa" gibi sesler çıktı. Kadın "Tut bunu" dedi, makineyi indirdi, panelin arkasına geçti ve çat diye röntgeni çekti.

Yazıcıdan çıktıyı aldı, baktı, baktı, evirip, çevirip bir daha baktı, sonrasında ağızımı açıp içine aynası ile de bir daha baktı...

"Senin yirmi yaş dişinde bir problem yok" dedi. 

"Ablacım, nasıl olmaz, günlerdir acıdan tek ayağımın üzerinde zıplıyorum, İsviçredekiler de yirmi yaş dişi dediler." diye çıkıştım.

Kadın hiç istifini bozmadı. "Sinyor, paran fazla geldiyse sorun değil, yine ver bana, sağlam dişin de sende kalır. Senin problemin yirmi yaş dişinde değil, bilmem kaç numaralı dişte." dedi.

Bir iğne yaptı, bir iki dakika bekledi. Ağızımın o bölümü uyuşmuştu. Eline bir alet aldı, tık, tık dişlere vurmaya başladı."Bir şey hissediyor musun?" diye sordu. Anestezi faaliyete geçti mi diye kontrol ettiğini düşündüm, "Yok, hiç bir şey hissetmiyorum" dedim.

Kadın "Yirmi yaş dişine vuruyordum" dedi. "Şimdi bak ne hissedeceksin" dedi ve hemen yanımdaki dişe hafifçe dokundu.

Acıdan bayılacak gibi oldum. Zonklama yatışana kadar bekledim. Kadın gülüyordu. "Problem bu dişte" dedi, "Aynı sinir yirmi yaş dişine de gidiyor, ondan karıştırıyorsun!" 

Bir-iki iğne daha yaptı, sonra da gacır, gucur tamirata girişti.

Arada bir noktada ağızımdan çıkan yarım bir dişi gösterdi. "Kusura bakma, diğer yarısı içerde kaldı, röntgende daha sağlam görünüyordu" dedi. Yine işe koyuldu, geri kalan parçayı da çıkardı. Garantili olsun diye bir de dikti. Dikiş aşamasındaki katkılarımı anlatmıştım yukarda...

"Sana antibiyotik yazacağım, her ihtimale karşı" dedi. "Amoxicillin'den başka hiç bir şey kabul etmem" dedim. Kadın güldü, anlamıştı derdimi. 

"Amoxicillin it is!" dedi.

Sona da ekledi "Ama sigarayı bırak!"

Diş etlerimin halinden anlamıştı sigaranın etkisini. "On bir yıl oldu bırakalı" dedim. Güldü, "Çok içmişsin o zaman" dedi. "Ben Türküm" dedim - batıda "Smoking like a Turk / Türk gibi sigara içmek" diye bir terim vardır.

Parayı ödedik. İki gün sonra Cumartesi olmasına rağmen dikişleri almak için, hem de sadece benim için açtı kliniğini. Dikişleri aldıktan sonra borcumuz ne diye sorduk. Para almayı reddetti.

Şimdiye kadar karşılaştığım en yetkin, ne yaptığını en çok bilen diş hekimiydi - ismi Mariana idi yanılmıyorsam, kayıtlarımda var.

🐝Mezzy🐝'nin okulu falan olmazsa bundan sonra dişimin arasına kürdan sıkışsa uçağa atlayıp, Gran Canaria'ya gideceğim. Bravo Fidel! Değmiş o kadar uğraştığına...

Diş sorunum tatilimizin en tatsız bölümüydü. Onu burada anlatıp, bitirmiş olalım, geri kalan eğlenceli bölümüne bakalım.

Bir sonraki yazıda sizlere Kanarya Adaları'nı anlatacağım.

Sevgi ile kalın ❤️

...ve dişlerinize iyi bakın! 🥴

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...