O yüzden bu son yazının tadını çıkaralım! 😜
Yaz tatillerimizi genelde Türkiye'de geçiririz sevgili arkadaşlar. Sevgili karım Türkiye'yi benden çok sever, o yüzden de fırsatını buldukça Antalya'ya, İstanbul'a falan kaçar, biraz memleket havası alırız.
Yaz tatilleri Türkiye'de hem hesaplı, hem de otellerin kalitesi, yemeklerin lezzeti falan göz önüne alındığında Avrupa'nın bir çok noktasına göre çok avantajlı hale gelir. Kısaca bu paraya bu tatili başka yerde zor yaparsınız.
Ancak Türkiye'de tatilin benim için iki handikapı vardır. Bir, güzel kahveyi unutmak, ve iki, ki çok daha önemli, ehven bir şarap içememek. O beş yıldızlı, super-duper otellerideki kahveyi buralarda aş evlerinde bile vermezler. Şarabı ise sormayın bile. Bırakın güzel şarabı, buzdolabından çıkmamış şarap verdiklerinde, bedava Margaux bulmuş gibi sevinirim.
Ama Türkiye'de tatilin en yorucu tarafı insanlardır sevgili arkadaşlar.
Geçenlerde, Antalya'da, otelden havaalanına bir taksiye bindik. Daha önce başka bir nedenle aynı yoldan geçtiğimizde bir Migros görmüştüm, İsviçre'ye dönerken ufak bir paket pastırma alalım dedim.
Şoföre "Kardeş şu Migros'un önünde durur musun?" diye sordum. "Abi sen ne alacaksın?" diye geri sordu. "Pastırma" dedim. "Abi bu Migros küçük, ben seni bilmem neredeki Migros'a götüreyim, orası daha büyük, daha çok çeşit vardır" dedi, çevirdi arabayı, başka bir yöne gitmeye başladık.
Geç kalacağız, sonra hava alanında iki ayağımız bir pabuça girecek. "Birader, büyük Migros istemiyorum" falan dedim ama ne fayda. "Dur abicim, hemen şurada, iki dakika almaz..."
Havaalanında huzurla hem de güzel sayılabilecek bir kahve içebileceğimiz yirmi dakika, aynı pastırmayı alacağımız, tek farklı özelliği sadece biraz daha büyük olan bir markete gitmekle ziyan oldu.
Yoruculukla yukarda kast ettiğim tam da bu.
Sana ne babacığım, ne alacağımdan, dur dedik, dur işte. Ne diye sana daha büyük bir Migros'a gitmeme gerek olmadığını izah etmek zorunda kalayım?
Buna benzer olayları sıkça yaşarız. huzurla oturup, bir bardak çay içmek, yada biraz etrafı seyretmek isterken alakasız birileri başlar "Abi sen nerelisin?", "Yenge nereli?", "Hangi otelde kalıyorsun?", "Daha ne kadar buradasın?" "Ayda kaç para kazanıyorsun?", "Sana buralardan ev alalım", "Sizin oralarda ırkçılık varmış ha? (bu arada aynı adam beş dakika sonra 'Amk Suriyelileri' diye de başlayabilir ve bu tezat onu hiç rahatsız etmez)".
Bilmiyorum, belki ben biraz uzun süre uzakta kaldım, ondan biraz fazlaca rahatsız oluyorum, ancak böyle yaklaşımlar sanki kişisel alanıma birer tecavüzmüş gibi geliyor.
Bu nedenle bu sene yaz tatili için Türkiye’yi atlayıp, Kanarya Adaları'na gitmek bayağı cazip gelmişti bana.
Güzel kahve ve güzel şarabın dışında, Kanaryaların beni çok fazlasıyla çeken bir özelliği vardır.
Bu adalarda yaz kış, sıcaklık otuz dereceyi bulmaz.
Sıcak havalarda hiç rahat edemem sevgili arkadaşlar. Özellikle Temmuz, Ağustos aylarımda Antalya sıcağı beni mahveder.
Trade Winds yani Ticaret Rüzgarları isimli, gemileri hop diye Orta Amerikaya götüren bu esinti, Kanaryalardaki sıcaklığı mükemmel dengeler.
Başka bir çok yönden de Kanaryalar cennet gibi yerlerdir sevgili arkadaşlar.
Sizlere biraz tarihini, biraz da coğrafyasını yedi yıl kadar önce yazmıştım, ilginizi çekerse buradan okuyabilirsiniz.
İşte böyle...
Bu tatilimizden yıllar sonra Jelena bir falcıyla konuşmuş - o biraz sever bu işleri. Falcının söylediğine göre bu tatil esnasında bir oğlumuzu daha doğmadan kaybetmişiz.
Tanıyanlarınız bilir, böyle safsatalarla aram hiç yoktur. Buna rağmen insan "acaba" deyip, düşünmeden de edemiyor. Jelena daha sonra (fala inanırsak ikinci kez) 🐝Mezzy🐝'ye hamile kaldığında, hamilelik belirtileri sanki Kanarya Adalarındaki o tatildekilere benzemiyor da değildi hani. Kızcağız bayağı "kuku" olmuştu, baş dönmeleri, kola alerjisi falan. Kim bilir, belki gerçekten de doğmamış bir bebeğimiz olmuştur...
İşin bu teorik hamilelik kısmını bir kenara bırakırsak, Tenerife'de çok güzel vakit geçirmiştik.
Kanarya Adaları'nın tümünün varlığını borçlu olduğu El Teide yani Şeytan Volkanı'nın merkezi Tenerife adasındadır. Zaten bu yüzden Tenerife, Kanarya Adaları'nın en büyüğüdür. Bu devasa volkan adanın her yerinden görülebilir.
Adaların volkanik yapısı dünyanın çok az yerinde görülen kaya formasyonlarını ve daha da ilginçi, kapkara kumlarla kaplı kıyıları oluşturur.
Bir de yaşları benim kadar büyük olanlar hatırlar, Queen grubunun gitaristi Brian May, "Tie Your Mother Down" şarkısını Teide Volkanı'nın tepesindeki bir rasathanede çalışırken yazmıştır. İster inanın, ister inanmayın, May bir astrofizik doktorudur.
Neyse, konumuz El Teide değil, ilginizi çekerse bu volkan ve Tenerife ile ilgili gezi notlarımızı buradan okuyabilirsiniz.
Daha da önemlisi, 🐝Mezzy🐝 ilk kez Afrika kıtasına ayak basmıştı. Kanarya Adaları politik olarak İspanya toprağı olsa da, jeolojik olarak Afrika'nın bir parçasıdır.
Basel havaalanından kalkan uçağımız Güney Tenerife havaalanına inmişti. Eğer bu havaalanı yerine kuzeydeki Kuzey Tenerife, ya da eski adıyla da Los Rodeos havaalanına inmiş olsaydı, on dakikada otelimize ulaşabillecektik. Ancak Güneye indiğimiz için bir saat civarında bir otobüs yolculuğu bizi hem Tenerife'in, hem de Kanarya Adalarının başkenti Santa Cruz'a götürdü.
Yeri gelmişken, Santa Cruz'daki Los Rodeos havaalanı tarihin en büyük sivil havacılık kazasına ev sahipliği yapmış, bu yüzden de biraz hüzünlü bir yerdir. Buradan hiç uçmadım, ancak bu kazanın olduğu yer olması bakımından Bir kez ziyaret etmiştim. Hikayesi burada.
Başınızı Tenerife ile şişiriyorum, kusuruma bakmayın. İşin aslı, bu yılki tatilimizi Tenerife'de geçirmeyecektik.
Asıl hedefimiz Gran Canaria adasıydı, ancak lojistik nedenlerden dolayı Tenerife'de bir gece kalacaktık. Hiç şikayetimiz yoktu. Bir kaç saat için olsa bile bu adada eski anılarımızı tazelemek hem Jelena'ya, hem de bana çok iyi gelmişti.
Havaalanından bindiğimiz otobüs bizi hem Tenerife, hem de Kanarya Adaları'nın başkenti Santa Cruz'a götürdü. İspanya'da kim nereli, hangi şehir nerenin başkenti, biraz karışıktır.
Santa Cruz başkent ünvanlı büyük bir şehirden çok bir sahil kasabasını andıran bir yer sevgili arkadaşlar. Bütün cadde ve meydanları sadece Kanarya Adaları'nda görebileceğiniz egzotik bitkilerle dolu, pırıl pırıl, tertemiz bir kent.
Restoranın sahibi kadının lokal olduğunu idda ettiği bir tarifle hazırlanmış bifteğimi söyledim |
İlginç gelebilir, Kanarya Adaları'nda ta korsanların döneminden kalma çok farklı, çok özel, çok lezzetli kahve çeşitleri bulabilirsiniz.
Geçen gelişimizde bir korsan köyünde Barraquito isimli bir kahve içmiştik, yolunuz düşerse kaçırmayın derim.
Bu kez de Cortado isimli kahveyi denedik. On numara...
Sonrasında kendimize bir restoran bulduk ve akşam yemeğimizi yedik.
İspanya'nın genelinde, ancak özellikle doğası nedeniyle Kanarya Adaları'nda deniz ürünleri en yaygın yiyecek türüdür. Eğer benim gibi beyaz ete alerjiniz varsa yemek seçenekleri doğal olarak azalır. Yine de ağız tadıyla yiyebileceğiniz güzel bir et bulmak çok kolaydır.
Restoranın sahibi kadının lokal olduğunu idda ettiği bir tarifle hazırlanmış bifteğimi söyledim. Kadın sonra bana şarap listesini uzattı. Antibiyotik aldığımdan içemiyorum, "Yok sağol" dedim. Kadın "Ama şaraplar çok güzeldir burada" diye şaşkınlıkla çıkıştı. Zaten şarapsızlıktan sinirlerim havada, "Biliyorum bacım, medikal nedenler" dedim.
Ertesi sabah Mezzycik hayatında ilk kez bir pervaneli uçağa bindi ve hep beraber Gran Canaria adasına geldik |
Ertesi sabah 🐝Mezzy🐝'cik hayatında ilk kez bir pervaneli uçağa bindi ve hep beraber Gran Canaria adasına geldik. Bu yolculuğumuz uçağın hiç yatay bir halde uçmadığı, sadece biraz yükselip, hemen sonra alçalarak indiği 'balistik' bir uçuştu.
Gran Canaria'daki otelimizi en doğru şekilde tanımlayacak kelime herhalde 'averaj' olacaktır. Lokasyon olarak ne iyi, ne kötü. Personel ne kaba, ne kibar. Odalar ne geniş, ne dar. Yemekler ne güzel, ne kötü. Havuz ne büyük, ne küçük. Yani averaj bir tatil geçirmek için bire bir.
Son anda, çaresizlikten rezervasyon yapmıştık. Ciddi hiç bir sorun yaşamadan tatilimizi bitirdik, ancak normal koşullarda üçümüz de bir kez daha gitmeyiz herhalde.
Otelimiz San Agustin isimli küçücük bir köyün hemen dibinde. San Agustin'in de oldukça büyük bir plajı var. Yürüme uzaklığında olsa da, gitmesi biraz vakit alan adanın funky plajları Maspalomas ve Playa Del Ingles de menzilimiz içerisinde.
Ancak biz, Gran Canaria adasındaki ilk günümüzde çoğunlukla adanın yerlilerin tercih ettiği Playa Del Pirata, yani Korsan Plajı'na gitmeye karar verdik.
Bu plaj gerçekten küçücük bir koyda saklı. Etrafı sarp, keskin ve oldukça yüksek, kapkara volkanik kayalarla çevrili. Gerçekten İsmini hak eden bir yer. Tam korsanların karaya çıkıp, saklanacakları gizli kapaklı bir girinti. Kumsala ulaşmak için yüzlerce basamaklı bir merdivenden inmeniz gerekiyor. Kumlar ise kömür gibi, kapkara.
Bu insanın içini gıcıklayan manzaraya bir de okyanusun şiddeti eklenince sanki kendinizi bir Johnny Depp filminde zannediyorsunuz. Koca koca dalgalar sarp kayalarda, kara kumların üzerinde kırılıyor, bütün ortalığı bembeyaz köpükler kaplıyor. Sadece Captain Jack Sparrow eksik yani...
Akdeniz gibi bir iç denizin rahatlığımdan şımarmış bizlere okyanus çok sert gelir sevgili arkadaşlar.
Bir kere yükseklikleri zaman zaman metreleri bulan dalgalar insanın ayağını yerden kesip, bir kenara fırlatırlar.
Bir de gelgitler vardır ki, alışık olmayanların kafalarını iyice karıştırır.
Akdenizin suyu günde iki kez Cebelitarıktan akıp, geri dönemediği için pek bilmeyiz bu gelgit işini.
Bir keresinde de 🐝Mezzy🐝 bir denizkızı mayosuyla geldi, kayaların üzerinde resimlerini çektik canım kızımın |
İşte bunların hepsi Playa Del Pirata'da fazlasıyla vardı. Sözcüklere dökmekte biraz yetersiz kalıyorum, farkındayım. Şu kadarını söyleyebilirim, ömrüm boyunca aklıma kazılı kalacak güzellikte bir yer bu plaj.
Playa Del Pirata'ya neredeyse her gün geldik. Bazen yüzdük, bazen güneşi batırdık. Bir keresinde de 🐝Mezzy🐝 bir denizkızı mayosuyla geldi, kayaların üzerinde resimlerini çektik canım kızımın.
San Agustin plajı ise sözcüğün tam anlamıyla bir plaj. Açık renkli, geniş, uzun kumsalı, beach barı, kısacası tipik bir tatil plajının her klasik unsuru var burada. Ancak onu diğerlerinden ayıracak bir özelliği yok, buraya bir kez geldik, bir daha da gitmedik.
Kumlar ise kömür gibi, kapkara |
Oldukça geniş bir alana yayılmış bu plaj büyük çoğunlukla kumlu. Sadece küçük bir kesimi çakıl.
Plajın parsellerinin çoğunun önünde doğal yada yapay dalgakıranlar var, yani okyanus kıyısında değil de Antalya'daymış gibi sakin, durgun bir deniz deneyimi yaşıyorsunuz.
Playa Del Ingles sadece plajlardan değil, cafe, bar ve restoranlardan oluşmuş mükemmel bir turizm kompleksi. Gündüz deniz, akşam yemek, gece de sebehe kadar dans istiyorsanız adanın bu köşesine gitmelisiniz. Tatilimiz süresince hem alış veriş, hem deniz, hem de otel dışında bir kahve içmek için buraya sık sık geldik.
Plajın parsellerinin çoğunun önünde doğal yada yapay dalgakıranlar var, yani okyanus kıyısında değil de Antalya’daymış gibi sakin, durgun bir deniz deneyimi yaşıyorsunuz |
Playa Del Ingles'in ilerisinde ise adanın en güzel, en cazibeli kumsallarından biri var. İsmi Maspalomas.
Maspalomas plajının bir ucunda ise dune dedikleri kum tepeleri bulunuyor. Bakınca kendinizi Sahara Çölü'nde zannediyorsunuz.
İşin aslı Kanarya Adaları Sahara Çölü ile aynı enlemde, hatta çölün tam karşısında. Sadece Ticaret Rüzgarları bu adalarda çölleşmeyi önlemiş. Yine de adaların Maspalomas gibi bazı bölgelerinde, özellikle de - duyduğum kadarıyla - Fuertoventura adasında, çölleşmiş bölgeleri görmek mümkün.
Maspalomas plajının bir ucunda ise dune dedikleri kum tepeleri bulunuyor. Bakınca kendinizi Sahara Çölü'nde zannediyorsunuz |
Dune'larin aksi istikametinde ise çok güzel bir deniz feneri var.
Bu ikisinin arasında ise restoranlar, barlar, oteller, vesaire. Ancak bunlar Cancun'daki (ya da Antalya'daki) gibi insanın gözünün içine içine girmiyorlar. Tek katlı, eski görünümlü sahil ile aynı ruhta kamufle olmuş yerler.
🐝Mezzy🐝 Maspalomas'ı çok sevdi. Hem denizde çok eğlendi, hem de kumsalda. Bol bol kale yaptı, çukur kazdı, taş topladı. Hal böyle olunca gelecek yılki tatilimizi yine Gran Canaria'da, bu kez Maspalomas'ın göbeğinde rezerve ettik. Gidebilecek miyiz, o başka mesele tabi, ama boşverin, yeni bir COVID geyiği başlatmayalım...
Puerto Rico isimli limandan bir gemiye binip, yunus ve balina görme turuna çıktık. Benzeri bir turu geçen gelişimizde Tenerife'de de almıştık. Bol bol yunus ile bir kez de pilot (kılavuz) balinası görmüştük.
Bu kez de bol bol yunus görme şansımız oldu. 🐝Mezzy🐝 deli oldu tabi. Yunuslar etrafımızda dolaştıkça "Jump dolphin jump!" diye bağırıyor, yunuslar da sanki onu duyuyorlarmış gibi suyun üzerinde zıplıyorlardı.
Bu kez balina görememiştik ama turumuz çok güzel geçmişti. Okyanusa açıldığımızda ise dalgalar gerçekten sertleşmiş, küçük gemimizi bayağı ciddi sallamışlardı. Sevgili karım bu esnada dayanamadı, ufak bir "böööğğğğk" vakası yaşadık. Ama olur o kadar tabi.
Yunuslar etrafımızda dolaştıkça "Jump dolphin jump!" diye bağırıyor, yunuslar da sanki onu duyuyorlarmış gibi suyun üzerinde zıplıyorlardı |
Otellerin bazıları da bu volkanik yamaçlara, neredeyse kayaları kazıyarak yapılmış. Her birinde de birer infinity pool. Çok etkileyici, çok özel bir tatil geçirilebilir buralarda. COVID yüzünden değiştirmek zorunda kaldığımız otelimiz de bunlardan biriydi.
Kader. Maybe another time...
San Agustin'de, El Capitan isimli bir bar, menüsünde de mükemmel bir Rioja şarabı keşfetmiştik.
Gemi bizi geri Puerto Rico'ya bırakmadan önce sahil boyunca minik bir Gran Canaria turu attırdı |
Sayılı gün çabuk geçiyor. Dönüş günü gelip çatmıştı. Son gün uçağımız gece 12:05'te kalkıyordu, yani bütün gün bizimdi. Resepsiyondakiler "Sabah kahvaltı edebilirsiniz ama öğlen yemeği için yirmi yuro ödeyin yoksa bileziklerinizi mor bileziklerle değiştireceğiz, bunlarla sadece sandviç yiyip, kola içebilirsiniz..." falan diye başladılar.
O mor bilezikleri al, nasıl değerlendireceğini sana bırakıyoruz dedik, sabahtan check-out yapıp, bir gün önce rezervasyon yaptığımız Maspalomas'da bir private beach bar'a check-in yaptık. Sahile sıfır, mükemmel şarapla harika bir son gün geçirdik Gran Canaria'da.
Lokal bir restoranda, lokal bir şarap, lokal olduğu şüpheli sığırlardan biftek ve mükemmel İspanyol peynirleriyle akşam yemeğimizi yedik.
Ufak bir gourmet ipucu sevgili arkadaşlar, Avrupa'da peynirlerini rahat rahat yiyip, zevk alacağınız ilk sıradaki ülke İspanya'dır. Peynirleri bizim ağız tadımıza çok uyar, Fransa ve İsviçre gibi alışık olmayanları sarsacak türleri pek yoktur.
Las Palmas'tan son otobüsle havaalanına ulaştık.
Güvenlikten geçerken biletlerimizi gösterdik. Kel kafalı, göbekli, bıyıklı, halinden 'önemli' biri olduğu anlaşılan bir adam biletleri aldı, baktı, sonra suratında salakça bir gülümsemeyle "Sizin uçağınız bugün değil, yarın" deyip, biletleri geri uzattı.
Kanım tepeme çıkmıştı. Tarih yarının tarihiydi çünkü uçak gece on ikiyi beş geçe kalkıyordu.
İngilizce "Saate bak" dedim. Bu yine güldü ve bir moronla konuşuyormuş gibi, tane tane, hece, hece "To-mor-rov" dedi, biletleri uzattı.
Bu dangalak yürüdü, gitti. Kalan çömez iki Sançez, patron hayır dedi diye biletlere dokunmaya bile korkuyor.
Kaldık mı güvenliğin kapısında...
Sançez'lerden birine gittim, İngilizce hak getire tabi, "Jefe?" diye sordum, az önceki göbeklinin gittiği yönü işaret etti. "Other jefe?" diye bir daha sordum. İçeri girip, kayboldu.
Bir kadın geldi. Aralarında üç beş dakika İspanyolca geyik yaptılar. Sonra kadın biletlerimizi aldı. İnceleyince de kıpkırmızı oldu. Özür diledi, bizi içeri aldılar.
Üç saat, sadece iki otomattan başka açık hiç bir cafe'si, restorant'ı olmayan havaalanında gezindik, durduk.
Uçağımız sabah güneş doğarken Basel havaalanına inmişti.
Tatilimiz işte böyle sevgili arkadaşlar. 2020 yılının Ağustosunda çıktığımız tatili, 2021 yılının Mart ayımda yazıp bitirdim.
Başta söylediğim gibi, bir süre ne yazık ki gezi yazısı yok, çünkü gezi yok. İkinci bir emre kadar gezi olmayan yazılarda görüşmek üzere, sevgi ile kalın ❤️