16 Eylül 2020 Çarşamba

Corona mı Hızlı, Biz mi?

Sevgili arkadaşlar, iki fazlı bir yaz tatilinin ardından eve döndük, ama nasıl döndük, bir biz biliyoruz, bir de siz bileceksiniz, eğer sabrınız bu yazıyı bitirmeye yeterse tabi...

Size şuraya gittik, bunu gördük diye anlatmadan önce. Nalcı Turizm'in nasıl çalıştığını, gezilerimizi nasıl planlayıp, icra ettiğimizi anlatayım biraz, çünkü öykümüzün gerisi için önemli olacak.

Bildiğiniz üzere küçük ailemizle birlikte İsviçre'de yaşamaktayız. Gerçekten yaşamaktan zevk aldığımız, dünyanın en uygar ülkelerinden biridir. Ancak uygarlığı bir kenara, bu güzel ülkenin çok önemli bir özelliği daha vardır sevgili arkadaşlar.

İsviçre, Avrupa'nın tam ortasında bir yerdedir.

Örneğin Paris'e trenle Ankara-İstanbul'dan daha kısa zamanda ulaşabilirsiniz, aynı şekilde Milano'ya, ya da Münih'e.

Yine Côte d'Azur, Venedik, Viyana, Pisa, Toskana, Amsterdam, Brüksel, Barselona, hatta Prag (her ay sadece hafta sonu için Prag'dan arabasıyla Lozan'a gelip, dönen bir eksik akıllıyı tanıyorum), hep bir günlük araba uzaklığındadır.

Gençken bu araba rutinini çok severdim. Sevgili karımla kaba bir hesapla bir milyon kilometre ve dört araba eskitmişliğimiz vardır. Düşünün, aklımıza estiği bir anda, "Hadi <insert city name>' e gidelim" dediğiniz anda, arabanın deposunu doldurup, gaza basıyor, altı-yedi saat sonra kendimizi güzelim bir Avrupa şehrinde bulabiliyorduk...

Yaş kemale erince bu araba işi artık yorucu olmaya başladı takdir edersiniz.

Sadece yolda kaybedilen yedi saat değil, bir de direksiyon sallamanın yorgunluğu da eklenince, gezinin ilk ve son günleri çekilmesi zor bir hale geliyordu. Örneğin Paris'e altı saatte kamyoncularla kavga ede ede gitmektense, trene atlayıp, dört saatin biraz üzerinde bir sürede, şarap yudumlayarak gitmek daha cazip olmaya başladı.

İşin bir de ekonomisi var tabi.

Yine Paris'i düşünürsek, Lozan'dan trenle Paris'e adam başı otuz Frank'a gitmek mümkün. Treni bırakır, uçakla giderseniz fiyatlar daha komik bir hale gelebiliyor. Örneğin bu Aralık'ta Paris'e adam başı yirmi Frank'a uçuyoruz. Akıl almaz komik fiyatlar bunlar sevgili akadaşlar.

Ancak Amarikalıların dediği gibi, "There is a catch!".

Bu fiyatlarda yolculuk yapabilmek için biletinizi ve otelleri seyahatinizden uzun sayılabilecek bir süre öncesinden almanız gerekiyor.

Sevgili karım bu işlerin uzmanı haline geldi. Örneğin gelecek yılın Ağustos ayında gideceğimiz tatilin küçük bir uçak kısmı hariç tümünü şimdiden aldı. İnanmaması serbest, Kanarya Adaları'ndaki all-inclusive bu tatil için Türkiye'de bir otelden çok daha az bir miktar ödüyoruz.

İşte aynı nedenle bu sene gittiğimiz iki aşamalı yaz tatilimizi de bir sene öncesinden başlayarak kademeli bir biçimde satın alıp, ödemiştik.

İlk olarak Temmuzun sonunda 🐝Mezzy🐝'nin doğum günü için Fransa'ya, sonra da Ağustos'un ortalarında Kanarya Adaları'na, deniz kıyısına gidecektik.

Gezinin detaylarını aşağıda sıralıyorum.

Amacım oraya buraya gittik diyerek hıyarlık yapmak değil, bunların tümü yazının ilerisinde önem kazanacak, lütfen biraz sabır...

Fransa gezisi:

1) Cenevre-Nice uçak
2) Nice'de iki gece otel
3) Nice-Paris uçak
4) Paris, Disneyland'da beş gece otel
5) Disneyland-Cenevre tren

Kanarya Adaları:

6) Basel-Madrid uçak
7) Madrid'de iki gece Otel
8) Madrid-Gran Canaria uçak
9) Gran Canaria Mogan'da onbir gün otel
10) Gran Canaria-Basel uçak

Her şey planlanmıştı, sadece gün sayıyorduk.

İşte tam bu anda Corona vurdu!
İşte tam bu anda Corona vurdu!

Sınırlar kapatıldı, birçok ülkede insanlar eve kapandı.

Salgının ilk günlerinde İtalya en çok kurban veren ülkeydi, ancak kısa zamanda Fransa ve İspanya Corona'dan en çok etkilenen ülkeler arasına girdi.

"Fransa" ve "İspanya"! Yani bizim tatil bölgelerimiz!...

Şubat-Mart ayları süresince zaten evden çıkamadık. Herkes gibi umudumuz bir tedavinin bulunacağı ve Temmuz'un sonuna kadar hayatın normale döneceği şeklindeydi.

Heyhat!

Bana sorarsanız dünyanın bu belanın etkilerinden kurtulması en az bir on yıl alacak ama bu konuyu başka bir yazıya bırakalım, tatil öykümüze devam edelim.

Corona'nın herkesin paniklediği ilk dönemlerinde tanımı zor günler geçirdik, 🐝Mezzy🐝 ile ben evde, sevgili karım ise Corona savaşının ön sathında, çalıştığı hastanede...

Yirmi küsür yıldır yaşadığım bu güzel kenti hiç böyle görmemişim. Post-apokoliptik bir bilim-kurgu filmi izler gibiydik. Sokaklar boş, yollar boş, dışarda gördüğümüz bir kaç insan da yiyecek (ve şarap) almak için evden çıkmış. Bir Mad Max eksikti yani. Yine de Lozana, mutfak alış-verişi için gittiğimiz günlerde sanki Maldivlere, tatile gitmiş gibi içim ferahlıyordu.

Corona'nın tepe yaptığı bu günlerde, Jelena da, ben de öksürüklü, ateşli, şimdiye kadar olmadığımız bir biçimde kuku olduk. Test yaptırmadık ama ben karambolde Corona’yı kapıp, atlattığımıza neredeyse eminim.

Tatil ise gitgide gidilmesi imkansız gibi görünmeye başlamıştı.

Bu karamsar günlerde ilk güzel haber Haziran'da geldi. Fransa ile sınırlar açılmıştı. Nisan'da iptal ettiğimiz bir seyahatten sonra Temmuz da güme gidebilirdi, o yüzden bu sınırların açılması bayağı umutlarımızı artırmıştı. Bir test için, 🐝Mezzy🐝'yi hemen yakındaki Besançon'a, bir dinozor parkına götürdük, bir de uzun süredir yapamadığımız şarap ve peynir alışverişimizi gerçekleştirdik.

Sonrasında sınırların kapanmayacağı belirginleşti, biz de tekrar tatil planlarımıza döndük.

Ancak tam bu noktada elli küsür yıllık hayatımda bir kez bile görüp, duymadığım acayip şeyler olmaya başladı.

İlk önce Nice'e uçuşumuz (1) sabahtan, akşama alındı. Böylece Nice'de geçirmeyi planladığımız gün çöp oldu. İner inmez Cannes'a geçmek zorunda kaldık.

Sonrasında Paris'e uçuşumuzun (3) saati değişti. Yine Disneyland Park'da geçireceğimiz bir gün daha çöpe gitti.

Ancak en komiği Paris'deki otelimizin (4) başına geldi. Sevgili karım bu olan bitenden sonra bir İsviçre refleksiyle, lan Paris'teki otelin başına bir şey gelmiş midir diye otelin Web sitesine baktı.

Otel kapalı!

Yani gitsek, kıçımız açıkta kalacak.

Sevgili karım son anda allem etti, kallem etti, hemen yakında başka bir otel buldu. Bu arada otelle telefon, email falan, zar zor bir oda bulabildik.

Paris'teyken bu kapanan otelin önünden geçiyorduk, Jelena "Bugi, otelin içinde insanlar var, sanki kapalı değil gibi" dedi.

İçeri bir girdik, otel hayli faal bir durumda. Resepsiyondaki adama açık mısınız diye sorduk, sanki dünya yuvarlak mı diye sormuşuz gibi aptal bir sırıtmayla balıktı yüzümüze.

"Mais bien sûr!", tabi ki açığız dedi.

Lan sitenizde kapalısınız diyor, üç gün uğraştık sizden parayı geri alıp, başka bir otele rezervasyon yaptırabilmek için dedik. Bu da "A bon?", yani gerçekten mi deyip, çevirdi kafasını.

Hadi Web sitelerinde kapalı görünmesine rağmen oteli açtınız, bu insanlar nereden geldi diye sorduk kendimize, sonra biraz düşününce cevabı bulduk. Demek otelin sayfasına gitmemişlerdi. Ee, herkes sevgili karım kadar pro-aktif değil tabi.

Bu arada madem otel açıktı, bizim mailleştiğimiz, telefonda konuştuğumuz otel adamları niye otelin açık olduğunu bize söylemeyip, üstüne bir de paramızı iade ettiler diye sorarsanız... Sormayın. Fransızların dediği gibi "C'est la vie!"

Paris'ten Cenevre'ye trenimiz (5) ise saatinde kalktı, ancak bizi Cenevre'ye götürecek hızlı tren Dijon'da durdu, bizi bir banliyö trenine bindirip, Cenevre'ye gönderdiler. Dolmuş gibi, dura, kalka Cenevre'ye ulaştık.

Bu iki gezimiz arasında iki haftadan az bir zaman vardı. Jelena Fransa gezimizde başımıza gelenlerden sonra her gün İspanya'daki bütün otelleri, uçakları falan kontrol etmeye başladı.

Ancak İspanya gezimize ilk darbe otel yada havayollarından değil, İsviçre hükümetinden geldi.

Bütün İspanya karası Corona nedeniyle kırmızı listeye alınmıştı. Eğer ülkede yirmi dört saatten fazla kaldıysanız, hemen eve, iki haftalık karantinaya giriyordunuz. Maaşınız ödenmiyor, dışarda yakalanırsanız da on bin Frank, yani yetmiş küsür bin törkiş lira ceza ödüyordunuz.

Böylece Madrid uçuşumuz (6), Madrid otelimiz (7) ve Madrid-Las Palmas uçuşumuz (8) güme gitmişti. Otelimiz, bir de hayli funky, pahalı bir oteldi, içimiz cız etti.

Hemen uçuşu iptal ettik, ancak bu iptal havayolundan değil, bizim planlamamızdan dolayı gerçekleştiği için paramızı geri alamadık. Otel ise rezervasyon iptalini kabul etse de aradan bir aydan fazla zaman geçmesine rağmen hala geri ödemeyi yapmadı.

Bu aşamada sorun Gran Canaria adasına ulaşmaya dönmüştü. Cenevre-Las Palmas uçak bileti, son anda alacağımız için adam başı dört yüz Frankı bulmuştu, halbuki Madrid'den uçuşumuz sadece adam başı elli Frank falandı.

Devreye yine ailemizin seyahat danışmanı, sevgili karım girdi. Gran Canaria yerine Tenerife'e çok ucuz bir uçuş buldu. Tenerife'de bir gece kalarak, yine adam başı on küsür Frank'a, Tenerife'den Las Palmas'a bir dolmuş uçak buldu. Biz de Madrid'de iki gün yerine, Tenerife'de, altı sene sonra yeniden bir gün geçirerek deniz tatilimizi her şeye rağmen gerçekleştirebilecektik.

Ta ki tatilden üç-beş gün öncesi, Gran Canaria'daki otelimiz (9) bize kapanacağını bildirene kadar.

Tanrılar demek ki bu tatile gitmemizi istemiyorlardı.

Ancak kendi deyişiyle iki savaş geçirip, hayatta kalmayı becermiş sevgili karım yine devreye girdi ve son anda bir resort bulup, rezervasyonumuzu yaptı.

Bu yeni otel ilk otelimiz kadar romantik, manzaralı bir yer değildi - ilk otelimiz volkanik bir yamacı kazıyarak yapılmış, infinity havuzu ile dağdan düşermiş gibi yüzebileceğiniz bir yerdi, ama, sonuçta yeni otelin bir havuzu, bir de denizi vardı ki, buna da şükür tabi.

Gran Canaria'dan dönüş uçuşumuz ise sorunsuz, saatinde kalktı.

Özetlersek, Nice'de iki gece kaldığımız bir otel (2) - ki Jelena son anda rezervasyon yapmıştı, ve Las Palmas-Basel uçuşumuz (10) dışında bütün uçuşlarımız ve otellerimiz şu yada bu şekilde değişmişti.

Sizlere gezilerimizi anlatırken, devamlı o iptal oldu, bu değişti demektense, bütün miyavlamamı bu yazıda tamamlayıp, ilerleyen zamanlarda başınızı ağrıtmayayım dedim.

Devam edeceğiz...

Gününüz güzel olsun❤️

Bir ufak not. 🐝Mezzy🐝'nin Ekim'deki okul tatilinde gideceğimiz Disneyland, ve uçuşlar, trenler, oteller falan da Corona'nın ikinci dalgası dolayısıyla hep iptal olmuş durumda.

🥴😛🤣

#Blog #Gezi

30 Ağustos 2020 Pazar

Bir Şişe Bordeaux

Sevgili arkadaşlar, genelde, hem bizim hemşerilerle, hem de yabancılarla şarap geyiği yaparken biraz dikkat ederim. Çünkü şarap işine biraz uzak olan mutlu çoğunluk, şarap geyiğini hayli ukala, fazlasıyla snob bulurlar. Sadece kendi Facebook sayfamda biraz daha serbestçe şarap geyiği yapar, şarap resimlerimi paylaşırım ki, kendi sayfam olmasına rağmen arada birileri çıkar, yüzüme ya da arkamdan, ne lan bu şarap geyiği diye sitem ederler.

Canları sağolsun.

İşin aslı, şarap, bece gelmiş geçmiş en asil, en sanat ağırlıklı içkidir.

Bir rakı, bir viski tad olarak çok farklılık göstermez. İki kadeh içince de çarpar, içkinin kendisinden tad almaktansa, alkolün sonuçta yol açtığı keyif için içilir genellikle.

Şarap ise en azından kendim için konuşayım, içtikten sonra değil, içerken haz aldığım yegane içkidir.

O yüzden biraz şarap geyiği yapacağım, affınıza sığınıyorum.

Neyse...

Uzunca bir aradan sonra ilk kez güzel bir şişe Boredaux şarabı açtık. 2012 yılından bir Médoc, bir Cru Bourgeois. Şarapla pek hoşlaşmayan sevgili karım bile bu şaraba eşit ortak oldu.

Bordeaux, bana sorarsanız bir denge bulma sanatıdır. Tek üzümle yapılmış şaraplar o üzümün kalitesine, harman şaraplar ise karışımdaki dengenin hassaslığına göre tad olarak güzelleşirler ya da kötüleşirler.

Cabernet Sauvignon ve Merlot gibi iki ayrı dünyanın üzümlerimden harman Bordeaux, şarap yapıcılarına, hedefledikleri tadı bulabilmeleri için bir çok fırsat sunarlar.

Bugün bu fırsatı çok iyi değerlendirmiş bir şatonun sekiz yaşında bir şarabını içtik. Tadı, after taste dedikleri, içtikten sonra bıraktığı tad, ama en önemlisi, şarabı yıllandırmanın temel hedefi, kompleks organik moleküllerinin ortaya çıkardığı kokular, tarif edilmesi zor bir düzeyde.

Tadı hala damaklarımda.

Akşamınız güzel olsun 😍🍷



21 Temmuz 2020 Salı

Eskilerden Bir Arkadaş - 2

Sevgili arkadaşlar, sizlere Romanya'da tanıştığım eski bir arkadaşım ille birlikte başımızdan geçen bir kaç olayı anlatmaya başlamıştım, devam edelim.

Lozan'a yerleştiğim ilk yıllarda aldığım bir arabam vardı. Öyle insanın içini kaldıracak bir araba değil, kendi halinde bir VW Golf. GTI dedikleri hızlı bir modeldi. Çok günüm geçmişti onla. Bir de çok gezmiştim. Aldığımda sıfırdı, ama yıllar bedelini aldı ve iki yüz bin kilometreye falan gelmişti son günlerinde.

Bilgisayar teknolojisinin arabalara yeni girdiği modellerden biriydi. Her yeni bilgisayar tabanlı ürün gibi bol bol yazılım sorunu yaşıyordu.

Kötü bir alışkanlık geliştirmişti. Hiç bir şey yokken elektrik aksamı zırvalıyor, arabanın farklı sistemlerini istemsiz olarak çalıştırıyordu. Kaç kere servise götürdüm. Tamam, oldu diyorlar, üç beş gün sorun çıkarmıyor, sonra yine aynı tas, aynı hamam.

Bir gece işten dönüyordum. Otoyolda sol şeritte, 120 ile falan giderken bir anda motor stop etti, dört kapıdaki camlar aynı anda aşağı indi ve bir Noel ağacı gibi arabanın far, sinyal, stop, her türlü ışığı yanıp sönmeye başladı. Başka kereler kışın ortasında klima, yazın ortasında da ısıtıcı devreye giriyor, çöl kadar kuru havada silecekler çalışıyordu.

Bugün değiştiririm, yarın değiştiririm derken bir süre daha kullandım bu arabayı.

Bir pazar günü size bahsettiğim bu arkadaş ve karısı ile birlikte Burgonya'ya gittik, benim arabayla tabi. Lozan'a iki-üç saat uzaklıkta olduğu için Burgonya böyle günübirlik kaçamaklara çok uygun bir yer.

2002 Romanée-Conti
Araba giderken hiç sorun çıkarmadı. Burgonya'nın en güzel şaraplarının yapıldığı köylerini birbirine bağlayan Route des Grands Crus'yü baştan sona geçtik. Duraklarımızdan biri de Vosne-Romanée köyüydü. Burada dünyanın en pahalı şaraplarından biri olan Romanée-Conti'nin üzüm bağı bulunur.

Arabayı bu bağın yanına park edip, bağı sınırlayan alçak taş duvarın etrafında gezinmeye başladık. Şişesi beş bin dolar olan bu şarabın üretildiği bu bağın güvenliğinden koca bir haç sorumlu. Biz bağa bakarken sevgili oğlum Yumuk bağın duvarına gitti ve sağ arka ayağını kaldırıp, bağa doğru bir güzel işedi.

Bizi bir gülme aldı haliyle. Bol bol şarap ve çiş şakası yaptık. Sizler de eğer bir 2002 Romanée-Conti içerseniz, canım oğlum Yumuğun katkısını lütfen hatırlayın!

Burgundy Trilogy
Oradan Nuits-Saint-Georges, yani Aziz Corc'un Geceleri isimli köye geçtik. Köyün merkezindeki otelde Burgundy Trilogy isimli, Burgonya'nın en ünlü şaraplarından üçünün - Vosne-Romanée, Chambolle-Musigny ve Nuits-Saint-Georges, yine Burgonya peynirleriyle servis edildiği mükemmel bir şarap tadımı yaptık. Bugün Burgonya şaraplarının fiyatı o kadar artmış ki, Burgundy Trilogy'yi ne yazık ki artık menülerinden çıkarmışlar.

Sonra da Lozana geri dönmek üzere yola koyulduk.

Otoyolda 130 kilometreyle falan giderken, bütün gün gıkı çıkmayan araba yine sapıttı. En sol şeritteyken motor durdu, camlar indi, stereo bangır bangır çalmaya başladı, bu gürültüye bir de arabanın alarmı eklendi.

Zar zor emniyet şeridine kendimizi atabildik. Böyle durumlarda arabaya çakılmış bilgisayar muamelesi yaptığımda, yani kontağı kapayıp, tekrar açtığımda sorun çözülüyordu. Aynı yöntem bu kez de işe yaradı, tekrar yola koyulduk.

Ancak bir on dakika sonra yine aynı rezillik. Tekrar çektik sağa.

İçimden "Ah be oğlum, işemeyecektin o duvara!" diye geçirdim, "O koca haçı da mı görmedin?"

Aziz Romanée bizi cezalandırıyordu...

Arkadaşım arabaya bir de ben bakayım dedi. Hem makine mühendisidir, hem de bu araba işlerine çok meraklıdır. Ertesi gün benim eve geldi. Ben bahçede Yumuk'la oynarken o da kaputu açmış, arabaya bakıyordu. Biraz sonra gülerek geldi. 'Ben bu arabaya artık el süremem" dedi. "Niye?" diye sordum, "O araba artık bir suç mahalli" dedi. "Bir cinayeti rapor etmem gerekiyor" diyerek, pense ile kuyruğundan tuttuğu ölü bir fareyi uzattı bana.

O araba artık bir suç mahalli!
Fare, akünün üzerinde ölmüştü, ama cesedin görünümüne bakarsak, oldukça uzun bir süredir orada olduğu anlaşılıyordu. Zaten akünün üzerine bakınca farenin nerede öldüğü de kolayca belli oluyordu. Leş gibi kirli akü kapağının üzerinde pırıl pırıl bir Mickey Mouse deseni ortaya çıkmıştı.

Fare belki arabanın başına gelenlerin sorumlusuydu ama cesedi ortadan kaldırmış olsak bile arabanın dertleri devam etti, ben de sonunda değiştirmeye karar verdim.

İkinci bekarlığım, gittim, kendime canavar bir araba seçtim. Öyle 350 beygir falan, Porsche, Ferrari, Merrari dinlemiyor, tozunu attırıyor o funky arabaların.

Benim arkadaş "Gel alma bunu, başına dert açar" dedi. "Niye?" diye sorunca da "Bunun seri otomatik bir şanzımanı var, çok arıza yapıyor" dedi. Araba rally falan kazanan bir model, ben de nasılsa onu dağda, taşta kullanmayacağım, bir şey olmaz diye düşündüm ve gözümü karartıp, annesinin izdivaç töreni miktarında bir para bayılarak bu canavarı aldım.

'Canavar' Arabam!
Neredeyse bir sene sorunsuz kullandım. Acayip mutluyum, bir o kadar da zevk alıyorum bu canavarı kullanırken.

Ancak sinsi bir biçimde doğru zamanı kollayan tamircilerin tanrısı Montreux'nün dağlarının tepesinde, iki bin metrede falan vurdu darbeyi. Arabada her şey doğru çalışıyor, düz yolda yada yokuş aşağı tamamen normal gidiyor ama yokuş yukarı, hatta ufacık bir eğim de olsa otomatik vites boşa düşüyordu.

Arabada yalnız da değilim, tam rezillik yaşıyorum. Lozan'ın kuzeyine kadar gelebildik. Otoyolda arada yokuşlar olsa da, ben yokuşu görünce hızlanıyorum, araba da daha önceki hızı ile, sonuna doğru biraz yavaşlasa da yokuşu aşabiliyor.

Lozana girdik. Bilenleriniz bilir, Lozan, yukardan girdiğinizde hep yokuş aşağıdır. Yanımdaki arkadaşı yokuş aşağı bir noktada bıraktım, ama eve gidebilmem mümkün değil. Yaşadığım köyde otoyoldaki gibi hızlanıp, fizik kurallarıyla eve ulaşabileceğim düzlükte bir yol yok.

Arabayı işyerinin yeraltı garajına bıraktım, eve döndüm.

Pazartesi tamirciyi aradım, çekiciyi gönderdiler. Ancak çekicinin kamyonu yeraltındaki garajın kapısından geçemiyor. "Yukarı kadar çıkabilir misin?" diye sordu. "Deneriz" dedim.

Atladım arabaya, düz alanda hızlanıp, çıkıştaki rampaya girdim. Ancak soluğu yetmedi garibin. Rampanın sonuna bir kaç metre kala enerjisi bitti, durduk.

Geri geri gidip bir kez daha deneyeyim dedim ama arkamda garajdan çıkmak isteyen bir araba belirdi. Sadece bir şeritlik, birbirimize yol vermemizin olanaksız olduğu bir yoldayız. Ona geri git gibisinden bir işaret yaptım, o da parmağıyla çıkışı işaret edip, "Çıkmak istiyorum" dedi.

"Gerçekten mi?" diye söylendim, "Ben burasını park çıkışı değil, arabayla ileri geri oynama alanı zannediyordum..."

"Babacım git geri, bak araba bozuk, çıkamıyoruz işte." dedim, o da "Ama ben dışarı çıkmak istiyorum" diye ısrar etti.

Sinirlendim, kontağı kapadım, el frenini çektim, arabayı öylece bırakıp dışarı çıktım.

Geçmiş zaman hatırlamıyorum, ya benim arkadaş, ya da çekici adamı, gitti, arkadaki arabanın şoförünü geri gitmeye ikna etti. Bu geri gitti, ben de onun önünde geri geri onu takip ettim, park yerine ulaştığımızda da yana çekilip yol verdim. Bu da sinir yapıp gaza bastı, gitti.

Aynı şey yeniden başımıza gelmesin diye benim arkadaş park yerine girdi, arkadan gelen trafiği durdurdu. Ben de park yerinde hızlanıp, rampaya yeniden girdim. Ama yine gücümüz yetmedi, geri geri park yerine döndüm. Böyle bir iki kez imamın kayığı modunda gittik, geldik.

Ben çıkmayı denerken benim arkadaşın durdurduğu arabaların sayısı da artmaya başlamıştı.

Son kez gözümü kararttım, come hell or high water amk, bastım gaza...

Rampanın sonuna yaklaşmıştım. Gün ışığı görünmüş ancak araba da iyice yavaşlamıştı. Son bir metreyi gitmek ile durmak arası bir hızla geçtim. Rampayı aşmış, düz yola gelmiştim. Düz yolda canavardı sevgili arabam, gaza bir iki kez bastım, motor kükredi, arkamızdaki arabalar korna çaldılar, alkışladılar.

Araba tamir oldu. Hiç sorunsuz Sırbistan'a gidene kadar kullandım, sonra da sattım.

İşte böyle.

Daha anlatacak çok öykü var da, anonimite bozulmasın diye yazmıyorum, bir de zaman zaman ahlak ve terbiye sınırları tabi...

Kafamın uyuştuğu sayılı dostlarımdan biridir. Aynı tür müzik dinler, aynı tür filmleri izleriz. Yirmi küsür senedir birlikte çok vakit geçirdik. Bir ara aramıza kara kedi girdi ama benim aksiliğimden, neyse sonradan mutabık kaldık.

Ben yedi kere ameliyat olurken, hastanedeyken hep yanımdaydı, Yumuk'a göz kulak oldu.

Sırbistan'a gitmeden bir gün önce karısı, o ve ben bir akşam yemeği yemiştik. Karısı bana "Sırp kızları çok güzeldir, yalnız dönmezsin oradan" demişti. Ben de "Bir daha evlenmek mi?" falan diye cengaverlik yapmıştım. Sağolsun, sonradan nikahımız için ta Lozan'dan Niş'e, hem de arabayla gelmişti.

Ama en önemlisi, bana The Offspring'i sevdiren adamdır, her şeyi unutsam bile, bunu unutmayacağım.

Sevgi ile kalın ❤️

7 Temmuz 2020 Salı

Eskilerden Bir Arkadaş - 1

Yıl ya 1998, ya 1999. Krakow'dayım. Polonya'daki fabrikaların üretim bütçelerini üç ay falan çalıştıktan sonra bitirmenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum.

Finans yaptıysanız bilirsiniz, insanı öldürür bu bütçe işi. Yüz elli farklı kişinin peşinde koşar, onlardan aldığınız yalan yanlış bilgilerden anlamlı bir şeyler çıkarmaya çalışırsınız. Bütçe zamanı - seksist benzetmemi hoş görün - muayyen günlerindeki kadın muamelesi görürsünüz. Asabiyetten ne evde, ne işte kimse sizin yanınıza yaklaşabilir. Bütçe bitince de Rambo'nun Vietnam'dan kurtardığı savaş esirleri gibi olursunuz. Bitkin, hırpani ama mutlu...

Prezantasyon falan bitmiş, otele dönmüştüm. Ertesi günü tamamen kendime ayırmıştım. Lozan'a bile dönmeyecektim. Bir gün boyunca Krakow'da arkadaşlarla dolanacaktık. Yemek için dışarı bile çıkmadım, room service söyledim.

Daha yemek bile gelmemişti ki, zarrrr, telefon çaldı. Patronum arıyordu.

Önce prezantasyon nasıldı falan diye sordu. Çok tuhaf bir durumdu bu. Patronum çok geniş bir adamdı, bırakın bütçe prezantasyonunun nasıl olduğunu, şirket batsa umrunda olmazdı.

Fena değil gibi bir şeyler söyledim. Hala bu telefon konuşmasına bir anlam vermeye çalışıyordum. Az sonra olay aydınlanmaya başladı. "Bir bütçe daha yapmaya var mısın?" diye sordu. Demirden korksak trene binmezdik, tabi ki yaparım dedim. Yuvarla gelsin!

"Who's in trouble/Kimin başı dertte?" diye sordum? "Romanya" dedi. Romanya fabrikası o zamanlar daha yeni alınmıştı, bütçesine de ofis arkadaşım bakıyordu. Normalde şimdiye kadar bitmiş olması gerekirdi. Ben sormadan patronum söyledi "Arkadaşın Lozan'a dönmek zorunda kaldı". Merak etmiştim. "Niye?" diye sordum. Kömür madencileri Bükreş'e yürüyorlarmış, durum tehlikeliymiş, ondan dönmüş.

Nasıl bozuldum, anlatamam. "Fedaimiyiz lan biz" diye içimden geçirdim, "Ona tehlikeli de bize değil mi?"...

Ben duraklayınca patronum bozulduğumu anladı, "Lozana dönmesini ben istedim" dedi. "Niçin?" diye sordum, "Çünkü hamile"dedi.

Hem sevinmiş, hem de ikisinin de günahlarını aldığım için biraz utanmıştım. "Ne zaman Bükreş'te olmam gerekiyor?" diye sordum, "Yarın" dedi. Bir günlük Krakow tatilim tuvaletten aşağı gitmişti. "Bütçeyi yapmak için de üç günün var" dedi. Görevimiz Tehlike olmuştuk anasını satayım. Mesaj üç saniye sonra kendini imha etti. Yemeğimi yerken de uçak biletlerimi odaya göndermişlerdi. Moneypenny daha ben tamam giderim demeden rezervasyonlarını yapmıştı.

İşin güzeli, o günlerde Romanya için vize almam gerekmiyordu. İşin daha da güzeli, ofiste benden başka herkes Romanya'ya giderken vize alıyordu - ki bu benim için hayli yabancı bir duyguydu. Genelde her yere vize alan ben olurdum. O zamanlar Şengen, Yengen falan yok, Fransa ve İtalya için mesela ayrı ayrı vize almak zorundaydım. İsviçre'yi bilenleriniz daha iyi anlayacaktır, direksiyonda dalıp, iki saniye daydreaming yapın, kendinizi ya Fransa, ya İtalya, ya da Almanya'da bulursunuz. Doğru vizeniz yoksa, bir de durdururlarsa, otur dert anlat gümrükçülere.

Ama Romanya.... No visa!

Sabahın bir saatinde önce acayip bir yere, ya Baltıklar'a, ya da Macaristan'a uçup, oradan da Bükreşe ulaşmıştım. Romanya’ya ilk gelişimdi. Otelde biletlerle birlikte verdikleri bir kağıtta, beni ofisten birinin karşılayacağı yazıyordu. Zaten valizim falan da yoktu, hemen kapıdan geçtim. Laptop çantasına diş macunu, diş fırçası, bir de bir iki iç çamaşırı koymuştum, eksikleri de bir mağazadan tamamlamayı planlıyordum.

İşte bu arkadaşımı da ilk kez o zaman gördüm. Bir kaç gün önce, yani sizlere anlatmaya başladığım karşılaşmamızdan yirmi küsür sene sonra oturup, bir şarap-peynir yaptık. Bol bol da geçmiş günleri andık.

Ben de sizlere o zamanlardan bir kaç öykü yazayım dedim.

Neyse. Tekrar Bükreş havaalanına dönelim...

Kendisini tanıttı. Tertemiz, düzgün konuşan akıllı, dengeli biri izlenimini vermişti bana.

"Otelinize götüreyim sizi" dedi.

"Ne oteli canım kardeşim, üç günümüz var bütçeyi bitirmek için, hemen fabrikaya gidelim" dedim.

Fabrikaya giden yol hakkında çok şey duymuştum ve müthiş derecede merak ediyordum. Yol kamyon ve TIR'ların kullandığı bir arterdi. Bu yolun ağaçlı bir bölgeden geçen bir kaç kilometrelik bir kesiminde ise, her yüz metresinde, mevsimin ne olduğunan bağımız, mini etekli bir orospu beklemekteydi.

Fikir değişip, cart diye frene basan bir iki kamyonun arkasında ufak tefek birkaç problem yaşasak da fabrikaya tek parça ulaştık.

O zamanlar çalıştığım şirket Orta Avrupa'da bir genişleme dönemi geçiriyordu. Bir ülkede bir fabrika alındığında, hemen ileri teknoloji ile çalışan, gerçekten çevre dostu bir hale getiriliyordu. Ancak bu dönüşüm esnasında o fabrikalarda ikamet etmek bayağı çileli oluyordu.

Bükreşteki fabrika da aynı bu şekilde inşaat halimdeydi. Üretim bir binada yapılsa da, idari personel konteynerlerde çalışıyordu. Şu bildiğiniz kargo konteynerleri.

Daha önce de konteynerlerde çalışmışlığım vardı elbette, ancak Bükreşteki kadar "konteynerize" olmuş halini görmemişim. Manhattan gibi avenue ve caddeler, bunların her iki tarafında da sıra sıra konteynerler vardı. Tedarik konteyneri, Kalite Kontrol Konteyneri, IT konteyneri , vs, ama en önemlisi tabi ki Finans konteyneri. Bir de ihtiyaç vuku bulduğunda sorduğum, "İlerden sağa dön, sol taraftan üçüncü konteyner" diye tarif ettikleri Tuvalet konteyneri!

Üç gün, sabah beşe kadar çalışarak bütçeyi bitirdik. Bizimkinden bir sızlanma, bir itiraz gelmedi. Zehir gibi, çat, çat yaptı işini. Bütçeyi yolladık, ben de Krakow'da alamadığım day-off'umu Bükreşte aldım. O zamanki kız arkadaşı, şimdiki karısı ile beni Bükreş'te gezdirdiler.

Beni ilk önce resmi adı Palatul Parlamentului, yani Parlemento Sarayı olan, ancak halkın Casa Poporului, yani Halkın Evi dediği, ancak ve ancak, gerçeke Çavuşesku'nun sarayı olan bir binaya götürdüler. Nasıl ilginç değil mi, bu diktatör saraylarının halkın bilmemnesi gibi isimlendirilmesi?

Dünyanın en büyük binalarından biri bu sevgili arkadaşlar. Pentagon'dan falan büyük.

Sonra başka bir caddeye gittik. Üç kuruşluk gezmişliğim, görmüşlüğüm varsa, ona dayanarak söylüyorum, ben bu kadar şaşayı ne Paris'te, ne Las Vegas'ta gördüm. Çeşmeler, heykeller, vs. Jül Sezar, Roma'da geziyor sanki. O arada Bükreş'te Çingeneler apartmanların içinde ateş yakıp, ısınıyorlar, ama olsun, olur böyle şeyler. İtibar durumları...

Lozan'a dönemeden yeniden Krakow'a geçtim. Bütçe sonrası ev ödevlerinin yapılmasın gerekiyordu, ancak ofis arkadaşımın hamile olduğunu dikkate alırsak Romanya isimli yeni bir bebeğimin olduğunu söyleyebilirdik.

Nitekim öyle de olmuştu. İlerleyen günlerde Bükreş'e müteaddit kereler gitmiş, bahsettiğim arkadaşla samimiyetimiz fazlasıyla artmıştı. Kariyerimdeki bir sonraki adımı attığımda da benim eski işimi almış, Lozan'a yerleşmişti.

Thy Will Be Done!
Bekarlığa ikinci kez adımımı attığım günlerdi. O aralar hala ofiste Token Ring network'lerin olduğu zamanlarda, benim eve onunla birlikte bir TCP/IP network kurmuş - techno-babble için kusura bakmayın ama o zamanlar resmen gurur verici bir başarıydı, Empire Earth isimli epik savaş oyununu multi-player şekilde oynuyorduk. Ama oynuyorduk dediysem biraz ciddiye alın, zaman zaman kırk sekiz saat boyunca hiç durmadan. Oda, kesif bir sigara dumanına bürünüyor, sadece kahve ve pizza tüketiyorduk. Geri planda ise devamlı "Sire?", "Thy will be done!" nidaları...

Yeri ve zamanı ben saklı, bir gün bu geldi, ama nasıl gülüyor, anlatamam. Ne oldu diye sordum, zar zor konuşabiliyordu., anlatmaya başladı.

Ülke, kişiler, şirketler ve mekanlar bende saklı, beraber çalıştığımız ortak bir arkadaşımızla birlikte öğlen yemeği için dışarı çıkmışlar. Bu ortak arkadaşımız da bir kadeh fazla şarap içmiş, hafif sarhoş yani. Hepimize olur, önemli değil.

Neyse, bir proje grubu o aralar bayağı baş ağrıtan bir soruna bir derman bulmuş. Grubun sözcüsü de bayağı genç, hevesli bir arkadaş. Bunlar yemekten döner dönmez hemen bir toplantı düzenlemiş, biraz da bizim hafif kafası iyi adamı etkileme durumları. Ancak çok iyi tanıdığım kadarıyla söylüyorum, etkilenmek için çok yanlış bir zaman!

Neyse genç projeci almış eline marker'ı, tahtaya "Bak bu şu anki akış şeması bu, bunun da şurası yanlış" diye anlatmaya başlamış.

Kafası iyi arkadaş ise şöyle bir kaykılmış, "Gel bunu yarın konuşalım" demiş.

Bizim hevesli proje adamı heyecanını yenememiş, "Hemen bugün karar verelim ki bir an evvel bitsin" deyip akış şemasını anlatmaya devam ermiş.

Kafası iyi arkadaş, projeci adamın anlatımı devam ederken kalkmış, tahtanın yanına gitmiş. Eline silgiyi alıp, tahtadaki akış şemasını silmiş, "Bunun neresi yanlış, biliyor musun?" diye sormuş.

Projeci adam tahtadaki sanatının silindiğine biraz bozulmuş, ama müşteri her zaman haklıdır babından cevap vermiş, "Söylediğimden farklı bir tarafı mı yanlış?"

Kafası iyi arkadaş "Evet" demiş, "Burası yanlış".

Ve tahtaya bir maymun kafası çizmiş!...

Sonra da proje adamına sönüp, bir kez daha "Yarın tartışsak daha iyi olacak" demiş.

Benim Rumen arkadaş biraz utanmış tabi, ama projeci hevesli genç pes etmemiş. "Güzel espri, bravo!" falan demiş, kafası iyi arkadaşın sildiği akış şemasını bir kez daha çizmiş, "Size bahsettiğim yanlış burada..." diye tekrar üstelemiş.

Kafası iyi adam bir kez daha ayağa kalkmış, tahtanın yanına gidip, akış şemasını bir kez daha silmiş.

Sonra da proje adamına “Bak sen hala anlamadın, yanlış tam burada” demiş...

Ve tahtaya koca bir pipi resmi çizmiş!

Kafası iyi arkadaşı yakinen tanıdığım için biliyorum, çok maharetlidir. Hobi olarak yağlı boya resim falan yapar. Yaptığı resimler genelde dini ağırlıklı, İsa, melekler, vesaire olsa da, eminim tahtaya çizdiği pipi - ve iki tamamlayıcı unsuru, anatomik olarak doğru ve gerçekçi olmuştu!

Projeci adam toplantıyı hemen o an bitirmiş, "Haklısın, yarın konuşalım" demiş.

Ben toplantıdan sonra Rumen arkadaşla aynı konferans odasına gitmiştim. Tahta temizlenmiş olsa da biraz dikkatli bakınca pipinin izleri rahat rahat seçilebiliyordu...

Yine bir akşam, daha doğru bir deyişle bir gece, canımız çıkmış bir biçimde ofisten ayrıldık. Rumen arkadaşla birlikte bir de üçüncümüz vardı. Yıl 1993 mü, 94 mü, o civarlarda Klaipeda'a tanışmıştık ilk kez. Hala görüşürüz, çok iyi adamdır.

Neyse...

Önce klasik mekanımız olan White Horse isimli bir Irish Pub'a gidip, biraz bir şeyler içtik - eğer Lozan'a yolunuz düşerse bu anıtsal barda bir Guinness içme şansınız ne yazık ki kalmadı, çünkü White Horse artık yok, yerine bir İspanyol bar açılmış, çok üzüldüm, çok zamanım geçmişti bu mekanda...

Sonrasında ise bir gece klübüne gittik. Ben hala koltuk değneklerini tam bırakmış değilim, öyle sebehe kader dans falan yapmıyorum, bir masaya oturmuş, şarabımı yudumluyorum. Diğer ikisi de pistte. Az sonra Rumen arkadaş geldi, oturdu yanıma. O da bemim gibi asosyaldir, gelemez böyle dans, mans işlerine. Üçüncümüz ise - ki o zamanlar ben ileri otuzlarımdayım, o da olsa olsa otuz iki yaşında falan, pistte, en az yetmiş yaşında bir kadınla tango yapıyor!

Oturduk, bir sigara, ve bir içki daha bitirdik. Bizim adam hala anneannesi ile aşk yaşıyor. Çare yok, kalktık, adamı zorla kadının kıskacından çekip, aldık. Bizimkisi gelmeye razı, bu kez kadın size ne, bırakın adamı falan demeye başladı.

Hemen klüpten exodus halinde çıktık. Gecenin şoförü Rumen arkadaş, limit civarı içmişti, ama ben bayağı limit üstü, gecenin kahramanı üçüncümüz ise alkol duvarını aşmış durumda. Park yerine zar zor ulaştık. Bilenleriniz için Parking St-François. Ödeme makineleri yağmurdan falan korunmak için beton bir tavanın altındadır, ama yanlar açıktır haliyle.

Tam bizim Rumen arkadaş cüzdanını çıkarıp, park parasını ödeyecek, üçüncü adam atlayıp, bırak abi, ben ödeyeceğim diye bizimkini kenara itti. Ama o kafayla iki Frankı, iki külçe altından ayıracak durumda değil, bizim Rumen arkadaş, bende bozuk var ben ödeyeyim dedi, metal paraları makineye atmaya başladı. Üçüncümüz bu işe çok içerledi, cüzdanını aldığı gibi bir hook-shot ile üzerimizdeki beton dama attı. Ayık kafayla, para versen, bu kadar isabetli bir atışı bir kez daha tekrarlayamaz, inanın.

Hepimiz öyle baka kaldık. Adamın cüzdanı, bütün kimlikleri, ehliyeti, kredi kartları ve nakit parasıyla damda, biz de iki metre aşağıdan bakıyoruz!

Birimizin tırmanması lazım, ama kim? Ben kırık bacağım yüzünden düz yolda zor yürüyorum. Cüzdanın sahibi ise sarhoşluktan ayakta zor duruyor. Kala kala Rumen arkadaş kaldı. İkimiz ellerimizi birleştirip, onu havaya fırlattık. Son anda damın kenarına tutunabildi, sonra da ıkınarak, zar zor dama tırmandı.

Cüzdanı uzanıp aldığında, sahibi aşağıdan "At bana!" diye bağırdı. Rumen arkadaş şöyle bir baktı, sonra da cüzdanı cebine koyup, önce elleriyle tutunarak aşağı doğru sallandı, ardından da atladı.

Üçümüz de arabaya binip, yola koyulduk. Ben arka koltukta, camı açmış, biraz temiz hava alarak ayılmaya çalışıyordum. Sarhoş arkadaş da sağ ön koltukta sallanarak, düşmeden oturmaya çalışıyordu. Bilenleriniz için, Morges'u, Saint-Prex'ye bağlayan anayolda gidiyorduk ki, sarhoş arkadaş "Çek arabayı kenara!" diye bağırdı, bir taraftan da camını indiriyordu. Olacakları anlayıp, ani bir refleksle camımı kaldırdım. Sarhoş arkadaş kafasını camdan çıkarıp, böğğğğğğkkkkk oldu. Daha benim camım tam kapanmadan foşşş diye bir lop renkli çamur camıma yapıştı. Rumen arkadaş arabayı emniyet şeridine çekene kadar arkamızda bir şerit iz bırakmıştık.

Daha araba durmadan bizimki kapıyı açıp dışarı atladı, daha doğru bir deyişle, yuvarlanarak düştü. Sürünerek arabanın önünden yola doğru ilerledi, tekrar yuvarlanarak yolun sağ çizgisinin üzerine milimetrik bir hassasiyetle uzandı. Gerçekten işlek bir anayolun sağ çizgisinin üzerinde hareketsiz bir biçimde sırtüstü yatıyordu.

Daha ben adamın yanına gidemeden, bir kamyon vızzzz diye, bu arkadaşı bir kaç santimetreden sıyırarak geçti. Otoyolda arabadan çıkmışlığınız varsa bu duyguyu bilirsiniz. O kamyonlar geçerken şöyle bir sarsılır, rüzgarının ayağınızı yerden kestiğini hissedersiniz.

İlk kamyon gerçekten çok az farkla sıyırıp, geçmişi. İkinci kez bu kadar şanslı olamayabilirdik. Yanına gittim, "Oğlum, kalk, arabaya geri gidelim" falan dedim. Bizimki "gggghaaabbbbaaaaggguuuuuu" gibi bir şeyler söyledi, yatakta yorganı başına çekme hareketi yapıp, yan döndü.

Bunun kolundan tutup, kaldırmaya çalıştım ama adam hem benden uzun, hem de bayağı gürbüz, kırık bacağımla kımıldatamadım bile.

Uzaktan gelen bir çift farı görünce çaresiz bunu yolun kenarına doğru yuvarladım. Yüzü gözü biraz çizilmişti ama en azından artık ezilme tehlikesi kalmamıştı. Rumen arkadaş da yanımıza geldi, bunu sürükleyerek geri arabaya götürdük.

Beni eve bıraktılar, sarhoş arkadaş da Rumen arkadaşın evinde sızdı...

Devam edeceğiz...

5 Temmuz 2020 Pazar

Époisses

Sevgili arkadaşlar, karımla pazar keyfi yapıyoruz. Peynirlerimiz Caciotta al Tartufo, Parmigiano (Parmesan) ve Époisses. Trüflü Caciotta'dan size daha önce de bahsetmiştim. Parmesan'ı zaten bilmeyeniniz yoktur. O yüzden bugün Époisses'a yoğunlaşalım.

Époisses Fransa'nın Burgundy, yani Burgonya bölgesinden gelme, dışı portakal, içi krem renkli, yumuşacık bir peynir.

Burgonya'nın Charolais isimli ineklerinin sütüyle yapılır. Süt, pastörize ya da sterilize edilmeden, inekten çıktığı gibi peynir yapımına gider.


Bildiğiniz gibi Burgonya bir şarap bölgesidir. Dünyanın en pahalı şarabı dahil en güzel şaraplarından bir kaçı bu bölgede yapılır.

Her şarap bölgesinde olduğu gibi Burgonya'da da şarap yapıldıktan sonra kalan üzümlerin çöpleri, kabukları vesaire damıtılır ve kuvvetli bir alkol elde edilir. Bu tür brandy'ler, örneğin üzümün tümü damıtılarak yapılan Konyak gibi brandy'lere göre çok daha az tatlı ve aromatiktirler, ama kodu mu oturturlar adamı.

İşte Burgonya'da yapılan bu tür brandy'e Marc derler. Époisses peyniri de olgunlaşana kadar haftalarca Marc ile yıkanır.

Époisses en çok sevdiğim peynirdir desem abartmış olmam. Şarapla mükemmel gider. Ancak bir tavsiye, Époisses Burgonya'dan gelse de Pinot Noir isimli çok nazik ve asil bir üzümden yapıllan Burgonya şaraplarıyla bence biraz fazla sert, biraz kuvvetli kalır. O yüzden ben Époisses'ı çoğunlukla Bordeaux şarapları ile yerim. Karar sizin tabi.

Bir de küçük uyarı. Époisses bizim ağız ve daha da önemlisi burun tadımıza pek uymaz. Nazik bir mideniz varsa denemeden önce bir daha düşünün derim.

Herkese güzel bir Pazar günü diliyorum 😍❤️🧀🍷


26 Haziran 2020 Cuma

Wrangler

Bunu hatırlayan kalmış mıdır bilmiyorum. Çocukluğu "Amarikan Pazarından" kot kaçırsınlar diye bekleyen benim neslim Wrangler markasını bilir her halde. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Lee ve Levi's giymişliğim olsa da, hiç Wrangler'ın olmamıştı.

Bu günlerde, en azından buralarda jean olarak eski günlerden sadece Levi's biraz giyiliyor, trend elbette Guess falan yönünde. Ben hala Levi's da direnmekteyken bir outlet'ta bu Lee-Wrangler mağazasını gördüm. Niye olmasın lan deyip, girdim, sağa sola bakınmaya başladım.


Tezgahtar kadın yanıma gelip, benim hacmimi de dikkate alarak, her modelin sizin için bedeni bulunmayabilir, ben yardımcı olayım dedi. Yok ablacım, sadece bakıyorum dedim. Sonra mağazadan çıkıp, Jelena'yı buldum, hangisini alayım, bir fikir versin diye. O çok takılır bu fashion işlerine. Bu yüzden Guess'den çıkıp, Wrangler mağazasına girince bana bir an üzülerek baktı. Elbette bana bir şey söylemedi sevgili karım, tabi ki bakalım beraber dedi.

Az önceki tezgahtar kadını bulduk. Bak annemi getirdim, o bana pantolon bakacak dedim.

İkisi bana bu modeli buldular.

Ben de elli sene sonra, biraz geç de olsa, bir Wrangler "sahıbı" oldum böylelikle😛😇


3 Haziran 2020 Çarşamba

İsviçre Peyniri Reklamı

Sevgili arkadaşlar, biraz İsviçre peyniri reklamı...


Tabakta, en alttaki etin solundan başlayıp, saat yönünde ilerlersek:

1-Tête de Moine

Anlamı "Keşişin Kafası". Sekiz yüz yıl önce, Jura dağlarının Bern tarafında, bir manastırda keşişler tarafından yapılmaya başlanmış. Şarap bardağının hemen üzerindeki Girolle isimli makinesiyle ince katmanlardan oluşan bir çiçek gibi kesilir. Bence Isviçre’nin en güzel peynirlerinden biridir. Sert, kokulu, kuvvetli tatlı bir peynirdir. Şarapla birlikte çok zevk alarak yerim.

2-Tomme

Tomme, Franco-Swiss bir peynir. Tarihi antik zamanlata kadar uzanıyor. Yağı alınmış sütle yapılıyor, o yüzden oldukça şişko-friendly, ancak aynı sebepten çok hafif tatlı kokulu. Gerçek Tomme benim çocukluğumun şekersiz sakızlarını anımsatır bana hep. Kremvari, üzerinde mold dedikleri yumuşak bir kabuğü vardır. Tomme yapıldığı yere göre isimlendirilir. Bu Tomme, bir Tomme Vaudoise, yani Vaud kantonunda yapılmış. Yine tadı çok hafif olduğundan, yaygın olarak tatlandırmak için onla bunla karıştırılır. Ben Truffle yani Trüf mantarıyla yapılanına deli olurum. Tabakta gördüğünüz ise kimyonlu Tomme.

3-Camembert

Açılışta İsviçre peynirleri dedim ama Camembert baştan aşağı Fransızdır. Normandiya bölgesinden gelir. 1800'lerde yapılmaya başlanmış, yani yeni sayılır. Bizim ağız tadımıza hiç uymaz. Eğer alışık değilseniz, bırakın yemeyi, yanında zor durursunuz. Ben yirmi küsür seneden sonra alıştım, hatta aramızda bir sevgi bile oluştu. Ben sadece şarapla birlikte yerim ama Fransızlar bunu ve kızkardeşi Brie'yi her yerde, her şeyle birlikte, her zaman yerler.

4-Tilsiter

Tilsiter, Bern civarlarından gelme, hafif, yumuşak sayılabilecek, çok rahat yenilebilir bir peynir. Ben hem kahvaltıda, hem şarapla çok severim. Bu da yeni bir peynir sayılır. 1850'lerde Prusya'lı göçmenler yapmaya başlamış.

5-Appenzeller

Bu peynir baştan aşağıya İsviçre sevgili arkadaşlar. Sekiz yüz yıldır, adı üzerinde Appenzell kantonunda yapılma. Yeme de yanında yat, farklı tadları ile sert sayılabilecek, mükemmel bir peynir. Kahvaltı, şarap, sandviç, her şekilde tüketmekteyim. Bizim ağız tadımıza da çok uygun.

6-Gruyère

Yani "Gravyer"... İsviçre'nin alameti farikası. Fribourg kantonunun Gruyère bölgesinden gelme. Bizim eski kaşarın en az iki kat lezzetlisini ve aromatik halini düşünün. Yeme de yanında yat. Her yerde, her şeyle yerim. İsviçrenin fondue'sünün en has hammaddesidir. Gruyère köyü de bir dünya harikasıdır. Görmediyseniz yolunuz düştüğünde kaçırmayın.

Etimiz Viande Séchée, çemensiz pastırmaya benzer, Heidi'nin memleketi Grisons'dan. Şarap ise Valais'den, güzel bir Pinot Noir.

Bon Appetit 😋🍷

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...