7 Temmuz 2020 Salı

Eskilerden Bir Arkadaş - 1

Yıl ya 1998, ya 1999. Krakow'dayım. Polonya'daki fabrikaların üretim bütçelerini üç ay falan çalıştıktan sonra bitirmenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum.

Finans yaptıysanız bilirsiniz, insanı öldürür bu bütçe işi. Yüz elli farklı kişinin peşinde koşar, onlardan aldığınız yalan yanlış bilgilerden anlamlı bir şeyler çıkarmaya çalışırsınız. Bütçe zamanı - seksist benzetmemi hoş görün - muayyen günlerindeki kadın muamelesi görürsünüz. Asabiyetten ne evde, ne işte kimse sizin yanınıza yaklaşabilir. Bütçe bitince de Rambo'nun Vietnam'dan kurtardığı savaş esirleri gibi olursunuz. Bitkin, hırpani ama mutlu...

Prezantasyon falan bitmiş, otele dönmüştüm. Ertesi günü tamamen kendime ayırmıştım. Lozan'a bile dönmeyecektim. Bir gün boyunca Krakow'da arkadaşlarla dolanacaktık. Yemek için dışarı bile çıkmadım, room service söyledim.

Daha yemek bile gelmemişti ki, zarrrr, telefon çaldı. Patronum arıyordu.

Önce prezantasyon nasıldı falan diye sordu. Çok tuhaf bir durumdu bu. Patronum çok geniş bir adamdı, bırakın bütçe prezantasyonunun nasıl olduğunu, şirket batsa umrunda olmazdı.

Fena değil gibi bir şeyler söyledim. Hala bu telefon konuşmasına bir anlam vermeye çalışıyordum. Az sonra olay aydınlanmaya başladı. "Bir bütçe daha yapmaya var mısın?" diye sordu. Demirden korksak trene binmezdik, tabi ki yaparım dedim. Yuvarla gelsin!

"Who's in trouble/Kimin başı dertte?" diye sordum? "Romanya" dedi. Romanya fabrikası o zamanlar daha yeni alınmıştı, bütçesine de ofis arkadaşım bakıyordu. Normalde şimdiye kadar bitmiş olması gerekirdi. Ben sormadan patronum söyledi "Arkadaşın Lozan'a dönmek zorunda kaldı". Merak etmiştim. "Niye?" diye sordum. Kömür madencileri Bükreş'e yürüyorlarmış, durum tehlikeliymiş, ondan dönmüş.

Nasıl bozuldum, anlatamam. "Fedaimiyiz lan biz" diye içimden geçirdim, "Ona tehlikeli de bize değil mi?"...

Ben duraklayınca patronum bozulduğumu anladı, "Lozana dönmesini ben istedim" dedi. "Niçin?" diye sordum, "Çünkü hamile"dedi.

Hem sevinmiş, hem de ikisinin de günahlarını aldığım için biraz utanmıştım. "Ne zaman Bükreş'te olmam gerekiyor?" diye sordum, "Yarın" dedi. Bir günlük Krakow tatilim tuvaletten aşağı gitmişti. "Bütçeyi yapmak için de üç günün var" dedi. Görevimiz Tehlike olmuştuk anasını satayım. Mesaj üç saniye sonra kendini imha etti. Yemeğimi yerken de uçak biletlerimi odaya göndermişlerdi. Moneypenny daha ben tamam giderim demeden rezervasyonlarını yapmıştı.

İşin güzeli, o günlerde Romanya için vize almam gerekmiyordu. İşin daha da güzeli, ofiste benden başka herkes Romanya'ya giderken vize alıyordu - ki bu benim için hayli yabancı bir duyguydu. Genelde her yere vize alan ben olurdum. O zamanlar Şengen, Yengen falan yok, Fransa ve İtalya için mesela ayrı ayrı vize almak zorundaydım. İsviçre'yi bilenleriniz daha iyi anlayacaktır, direksiyonda dalıp, iki saniye daydreaming yapın, kendinizi ya Fransa, ya İtalya, ya da Almanya'da bulursunuz. Doğru vizeniz yoksa, bir de durdururlarsa, otur dert anlat gümrükçülere.

Ama Romanya.... No visa!

Sabahın bir saatinde önce acayip bir yere, ya Baltıklar'a, ya da Macaristan'a uçup, oradan da Bükreşe ulaşmıştım. Romanya’ya ilk gelişimdi. Otelde biletlerle birlikte verdikleri bir kağıtta, beni ofisten birinin karşılayacağı yazıyordu. Zaten valizim falan da yoktu, hemen kapıdan geçtim. Laptop çantasına diş macunu, diş fırçası, bir de bir iki iç çamaşırı koymuştum, eksikleri de bir mağazadan tamamlamayı planlıyordum.

İşte bu arkadaşımı da ilk kez o zaman gördüm. Bir kaç gün önce, yani sizlere anlatmaya başladığım karşılaşmamızdan yirmi küsür sene sonra oturup, bir şarap-peynir yaptık. Bol bol da geçmiş günleri andık.

Ben de sizlere o zamanlardan bir kaç öykü yazayım dedim.

Neyse. Tekrar Bükreş havaalanına dönelim...

Kendisini tanıttı. Tertemiz, düzgün konuşan akıllı, dengeli biri izlenimini vermişti bana.

"Otelinize götüreyim sizi" dedi.

"Ne oteli canım kardeşim, üç günümüz var bütçeyi bitirmek için, hemen fabrikaya gidelim" dedim.

Fabrikaya giden yol hakkında çok şey duymuştum ve müthiş derecede merak ediyordum. Yol kamyon ve TIR'ların kullandığı bir arterdi. Bu yolun ağaçlı bir bölgeden geçen bir kaç kilometrelik bir kesiminde ise, her yüz metresinde, mevsimin ne olduğunan bağımız, mini etekli bir orospu beklemekteydi.

Fikir değişip, cart diye frene basan bir iki kamyonun arkasında ufak tefek birkaç problem yaşasak da fabrikaya tek parça ulaştık.

O zamanlar çalıştığım şirket Orta Avrupa'da bir genişleme dönemi geçiriyordu. Bir ülkede bir fabrika alındığında, hemen ileri teknoloji ile çalışan, gerçekten çevre dostu bir hale getiriliyordu. Ancak bu dönüşüm esnasında o fabrikalarda ikamet etmek bayağı çileli oluyordu.

Bükreşteki fabrika da aynı bu şekilde inşaat halimdeydi. Üretim bir binada yapılsa da, idari personel konteynerlerde çalışıyordu. Şu bildiğiniz kargo konteynerleri.

Daha önce de konteynerlerde çalışmışlığım vardı elbette, ancak Bükreşteki kadar "konteynerize" olmuş halini görmemişim. Manhattan gibi avenue ve caddeler, bunların her iki tarafında da sıra sıra konteynerler vardı. Tedarik konteyneri, Kalite Kontrol Konteyneri, IT konteyneri , vs, ama en önemlisi tabi ki Finans konteyneri. Bir de ihtiyaç vuku bulduğunda sorduğum, "İlerden sağa dön, sol taraftan üçüncü konteyner" diye tarif ettikleri Tuvalet konteyneri!

Üç gün, sabah beşe kadar çalışarak bütçeyi bitirdik. Bizimkinden bir sızlanma, bir itiraz gelmedi. Zehir gibi, çat, çat yaptı işini. Bütçeyi yolladık, ben de Krakow'da alamadığım day-off'umu Bükreşte aldım. O zamanki kız arkadaşı, şimdiki karısı ile beni Bükreş'te gezdirdiler.

Beni ilk önce resmi adı Palatul Parlamentului, yani Parlemento Sarayı olan, ancak halkın Casa Poporului, yani Halkın Evi dediği, ancak ve ancak, gerçeke Çavuşesku'nun sarayı olan bir binaya götürdüler. Nasıl ilginç değil mi, bu diktatör saraylarının halkın bilmemnesi gibi isimlendirilmesi?

Dünyanın en büyük binalarından biri bu sevgili arkadaşlar. Pentagon'dan falan büyük.

Sonra başka bir caddeye gittik. Üç kuruşluk gezmişliğim, görmüşlüğüm varsa, ona dayanarak söylüyorum, ben bu kadar şaşayı ne Paris'te, ne Las Vegas'ta gördüm. Çeşmeler, heykeller, vs. Jül Sezar, Roma'da geziyor sanki. O arada Bükreş'te Çingeneler apartmanların içinde ateş yakıp, ısınıyorlar, ama olsun, olur böyle şeyler. İtibar durumları...

Lozan'a dönemeden yeniden Krakow'a geçtim. Bütçe sonrası ev ödevlerinin yapılmasın gerekiyordu, ancak ofis arkadaşımın hamile olduğunu dikkate alırsak Romanya isimli yeni bir bebeğimin olduğunu söyleyebilirdik.

Nitekim öyle de olmuştu. İlerleyen günlerde Bükreş'e müteaddit kereler gitmiş, bahsettiğim arkadaşla samimiyetimiz fazlasıyla artmıştı. Kariyerimdeki bir sonraki adımı attığımda da benim eski işimi almış, Lozan'a yerleşmişti.

Thy Will Be Done!
Bekarlığa ikinci kez adımımı attığım günlerdi. O aralar hala ofiste Token Ring network'lerin olduğu zamanlarda, benim eve onunla birlikte bir TCP/IP network kurmuş - techno-babble için kusura bakmayın ama o zamanlar resmen gurur verici bir başarıydı, Empire Earth isimli epik savaş oyununu multi-player şekilde oynuyorduk. Ama oynuyorduk dediysem biraz ciddiye alın, zaman zaman kırk sekiz saat boyunca hiç durmadan. Oda, kesif bir sigara dumanına bürünüyor, sadece kahve ve pizza tüketiyorduk. Geri planda ise devamlı "Sire?", "Thy will be done!" nidaları...

Yeri ve zamanı ben saklı, bir gün bu geldi, ama nasıl gülüyor, anlatamam. Ne oldu diye sordum, zar zor konuşabiliyordu., anlatmaya başladı.

Ülke, kişiler, şirketler ve mekanlar bende saklı, beraber çalıştığımız ortak bir arkadaşımızla birlikte öğlen yemeği için dışarı çıkmışlar. Bu ortak arkadaşımız da bir kadeh fazla şarap içmiş, hafif sarhoş yani. Hepimize olur, önemli değil.

Neyse, bir proje grubu o aralar bayağı baş ağrıtan bir soruna bir derman bulmuş. Grubun sözcüsü de bayağı genç, hevesli bir arkadaş. Bunlar yemekten döner dönmez hemen bir toplantı düzenlemiş, biraz da bizim hafif kafası iyi adamı etkileme durumları. Ancak çok iyi tanıdığım kadarıyla söylüyorum, etkilenmek için çok yanlış bir zaman!

Neyse genç projeci almış eline marker'ı, tahtaya "Bak bu şu anki akış şeması bu, bunun da şurası yanlış" diye anlatmaya başlamış.

Kafası iyi arkadaş ise şöyle bir kaykılmış, "Gel bunu yarın konuşalım" demiş.

Bizim hevesli proje adamı heyecanını yenememiş, "Hemen bugün karar verelim ki bir an evvel bitsin" deyip akış şemasını anlatmaya devam ermiş.

Kafası iyi arkadaş, projeci adamın anlatımı devam ederken kalkmış, tahtanın yanına gitmiş. Eline silgiyi alıp, tahtadaki akış şemasını silmiş, "Bunun neresi yanlış, biliyor musun?" diye sormuş.

Projeci adam tahtadaki sanatının silindiğine biraz bozulmuş, ama müşteri her zaman haklıdır babından cevap vermiş, "Söylediğimden farklı bir tarafı mı yanlış?"

Kafası iyi arkadaş "Evet" demiş, "Burası yanlış".

Ve tahtaya bir maymun kafası çizmiş!...

Sonra da proje adamına sönüp, bir kez daha "Yarın tartışsak daha iyi olacak" demiş.

Benim Rumen arkadaş biraz utanmış tabi, ama projeci hevesli genç pes etmemiş. "Güzel espri, bravo!" falan demiş, kafası iyi arkadaşın sildiği akış şemasını bir kez daha çizmiş, "Size bahsettiğim yanlış burada..." diye tekrar üstelemiş.

Kafası iyi adam bir kez daha ayağa kalkmış, tahtanın yanına gidip, akış şemasını bir kez daha silmiş.

Sonra da proje adamına “Bak sen hala anlamadın, yanlış tam burada” demiş...

Ve tahtaya koca bir pipi resmi çizmiş!

Kafası iyi arkadaşı yakinen tanıdığım için biliyorum, çok maharetlidir. Hobi olarak yağlı boya resim falan yapar. Yaptığı resimler genelde dini ağırlıklı, İsa, melekler, vesaire olsa da, eminim tahtaya çizdiği pipi - ve iki tamamlayıcı unsuru, anatomik olarak doğru ve gerçekçi olmuştu!

Projeci adam toplantıyı hemen o an bitirmiş, "Haklısın, yarın konuşalım" demiş.

Ben toplantıdan sonra Rumen arkadaşla aynı konferans odasına gitmiştim. Tahta temizlenmiş olsa da biraz dikkatli bakınca pipinin izleri rahat rahat seçilebiliyordu...

Yine bir akşam, daha doğru bir deyişle bir gece, canımız çıkmış bir biçimde ofisten ayrıldık. Rumen arkadaşla birlikte bir de üçüncümüz vardı. Yıl 1993 mü, 94 mü, o civarlarda Klaipeda'a tanışmıştık ilk kez. Hala görüşürüz, çok iyi adamdır.

Neyse...

Önce klasik mekanımız olan White Horse isimli bir Irish Pub'a gidip, biraz bir şeyler içtik - eğer Lozan'a yolunuz düşerse bu anıtsal barda bir Guinness içme şansınız ne yazık ki kalmadı, çünkü White Horse artık yok, yerine bir İspanyol bar açılmış, çok üzüldüm, çok zamanım geçmişti bu mekanda...

Sonrasında ise bir gece klübüne gittik. Ben hala koltuk değneklerini tam bırakmış değilim, öyle sebehe kader dans falan yapmıyorum, bir masaya oturmuş, şarabımı yudumluyorum. Diğer ikisi de pistte. Az sonra Rumen arkadaş geldi, oturdu yanıma. O da bemim gibi asosyaldir, gelemez böyle dans, mans işlerine. Üçüncümüz ise - ki o zamanlar ben ileri otuzlarımdayım, o da olsa olsa otuz iki yaşında falan, pistte, en az yetmiş yaşında bir kadınla tango yapıyor!

Oturduk, bir sigara, ve bir içki daha bitirdik. Bizim adam hala anneannesi ile aşk yaşıyor. Çare yok, kalktık, adamı zorla kadının kıskacından çekip, aldık. Bizimkisi gelmeye razı, bu kez kadın size ne, bırakın adamı falan demeye başladı.

Hemen klüpten exodus halinde çıktık. Gecenin şoförü Rumen arkadaş, limit civarı içmişti, ama ben bayağı limit üstü, gecenin kahramanı üçüncümüz ise alkol duvarını aşmış durumda. Park yerine zar zor ulaştık. Bilenleriniz için Parking St-François. Ödeme makineleri yağmurdan falan korunmak için beton bir tavanın altındadır, ama yanlar açıktır haliyle.

Tam bizim Rumen arkadaş cüzdanını çıkarıp, park parasını ödeyecek, üçüncü adam atlayıp, bırak abi, ben ödeyeceğim diye bizimkini kenara itti. Ama o kafayla iki Frankı, iki külçe altından ayıracak durumda değil, bizim Rumen arkadaş, bende bozuk var ben ödeyeyim dedi, metal paraları makineye atmaya başladı. Üçüncümüz bu işe çok içerledi, cüzdanını aldığı gibi bir hook-shot ile üzerimizdeki beton dama attı. Ayık kafayla, para versen, bu kadar isabetli bir atışı bir kez daha tekrarlayamaz, inanın.

Hepimiz öyle baka kaldık. Adamın cüzdanı, bütün kimlikleri, ehliyeti, kredi kartları ve nakit parasıyla damda, biz de iki metre aşağıdan bakıyoruz!

Birimizin tırmanması lazım, ama kim? Ben kırık bacağım yüzünden düz yolda zor yürüyorum. Cüzdanın sahibi ise sarhoşluktan ayakta zor duruyor. Kala kala Rumen arkadaş kaldı. İkimiz ellerimizi birleştirip, onu havaya fırlattık. Son anda damın kenarına tutunabildi, sonra da ıkınarak, zar zor dama tırmandı.

Cüzdanı uzanıp aldığında, sahibi aşağıdan "At bana!" diye bağırdı. Rumen arkadaş şöyle bir baktı, sonra da cüzdanı cebine koyup, önce elleriyle tutunarak aşağı doğru sallandı, ardından da atladı.

Üçümüz de arabaya binip, yola koyulduk. Ben arka koltukta, camı açmış, biraz temiz hava alarak ayılmaya çalışıyordum. Sarhoş arkadaş da sağ ön koltukta sallanarak, düşmeden oturmaya çalışıyordu. Bilenleriniz için, Morges'u, Saint-Prex'ye bağlayan anayolda gidiyorduk ki, sarhoş arkadaş "Çek arabayı kenara!" diye bağırdı, bir taraftan da camını indiriyordu. Olacakları anlayıp, ani bir refleksle camımı kaldırdım. Sarhoş arkadaş kafasını camdan çıkarıp, böğğğğğğkkkkk oldu. Daha benim camım tam kapanmadan foşşş diye bir lop renkli çamur camıma yapıştı. Rumen arkadaş arabayı emniyet şeridine çekene kadar arkamızda bir şerit iz bırakmıştık.

Daha araba durmadan bizimki kapıyı açıp dışarı atladı, daha doğru bir deyişle, yuvarlanarak düştü. Sürünerek arabanın önünden yola doğru ilerledi, tekrar yuvarlanarak yolun sağ çizgisinin üzerine milimetrik bir hassasiyetle uzandı. Gerçekten işlek bir anayolun sağ çizgisinin üzerinde hareketsiz bir biçimde sırtüstü yatıyordu.

Daha ben adamın yanına gidemeden, bir kamyon vızzzz diye, bu arkadaşı bir kaç santimetreden sıyırarak geçti. Otoyolda arabadan çıkmışlığınız varsa bu duyguyu bilirsiniz. O kamyonlar geçerken şöyle bir sarsılır, rüzgarının ayağınızı yerden kestiğini hissedersiniz.

İlk kamyon gerçekten çok az farkla sıyırıp, geçmişi. İkinci kez bu kadar şanslı olamayabilirdik. Yanına gittim, "Oğlum, kalk, arabaya geri gidelim" falan dedim. Bizimki "gggghaaabbbbaaaaggguuuuuu" gibi bir şeyler söyledi, yatakta yorganı başına çekme hareketi yapıp, yan döndü.

Bunun kolundan tutup, kaldırmaya çalıştım ama adam hem benden uzun, hem de bayağı gürbüz, kırık bacağımla kımıldatamadım bile.

Uzaktan gelen bir çift farı görünce çaresiz bunu yolun kenarına doğru yuvarladım. Yüzü gözü biraz çizilmişti ama en azından artık ezilme tehlikesi kalmamıştı. Rumen arkadaş da yanımıza geldi, bunu sürükleyerek geri arabaya götürdük.

Beni eve bıraktılar, sarhoş arkadaş da Rumen arkadaşın evinde sızdı...

Devam edeceğiz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...