15 Nisan 2020 Çarşamba

Andromeda

Sevgili arkadaşlar, Michael Crichton'ı bilirsiniz, hani Jurassic Park kitabının yazarı. Muhteşem bir hayal gücüne sahip bu dahidir. Artık yaşamıyor, ama yazdığı kitaplar bugüne kadar iki yüz milyon tane satmış, hala da satıyor. Her konuda çok çok bilinen kitapları var. Ancak biri var ki, beni benden alır. İsmi The Andromeda Strain. Filmini de yapmışlardı.

Crichton bu kitabında uzaydan gelen bir salgını anlatır. Olayın kahramanları, konu ve aksiyon, hepsi çok sürükleyici tabi ama amacım size kitabı özetlemek değil.

Öyküde, iİk başta öldürücü bir patojen olan Andromeda, sonunda kendi kendine zararsız bir forma evrilir, insanlar da ölmez.

Bu aslında bir tesadüf değil sevgili arkadaşlar. Gerçek hayatta da birçok patojen, özellikle bakteri ve virüs, tedavi, aşı falan bulunmadan zararsız ya da ölümcül olmayan bir şekle evrilir.

Bunun nedenleri de evrimin ilkelerinde gizli.

Mesaisini harcayıp, bu yazıyı buraya kadar okuyan birinin Evrim Teorisi'ne en azından biraz pirim vereceğini düşünüyorum. Çamur Teorisine inanlardansanız tavsiyem okumayı burada bırakın.

Her hücrenin içinde nükleik asit isimli moleküller bulunur. Şimdilik bunlara DNA diyelim. Bu DNA, aynı akıllı telefonunuzdaki bir app gibidir.

App Store'dan indirdiğiniz bir programı çalıştırdığınızda, programı oluşturan bilgisayar kodu telefondaki işlemciye hangi hesaplamaları yapması, ekranda hangi harfleri, yada renkleri oluşturması gerektiğini söyler.

Keza DNA...

DNA'in içindeki nükleotidler, hücreye ne yapması gerektiğini, yani ne kadar kemik geliştirerek uzayacağını, gözlerin ne renk olacağını, midenin büyüklüğünü, kaç tane akciğer geliştirmesi gerektiğini falan söyler.

Kadınla erkek aganigi yaptıklarında, her biri DNA'lerini çocuğa verir ve çocuğun DNA'i, anne ve babanın bir karışımı olur.

DNA molekülleri çok karmaşık, devasa moleküllerdir. Yüz milyonlarca nükleotidin birleşmesinden oluşurlar. Bu nükleotitlerin dışardan bir müdahale ile değişmesi hücreye yanlış mesajlar verilmesi sonucunu doğurur. Örneğin kanser, hücreye kontrolsüz bir büyüme emri gitmesidir. Ne bir doktor, ne bir biyoloğum, o yüzden kanseri tanımlayıp, ona bir çare bulmadan burada durmak en iyisi.

Peki DNA nasıl değişir?

Kimyasal olarak bir molekülü etkileyen her şey DNA molekülünü de değiştirebilir. Örneğin ısı, başka atom ya da moleküllerle oluşacak kimyasal reaksiyonlar ve en önemlisi radyasyon.

Bir molekülün yapısını değiştirecek kadar ciddi bir ısı değişimi çoğunlukla DNA ile birlikte hücreyi de etkileyeceği, yani öldüreceği için DNA değişiminin pek bir sonucu olmayacaktır.

Vücuda girmiş kimyasallar elbette ki hücreyi öldürmeden DNA'i bozabilir ama hangi kimyasal, nasıl vücuda girer falan diye sormayın, aklım o kadarına yetmiyor. Beslenmenin önemli bir yol olduğu muhakkak. Solunum yolu ile alınan mutajenler var mıdır, inanın bilmiyorum. Sadece bu işi bilenlerin kimyasal yolla gerçekleşen mutasyona, yaygın olmadığı sebebiyle pek pirim vermedikleri. Unutmadan, burada olaya sadece doğal mutasyon penceresinden bakıyoruz, yoksa en basitinden hepimizin bildiği kemoterapi bile doğrudan hücrelerin içindeki DNA moleküllerini kimyasal olarak değiştirmekte.

Sonuna kala kala en sinsileri radyasyon kalıyor ki mutasyonun görünürdeki en belirgin nedeni bu.

Radyasyon deyince aklımıza illa atom bombası, Çernobil falan gelmesin sevgili arkadaşlar. Hele hele maymun atalarımıza geri gidersek, nükleer radyasyon almalarının tek yolu uranyum cevheri yemeleri falan olacaktı ki çok olası bir varsayım değil bu. İşin şakası bir kenara, yerkabuğundaki radyasyon, yakınında bir mağaraya sığınmış üç beş maymunu etkilese de, yararlı bir mutasyon yaratacak kadar yaygın olmayacaktır.

Mutasyona yol açabilecek bir radyasyon bulmak için başımızı göklere çevirmemiz gerekecek.

Dünyamız, deyimi yerindeyse uzaydan gelen radyasyon tarafından yoğun bir saldırı altındadır. Güneş patlamaları yada kendi galaksimiz Samanyolu ile yakındaki galaksilerde oluşan süpernova patlamaları Gamma, X ve UV gibi elektromanyetik radyasyonlarla birlikte atom çekirdekleri ve elektron gibi atomaltı parçacıkları da dünyaya yollarlar.

Elektromanyetik radyasyonun çoğu atmosfer tarafından engellenir ve mutasyon bakımımdan ciddi bir sonuç doğurmaz.

Asıl bela, kozmik ışıma dediğimiz bu atomaltı parçacıklarıdır, çünkü bunlar gerçekten çok hızlı ve enerjilidir. Neyse ki dünyamızın bir manyetik alanı vardır ve bir elektrik yüküne sahip proton ve elektronların çoğu kutuplara yönelir. Bu parçacıklar geceleri örneğin kuzey kutbunda Aurora Borealis yada Kuzey Işıkları denilen doğanın bu muhteşem ışık gösterisini oluştururlar. Sevgili kızım Melissa hayatına İzlanda'da başladı. Kuzey Işıklarının, Aurora'ların bebeğidir canım kızım. Benim gibi bir adamdan Melissa gibi güzel ve akıllı bir çocuğun çıkmasını, faydalı mutasyon için bir örnek olarak da kullanabiliriz.

Ne var ki, dünyanın manyetik alanı ne kadar güçlü olursa olsun bu kozmik ışınların hepsini durduramaz. Bu radyasyonun bir bölümü kutupların dışındaki bölgelere de ulaşır.

Dünyanın manyetik alanı herzaman aynı şiddette olmaz. Tarih boyunca, dünyanın manyetik alanı zaman zaman azalmış, kaybolmuş, hatta kutupların yerleri bile değişmiştir. Manyetik alanın güçsüzleştiği yada kaybolduğu durumlarda kozmik ışınlar bütün şiddetleriyle dangadanak, dünyanın her noktasını etkilerler.

Bu parçacıklar milyonlarca kilometre öteden gelip, hücrelerin içlerindeki DNA moleküllerine çarparlar, bu moleküllerde saklı genetik kodu değiştirirler.

Biz erkekler spermleri devamlı ürettiğimizden bunların içlerindeki DNA, mutajenik yani mutasyon yaratan etkenlere daha kısa bir süre maruz kalır. Ancak kadınların tüm hayatları boyunca kullanacakları yumurtalar ile doğduklarını göz önüne alırsak, yaşlandıkça yumurtaların içindeki DNA'in daha fazla mutasyon riski taşıyacağını düşünebiliriz. O yüzden ne demişler, karının genci...

Çok iğrençleştim, kusuruma bakmayın 🥴

DNA'i değişmiş bir mide hücresi mide kanseri yapar diyelim basitinden. Peki DNA'i değişmiş bir yumurta veya sperm hücresinin kendisi, ya da hadi ismi bende saklı kalsın, spermleri yapan organın hücrelerindeki DNA değişirse ne olur?

Kısa cevap, çoğunlukla bir felaket.

Bebek büyümeye kodu hack'lenmiş bir DNA ile başlar. Değişen nükleotide göre bebekte oluşacak sonuçlar zararsız yada önemsiz olabilir, kronik gastritli bir mide mesela. Ama bazı değişiklikler vardır ki ortaya çıkan insan - eğer ortaya çıkabilirse tabi - normal dediğimiz tanımın dışında olur, mesela iki mideli, yada hiç midesiz. Buna da mutasyon diyoruz.

Mutasyon hemen her zaman ölümcüldür. Ortaya çıkan canlı biyolojik yada fizyolojik olarak yaşamını sürdüremez. Ancak nadir de olsa bazı mutasyonlar faydalı sonuç verebilir. Örneğin iki maymunun aganigi yaptığı anda değişmiş bir DNA omurga kemiğini, bebeğin dik durabileceği bir geometriye getirmiş olsun. Ortaya çıkan yeni tür rahatça iki ayağı üzerinde ayakta durabildiğinden serbest iki kolu kalacak, bu kollar ile yiyeceklere daha kolay ulaşabilecek,yavrusunu yanında taşıyarak vahşi hayvanlara yem olmasını engelleyecektir. Hayatta kalmak için fazladan avantajlı bu yeni tür, eski türün aleyhine gelişecek, sayısı artacaktır.

Alın size evrim.

Burada dikkat etmemiz gereken şey evrime uğrayan türün sayısı ve evrimin hızıdır sevgili arkadaşlar. Öncelikle ne kadar çok sayıda yaşayan örnek varsa, mutasyon ve buna bağlı faydalı mutasyon olma olasılığı da o kadar yüksek olur. İkinci olarak zaman. Her mutasyonun yayılması bir jenerasyon alır. Milyarlarca zararlı mutasyondan sonra bir faydalı mutasyon gerçekleşecek, yeni bebek büyüyecek, başka sebeplerden ölmeyecek, sonra yavrulayacak, faydalı özelliğe sahip yeni yavrular da büyüyüp, çoğalacak falan... Milyonlarca yıldan söz ediyoruz bu süreçte.

Mutasyon, özellikle başlangıçta sayıları sadece on binlerle sınırlı, ve yaşam süreleri on yıllar kadar uzun olan bizim gibi hayvanlar için çok yavaş ilerliyor iken, yaşam süreleri saniyelerle ölçülen ve sayıları yüz milyarlarca kere milyarlara ulaşan bakteriler için mutasyonun hızı inanılmaz kısalıklarda olacaktır. Bir bakteri türü her saniye mutasyona uğruyor olabilir. Virüsler için bu süre çok daha kısa olacaktır, çünkü hem sayıları çok daha fazladır, hem de yapıları çok daha az karmaşıktır.

Virüsler çoğunlukla sadece bir genetik materyal ve onu saran bir proteinden oluşur. Meşhur COVID-19'un DNA'i bile yoktur. Genetik materyali çok daha kısıtlı RNA isimli bir nükleik asittir. Bir virüs o kadar basit bir yapıya sahiptir ki, başka bir hücreye yapışana kadar canlı bile sayılmaz. Hayatına başladığında kendi kendine üreyemez, bu işi girdiği hücreye havale eder. Ancak virüsler büyük bir hızla kendilerini kopyalayabilir, kısa bir sürede çok büyük sayılara ulaşabilirler.

Bu nedenle mutasyon virüslerde daha da çabuk gerçekleşir.

The Andromeda Strain'e dönelim.

Crichton'un bilim-kurgusundaki bu patojen tam anlamıyla bir virüs sayılmaz, çünkü Andromeda, DNA yada RNA yerine hayali kristal bazlı bir genetik materyal kullanmaktadır. Kristaller de teoride genetik kod taşıyabilecek karmaşıklıkta molekül dizinleridir ancak biyolojik olarak üretilip kullanılamadıklarından sadece sci-fi kitap ve filmlerinde, dünya dışı zeki varlıklarda, kendilerine yer bulabilirler. Herneyse mutasyon konu olduğunda, ister RNA, ister DNA, ister kristal üzerinde olsun mantık çok değişmiyor.

Başta da söylediğimiz gibi öyküde Andromeda mutasyonla önce ölümcül, sonra da zararsız bir forma döner.

Bu da melodramatik bir mutlu son değil, evrimin ta kendisidir.

Ölümcül bir virüs adı üzerinde, bulaştığı host'u da öldürür, host'u ölünce kendisi de yaşayamaz. Mutasyonun oluşturduğu bu ölümcül tür böylece ortadan kalkar. Mutasyon ile daha az ölümcül, yada hiç ölümcül olmayan bir hale gelmiş virüs ise hem yaşayıp, hem çoğalacaktır.

Büyük olasılıkla COVID-19'u bekleyen son da bu olacaktır. Başta kaybedilen hayatların sayesinde virüs daha az ölümcül bir hale dönüşüp, ya tamamen zararsız, ya da grip gibi can sıkıcı bir hastalık kaynağı haline gelecektir.

O yüzden moral bozmayalım.

Geceniz güzel olsun! ❤️

3 Nisan 2020 Cuma

Bitpazarı

Sevgili karım Jelena, günlük işine ek olarak uzun yıllardır bir yan faaliyet şeklinde minik bir bitpazarı işletmekte 😛

Buralarda second-hand eşya satışı çok popüler, onun için sadece İsviçre'ye özgü, Ebay kılıklı bir web sitesi bile var. Jelena da evde kullanmadığı ne varsa bu site üzerinden satıyor. Normalde inanmak zor ama aklınıza gelmeyecek şeyler burada müşteri bulabiliyor, otomobil jantından, kırk yaşında Walkman'e kadar...

Jelena on iki sene önce alıp, bir kenara attığımız bir akvaryumun filtresinin süngerini bile sattı! Sonra akvaryumun kendisini de gitti tabi 😀

Sırbistana giderken depoya koyduğum bir salon takımı, koltuk, kanepe falan vardı. Döndüğümüzde açtık, aynı odada kalamadık, o kadar kötü kokuyordu. Bir iki gün bahçede kaldılar, kokuları düzeldi. Sonra da minicik bir Volkswagen Polo ile gelmiş bir adam aldı götürdü. Sevgili karım koca koltuk takımını ufacık arabaya öyle bir tıkıştırdı ki, arabanın bagajından ve kalan her penceresinden koltukların bir bölümü sarkıyordu.

🐝Mezzy🐝 'nin ilk bebek arabasını üç sene boyunca kullandıktan sonra sattı. Ama kullandık dediysem, Barselona'nın metrosundan, minik bir gölün dibine kadar her yerde bulunmuş, orijinal rengi iki ton değişmiş, heavy-duty, SUV bir bebek arabası. İçinde olan bazı şeyleri size anlatsam iki gün yemek yiyemezsiniz. Ben bunu nereye atarız derken, iki günde 200 Franka gitti.

On iki yıllık bir bilgisayarım vardı. Çöpe atmadan önce hard diskine bir tornavida sokmuştum, içindeki dökümanlar okunmasın diye. Jelena beni gördü, n'apıyorsun kocacım diye sordu. Anlattım. Dur dedi, ben satarım bunu. Bunu kim alır, on iki senelik bilgisayar falan dedim ama dinlemedi.

Üç, beş gün sonra zar zor yirmi yaşlarda bir kızla oğlan geldi. Mösyö, bilgisayar satıyormuşsunuz, almak istiyoruz dediler. Bakın kardeşim dedim, bu çok eski, öyle hiç bir yeni program çalışmaz bunda . Önemli değil Mösyö dediler, boot ediyor mu diye sordular. Yok dedim, hard diskine tornavida soktum. Ben bize uymaz falan demelerini beklerken, padproblem, alıyoruz dediler, omuzlayıp, gittiler.

Yine bir gün aşağıda, yalla, walla, ayvaa diye sesler duydum. Bu kez artık kullanmadığı kendi bilgisayarını Faslılara satıyordu...

Öyle çok kez gecenin karanlığında tren garlarında, Starbucks'lada falan gangsterler gibi objektif verip, nakit para aldım 😛 Zaman zaman tanımadığım adamlar bahçeye girip, elleriyle "hımmm" pozisyonu alırlar, masaların sandalyelerin altuna üstüne bakarlar. Alıştım artık, ben de mükemmel pazarlama yapıyorum.

Bu Corona salgını sayesinde sevgili karımın işleri çok açıldı. 🐝Mezzy🐝 'nin artık üzerine sığmadığı bir oyuncak tren, bir metre karelik on yaşında bir halı falan hep gitti. En son 🐝Mezzy🐝 'nin odasını değiştirmeye karar verdi ve dün dreadlock'lı, Jamaica'lı bir zenci bütün odayı aldı, götürdü.

Şimdilerde kullanmadığım bir laptop üzerinde çalışıyor. Bugün faturasını istedi, demek yakında o da yolcu 😍

Son planı ise garajı temizlemek. Eski bir çim biçme makinesi ile eski arabamın jantları gözüne batıyor. Bakalım onlar ne kadar dayanacaklar...

Bana kalsa bu hurdalar birikecek de birikecekti. Sevgili karımın sayesinde tatillerimizi bile finanse ediyor bu mini business!

29 Mart 2020 Pazar

Corona Sonrası...

Sevgili arkadaşlar, bir laf vardır, arkadaşını zor ginde tanırsın diye. İşte bu salgın günlerinde, normal zamanda adam saydığınız, söylediklerine değer verdiğiniz bir dolu adamın aslında ne kadar sığ, ne kadar boş olduğunu anlıyorsunuz.

Yobazlar hemen bu salgının sebebi zina, anal seks, ibneler falandır diye atladılar ortaya. Garp cephesinden yeni bir şey yok sizin anlayacağınız.

Benim ağızımı açık bırakanlar aslında sosyalistler oldu, yani çav bellalar. Bir çoğu ortaya çıkıp, bu salgının nedeninin kapitalizm olduğunu, bittiğinde de kapitalizmin mezara girip, sosyalizmin dünyaya hakim olacağını falan söylüyorlar.

Arkadaşlar içim acıyor böyle aptalca şeyleri duyduğumda.

Ne alakası var yahu kapitalizmle Coronavirus'ın?

Kara veba ortaya feodalizm yüzünden mi çıktı? Bu işin ortaya çıktığı Çin ne zamandır kapitalist (bu argümanı kullandığım kerelerden birinde başka bir aklıevvel çıkıp, Çin dünyadaki en kapitalist ülkelerden biri dedi, içim acıdı, Çin en az ABD kadar emperyalist olsa da ekonomik olarak kapitalist bir yönetime sahip değil, ama kim dinler, herif için "emperyalist", "kapitalist", "liberal", "Rockefeller" falan hep aynı şeyi ifade ediyor)?

Farzedelim ki sebep kapitalizm (!), nereden biliyorsun be adam, sebep kapitalizm diye salgın bittiğinde sosyalizm gelecek? Ya krallar, imparatorlar geri gelirse? Ya Gene Roddenbery'nin Galaktik Federasyon sistemi kurulursa? Nasıl bir olguya, ne tür bir veriye bakıyorsun da, daha kendinin bile tam olarak anlamadığı sosyalizmin dünyaya hakim olacağını söyleyebiliyorsun?

Naiflik, tembellik, cahillik ve ukalalık!

Adam o kadar saf ki kendine göre iyinin galip geleceğine inanıyor, o kadar cahil ki ona doğru gibi gelen her şeyin doğru olduğuna emin, o kadar tembel ki inandığı şeyin tam olarak ne olduğunu araştırmaya bile tenezzül etmiyor, ve öyle bir ukala ki, sanki söyledikleri yüzde yüz gerçek, yüzde yüz doğruymuş gibi cesur yürek anlatıyor sana, bana. Birde öyle bir anlatıyor ki, adamın kendisi Einstein, sen de Bilal'mişsin gibi...

Tembellik, cahillik ve özellikle ukalalık bize mahsus olsa da, batıda naiflik çokça bulunur.

İşin aslı, bu salgın batıda aslında biraz da bu naifliğin ortadan kalkmasına yol açacak gibi.

Sizlere yıllardır yazıyor, aynı görüşümü tekrarlıyorum. Bu Avrupa Birliği projesi tarihin en büyük Sülün Osman vakasıdır.

Aslen Almanya ile Fransa savaşmasın diye ortaya konmuş, sonra da etraftaki ülkelerin de katılımıyla gümrüksüz, ortak bir pazar haline gelmiştir. Ancak bütün bu ortak pazar ülkeleri, mahallenin esnafı gibidir. Yan mahalleden rekabet geldi mi, birleşip dayılanırlar, ama iş kendi karlarına geldiğinde ortak esnaf falan dinlemezler, sokuverirler kazığı birbirlerine.

Bu ülkelerin tek bir ortak özelliği vardır, dinleri. Ancak onları bir arada tutan bu ortak dinleri değil, bu birlikten elde edecekleri karlardır.

Sovyetlerin dağılıp, bu "wannabe" EU ülkelerinin ortaya çıkmasından sonra bunların hepsini ortak din, ortak tarih, ortak coğrafya falan diye birliğe aldılar. Bütün altyapılarını batı Avrupa yaptı, gıda, giyim, turizm gibi alanlarda yirmi senelik bir cenneti yaşadı.

Ama Paris'i sadece kaçak filmlerde görüp imrenen Polonyalı nesil gidip, doğduğundan beri bir backpack ile her yaz Paris'e gidebilen yeni nesil gelince, bir de bu yeni nesil batıdaki denklerinin yarı maaşına iş yapmaya başlayınca, batı Avrupa dur bakalım hemşerim demeye başladı.

Yine de, özellikle orta ve doğu Avrupalılar hala zor zamanlarında batının ortak tarih, ortak din falan diye bunlara destek atacaklarına inanıyorlardı.

İlk kazığı Suriye mültecilerinde yediler. Bütün din kardeşleri zart diye sınırlarını kapayıp herkes kendi başının çaresine baksın dediler. PIGS krizinden bu işe şerbetli Yunanistan için sürpriz olmamıştı bu, ama Macarlar, Çekler, Hırvatlar ve EU olmasalarda Sırplar bu işe bayağı şaşırmıştı.

Sonra bu salgın geldi, ama yardıma muhtaç Sırbistan'a ne bir Fransız, ne bir Alman doktoru gitti. Sadece Çin ve Rusya el uzattı. Onlar da yemişim bu Avrupalılık işini dediler tabi.

İtalya daha da bir sarsıldı. Çünkü Avrupa'da kast türü bir sınıflama vardır. Bir Müslümana karşı hepsi birleşir. Müslüman gidince kalanları birlik olup, Ortadoksları kovalarlar. Sonrasında Slavlar gider. Bu, Belçika'nın bilmem ne şehrinde Fransızca ve Flamanca konuşanlardan biri galip gelene kadar sürer.

İtalya'nın sürprizi işte burada gerçekleşti. İtalya, Roma İmparatorluğu'nun mirasçısı, Katolisizmin kalbi olarak bu kast sıralamasında bayağı üstte bir ülkedir, o yüzden İtalyanlar, mesela Polonya'ya yapılan bir haksızlık kabul edilebilir olsa da aynısı İtalya'ya yapılamaz şeklinde düşünürler.

Ne var ki bugün İtalya'da da Alman, Fransız, İngiliz değil, Kübalı, Rus ve Çinli doktorlar var.

İşte bu salgından sonra illa bir şeyler değişecekse bence bu Avrupalılık anlayışı değişecek. Ülkeler artık bu yalanı biraz daha dikkatle sorgulayacaklar.

Bundan ders alıp, gerçekten bir toplum, bir ülkeymiş gibi davranmaya başlayabilirler tabi, ama bana sorarsanız tam tersi olacak ve bu birlik gevşeyecek.

Ancak yeni bir gelişme olur, tekrar çıkarlar örtüşürse, Avrupalılar bu olan bitenleri hiç problemsiz, çok kısa zamanda unutabilirler. Bir de bakarsınız, Rusya ile birleşip, Amarikalıların karşısına dikilmişler. Olmaz olmaz demeyin 😉

Bu salgının en çok Etkileyeceği ülke ise Amarika olacaktır.

Avrupa'da, hafif medeni bir ülkede emeklilik yaşına geldiğinizde, bir kuruşluk birikiminiz yoksa bile sosyal yardımlarla çok fiyakalı olmasa da gayet kabul edilebilir düzeyde bir hayatınız olabilir.

Amarikada ise birikiminiz yoksa batmışsınız demektir. Sosyal yardımlar yok denecek kadar azdır. Kaderinizle baş başa kalırsınız.

Bu yüzden çalışan hemen herkes emeklilik için bir kenara para koyar. Bu paralar da vadesiz hesaplarda falan değil, özel emeklilik fonlarında toplanır. Bu fonlarda ise hisse senetleri ve şirket tahvilleri ağırlıktadır.

Bu salgınla hisse senetlerinin değeri yüzde yirmi beş civarında düştü, daha fazla düşmeye de devam edebilir.

Herkes evlere kapanıp, harcamayı bıraktığından, insanların normalde satın alacak oldukları mal ve hizmetleri üreten şirketler de küçülürler, ya da iflas ederler. Böylece tahvillerini geri ödeyemezler.

Hisse senedi ve tahvillerdeki bu değer düşüklüğü de bu fonlardaki trilyonlarca doların buharlaşması demektir.

Bu durum sokaktaki Amarikan vatandaşını bayağı mutsuz eder. Şirketler küçüldüklerinde ya da iflas ettiklerinde işsizlik artar, insanlar daha da mutsuzlaşır. Bu söylediklerim dünyanın her ülkesinde olacak olsa da ABD'de sosyal devletin küçüklüğünden en büyük etkiyi yaratacaktır.

Bu da, başta Trump, benzeri zırzop liderlerin sonunu hızlandırabilir.

Trump uzunca bir süredir attığı "presidental" tweet'lerle borsayı zaten bir yo-yo topuna çevirmişti. Birer gün ara ile attığı tweet'ler neredeyse birbirlerinin tam aksi şeyler söylüyordu. Bu tweet'lerin hangi yöne geleceklerini bilenler elbette bu işten güzel para kazanıyordu. Ancak tweet'lerin yönünü önceden bilmeyen normal yatırımcılar bu keyfiyetten dolayı piyasalara güvenlerini kaybetmişlerdi.

Trump, krizin ilk günlerinde de bu 'sabah aydım, akşam caydım' tweet'lerini sürdürdü. Borsa tarihin en yüksek dalgalanmalarından birini yaşadı. Yatırımcılar da yeter artık lan dediler.

İşte bu nedenle global yatırımcılar Coronavirus krizi bittiğinde biraz daha dürüst, biraz daha öngörülebilir yatırım araçları aramaya başlayabilirler. Elbette başta değindiğim avanak sosyalistlerin umdukları üzere Kibutz koperatifleri kurmayacaklardır, ama başka bir borsa, başka bir ülke yada başka bir lider benzeri fikirler sürpriz olmaz.

Bu pilav daha çok su kaldırır sevgili arkadaşlar. Daha krizin sonlanmasına çok var, o yüzden çok şey değişebilir. Ama biz bu yazıyla en azından beyin egzersizimizi başlatmış olalım.

Sevgi ile kalın ❤️

19 Mart 2020 Perşembe

Garip Kongolu

Sevgili arkadaşlar bu yazı için lütfen biraz sabır.

Farzedelim ki topaç gibisiniz. Hayli sağlıklı hiçbir grip nezle öksürük, aksırık falan gibi problemleriniz de yok. Ama şeytan dürttü lan acaba ben de Koronavirüs var mı dediniz ve gittiniz bir tahlil yaptırdınız. Hikaye bu ya testiniz de pozitif çıktı, yani bu Koronavirüsü bir yolunu bulup size bulaşmış.

Başınıza ne gelir dersiniz?

Örneğin ambulanslar, polisler, hemşireler, doktorlar, silahlı nöbetçiler, karantina, kilit, vs...

Vallahi Türkiye’de ne olur bilmiyorum ama eğer buralardaysanz doktorunuz size bir-iki basit ilaç yazıp eve gönderir.

Şaşırmayın, çok ciddi söylüyorum. Ne kimse polisi çağırır, ne de doktorlar hemşireler sizi apar topar paketleyip karantinaya alırlar.

Bunun da çok geçerli bir sebebi var.

Koronavirüsü tedavi edilebilir bir hastalık değil.

Koronavirüsü kapmış bir hasta için şu anda yapılabilecek tek şey bu hastalığın belirtilerini yani semptomlarını azaltıp sizi rahatlatmak, elbette eğer semptomlar ağırsa tıbbi müdahale ile sizi hayatta tutmak.

Hal böyle olunca da eğer ciddi semptomlarınız yoksa bu hastalığı evde ya da hastanede geçirmenizin bir farkı kalmıyor. Sadece hastanede bir yatağı, hastabakıcıları, hemşireleri, doktorları vs meşgul ediyor olacaksınız. Bunun yerine evinize gidip, rahat yatağınızda Netflix seyretmeniz, eğer semptomatik olursanız da hastaneye geri dönmeniz çok daha mantıklı.

Eğer bu virüsü kapmış her hastayı hastanede karantinaya alıyor olsalardı hiçbir ülkedeki hastanelerin yatak kapasitesi bu işe yetmezdi.

Çok ciddi söylüyorum. Düşünün COVID-19 pozitif çıkan birinin en azından evde karısına, çocuğuna, iş yerindeki arkadaşlarına komşularına bu virüsü bulaştırmış olma ihtimali çok yüksek. Çocuklar da okuldaki arkadaşlarına, onlar da evdeki anne-babalarına, anne-babalar kendi komşu ve iş arkadaşlarına...

Eğer COVID-19 hastaları takip edilip temasta bulunduğu her insana test yapılmış olsaydı, ortaya çıkacak COVID-19 hasta sayısı şimdikine nazaran inanılmaz boyutlarda olurdu, çünkü COVID-19 çok kolay bulaşan bir virüs.

Zaten bundandır hükümetler koronavirüsünın tespitinden çok yayılmasını engellemeye yönelik önlemler alıyor.

COVID-19 virüsünün, artık iyi diyebilirsek, iyi bir tarafı ise ölümcül olmaması. Hatta ciddi bir rahatsızlığı olmayan insanların hemen tümü bu hastalığı ya sıfır semptom, yani farkında bile olmadan, ya da çok hafif semptomlarla atlatabiliyor. Geri kalan hastalar izlenebilir semptomlar geliştiriyorlar, ve özellikle ileri yaşta olanlar ne yazık ki bu virüs sonucunda hayatlarını kaybedebiliyorlar.

İşte bu yüzden tahlil yapıp COVID-19 virüsü kapmış hastalığı yani vakaları tespit etmek sadece istatistikleri daha hassas duruma getiriyor. Düşünün, adamda COVID-19 var ama semptomatik değil. Bu adamı nasılsa eve göndereceğinizden, onun COVID-19 pozitif olup olmaması çok fazla bir şey değiştirmiyor.

Bu işten anlayanlar her gün ülke basınında yayınlanan vaka iyileşme ve ölüm sayılarını pek ciddiye almıyorlar, çünkü bilinmeyen, tespit edilmeyen ve hastaların farkında olmadan iyileştiği vaka sayısı o kadar fazla ki tespit edilenler bir fikir vermekten çok uzak kalıyorlar.

Bir web sitesi var ve ben her gün sadakatle izliyorum. Sözcü gastesi de zaman zaman bu siteden alıntı yapıyor. Bir Excel tablosu var ve bu tabloda her ülkenin kaç COVID-19 vakası olduğu ve bunlardan kaçının iyileştiğini yayınlıyorlar. Kongo mudur, Zambia mıdır bir ülke var, en çok ona gülüyorum. Sadece bir tane COVID-19 vakası var ve bu sayı günlerdir değişmiyor. Yani garip hasta ne iyileşiyor ne ölüyor. Sanki sadece bir tek COVID-19 virüsü Wuhan kentinden uçmuş Kongolu bu garibin kıçından girmiş, bu adam da virüsün girdiğini anlayınca kimseye bulaştırmayim diye yalnız başına kaçmış ormanın ıssız bir köşesinde ölmeyi bekliyor.

Tamamen zırva sizin anlayacağınız. Aynı bizimkiler gibi. Memlekette hastalığı tesbit edebilecek tahlilleri engelleyip, bizde sadece kırk vaka var demek artık ne kadar inandırıcı, siz düşünün. Neyse ki sonucu yukarda belirttiğim üzere ciddi değil. Kim bilir kaç ukala dümbeleği muhalif ve hüloooğğğ farkında bile olmadan COVID-19 oldu ve iyileşti...

Profesyonellerin tahmin ettikleri gerçek vaka sayısı bu rapor edilenlerden binlerce kat yüksek. Ben Türkiye’yi sordum, bana söyledikleri 80 milyonluk Türkiye‘de en az 1 milyon vaka vardır diyorlar. Bu kafadakiler de zaten önümüzdeki bilmem kaç yıl içersinde Alman nüfusunun %70 inin falan bu virüsü kapancağını söyleyenler.

Medya elbette bu rakamları bir kıyamet günü belirtisi gibi servis ediyor ancak düşünürseniz bu sadece önümüzdeki bilmem kaç yıl içersinde kaç kişinin grip olacağından farklı rakamlar değil. Aynı hesaba göre ölüm oranının on binde bir falan olduğunu düşünürsek öyle katastrofik bir sonuçtan da bahsediyor değiliz.

Lütfen yanlış anlamayın. Bu salgının boyutunu ve sonuçlarını küçümsüyor değilim. Sadece medyanın ve beklentisi tamamen politik ya da finansal olan çevrelerin bu işi büyüterek bizleri korkuttuğunu düşünüyorum.

Peki durum böyleyse bu İtalya’da olanlar ne?

İtalya’da olanları anlamak için biraz İtalyanları anlamamız gerekiyor. Öncelikle İtalya’nın çok yaşlı bir nüfusu var. Ve İtalyan halkı da karekterleri itibarıyla öyle çok disiplinli düzenli organize bir topluluk değil. Bu konuda biraz da bize benzerler, öyle çok karantinaya hijyene evde oturmaya falan gelmezler.

Nüfusu yaşlı olduğu için COVID-19 kapattıktan sonra ağır semptom geliştirenlerin sayısı bir anda o kadar çok yüksek boyutlara ulaştı ki İtalyan hastanelerinde bu hastaları tedavi edecek kapasite bir anda aşıldı. Sonra da ikinci Dünya Savaşı ndan kalma sahnelere tanık olduk. Genç doktorlar yaşlı hastaların hangilerinin yaşayacağına hangilerinin ölüme terk edileceğine karar vermek zorunda kaldılar.

Zaten bu sokağa çıkma tedbirlerinin bütün Avrupa ve sonrasında dünyada uygulanmasının birinci sebebi de hastanelerdeki yatak kapasitesini, özellikle yoğun bakım kapasitesini zorlamadan bu salgını atlatmak. Bu işi bilenler bu hastalığın yayılmasını tamamen önlemenin imkansız olduğunun farkındalar. Alman nüfusunun yüzde bilmem kaçı İngiltere nüfusunun binde bilmem kaçının falan bu hastalığı eninde sonunda kapacağını öngörmelerinın nedeni de bu. İşte bu yüzden insanları evde tutarak bu salgının hızlı bir biçimde yayılmasını önleyip yoğun bakım kapasitesini rahatlatmayı hedefliyorlar. Ha bir de arada belki bir aşı, bir tedavi yöntemi bulunur diye umuyorlar.

Yani Avrupa temelinde özetlersek, bu olan bitenin devletlerin yaşlı nüfuslarını kurtarma çabası olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanlık COVID-19 virüsünü de atlatacak, bizler de bugünleri bir tebessümle hatırlayacağız. Ancak tehlike geçmiş olmayacak. Basit bir grip virüsünün bizi ne hallere düşürdüğüne bakarsak, daha ciddi ve ölümcül bir virüsün nasıl zarar verebileceğini kestirebilirz. İşte bu yüzden çabalarımızı böyle bir salgınla mücadele etmeye odaklanmalıyız. Bunun yöntemi de hastanelerimizi ve sağlık personelimize bu işe hazır tutmak.

Ben temenni etmiş olayım da...

5 Ocak 2020 Pazar

Yeni Indiana Jones Filmi

Eğer Harrison Ford ölmezse, Spielberg kesin Paris'te bir Indiana Jones filmi çeker, çünkü Paris, Paris olmaktan çıkmış, Marakeş'e dönmüş anasını satayım...

Bu Kuzey Afrikalıları alıp, ucuz işgücü diye hiç bir eğitim vermeden sağa sola atmaya devam ederlerse, memleket de Fransa olmaktan çıkar, Arabistan'a döner tabi.

Paris bu kez nükleer savaş sonrası Mad Max filmleri gibiydi. Hiç bir şey doğru çalışmıyordu. İstasyon görevlisinden McDonald's daki kasiyere kadar karşılaştığımız herkes lakayıt, ne yaptığının, ne konuştuğunun farkında olmayan kaba saba, ve ne yazık ki Kuzey Afrikalı adamlardı.

Az önce McDonald's'da makineyle 🐝Mezzy🐝 için Happy Meal siparişi veremedik. Happy Meal tuşuna basınca iki yuroluk bir oyuncak yazıyordu sadece. Zaten verdiğimiz siparişi de doğru hazırlayamadılar. Bir cheeseburger'ı unutmuşlardı.

Trenimizin kalkmasına on dakika kala hala hangi yola gideceğimizi bilmiyorduk.

Disneyland'de beş gün boyunca "Grev yüzünden tren seferleri aksayacak, (elli metre yandaki) istasyondan yeni kalkış saatlerini öğrenin" diye anons yaptılar. Bir tabelaya yazıp, parkın girişine koysalar elleri aşınır çünkü. Her saat binlerce insan parktan istasyona, istasyondan parka dalga dalga aktı, gitti.

İstasyona gitmekle de iş bitmiyordu. Çoğunlukla soracak görevli bulunmuyordu. Şansınıza birine denk gelirseniz, "Tarife aha orada ama üzerindeki saatlere güvenmeyin" gibi bir cevap alıyordunuz. Tarifeye güvenmeyelim de neye güvenelim gibi bir soru sorduğunuzda ise geleneksel bir "Je sais pas", yani ne bileyim şeklinde tersleniyordunuz.

Yemin ediyorum abartmıyorum. Şu anda Lozan trenindeyiz, indiğimizde toprağı öpeceğim...

Bildiğiniz üzere artık tatillerimizin büyük bölümü 🐝Mezzy🐝 odaklı, yani Disneyland'de geçiyor. Bu kadar sık gittiğimiz için de bir yıllık abonman kartı alıyoruz, yoksa her defasında bilet alırsak batacağız. Neyse, Jelena bir deal bulmuş, abonmanı Aralık'ta ödersek bir yılın üstüne dört ay da bedava giriş hakkımız oluyor. On altı ay hiç fena değil tabi, Jelena hemen online ödemeyi yapmış.

Parka geldiğimizde yıllık abonman sırasına girdik. Önümüzde de bir on kişi falan var. Aradan yarım saat geçti, önümüzde hala aynı on kişi. Gişedeki Kuzey Afrikalı hanım en ön sıradakilerde neşeli bir biçimde sohbet ediyor, elinde bir tomar kağıt, içerde bir taraftan diğer tarafa koşuşturuyor. Zaten kısıtlı zaman, yarım günü abonman kuyruğumda harcarsak battık.

Bir Seyfullah'a sordum, başka yerden abonman kartını alabilir miyiz diye, Parkın girişinde Donald'ın bürosuna git dedi. Bir kilometre falan yürüdüm, Donald'ın bürosu kapalı. Başka bir Habibi'ye sordum, Miki'nin masasına git dedi. Miki'nin masasındaki Abdülfettah ise beni gene ilk başladığımız noktaya geri gönderdi.

Ben döndüğümde hala sırada bekleyen Jelena'nın yüzü gülüyordu. "Yeni bir gişe açtılar" dedi. Gişede de maşallah, etli, butlu Kübra hanım. Bonjurlaştık, Jelena ödemeyi yaptığı kapıdı kadına uzattı. Kadın kapıdı almadı bile. "Bu bir bilet değil, biletinizi verin" dedi. "Ne diyon anacım, ne bileti, burası yıllık abonman gişesi" dedik. Bu hayvan kafasını çevirip, "Size yardımcı olamam kusura bakmayın, sıradaki gelsin" demez mi?

Hıyarlık olmasın diye miktarı yazmıyorum ama ödediğimiz para ciddi bir miktar. Ne yapalım, madem olmuyormuş yeni bilet mi alalım diyelim? "Dur" dedim, "Kağıdın üzerinde yazanları hiç olmazsa okudun mu? ". "Gerek yok" dedi, "Bu bilet değil". Kağıdın üzerinde bu belgeyi görevliye gösterip kartınızı alın yazıyor. Öyle acenteden falan da değil, direkt Disneyland Paris'ten. Jelena buna bir bağırdı ki, sıradakiler konuşmayı bırakıp, bize döndüler. Kasadaki dangalağın şefi gürültüye geldi. Kübra hala söyleniyor, bileti yok girmeye çalışıyor diye. Şefi "Ne bileti?" diye sordu. Gerçekten de abonman sırasında biletlik bir iş yoktu. Şefe elimizdeki kağıdı verdik. Kadın okudu, biraz kızardı. Bizden özür diledi, kağıtla arkaya gitti, sonra elinde getirdiği bir tomar kağıdı Kübra'nın önüne koyup, ona bir şeyler söyledi.

Bizim Kübra nasıl bir anda kanatlandı, melek oldu, anlatamam sizlere Neredesiniz falan diye muhabbete bile başladı. Jelena'nın Fransızca'yı 'İtalyan aksanı' ile konuştuğunu falan idda etti. Neyse sonunda kartlarımızı aldık, parka girdik.

İşte böyle. Otelde kahve makinesi için bozuk para bulamadık. Bozuk para bulduğunumuzda ise makine çalışmadı. Süpermarketteki alış veriş arabasının tekeri kırık, odamızda telefon cihazı yok, kasa kitlenmiyor, vesaire, vesaire.

Yakında arabaları kaldırıp, develeri koyarlar, foie gras yerine de hurma satmaya başlarlar herhalde. Sonrası da Indiana Jones bildiğiniz gibi...

Sevgi ile kalın ❤️

Not: Tanıyanlarınız bilir, ırkçı biri olmadığım gibi ırkçılıkla sonuna kadar mücadele eden biriyimdir. Yukarda yazdıklarımın Kuzey Afrikalıların genleriyle değil, onları eğitim vermeden ucuz işgücü olarak kullanan sitem ile ilgili olduğunu anlatabilmiş olmayı umuyorum.

31 Aralık 2019 Salı

Grev

Sevgili arkadaşlar, size bahsetmiştim, Fransa’da demiryollarındaki grev yüzünden Lozan-Paris trenimizin akibeti biraz karanlıktı. Sonradan trenimizi teyit ettiler, bu sabah da trene binip, Paris'e doğru yola koyulduk. Daha trenden inmeden Jelena mahkeme duvarı gibi bir suratla iPad'ini gösterip, "Dönüş trenini iptal etmişler" dedi. Aynı email'de hemen yeni treninizi teyit edin diyordu. Jelena söyledikleri web sitesine girip, değiştirmeyi denedi, nada. Email'de verdikleri telefon numarasını aradı, cevap yok. Grev tabi.... Fransızlar, siz Türkçede nasıl diyor, bu grev işine çok propensite, yani temayüllü, daha da doğrusu mütemayil bir millet. Her şey için greve giderler, kendileri dahil bütün turistlere sistematik bir biçimde hayatı zehir ederler.

Çaresiz, Paris'e indiğimizde biletleri Gare de Lyon'daki gişelerden değiştirelim dedik. TGV trenlerinin gişeleri koca bir salonda. Salona girerken bir Kuzey Afrikalı "görevli" bizi durdurdu. "Ne yapmak istiyorsunuz?" diye sordu. Jelena, "Trenimiz iptal olmuş, biletlerimizi değiştireceğiz" dedi. "Haa, o zaman doğru yerdesiniz" dedi bizimki. Sanki bilet gişelerinden striptiz şovuna bilet almayı düşünecekmişiz gibi.

Yan tarafındaki bir kuyruğu işaret etti, "Sıraya girin" dedi. Salonun içinde otomatik numara veren bir cihaz vardı. Ama o cihazda sıraya girebilmek için demek ki salonun girişinde bir sıraya daha girmek gerekiyordu.

Bir on beş dakika sırada bekledik, sonra yine o Kuzey Afrikalının önüne geldik. Az önce konuştuğumuz adam yine “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sordu. Jelena da bir kez daha,“Trenimiz iptal olmuş, biletlerimizi değiştireceğiz” dedi. Adam da bir kez daha “Haa, o zaman doğru yerdesiniz” diye teyit etti. Gülmemek için ciddi bir çaba sarf ederek içeri girdik.

Sıra numarası veren makinenin önünde başka bir Kuzey Afrikalı duruyordu. Bize “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sordu. Jelena da, artık soruya şerbetlendiğinden iki kelimeyle “Biletlerimizi değiştireceğiz” dedi. Görevli “Haa, o zaman doğru yerdesiniz” dedi, ancak önceki görevliye kıyasla bize hayati önemdeki bir başka bilgiyi de aktardı "Yukardaki ekranda numaranızı görünce, yanında yazan gişeye gidin"...

Salonda yirmi iki gişe vardı, ancak grev nedeniyle sadece beşi çalışıyordu. Beşinden de ikisinin önünde kimse yoktu. Gişedeki görevliler Walking Dead dizisindeki zombiler gibi hiç bir şey yapmadan, anlamsız bir biçimde bilgisayar ekranlarına bakıyorlardı.

Bir yarım saat sonra sıramız geldi, gişeye ulaşabildik. "Biletlerimizi değiştirmek istiyoruz" dedik, "Aynı güne, en geç saate"...

Neyse eski trenimizden bir saat öncesine bir tren bulabildik. 🐝Mezzy🐝 parkta son gün bir saat az vakit geçirecekti ama buna da şükür....

Görevli doğum tarihimizi sordu. Jelena da "Mile neuf cent septant cinq' yani 'Mil nöf san septan senk', yani yani 1975 dedi. Bizim gişeci "Ha?" diye şaşırdı. Garip zevcen İsviçre'de on iki yıldan sonra asimile olmuş tabi, Fransızca değil İsviçrece sayıyor. Septan cinq yetmiş beş demek, ama Fransızlar yetmiş beş yerine altmış on beş derler, yani 60 + 15. Daha da kötüsü var. Mesela doksan dokuz için dört yirmi on dokuz, yani 4 x 20 + 19...

Karım Fransızcayı Fransa'da tahsil ettiğinden kıvırır bu gereksiz matematiği, işin aslı ben Fransadayken parmaklamaya başlarım ama tren iptalinin stresi, üstüne bir de üç buçuk saatlik Mezzy-Show eklenince İsviçre sayılarına daldı.

Neyse, e=mc2 anlaştık gişeciyle.

Dönüşe biletimiz var, trenimiz de olacak mı, göreceğiz.

Bugün yılbaşı, çok mızmızlanmayalım.

Disneyland Park'a gitmek üzere otelden çıkıyoruz.

Yeni yılınız kutlu olsun ❤️

22 Aralık 2019 Pazar

Yılbaşı

Sevgili arkadaşlar, bugün 21 Aralık, yani yılın en uzun gecesi. 22 Aralık itibarıyla geceler kısalıp, günler uzamaya başlayacak. Sabahları saat altıda kalkıyorum. 🐝Mezzy🐝'yi servise bırakıp, o okuldayken biraz da huzurla kendi işlerime bakabiliyorum.

Sabah kalktığımda ortalık kapkara. Türkiye'deki dostlarım için saat sekiz. O karanlıkta ne yapıyorlar, düşünmek bile istemiyorum. Ancak yarın itibarıyla en azından ben kulunuz için hayat güzelleşecek, aydınlık artacak, karanlık azalacak. Güneş sisteminin fiziği bu. Kimsenin bunu değiştirecek gücü yok. Yiyen varsa buyursun...

Dünyanın bu tarafında hayat bu iki hafta boyunca durur. Önce Noel, sonra da yeni yıl. Her yer süslenir, tatlı, Noel müzikleri çalar. Herkes mutludur. Ne insanlar yumruklarını kaldırıp bağırarak sağa sola tehdit sallarlar, ne de diğer dinlerce önem verilen kişilerin şişme kopyalarını sokak ortasında sünnet ederler. Gerçekten huzurlu, mutlu bir ortamdır yılın sonu.

Noel'in ardından yılbaşı gelir. İnsanlar Noel'in huzuruna, yılbaşının coşkusunu eklerler, yılın son gününü eğlenerek geçirip, yeni yılı karşılarlar. Alkolün, müziğin yoğun olduğu bir gecedir yeni yıl.

İşte uzun bir süre boyunca, bu konseptte bir gece benim problemim olmuştu.

Hadi problem demeyelim de biraz ekşi, biraz hayal kırıklıklarıyla sonlanan bir gece. Bunun da kısa açıklaması, yeni yıl gecesini eğlenerek geçirme zorunluluğunun benden aldığı bir bedel olması.

Bu fenomeni Türkiye'den ayrılmadan da defalarca yaşadım. Lan yılbaşında nasıl eğleneceğiz diye başladığım bir çok gece anlamsız bir alkol tüketimiyle sonlanmıştı. Ertesi sabah kalktığımda ne bir önceki gecenin hazzı, ne eğlencenin tatlı yorgunluğu, sadece baş ağrısı kalmıştı.

Aslında olan biten çok basitti. Normal bir akşama göre gerçekten farklı ve eğlenceli sayılabilecek bir yılbaşı akşamı, eğlenme beklentilerinin gereksiz olarak yükseltilmesinden dolayı bir hayal kırıklığı haline geliyordu.

Okulumu bitirip, askerlik vesaire, hayatın zorunluluklarını yerine getirdiğim yıllarda yılbaşılarım bırakın beklentilere göre düşük eğlenceyi, hüzünlü bile geçti diyebilirim.

İş hayatına başladığımda uzun bir süre stokların sorumluluğunu üstlenmiştim. Bu da 31 Aralık günü stok saymak demekti. İzmir'deyken yılbaşılarım hep stok sayarak geçti. Dükkanı kapayıp, 'eğlenmek' üzere eve döndüğümde yorgunluktan yarı ölü bir şekilde zar zor bir kadeh bir şeyler içip, eğlenme taklidi yapmıştım.

Lozan'a yerleştiğimde ise sadece dekor değişti ama piyesin teması hep aynı kaldı.

Yazının bu bölümünde size şu yılbaşında buradaydım diye anlatacağım ama bunu hıyarlık olarak almayın lütfen. İsviçre, Avrupa'da o kadar merkezi bir konumdadır ki, İstanbulun bir ucundan diğerine giderken harcayacağınız zamanın daha azına, Avrupa'nın bütün büyük şehirlerine ulaşabilirsiniz.

Hayatımda ilk defa Parisi bir yıl sonu seyahatinde gördüm. Milenium'u Viyana'da klasik müzik dinleyerek döndüm. Ancak buralarda güzel olan hep bu yerlerde olabilmekti. Yılbaşında 'eğleneceğim' fenomeni yüzünden eğlenmek mümkün olamıyordu.

Sonrasında bu yılbaşı işini tamamen bıraktım. Zaten tek başımaydım, o yüzden de kimseyle 'eğlenme' zorunluluğum kalmamıştı. Hadi yeni yılda şunu yapalım, şuraya gidelim tarzı, arkadaşlardan gelen önerileri de savuşturmak suretiyle bir kaç yıl yeni yılları tek başıma geçirdim. Evdeyken bilgisayar oyunları oynuyordum. Sağa sola gittiğim bir iki yılbaşı daha oldu ki, yeminle neredeydim, ne yapmıştım hatırlamıyorum.

Sonra Lozan'dan ayrılıp, Niş'e yerleştim. Niş'teki ilk yılbaşım 2005'i 2006'ya bağlıyordu. Hayatımda hafif bir deja vu olmuş, 31 Aralık'ta bir stok sayımı sonrası yeni açılan koca bir gece kulübüne atmıştım kendimi. Hem ofisten, hem de dışardan bir kaç arkadaşla yine eğlenme taklidi yapıyordum.

Ancak bu yılbaşı ilk bakışta diğer yılbaşıları kadar monoton ve can sıkıcı gibi görünse de sonradan öğreneceğim bir nedenle belki de geçirdiğim en ilginç yılbaşılarından biri olacaktı. Çünkü hayatta dinlemekten en çok zevk aldığım tekno müziği eşliğinde, bardağa koydukları alkol artık her ne ise onu yudumlarken, hemen yanımızdaki grupta sevgili müstakbel karım durmuyor muymuş! Tabi ki o sırada birbirimizi tanımıyorduk, Jelena sonradan anlatmıştı bana.

Gördünüz mü iç bayıcı bir yılbaşı öyküsü nasıl How I Met Your Mother'a döndü...

İki ay sonra sevgili karımla beraberdik artık. Günler birbirini kovaladı, bir sonraki yılbaşı geldi. Artık ilişki durumum bekardan başı bağlı'ya dönmüştü, bu yüzden de ufukta yılbaşı nedeniyle yine mecburi bir eğlenme seansı görünüyordu.

2007'yi Evde Beklerken
Bir de bu yılbaşı işi Sırbistan'da öyle bildiğiniz gibi değildir sevgili arkadaşlar. Aralığın 19'unda Saint Nicolas Slavasından başlayarak Ocağın 13'ündeki Ortadoks yeni yılına kadar herkes devamlı bir yeni yıl kutlama modumdadır. Rezervasyonlar sadece 31 Aralık akşamı için değil, 1 ve 2 Ocak akşamları için de yapılır. Bu bir aylık süre içinde hayat durur desem yeridir. Çok az ayık insan görürsünüz. Herkes mutlu mutlu eğlenir.

Bir tek 31 Aralık akşamının bile zul geldiği şahsımın durumunu takdir edersiniz artık. Sadece bir yılbaşı akşamı değil, eğlenilmesi zorunlu en azından bir beş gün daha çıkmıştı ortaya.

Bu sondan kaçmak mümkün değildi elbette, zaten demirden korksak da trene binmezdik, hattızatında...

Sevgili - o zaman görlfrendim - karıma sordum "Aşkım, yıl başında ne yapalım?" şeklinde, sonra da gözlerimi kapayıp, sonumu beklemeye başladım.

"Bilmem ki, sen ne yapmak istiyorsun?" dedi. Ben 31 akşamı disko, 1'inde Belgrad, 2'sinde kayak falan beklerken bayağı şaşırmıştım. Altta kalmadım, "Bana her şey uyar, sen söyle" dedim.

"Evde oturalım" dedi. Kulaklarıma inanamamıştım. "Emin misin?" diye bir daha sordum, hani disko, zebehe kadar dans falan....

"Yok!" dedi. Görürüz iki sene sonra dedim, kendi kendime. Hele biraz yıllanalım, kalk ayağa sünepe herif, bir yerlere götür beni, eğlenmek benim de hakkım diye başlarsın.

Aradan on beş yıl geçti, bu süre boyunca bir kere bile disko, gece klübü kılıklı hiç bir yere gitmedik. Devran öyle bir döndü ki, hadi karıcım, bu akşam dışarı çıkalım diyen ben oldum.

O yılbaşı evde oturduk. Taco hazırlayıp, arkadaşları çağırdık. Tek arşın müzik, tek endaze dans etmeden bitmişti gece. Saat bir olmadan da uyumuştuk. Niş'te geçirdiğimiz son yılbaşıydı bu.

Tekrar Lozan'a gelmiştik, sonraki bir kaç yılbaşını Montreux Casino’da geçirdik, hani Deep Purple'ın Smoke on the Water casinosu.

Daha sonra da her yılbaşında bir başka kente gittik, ama sadece gezi amaçlı. Bir kez bile zebehe kadar dans olmadı. Sonraki yılbaşlarımızı sırasıyla Brüksel, Hong Kong, Paris ve Kopenhag’da geçirdik.

2015 Yılbaşı, Sevgili kızımızı Beklerken
2014 yılını 2015'e bağlayan yılbaşında ise Côte d’Azur'deydik. Nice, Cannes, Antibes falan dolaşmıştık ama yeni yılı Monte Carlo Casino’da karşıladık. Hayatımın en mutlu yılbaşısıydı bu. Çünkü artık iki değil, üç kişiydik. Üçüncümüzün kim olduğu o zamanlar henüz belli değildi, ancak ben onun ismine kadar kim olduğunu, ne olduğunu biliyordum. Aynen beklediğim gibi de oldu. Canım kızım Melissa bir sonraki yıl doğmuştu.

2015 yılını sonlandıran yılbaşı 🐝Mezzy🐝'nin gelmesiyle biraz karmaşıklaşmıştı. Daha beş aylık bir bebekle ne yapalım diye bir süre düşündük.

2010 yılında bir Normandiya gezisi sonunda sevgili karımla Paris'te Disneyland'de bir gün geçirmiştik. Olayı çok Kemalettin Tuğcu yapmayalım ama parkta eğlenen çocuklara bakıp bayağı hüzünlenmiştik. Bir gün bir çocuğumuz olursa buraya getirelim diye sözleşmiştik. Zaten 🐝Mezzy🐝'nin haberi geldiğinde hemen konuyu açmış, üç yaşına falan geldiğinde Disneyland'e gideriz deyip, kapatmıştık.

Sevgili Kızımın İlk Yılbaşı
Yılbaşında ne yapalım diye düşünürken fikir hangimizden çıktı hatırlamıyorum, hadi Disneyland'e gidelim dedik. Ama 🐝Mezzy🐝 çok ufak, hatırlamaz falan dedik, sonra da o hatırlamazsa biz hatırlarız dedik, atladık arabaya, Paris'in yolunu tuttuk. 🐝Mezzy🐝 nin ilk uzun yoluydu bu, o yüzden ismi Paris olsun dedik, Paris'te yarım gün geçirdik. 🐝Mezzy🐝 'cik hayatının ilk metrosuna burada bindi, Eyfel kulesini, Zafer Anıtı'nı, Şanzelize'yi falan gördü.

Yılbaşı yemeğimiz için Disney Village'deki Planet Hollywood isimli restorandaki rezervasyonumuz işe yaramayınca bir İtalyan fast food restoranından take-away makarna ve otelin barından zar zor bulduğumuz bir şişe Brouilly alıp odamıza çıkmıştık. Kızım hayatımızı aydınlatmıştı ama o aralar hayatımızın gerisi bayağı karanlıktı. Her şeye rağmen hayatımın en mutlu yılbaşısını iki yuroluk karton kutuda makarna ve ucuz şarapla geçirmiştim.

Karton Kutuda Makarna Ve Ucuz Şarap İle Yılbaşı
Sonraki bütün yılbaşlarını Disneyland'de geçirdik. Bazen yılbaşında neredeydiniz diye snob sorular geldiğinde Paristeydik hayatım diye cevaplıyorduk. Yalan da değidi tabi. Paris'in Gare de Lyon istasyonunda gün yüzünü görmeden tren değiştirip, Disneyland'e gidiyorduk😜

Arabasında başını zor kaldırdığı ilk Disneyland seyahatinden bu güne dek 🐝Mezzy🐝cik için çok şey değişti tabi. Önce arabasını bırakıp yürümeye, sonra da koşmaya başladı. Mickey 🐝Mezzy🐝 ilk konuşmaya başladığımda 'Biki' idi, sonra Miki oldu. Sonra boyu bir metreyi geçti ve ilk grup roller-coaster'lara binmeye başladı. Hesaplarımıza göre bu yaz parktaki her roller-coaster'a binebilecek. Şu anda boyu 110 cm, Temmuz'da hem beş yaşına, hem de gerekli 112 cm'ye ulaşacak.

İşte böyle. Anladığınız üzere yeni yılı Disneyland'de karşılayacağız. Yola bir hafta sonra çıkacağız ancak 🐝Mezzy🐝 sağolsun, her an her şey için vakit olamayabiliyor. Ondan size biraz erkenden yazıp, yeni yılınızı kutlayayım istedim.

2020 herkese sağlık ve mutluluk getirsin.

Sevgi ile kalın ❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...