1 Eylül 2018 Cumartesi

Zaman Yolculuğu

Genç kız bitkin bir halde, cafe'de kendisini bekleyen arkadaşının karşısına oturdu. Ellerini kalbinin üzerinde birleştirip, "Bir dakika soluklanayım, sonra senle konuşacağım" anlamında sempatik bir hareket yaptı. Bir kaç saniye dinlendikten sonra, masanın yanındaki ekrandan en sevdiği meyve kokteylini seçti. Açılan kapaktan bardağına uzanıp, ilk yudumunu aldı.

Arkadaşı dayanamayıp sordu:

"Çok mu zor geçti?"

"Sorma, canımı çıkardılar. Bir önceki gözlemde mühendislerden birinin gerçek babasının mahallenin kadastro müdürü olduğunu anladığından beri çok ince eleyip, sık dokuyorlar. Bir dolu psikolojik test, sağlık muayenesi, sinir kontrolü, prosedür uyum çalışması..."

İçeceğinden uzun bir yudum alıp, devam etti.

"Sabahın sekizinden beri test, mülakat, doktorlar... Sorma işte."

"Bu kadar didiklemekte aslında haklılar. Bu işlem çok masraflı. Ekipten biri kontrolünü kaybedip saçma bir şey yapar diye korkuyorlar."

"O yüzden yakın geçmişe bütün seyahatleri durdurdular ya. Zamanda yolculuk dikkat istiyor, geçmişe en ufak bir müdehale, bu günü değiştirebilir. Bundandır, yolculukları, ekipler geçmişe gittiğinde yakın akrabalarını göremeyecek şekilde planlıyorlar."

"Sonucu ne oldu? Seni kabul ettiler mi?"

"Onayladılar... Ama zar zor. O da gideceğimiz döneme ait annemin babasından dinlediklerini bildiğim için."

"İyi etmişler. Dedenle babaannen, anneni çok geç yaptıkları için, arada bir nesil kaybı olmadan bir çok şeyi sana aktarabilmiş."

"Öyle. Dönemin bir çok yaşlısı bellek engram transfer teknolojisi gelişmeden ölmüştü. Annem geç geldiği için yetişebildi. İlerde bu bellek transferleri sadece akraba olmayanlar arasında da yapılabilecek herhalde, ama şimdilik ellerinde sadece ben varım."

"Tam olarak nereye ve hangi döneme gideceksiniz?"

"Türkiye'ye, yirmi birinci yüzyılın başlarına..."

"Türkiye mi? Ne işiniz var orada? Okulda tarih derslerinden hatırlıyorum, Amerika, Trump falan daha ilginç değil mi?"

"Şaka mı yapıyorsun? Yirmi birinci yüzyıl Türkiyesi siyasal toplumbilimcilerin mabedidir. Bütün bilim dünyası iki yüz yıldır çalışıyor olsa da, hala o dönemin Türkiye'sinde olan biteni anlamış değil. Bunu çözen bilim adamı kesin Nobel alacaktır. Geçenlerde bulunan soğuk füzyondan daha fazla ses getirecek bir buluş olacak bu."

"Gerçekten mi? Nedir o dönemi bu kadar özel yapan?"

"Türkiye, tüm zamanların ülkelerine kıyasla, en kısa zamanda, en fazla tersine evrilip, geriye gitmiş bir ülke. On yıl içinde, yüzyıllarca geriye... Tüm tarihte başka bir örneği yok."

"Peki ülkenin insanları engelleyememiş mi bu gerilemeyi?"

"Ne engellemesi, ülkenin insanları istediği için bu gerileme kavgasız, gürültüsüz gerçekleşmiş!"

"Yani insanlar bile bile mi yüz yıllarca geriye gitmeyi kabul etmişler?"

"Aynen öyle. Kadınlar isteyerek haklarından ve özgürlüklerinden vaz geçmişler. İnsanlar o zamanın değişim aracı olan paralarının değer kaybettiğini görüp, bize ne demişler. Modern bir eğitimden, çağdışı bir eğitime geçişi kutlamışlar. Yine o zamanın kaynak paylaşım sistemi olan ekonomileri batmış, aldırmamışlar. Yargı sistemleri işlevini kaybetmiş, yine boş vermişler. Ülkede üretim durmuş, kaynaklar üretime ve ilerlemeye katkısı olmayan din görevlilerinin yetişmesine harcanmış. O zamanlar robotlar yok biliyorsun, madenlerde insanlar çalışıyormuş. Sistemin işlememesi yüzünden yüzlerce insan toprak altında kalıp, ölmüş, halk bu geriye gidişi daha da fazla desteklemiş."

"İnanmıyorum!"

"Tamamen gerçek! Bu yüzden kimse bunların nasıl olduğunu anlayamıyor ya..."

"Peki bu Türklerin zihinsel gelişimlerinde bir problem mi varmış ki, göz göre göre geriye gitmeyi kabullenmişler?"

"Uzunca bir süre bilim dünyası bunu araştırmış. Hatta Türklerin o zaman Homo Sapiens düzeyine evrilemediklerini falan düşünenler olmuş, ama bulunan fosiller bu teorileri kanıtlayamamış. Türkler görünüşe göre antropolojik olarak normal insanlarmış."

Meyve suyundan bir yudum alıp, devam etti.

"Ancak mezarlarda bulunan kafatasları incelendiğinde, beyinlerinde ufak bir anormallik bulunmuş. Synapsis anında oluşan homongolus kromozomlarının dizilişindeki bir hata yüzünden Türkler doğuştan her şeyi bildiklerine inanıyorlarmış."

"Eh, anlaşılabilir bir şey bu. Yetersiz beslenme, fakirlik ve eğitimsizlik yüzünden tabi..."

"Yok, yok, tam tersine. Bu bozukluk zamanın hali vakti yerinde, düzgün beslenmiş, eğitimli aydınlarında daha da fazla, daha da etkin görülüyormuş."

"Nasıl yani? Eğitimli biri her şeyi bildiğine inanabilir mi?"

"Bu yüzden işte yirmi birinci yüzyıl Türkiyesi ilginç bir hale dönüşüyor ya..."

"Gerçekten ilginçmiş. Peki bu aydınlar ülkenin nereye gittiğini görüp, bir şeyler yapmamışlar mı?"

"Yapmışlar. Sosyal medya dedikleri bir ortamda, ülkenin nasıl kötüye gittiğini, ülkenin nasıl kötüye gittiğini zaten bilen başka aydınlara bıkmadan, usanmadan, defalarca anlatmışlar."

"Ama o anlattıkları aydınlar zaten ülkenin kötüye gittiğini anlamışlarsa, niye onlara yeniden anlatmışlar? Anlamayan cahillere anlatsalarmış ya..."

"Anlamayan cahiller de diğer anlamayan cahillere ülkenin nasıl iyiye gittiğini anlatıyorlarmış çünkü. İşin aslı aydınlar anlatsalar da bu cahil kesimin anlayacağı şüpheliymiş. Yukarda söyledim ya, bu her şeyi bilme bozukluğundan..."

"İnanılmaz..."

"Bu görev niye bu kadar önemli zannediyorsun?"

"Peki bu ekipte senin görevin ne olacak?"

Tablet bilgisayarının üzerinde bir sayfa açıp, arkadaşına gösterdi.

"Bana bu adamı inceleme görevi verildi."

"Kim bu? Kılıbık, Kıçılık, Kılçık, Kıçımlık..."

"Kılıçdaroğlu...."

"Neyin nesi bu adam?"

"Tarihin iktidar olmayı istemeyen tek muhalefet lideri. Görevinin sağdan soldan cumhurbaşkanı adayı 'atamak' olduğuna inanan tuhaf bir karekter."

"Böyle deliler her dönemde vardır. Bunun özelliği ne?"

"Bunun özelliği falan yok. İşe yaramaz, aptalın biri. İki sayıyı toplamayı beceremeyen, doğru düzgün bir cümle kuramayan, üçüncü sınıf bir muhasebeci. Aldığı hiç bir karar, yaptığı hiç bir öngörü, verdiği hiç bir taahhüt doğru çıkmamış."

Durup, meyve kokteylimden bir yudum daha aldı.

"Bu adamı ilginç kılan, dokuz seçim kaybetmesine rağmen, taraftarlarının bunun 'başarılı' olduğuna inanmaları. Bunun sayesinde iktidar partisi lideri adım adım belediye başkanlığından Sultanlığa evrildi. Her seçimi kaybettiklerinde muhalefet taraftarları muhalefet liderini başarısından dolayı kutlayıp, bir sonraki seçimi kazanacaklarına inandılar. Arka arkaya dokuz kere! Son seçimle ülkenin rejimi değiştikten sonra muhalefet taraftarları buna sonunda "Sen artık git" demeye başladılar. Bu sefer de bu, hayır, ben başarılıyım, niye gideyim diye çıktı işin içinden. Antropologlar da sonunda pes edip, topu biz siyasal tarihçilere attılar."

"Peki iktidardaki partiyi ve liderini kim araştıracak?"

"Kimse araştırmayacak. İktidarın hiç bir orijinalliği yok ki. Tarih boyunca örneğini bol bol gördüğümüz, tipik bir din sömürücü demogog. İcraatları o kadar klişe ki, yarım günlük bir ders bütün tarihini anlatmaya fazla geliyor..."

"Sen anlatınca daha iyi anladım. Bu işi çözerseniz, kesin ucunda Nobel var. İyi şanslar..."

17 Ağustos 2018 Cuma

Goodbye America

Otelimizden check out yapmış olsak da valizlerimizi Jelena'nın artık iyi arkadaşı "Betty" 'ye bırakıp bir taksi çağırdık.

Önümüzde çok yorucu bir üç gün olacaktı, çünkü bu süre boyunca yatakta bile uyuyamayacaktık. Los Angeles'da tam bir gün geçirip, akşam otel yerine New Yorka uçağına binecek, gece boyu uçacak, New York’da günü geçirip, yine gece boyu uçarak Avrupa'ya dönecektik. Porto'ya inip, bir başka uçakla Cenevre'ye geçecek, oradan Fransa'ya geçip mutfak alış verişimizi yapacak, oradan da Lozan'a, eve dönecektik.

Demek hala o kadar yaşlanmamışız.

Taksi, bizi (ne mutlu ki) son kez göreceğimiz Hollywood Bulvarı'na bıraktı. Tur otobüsü bizi Beverly Hills'e götürdü, oradan da başka bir otobüsle Santa Monica'nın yolunu tuttuk.

Bir süre boyunca da eski Route 66 üzerinde yolumuza devam ettik. Oradan da Santa Monica'ya ulaştık.

Santa Monica, Los Angeles'lıların Çeşme'si gibi bir yer. Okyanus kıyısında bir sayfiye yeri ancak aynı zamanda bir şehir olduğundan ticaret de var.

Route 66'nın bitiş noktası
Okyanus, bol bol dalga, büyük bir kumsal, surfing ve Beach Boys, biraz yemek, biraz eğlence. Alın size bir cümlede Santa Monica. Bana sorarsanız manzara sıkıcı, dalgalı, pis, tatsız bir deniz. San Diego gibi, altı, gıdıkladı. Kötü değil ama bir özelliği yok.

Önce Santa Monica Pier'ine, yani iskelesine gittik. Bu Amarikan 'iskeleleri' eğlenceli olur, Burası da fast food büfeleri, bir lunapark ve bir iki mağazası ile San Francisco'daki Pier 39'u andırıyordu.

Ancak bu pier'in önemli bir özelliği var sevgili arkadaşlar. Route 66 tam burada 'bitiyor'. Oraya bir bitiş tabelası koymuşlar zaten.

Cheescake Factory
Buradan 3rd Street Promnade isimli yürüyüş yoluna geçtik. Güzel bir yer. Bir cadde buyumca cafe'ler, mağazalar, ama en önemlisi sokakta şarkı söyleyen amatör sanatçılar. Rap, pop, rock, Karayip, her türlü müzik var.

Jelena ile 🐝Mezzy🐝 alış verişe gittiler, ben de zenci bir şarkıcıdan hafif jazz'imsi bir müzik eşliğinde bir açık hava kahvesinde oturup, onları bekledim.

Oradan, caddenin sonundaki bir Cheesecake Factory'de yemek yedik. İzleyenleriniz hatırlayacaktır, The Big Bang Theory dizisinde Penny ve Bernedate bu restoranda garsonluk yaparlar.

Rodeo Drive
Hiç de fena bir yer değildi. Yemekleri çok güzel, bir de isterseniz özel bir menü'den low calori yemek seçebiliyordunuz. Ama zaten balık batmış, son günümüzde de oturup low calori yemedik tabi. Şarapları da güzeldi, mutlu olduk sizin anlayacağınız.

Bu alış veriş merkezinde annesi 🐝Mezzy🐝'nin doğum günü için ona bir Swarowski Mickey kolye aldı. Canım kızım hem annesinden bir Swarowski, hem de babasından bir Pandora Mickey kolye ile hatırlayacak bu doğum gününü.

Otobüsümüz bizi Beverly Hills'e bıraktı. Oradan Rodeo Drive'da biraz yürüyüp, Versace'nin bulunduğu yaya bölgesinde bir kaç resim çektik.

Willshire Bulvarı
Buradan Beverly Drive'a geçip bir şeyler yedik, ben de LA'deki son şarabımı içtim. Bir taksi bizi otelimize geri götürdü. Çantalarımızı alıp başka bir taksiyle de hava alanına, ünlü LAX'e geçtik.

Gece saat on ikide kalkan Delta'nın bir B-757'si sabah saat sekizde bizi New York'un JFK hava alanına indirdi.

Penn Station'da bir Philedelphia Steak and Cheese sandviçi yedim, ki bu seyahatin önemli hedeflerinden biriydi, ve hemen sonra o kadar başımıza gelenin ardından alabilmeyi umduğumuz Liberty Cruise'un kalkacağı World Trade Center civarına ulaştık.

11 Eylül'den hemen sonra gelmiştim buraya. O zaman ikiz kulelerin bulunduğu yer sadece temelleri kalmış bir hafriyat alanı halindeydi. Şimdi kulelerin yerine anıt olarak birer havuz yapmışlar.

Buradan iskeleye geçip gemiye bindik.

Ellis adasının yakınlarında ayağa kalkıp bir resim çekeceğim, arkamdan biri, bir kadın, sivri tırnağını omuzuma pıt pıt diye vurup...

"Sit daun piliiiiz..." dedi.

Manhattan gökdelenleri
Sinema salonu değil ki burası, herkes ayağa kalkıp resim çekiyor. Ama aksanı yetti. Canını yediğimin müptezeli tabi ki Türk! Benim Türk olduğumun da farkında değil, yanında babası mı öyle biri var, ona hava basıyor aklınca Ingilizce sit daun piliz diye...

Resimlerimi çekene kadar ayakta durmaya devam ettim, sonra da oturdum.

Bu hala arkadan söylenmeye devam ediyor.

"Resim çekeceksen git önden çek kardeşim, niye benim manzaramı bozuyorsun!..."

Önde resim çekilebilir ama yanda çekilemez gibi bir kuralı kendi kendine nasıl koymuş bilinmez ulu kanuni sultan, ama öyle hissediyorsa öyledir tabi. Tabiyetimiz icabı her şeyi biliriz malumunuz...

Döndüm, Türkçe "Bunca insan resim çekmek için bu gemiye para verdi, farkında mısın?" dedim.

Benim de Türk olduğumu anlayınca önce biraz kızardı ama Türk istikbalinin evladı, eğilir, kırılmaz, çıktı hemen üste.

Özgürlük Anıtı
"Ama, ama siz ayağa kalkınca ben göremiyorum, resim çekecekseniz çekin, sonra oturun..." falan diye zırvalamaya devam etti.

Bu arada geminin yan tarafında, açık alanda arka arkaya oturuyoruz. Manzarasını falan kapatıyor değilim.

Heykele yaklaştığımızda tabi ki herkes kalkıp resim çekti. Bunlar kalktı gitti sonra.

Biz de canım kızıma verdiğimiz sözü tutup, Özgürlük Heykelini ona göstermiş olduk.

Gittiğinizde bu turu almanızı tavsiye ederim sevgili arkadaşlar. Denizden Manhattan'ı, Jersey City'yi, Brooklyn ve Manhattan köprülerini çok güzel, çok değişik açılardan görüyorsunuz.

Amerika gezimiz işte böyle sonlandı sevgili arkadaşlar. Sizleri de biraz baydım, kusuruma bakmayın.

Ne dersek diyelim, Amerika doğasıyla ve kültürüyle gidilmesi, görülmesi gerekli bir yer.

Brooklyn Köprüsü
Hepimiz yönetimine biraz kızgınız, çoğu zaman da haklı olarak, ama insanları gerçekten naif, iyi niyetli insanlar. Biraz dünyadan habersizler. Pancake, maple syrup ve peanut butter'ın olmadığı bir kahvaltının olamayacağını düşünürler. Ancak unutmayın, ben, yakınlarım da dahil, bir çok Türkün "Yaa, bırak bu acayip peynirleri, yok mu kahvaltılık beyaz peynir, zeytin" dediğine de şahidim.

Yine dünyadan habersiz, her şeyin en iyisinin Amarika'da olduğunu düşünürler. Bu da doğru, ama yine Türkiye'den dışarı adımını atmamış, hatta Antalya'yı görmemiş bir çok Türk’ün, inanarak, "Türkiye cennettir, böyle memleket dünyada yok" dediğini de biliyorum.

Her şey siyah yada beyaz değil yani.

Ne olursa olsun günümüzün modern kültürünün önemli bir parçası Amerika kaynaklı, bu da bu ülkeyi görülesi bir yer yapıyor.

Sağlıcakla kalın and be good 😍

16 Ağustos 2018 Perşembe

Hollywood

Yeni günümüz Hollywood Bulvarında, Dolby Theater'in önünde başlamıştı. Jelena daha İsviçre'den bulmuştu hangi turu alacağımızı. Hemen gitti, biletlerimizi aldı.

Hop On - Hop Off dedikleri bu iki katlı ve genelde üst katın açık olduğu otobüsler sizi ziyaret ettiğiniz kentin önemli noktalarına götürür, kulaklıkla şehir hakkımda bilgi verirler. Duraklarda serbestçe inip etrafı gezebilir, bir sonraki otobüse binerek de gezinize devam edebilirsiniz.

Özellikle büyük ve tarihi biraz eskiye giden şehirlerde biz mutlaka bu otobüsleri almaya dikkat ediyoruz. Sadece gezmek için değil, bir yerden bir yere gitmek için de çok pratikler.

Ancak Hollywood gibi bir yerde bu otobüslerin önemi kat be kat artıyor sevgili arkadaşlar.

Hollywood, ünlülerle, sinema ve müzik tarihiyle dolup taşan bir kent. Ancak neyin nerede olduğunu biri size söylemezse her yer geniş bir cadde ve etrafındaki bir iki katlı güzel binalardan oluşan bir kent manzarası olarak kalıyor.

Öyle binaların önünde Tarantino, Travolta'yla Pulp Fiction için anlaşmak üzere burada yemek yedi, Pretty Woman bu otelde çekildi, ya da Sharon Stone bu mağazadan alış veriş eder diye tabelalar yok maalesef.

Gittiğinizde eğer hazırlıksızsanız, öyle etrafınıza bakınıp "Tamam Hollywood'dayım da şimdi ne?" diye kalıyorsunuz.

Biz otele dönerken, taksi şoförümüz Todd, otelimizin elli metre ilerisindeki bir barı işaret edip "Bakın burası Robert De Niro'nun barı" demişti. O söylemese bu mekanın bizim için bir Dunkin' Donuts'dan farkı olmayacaktı.

Oralarda yaşayan bir arkadaşınız var, ancak bu işlere meraklı biri değilse büyük olasılıkla o da sizi heyecanlandıracak bir çok şeyi bilmiyor olacaktır.

Gitmeden önce okumak biraz yardımcı oluyor tabi. Ne var ki, işe yarar ve işe yaramaz bilginin birbirine karıştığı İnternet ortamında bunun bile gezinizi verimli bir biçimde yaptırabileceğine emin değilim. İşin aslı, ben gitmeden de, geldikten sonra da ziyaret ettiğimiz yer hakkımda bol bol okurum sevgili arkadaşlar. Ancak bizim deneyimimizde önceden okumak, gidilmesi gereken yerlerin genel bir listesini hazırlamakta, ya da gittiğimiz yerlerde eğer herkesin ilgisini çekmeyebilecek özel bir yeri ziyaret etmek veya özel bir şeyi görmek istediğimizde çok işe yarıyor. Bütün sorunları çözmüyor.

Hollywood'u ziyaret ederken bence en doğrusu profesyonel yardıma başvurmak. Hop hop otobüsler burada hem çok düzgün işliyor, hem de hatları ve dinlediğiniz bilgiler gerçekten özenerek hazırlanmış. New York’da örneğin, bunlar çok laçka ve çok daha az işe yarar bilgi veriyorlar.

Turumuz Hollywood Bulvarında başladı bir kısa bir süre sonra Hollywood Bulvarına parelel, Sunset Bulvarına döndük.

Sunset Bulvarının Crescent Highlights Bulvarı ile Beverly Hills arasında kalan kısmına Sunset Strip derler. Burası Paris'deki Avenue des Champs-Élysées ya da Manhattan'daki Broadway kadar ünlü bir caddedir. Mutlaka filmlerde, şarkılarda duymuşsunuzdur.

Sunset Strip gece kulüpleri, mağazaları, restoranları ile meşhur bir caddedir. Bir çok ünlünün takıldıkları mekanlar hep Sunset Strip'in üzerindedir,

Bu caddenin bu kadar ünlü gece klüpleriyle dolu olmasının tarihsel bir sebebi var arkadaşlar.

Sunset Strip aslında Hollywood'un değil, West Hollywood'un sınırları içerisinde kalır. Hollywood, Los Angeles şehrinin bir parçasıdır, West Hollywood, dolayısıyla da Sunset Strip ise Los Angeles County'nin.

İçkinin yasak olduğu 1920'li yıllarda Sunset Strip üzerinde el altından ya da arka odalarda içki servisi yapılabiliyormuş, çünkü sorumluluğu şehirle sınırlı LAPD yerine Los Angeles County Şerifini "ikna etmek" daha kolay oluyormuş.

Hal böyle olunca, Sunset Strip Hollywood'un eğlence mekanı haline dönüşmüş.

Strip'in üzerinde ilk dikkatimi çeken mekan Whisky A Go Go isimli gece kulübü.

Bazılarınız "Aaaa" oldu tabi...

Benim neslimin ve Ankara'daki aynı isimli mekanın asıl tadını çıkaran bir önceki nesilin belleğine hiç de yabancı bir isim değil bu. Whisky A Go Go Ankara'nın en ünlü gece klüplerinden biriydi. Yerini çıkartamamıştım, abim yardımıma koştu. Tunus Caddesinde, Akay yokuşunun tam başındaydı.

Sunset Strip'deki Whisky A Go Go'nun levhasının fontları bile Ankara'daki ile aynıydı, "Lan" dedim, "Bizimkiler levhasını bile çalmışlar". Sonra Wikipedia'dan öğrendim ki, Amerikalılar da bu ismi Paris'te bir gece klübünden çalmışlar. Zaten "Whisky" de Amarikanca'daki gibi "Whiskey" diye yazılmamış. Avrupa'dan arak olduğu belli.

Whisky A Go Go
Ben oradayken içeride Jefferson Starship çalıyordu. Önceleri Jefferson Airplane olan bu gurup bir Rock Oracle'ıdır. Ta Woodstock'da falan çaldılar hatırlarsanız.

Hele bir geçmişine baktığımda dilimi ısırdım. Kimler gelmiş, kimler geçmiş buradan. Whisky A Go Go da çalmaya başlayıp meşhur olanların ya da ünlendikten sonra bu mekanda çalanların bazıları The Doors, No Doubt, The Byrds, Buffalo Springfield, Steppenwolf, Van Halen, Frank Zappa, Johnny Rivers, Guns N' Roses, Linkin Park, Mötley Crüe...

Hollywood dediğimizde aklımıza hep film yıldızları gelse de bu bölgenin müziğe, özellikle Amerikan Rock müziğine bu kadar katkı sağladığını bu gidişimde daha bir iyi anladım.

1900'lerin ilk yarısında sinema ile birlikte, zamanın ünlü jazz ve blues ustaları hep Strip'de çalarlarmış. Ancak Las Vegas devreye girip, burada kazandıklarının on katına bu ünlüleri Vegas şovlarına transfer edince Hollywood da aradaki boşluğu o zaman yeni yeni tutulmaya başlayan Rock ve daha sert türevleri müziklere sponsor olarak kapatmış. Hollywood'da Whisky A Go Go gibi rock müziklerinin çalındığı bir çok kulüp var.

Consumers Liquor
Sunset Boulevard 7151 de, Consumers Liquor isimli bir mağaza var. Burası Sunset Bulvari, Sunset Strip olmadan önce mi, sonra mı hatırlamıyorum, sizleri yanıltmayayım. Kulüplerin birinde çalan bir house band üyeleri her akşam bu mağazaya gelip parasızlıktan ucuz bir Kaliforniya şarabı alıp beraber içmek üzere evlerine götürürlermiş.

Bu şarabın ismi Night Train"miş, gurubunki de Guns N' Roses! Bu arkadaşları biraz sevenler, Appetite For Destruction albümünün bu şarap için yazılmış şarkısını hatırlarlar herhalde.

Buranın biraz ilerisindeki Guitar Center isimli müzik mağazasının bir bölümünde ise birçok ünlü gurup ve müzisyenin beton üzerinde el izleri bulunuyor. İşin açıkçası ben çok takılmadım. Bir öykü, olay ya da anıyla ilişkili değilse böyle şeylere tapınmayı sevmiyorum. Bir çok kişinin ilgisini çekse de, aynı sebeple ünlülerin evlerine giden turları almadım.
Guitar Center

Yine yakınlarda bir yerde Johnny Depp'e ait The Viper Room isimli kulüp var. Buranın açılışını Ivır-Zıvır Tom ve Kalpkırıcılar (Tom Petty and the Heartbreakers) yapmış. Burada da sıkı rock gurupları çalarmış. The Viper Room, ayrıca ünlülerin de sık göründüğü bir mekanmış. Ancelina Coli ile bir hatıra fotoğrafı çektirmek için gidilebilecek bir yer sizin anlayacağınız.

Strip üzerinde başka bir mekan ise Rainbow Bar and Grill, ya da eski ismi ile Villa Nova. Altı restoran, üstü gece kulübü. Marilyn Monroe ile Joe DiMaggio burada tanışmışlar.

Buraya müşteri olarak gelen, ya da sahne alan sanatçılar yine insanın sinirini bozuyor. Bazıları Alice Cooper, Harry Nilsson, John Lennon, Ringo Starr, Neil Diamond, Elvis Presley, Mötley Crüe, Poison, Guns N' Roses, W.A.S.P., Motörhead, Red Hot Chili Peppers, KISS, Led Zeppelin, Billy Idol, vesaire, vesaire. Bazen buraya eğlenmek için gelmiş olsalar bile, üç beşi bir araya geldiklerinde çıkar sahneye, hep beraber jam yaparlarmış.

Troubadour, Sunset Strip üzerindeki başka bir gece kulübü. Burada da kariyerine bu kulüpte başlayan ya da bu kulüpte çalmış uzun bir ünlü listesi var. Ünlü olmadan burada çalmış müzisyenlerin bazıları Elton John, Linda Ronstadt, James Taylor, The Eagles, The Byrds, Carole King, Bonnie Raitt, Jackson Browne, Van Morrison, Buffalo Springfield, vs... Yine yoları buradan geçmiş bir kaç müzisyeni listelersek Fleetwood Mac, Rod Stewart, Don McLean, Bette Midler, Bruce Springsteen, Billy Joel, The Pointer Sisters, Liza Minnelli, Sheryl Crow, The Everly Brothers, The Knack, Rise Against Machines, Leonard Cohen, vesaire, vesaire. Bu "vesaire" 'ler gerçekten vesaire. Tam liste için Wikipedia'ya bir bakın derim. Ben sadece sizlerin ilgisini çekecek bir kaçını aldım.

The Commedy Store
Yine Roxy isimli bir başka kulübünü not edin. Burada da epey ünlü müzisyen var ama çok baş ağrıtmayayım.

Sunset Strip üzerinde bu kez gece kulübü olmayan başka ilginç bir mekandan bahsedelim. İsmi Piazza del Sol. Bu bina uzun bir süre Kalifornia'nın en ünlü kerhanesi olarak hizmet vermiş (!)

The Commedy Store yine Sunset Strip'in kayda değer bir mekanı. Stand-up komedyenlerin sahne aldığı bu tiyatronun tezgahından geçip, ünlü olan bir çok isim var. Jim Carrey bunlardan biri. Jay Leno, Whoopi Goldberg gibi ünlü komedyenler hep bu tiyatroda sahne almış.

Laf komedi kulüplerinden açılmışken Laugh Factory isimli mekanı da not edin. Popüler bir yer.

Laugh Factory
Sunset Strip'i bıraktıktan sonra Santa Monica Bulvarına çıktık. Tabii istemsiz olarak Sheryl Crow'un o güzel şarkısı kafamda çalmaya başladı.

All I wanna do is have some fun,
Untill the sun comes up,
Over Santa Monica Boulevard

Santa Monica Bulvarında zebehe kadar dens diyor Sheryl Crow 😛

Bu bulvar Downtown Los Angeles'dan başlayıp, ta okyanus kıyısına, Santa Monica'ya kadar gidiyor. Üzerinde, özellikle Hollywood bölgesinde bol bol otel, motel, kulüp, sinema salonu, direktörler sendikası, senaristler derneği, gösteri salonu, ve benzeri yerler görebilirsiniz. Yine Trip Advisor olmayalım diye tek tek anlatmıyorum.

Bu bulvarın ilginç bir noktasından bahsedeyim size. Burası da bar, restoran, gece kulübü falan dolu. Ancak Hollywood'un gerisinden farkı, popülasyonun yüzde sekseninin i.ne olması - ki ismi zaten durumu açıklıyor, "Boys Town".

Otobüsteki anonsun uyarısıyla fotoğraf makinesini hazırladım ve sağ tarafta, büyük bir göbeği geçip yönümüzü kuzeye çevirdiğimizde kaldırımın üzerindeki, trafik işareti benzeri ters üçgen levhanın resmini çektim.

Beverly Hills Shield
Bu bir trafik işareti değil, bütün kentin etrafına serpiştirilmiş beş "Beverly Hills Shield" dedikleri levhadan biriydi. Kahverengi, üzerinde Beverly Hills yazan sade bir levha, ancak ister inanın, ister inanmayın, Beverly Hills belediyesi bu işaretin kullanım hakkını tescillemiş. Fotoğrafını çekip, kendi albümünüze koymak serbest ama umuma açık kullanırsanız, telif hakkı ödüyorsunuz.

Beverly Hills'de Los Angeles şehrinden ayrı bir şehir ama Los Angeles County'nin bir parçası, o yüzden de ayrı bir Polis teşkilatı, ve o yüzden de Beverly Hills Cop isimli bir dizi olabilmiş (inanın ben de tam anlayamıyorum bu Amarikalıların administratif ayrımını, tam city nedir, county nedir anladım derken, ortaya borrough'lar falan çıkıyor, yine kafamı karışıyor).

Beverly Hills'in Polisleri de havalıymış. Zsa Zsa Gabor arabasıyla giderken bir polis bunu durdurunca sinirlenip, çat diye çakmış polise bir tane. Zsa Zsa Gabor falan dinlememişler, atmışlar içeri kadını.

İsviçre'de bence Beverly Hills'dan daha fazla milyoner, milyarder yaşıyordur, sevgili arkadaşlar, ancak hemen her yerde, onların yaşam alanları İsviçre zerafeti ile göze batmayacak bir hale gelmiş, yaşadıkları köylerin içinde kaybolmuştur.

"Burası parası olanların yaşadığı bir yerdir!"
Beverly Hills ise tam aksine, "Burası parası olanların yaşadığı bir yerdir!" diye bar bar bağırıyor.

Girişine metrelerce uzunlukta "Beverly Hills" yazılı bir işaret koymuşlar ki insanlar önünde resim çektirebilsin diye. Her cadde, diğer caddelerden farklı bir ağaç türüyle süslenmiş, ama sadece tek bir ağaç türü. Yangın muslukları bile Los Angeles'ın her yerinde sarıyken, burada göze batmasın diye gri bir renge boyanmış.

Beverly Hills üzerinde aktif sosyal hayatın sürdüğü iki önemli cadde var.

Bunlardan ilki Beverly Drive. Bu cadde restoranları, barları, mağazaları ile canlı, cıvıl cıvıl bir yer. Hollywood gibi pis değil, insanlar iyi, kibar ve güler yüzlü.

Rodeo Drive
Beverly Hills'deki ikinci kayda değer cadde ise Rodeo Drive.

Biraz dünyayı görmüş biri olarak söyleyebilirim ki, şimdiye kadar Rodeo Drive gibi ışıltılı, klas bir yer görmedim. Ağırlıklarını bahane edip, her türlü otobüs, tren, kamyon gibi gözü rahatsız edecek aracı yasaklamışlar. Her iki arabadan biri Süper İtalyan bir marka, Ferrari, Lamborghini, Bugatti, Et al. Gerisi de Rolls, Aston Martin, arada bir gariban bir Porsche, vesaire, vesaire.

Biz bir akşam, güneş batarken gelmiştik. Ağaçların hepsi binlerce minik ampulle süslü. Yol boyunca oturmanız için yol kenarına masalar ve sandalyeler konmuş. Öyle cafe falan değil, belediyenin hizmeti. Cadde boyunca full Wi-Fi coverage tabi.

Mağazaların en ucuzları Max Mara, Gucci, Fendi, Versace. En pahalıların ismi bile yok.

Bijan Efendi
Ancak bir mağaza var ki halen dünyanın en pahalı butiği. Bir tek şubesi var, o da Rodeo Driva'da. İsmi House of Bijan, ya da benim neslimin Turgut Özal'ın buradan aldığı bir takım elbiseden hatırlayacağı "Bijan Efendi".

Ortalama bir müşterisi bir senede yüz bin dolarlık alış veriş yapıyormuş. Ortalama olmayanlar ise devlet başkanları, şeyhler, film yıldızları, futbolcular. Onlar için "Sky is the limit!"...

Bijan Pakzade, İranlı bir modacı. İran'ı anlayabileceğimiz sebeplerden bırakmış, önce Avrupaya - hatta bizim buralardan bir Swiss-German hanımla evlenmiş, sonra da Amarika'ya gitmiş. Orada da helal olsun, işini kurmuş, artık kaç milyonluk milyoner olmuş, bilmiyoruz.

Bijan Efendi 2011 yılında, beyin kanamasından hayatını kaybetmiş. Dükkanını ise Louis Vuitton satın almış. İşe aynı markayla onlar devam ediyor.

Jelena ile 🐝Mezzy🐝, Rodeo Drive'dan bir şey almış olalım diye Guess'e girdiler ama kadın mantığı, hiç birini beğenmedim diye çıktılar 😛

Beverly Wilshire Hotel
Rodeo Drive'ın sonuma doğru, Wilshire Bulvarıyla kesiştiği yerde yine bir tarihi bina var, Beverly Wilshire Hotel. Ortaya daha fazla ünlü ismi atıp sıkıntı yaratmak istemiyordum ama bir bakın arkadaşlar şu insanlara, sonra da kızın isterseniz bana. Elvis Presley ve Warren Beatty burada yıllarca kalmış. John Lennon da karıyla kavga edip bu otelde üç beş ay geçirmiş. Diğer misafirler ise şöyle: On sekiz delik Barack Obama, Japon Imparatoru Hirohito, Dalai Lama, Sadruddin Aga Khan, Eric Clapton, Mark Knopfler, Elton John, Michael Caine, Michael Douglas, Farrah Fawcett, Bette Midler, Dustin Hoffman, Anjelica Huston, Robert Pattinson, Walter Matthau ve Al Pacino!

Pretty Woman'da Roberts ve Gere de bu otelde kalırlar. Ambassador otelinde çekilen lobi sahneleri dışında otel sahneleri hep burada çekilmiş. Filmi hatırlarsanız, beraber alış verişe çıktıkları mağazalar da hep Rodeo Drive'da.

Otobüs turumuzun geçtiği her noktada o film, bu artist anonslarını sonu gelmedi. Ben öyle çok filmobik biri değilimdir. Hatta çok avam bir zevkim vardır, verin bana James Bond, sabah akşam seyrederim. Öyle Besson, Tarantino, Kubrick filmleri seyredersem afaganlar basar, sonunu bile bekleyemem. Ancak ben bile sınırlı film zevkimle gördüklerim ve duyduklarımdan etkilenmiştim.

Downtown LA
Günün içerisinde bir de Downtown Los Angeles'a gittik. Klasik bir Amerikan grid city. Bol bol gökdelen, yarısı banka, diğer yarısı da diğer iş kolları.

Los Angeles'da de bir China Town var, ancak bir Korea Town'u ilk kez gördük. Los Angeles'da İran dışındaki en büyük İranlı popülasyonu ve yine çok büyük bir Ermeni komünitesi var.

Downtown'da gerçekten gördüğünde insanı etkileyen bir Disney Gösteri Merkezi, ve ilk Richard Harris'ten duyduğumuz, ancak benim neslimin Donna Summer'ın muhteşem sesinden dinlemeye alıştığı unutulmaz şarkının ismi ve konusu olan MacArthur Park bulunuyor.

Biraz daha az noble bir şarkı ile ilişkili başka bir nokta isterseniz, size merkezdeki Ritz otelini ve Taco'dan Puttin' On The Ritz şarkısını verebilirim.

İşin aslı, şarkının ilk solisti Taco değil, Harry Richman, Şarkıda ismi geçen Ritz de Los Angeles'daki Ritz değil, Londra'daki Ritz oteli. Puttin' On The Ritz ise Frapan giyinme anlamına gelen bir deyim.

Madame Tussaud Müzesi
Ama denemiş olduk böyle işte 😍

Bu otobüs turları arasında bir de Hollywood'daki Madame Tussaud müzesini gezdik, bunca zamandır görürüm, ama iştahımı hep Londra'ya sakladığım için bir kere bile gezmemiştim. Bu müze ziyareti, Hop Hop otobüslerine aldığımız biletin zoraki parçası olunca, güneşin tepede olduğu bir öğlen vakti girip, gezdik bu müzeyi.

Bu müzeyi kafamda hep karanlık, düzenli, heykellere dokunmanın, yaklaşmanın yasak olduğu bir yer olarak canlandırmıştım. Ancak her yeri çok rahat, aydınlık ve eğlenceli biçimde tasarlamışlar. Heykellere yaklaşabiliyor, dokunabiliyor, yanlarına bıraktıkları aksesuarları kullanarak resim çekebiliyorsunuz. Adamlar Don Corleone'nin yanına bir 'fötür' şapka, Clint Eastwood'un yanına bir kovboy şapkası, Rocky"nin yanına da bir çift boks eldiveni koymuşlar.

Madame Tussaud Müzesi
Müzedeki ünlülerin gerçek boyutlu heykelleriyle yan yana geldiğinde insan filmlerde ya da resimlerde gördüğünden çok daha fazlasını görüp, hissedebiliyor. O Lady Gaga denen kadın neredeyse 🐝Mezzy🐝 kadar, abartmıyorum. Ancelina ise maşallah, boyu, posu yerinde. Marilyn, Liz, Madonna falan gerçekten perdede ya da sahnede göründüklerinden çok daha küçükler. Arnold ise gerçek bir terminatör 😛

Umduğumuzdan çok daha güzel vakit geçirdik burada. Bir daha aynı müze bile olsa yine giderim.

Hollywood'da bir günümüzün öyküsü böyle işte sevgili arkadaşlar.

Bu uzun günün sonunda akşam oteli nasıl bulduğumuzu bilmiyorum. Üçümüz de yatıp, uyuduk.

Bu hepimize sonsuz gibi gelen Amerika yazılarının da sonu göründü neyse. Bir sonrakinde görüşmek üzere ❤️

Hollywood - Prelüd

Los Angeles'ın eski tarihi daha önce size yazdığım San Diego yada Kaliforniya'nın geri kalanı ile neredeyse aynı. İspanyollar 1500'lü yıllarda buradaki yerlileri kovalamışlar, sonra Meksikalılar bağımsızılıklarını elde etmişler, sonra da buraları Amerikalılara kaptırmışlar. Kentin tarihinin bu bölümünde fazlaca orijinallik yok.

Önce bu bölgeye tren yolu ulaşmış. Bugün inanması biraz güç ancak sonrasında kentin büyümesi 1800'lerin sonunda yakınlarda petrol bulunmasıyla başlamış.

Kent büyüdükçe su kaynakları yetmez hale gelmiş ve kente yeni bir su yolu yapmışlar. Sözleşmeye göre bu suyolunun sağladığı su sadece ve sadece Los Angeles kenti için kullanılabilirmiş. Yani kent yönetiminin fazla suyu satması önlenmiş. Durum böyle olunca çevre kentler bu sudan faydalanabilmek için Los Angeles ile birleşmeye başlamışlar.

Hollywood da bu birleşen kentlerden biri olmuş.

1850'li yıllarda bugünkü Hollywood'un yerinde sadece kerpiçten bir kulübe varmış. Bu bölgede tarım iyi sonuç verdiği için küçük bir zirai komünite oluşmuş.

Hollywood ismi ilk kez 1887 yılımda Los Angeles County tapu ofisine, bu günkü Hollywood'daki 160 dönüm arazisi için gayrimenkul yatırımcısı Harvey Henderson Wilcox tarafından tescil edilmiş.

Harvey Wilcox'un bu ismi karısı Daeida Wilcox'un isteği ile koyduğunu da biliyoruz.

Kesin olarak bilmediğimiz, Daeida'nın bu ismi nereden bulduğu.

Bir rivayete göre Daeida bir seyahati esnasında, trende yanındaki Ohio'lu bir kadının memleketinin Hollandalı göçmenlerin koyduğu ismi olan Hollywood'u duymuş, beğenmiş ve kocasına önermiş.

Başka bir rivayete göre ise Daeida bu ismi Ivar Weid isimli bir arkadaşından, Ivar Weid ise yine bu bölgeden 480 dönüm arazi alan, Hollywood'un babası lakaplı, başka bir gayrimenkul baronu H. J. Whitley'den duymuş.

H. J. Whitley'in tuttuğu bir günlüğe göre, tepelerin birine çıkıp sonradan Hollywood olacak vadiye bakarken, bir çinliyi at arabasıyla bir şeyler taşırken görmüş. Ne yapıyorsun diye sorduğunda "Hauling Wood", yani odun taşıyorum demiş, ama Çinli aksanıyla "Holly-wood" gibi duyulmuş. Whitley de kafasında kuracağı yeni şehre bu ismi vermiş.

Böylece Hollywood, Hollywood olmuş.

1900'lü yılların hemen başında H. J. Whitley Prospect Avenue üzerinde Hollywood Hotel'i açmış. 1910 yılımda Hollywood Los Angeles ile birleştiğinde ise Prospect Avenue, bugünkü Hollywood Bulvarı ismini almış.

Film endüstrisi ise 1910'lu yıllarda Hollywood'a gelmeye başlamış.

Bunun en önemli nedeni, zamanın filmlerinin doğal ışıkta, yani güneş ışığında çekilmeleriymiş. Bunun için de yılın neredeyse her ayı güneşli olan Kaliforniya'dan daha iyi bir yer bulmak zor olurdu herhalde.

Ancak yine görenleriniz bilir, Hollywood deniz kıyısından bayağı uzaktadır. Film yapımcıların böyle bir seçim yapmalarının nedeni ise denizle birlikte gelen haze'den yani pustan korunmakmış.

Yine de zaman zaman yönetmenler deniz kıyısına gitmişler tabi.

Bunların birinde deniz kıyısında bir gün doğumu sahnesi çekmeleri gerekiyormuş. Takdir edersiniz ki Los Angeles, batıdaki Pasifik Okyanusuna komşu bir kenttir. Burada da okyanus üzerinde mükemmel güneş batımı sahneleri çekmek mümkünse de, güneş doğuşunu hakkıyla çekebilmek için ta Miami'ye falan gitmek gerekir.

Bir aklıevvel, Los Angeles'da, daha doğrusu kıyıdaki Santa Monica'da bir güneş batışı çekip, filmi tersine oynatmayı düşünmüş. Aslında hiç de fena da bir fikir değil. Gerçek hayatta güneşin batışı ile doğuşu arasında manzara olarak çok az fark vardır.

Neyse, bunlar gün batımını çekmiş ve tersine gösterip, bir gün doğuşu sahnesi oluşturmuşlar.

Her şey çok iyi gitmiş, ta ki filmi izleyenler geri geri uçan martıları fark edene kadar...

Bu hikayeyi otobüste dinlemiştik, çok gülmüştüm 😍

Birinci dünya savaşı öncesi Warner Brothers, Paramount, Columbia gibi büyük firmalar hep Hollywood'a taşınmış. 1920'lerin sonunda ise eski ahbabımız Howard Hughes, burada filmlerini çekmeye başlamış.

Hollywood ve Hughes'ın hikayesini biraz da fiction'la karışık, zevkli bir biçimde okumak isterseniz Harold Robbins'in The Carpetbaggers kitabını kaçırmayın derim. Kitapta protogonistin ismi Howard Hughes değil Jonas Cord, ama öykü Hughes'un öyküsü.

Yine 1920'lerde, gayrimenkul satışını desteklemek için Hollywood Hills'deki tepelerden birine, ayrı ayrı harflerden oluşan "HOLLYWOODLAND" yazılı, devasa bir işaret koymuşlar. 1950'lerde bu harfler artık eskiyip, kırılıp dökülünce, Hollywood Ticaret Odası, Los Angeles belediyesiyle bu işareti tamir etmek için bir anlaşma yapmış. Bu anlaşmaya göre, sözcüğün sonundaki gayrimenkul satışını anımsatan "LAND", yani "arazi", "diyar" anlamına gelen kısmı kalkacak, sadece "HOLLYWOOD" kısmı kalacaktı.

Tepelerdeki ünlü Hollywood yazısı da işte böyle ortaya çıkmış.

Unutmadan, söyleyeyim. Yukarda "Hollywood Hills'in tepelerinden birine..." gibi bir şeyler yazdım. "Hollywood Hills", zaten "Hollywood Tepeleri" demek. "Hollywood Tepeleri, tepelerinin birine..." diye okuyup da gülmeyin bana. Hollywood Hills aynı zamanda bir semt ismi. Çevirmeden, sadece İngilizcesini okuyun 😛

İron Maiden'in bir şarkısında dediği gibi;

The Sheriff of Huddersfield locked in his castle
Look down on Hollywood Hills
The Sheriff of Huddersfield locked in his castle
You're our own Hot Rod on wheels

Iron Maiden'in menajeri Rod Smallwood için yazılmış bir şarkı. Adam çok pinti biriymiş. Hollywood Hills'de bir eve taşınmış ama hep guruba pahalılıktan şikayet ediyormuş. Gurup da gırgır olsun diye bu şarkıyı onun için yapmış. Şarkının içinde şerif olarak konuşan da Rod Smallwood'un kendisi zaten. Şerif benzetmesi ise Robin Hood'daki Sheriff of Nottingham'a ithafen. Komik bir şarkıdır, bir dinleyin fırsatını bulursanız...

Hollywood Hills
Bu arada İron Maiden gibi bir Ingiliz gurubun menajerinin Hollywood'a yerleşmesi de tesadüf değil, ama bu konuya daha sonra geleceğiz.

Hollywood'un gelişmesi sonrasında da sürmüş, film yıldızları, yönetmemler falan hep bu bölgeye yerleşmişler. İlerde bunlardan bazılarının detaylarına gireceğiz.

Filmler seslenmiş, renklenmiş, kaliteleri artmış, konuları çeşitlenmiş.

Ancak gelişen teknoloji bir çok endüstriyi olduğu gibi, Hollywood'un da tahtını sarsmış.

Bir kere artık güneş ışığı eski önemini yitirmiş. Bir çok sahne doğal ışığa gerek kalmadan Sound Stage denilen film stüdyolarında çekilebilir hale gelmiş.

Yine teknoloji sayesinde önce basit montajlama, sonrasında da post prodüksiyon esnasında, filmlere efektler aracılığı ile karmaşıklığı git gide artan müdehaleler yapılabilir olmuş.

Ancak en büyük darbe bilgisayarların gelişmesiyle vurulmuş. Önemli sayıda sahneler, aktör ve dekor olmaksızın, bilgisayarlarda hazırlanmaya başlamış.

Hollywood da bütün bunlarla birlikte bir mekan olarak yavaş yavaş eski cazibesini kaybetmiş.

Bana sorarsanız sinema bu günkü anladığımız haliyle ölmeye mahkum bir sektör sevgili arkadaşlar.

Gelişen teknoloji sayesinde, geleceğin film yıldızları tamamen bilgisayarda doğmuş, ete kemiğe hiç bürünmemiş sanal artistler olacak.

Sonasında interaktif sinema gelecek. Sinema filmleri bugün sizden bir girdi almadan başı, sonu belli, hiç değişmeden gösterilen senaryolar şeklindedir. Gelecekte izleyiciler de filme katılıp, gerekirse filmin sonunu bile etkileyebilecek katkılarda bulunabilecekler. Artistlere şuraya git, bunu söyle falan gibi komutlar verebilecekler.

Bu aslında çoktan başladı. Şimdilik onlara bilgisayar oyunları diyoruz, ve ana akım sinema seyircisine henüz tam anlamda ulaşmış değiller.

Ancak er yada geç ulaşacaklar ve sinema filmleri tarihe gömülecek.

Öngörebildiğim son aşama ise seyircilerin de film ortamına bizzat girecekleri üç boyutlu projeksiyonlar. Yani sadece seyretmeyecek, gittiğiniz filmin de bir parçası olup, içinde oynayacaksınız. Uzay yolunda bunun çok detaylı bir tasviri vardır. İsmi Holodeck. Yani Holografik Platform. Ancak 'Holodeck' sözcüğünün 'Hollywood' sözcüğüne yakınlığı da pek tesadüf olmasa gerek.

Unutmayın, Uzay Yolu'nun yaratıcısı Gene Roddenberry, hem akıllı mobil telefonları, hem de tablet bilgisayarları Steve Jobs'dan çok daha önce tasvir etmiş bir dahiydi. O yüzden benim yaşam süremde, dizideki Holodeck kadar karmaşık olmasa da, ona yakın bir konsepti görebilmek çok sürpriz olmayacaktır.

Umarım Hollywood ve Los Angeles yazılarımızın geri planını, yani dekorunu yeteri kadar oluşturabildik.

Bir sonraki yazımızda bol bol fortune-fame diyeceğiz. Iron Maiden ile başladık, Metallica ile bitirelim.

Heavy rings hold cigarettes
Up to lips that time forgets
While the Hollywood sun sets behind your back

And can't the band play on?
Just listen, they play my song
Ash to ash
Dust to dust
Fade to black

Fortune, fame
Mirror vain
Gone insane...
But the memory remains

Bizi izlemeye devam edin...

15 Ağustos 2018 Çarşamba

Walk of Shame

"Pas-han-hers... San-Diego... tu... Ti-hu-ana... geyt... nambır... tuuu!"

Durağın yarısı ayağa kalkıp, valizleriyle iki numaralı kapıya doğru hareketlendiler.

Açık havada, üstine saç bir çatı iliştirilmiş ufak bir otobüs durağındaydık. En fazla on beş yaşındaki Meksikalı çocuğun da "Gate Number Two" falan demesine gerek yoktu. Bir numaralı kapı solda, iki numaralı kapı sağdaydı ve aralarında iki metre ya vardı, ya yoktu. Uzun bir Greyhound otobüsü geldiğinde, her iki kapıyı da kaplıyordu zaten.

Otobüs yanaştı ve şoför otobüsün gideceği yeri gösteren ışıklı tabelayı çalıştırdı. Üzerinde Los Angeles yazıyordu.

Tijuana'ya gitmek için ayaklanan yolcular bir anda "Ooooo!", "Aaaaa!" oldular. Çocuk da bir şeylerin doğru gitmediğini sezinledi, otobüse baktı.

"¡Carajo!"

Sonra ilk anonsun 'etkisini kaybetmesi' için biraz bekledi ve...

“Pas-han-hers... San-Diego... tu... Ti-hu-ana... siiiiit!”

Bir nefes alıp devam etti.

“Pas-han-hers... San-Diego... tu... Los... An-he-les... geyt... nambır... tuuu!”

Kapının önündeki ufacık alan geriye dönen Tijuana ve otobüse bindmeye çalışan Los Angeles yolcularının birbirine girmesiyle karıştı tabi. 🐝Mezzy🐝 ve Jelena kendilerini otobüse attılar, ben de koca çantayı bagaj kısmına zar zor koyabildim.

Üç saatten az bir zamanda Los Angeles'a ulaşmıştık. İndiğimiz otobüs terminali biraz kuku bir yerdi, insana pek öyle güven vermiyordu. Durakta iki Alman kızla bizi Downtown LA'ye (artık Los Anheles'li olduk ya, LA diye yazabilirim) götürecek otobüsümüzün bekliyorduk.

Otobüs durağa yaklaşırken el salladım, ama şoför tınmadı bile, zum diye bastı, gitti.

Tam o anda kısa boylu, Temmuz'un ortasında üzerinde ceket, şapka, Hollywood filmlerin jönlerine 'sidekick' olacak gibi biri koşarak yanımıza geldi.

"Gördüm olanları!" diye heyecanlı bir şekilde lafa girdi. "Facia bu!, kabul edilebilir gibi değil!"

Adam öyle bir konuşuyordu ki, sanki bir cinayete tanık olmuştu. Altı üstü bir otobüs şoförü durmaya üşenmiş, basmış gaza gitmişti. Öyle sevimli bir hareket değildi, tamam, ama bu kadar da şova gerek yoktu.

Sonra Alman kızlara döndü. "Sizler de gördünüz değil mi? Gördünüz değil mi?"

Kızlar ne yapsın, zoraki biraz gülümsediler, sonra da kendi aralarındaki konuşmaya döndüler.

Bizimki hala kendi kendine konuşuyor, bir o tarafa, bir bu tarafa volta atıyordu. Cep telefonunu çıkardı, pıt, pıt bir şeylere bakmaya başladı, bu arada da aralıksız "fak", "şit" tabi...

Otobüs tarifesine bakıyormuş ki, bulunca yeniden başladı.

"Kırk beş dakika! Bu sersemin (dipshit diyor) yüzünden kırk beş dakika bekleyeceğiz burada!"

Pek aklım kesmemişti bu söylediğine. Geleli on beş dakika falan olmuştu ve aynı otobüs karşı yönden iki kere geçmişti.

Alman kızlar adamın yandaki dükkana girmesinden faydalanıp bize geldiler, gerçekten kırk beş dakika bekleyecek miyiz diye sordular.

"Yok ablacım, merak etmeyin" dedim, zaten hemen o sırada otobüs de geldi, bizler de bindik.

Eğer beşimiz de bilet almak için şoförü oyalamamış olsaydık, bu arkadaş dükkancıyı taciz ederken bu otobüsü de kaçıracaktı. Ceketi bir tarafta, şapkası uçmasın diye elinde, atladı otobüse.

Hemen bu kez otobüs şoförünü taciz etmeye başladı. Beni gösterip, "Bu arkadaş durması için el kaldırdı ama otobüs durmadı!" dedi. Ben de o anda arkaya doğru ilerliyordum. Şoför "Plakayı aldın mı?" diye film icabı sordu. Ben de kafamı sağa sola hayır anlamında salladım, yürümeye devam ettim. Şoför de "Tamam ben rapor edeceğim" dedi ama adam halen söyleniyordu.

Bizimki baktı ki şoför ilgilenmiyor, ön sıralardan yeni bir kurban seçti. "Bu arkadaş el salladı, önceki otobüs durmadı! Bu kabul edilebilir bir şey değil!"

Yan sıralardan bir zenci kadın lafa girdi.

"Kalifornia hep böyle. Louisiana'da böyle şeyler hiç olmaz."

Başka bir desperate housewife da kendi yorumuyla konuya dahil oldu. Böylece otobüsün ön saflarında bir tartışma gurubu oluştu. Hepsi bağırıyor, hepsi söyleniyordu.

Ben içimden bu insanların hiç mi işi yok diye geçirirken, Jelena bana bakıp, anlaşılmasın diye Fransızca "Ne biçim bir yer burası?" dedi.

Gerçi Los Angeles'a ilk gelişimiz değildi ancak bir öncekinde balayımızdaydık ve sevgili karmı hava alanından bir taksi ile Beverly Hills'deki otelimize götürmüş, mum ışığında akşam yemeğimizi yemiştik. On bir sene sonrası gibi Greyhound şehirler arası otobüs terminalinden bir belediye otobüsü aktarması ile otelimize gitmiyorduk o zamanlar. On sene evli kalınca böyle oluyor demek 💔

Şaka tabi! 😛

San Diego'dan uçakla Los Angeles'e geçmek, Ankara'dan Eskişehire uçakla gelmeye benziyor. Hem çok daha uzun zaman alıyor, hem de bir o kadar eziyetli. İşin aslı, iki şehir arasında uçak seferi olduğundan bile emin değilim.

Bir kenti ziyaret ederken de her zaman toplu taşımı kullanmaya dikkat ederiz sevgili karımla. Ucuzluğu bir kenara, bizlere ziyaret ettiğimiz şehrin bir havasını koklatır. Paris, New York gibi bir iki yerde zaten toplu taşımdan başka şansınız yoktur. Ne arabanızı park edecek yer, ne de kolayca taksi bulabilirsiniz. Taksi bulsanız da trafik yüzünden çoğu zaman saatlerce vakit kaybedersiniz.

Downtown'a geldiğimizde tartışmayı başlatan komik adam çoktan otobüsten inmişti ancak hatunlar hala otobüs şöförlerinin kabalıklarını birbirlerine anlatıyordu.

Buradan bindiğimiz ikinci bir otobüs bizi Hollywood'daki otelimizin kapısında bıraktı.

Walk of Fame
Otelimiz Melrose Avenue üzerinde, Paramount Stüdyolarına yüz metre uzaklıkta, Amerikan standardlarında tarihi bir binaydı. İsmi de zaten Hollywood Historic Hotel. Beverly Hills'deki lüks otellerin açılmasından sonra görünüşe göre eski ışıltısını biraz kaybetmiş de olsa hala cazibesini koruyordu.

1927 yılında Monte Cristo Island Apartments ismiyle kariyerine başlamış, sonra Hollywood Melrose Hotel ismini almış. Doksanlı yıllarda Amerikan Tarihi Eserleri listesine girmiş ve yeni ismiyle bir renovasyon geçirip, içi ve dışı yirmili yıllardaki orijinal haline getirilmiş. Çok güzel bir yer ve biz de çok memnun kaldık.

Otelin önünden tepelerdeki Hollywood yazısı görülüyordu.

Melissa on Melissa
Los Angeles kentinin Hollywood bölgesi çoğunlukla tek katlı yapıları, geniş caddeleri ile dikkatimizi çekmişti. Çok trafik de olmadığımdan bir Uber çağırıp, Hollywood'a gelen turistlerin yaptığı ilk şeyi yaptık. Yani Hollywood bulvarına gidip, Walk of Fame dedikleri, üzerinde artistlerin isimleri yazılı yıldızların bulunduğu kaldırımlarda yürüdük.

Burası ilk bakışta çok özel bir yer gibi göründü gözümüze sevgili arkadaşlar.

Bir kere adım atacak yer yoktu. Metrekareye en az dört insan düşüyordu. Bunların yüzde doksanı da turistti. Turistleri ayırmak da çok kolaydı, çünkü hepsi yıldızların ismini okumak için yere bakıyor, dan dun birbirlerine çarpıyorlardı. Geri kalanlar ise bu turistlere bir şeyler satmaya çalışan fırsatçılardı. Admı başı birisi size otobüs turu ya da hediyelik ıvır zıvır satmaya, çizgi roman kahramanları da onlarla birer resim çektirmeye ikna etmeye çalışıyorlardı.

Walk of Fame
Bu kadar keşmekeşi Times Square'de bile görmemiştim.

Bir Spiderman ile Captain America vardiyalarını bitirmiş, sırt çantalarıyla yürürken hem hamburger yiyiyor, hem de gevezelik ediyorlardı. Bir sihirbaz'ın sopası eğer son anda farkedip kafamı kaçırmadaydım gözüme girecekti.

Hollywood bulvarının en önemli noktası ise ünlü salonların bulunduğu bölge arkadaşlar.

Bunlardan Dolby Theatre ve El Capitan Theatre bulvarın karşılıklı iki taraflarında bulunuyor. Dolby Theatre’ın biraz ilerisinde ise Grauman’s Chinese Theatre var.

Dolby Theatre, Oskar ödüllerinin seremonilerinin yapıldığı salon. Çok büyük bir alış veriş merkezinin bir parçası olarak tasarlanmış. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 için de Hollywood bulvarındayken tuvalet şeklinde hizmet veriyordu.

Dolby Theater
Dolby Theatre, Oskar törenlerinin olmadığı zamanlarda ise çok önemli konserlere ev sahipliği yapıyor. Burda kimler çalmış, kimler çalıyor diye hepsini yazsam bir sayfa tutar. Benim favorilerim Neil Young, Christina Aguilera, Céline Dion, Andrea Bocelli, Mariah Carey, Beyoncé, Elvis Costello, Vanilla Ice, Joe Bonamassa, Prince, kavalcı Ian Anderson ve Pink Floyd'un David Gilmour'ı.

Hemen karşıdaki El Capitan Theatre ise bir sinema salonu. Bir çok bilinen filmin premiere'leri burada yapılmış ve halen yapılıyor. Buranın en son sahib Disney olduğundan afişler çoğunlukla Disney filmlerine ait.

El Capitan
Dolby Theater'ın hemen ilerisinde ise Grauman’s Chinese Theatre var. Orijinal Star Wars'un premiere'i burada yapılmış. Şimdilerde ise bir IMAX sineması. Bu salonun girişindeki betonun üzerinde yüzlerce film yıldızının el ve ayak izleri ile imzaları var.

Bulvarın gerisi ise cafe'ler, fast food'cular, restoranlar, mağazalar, marketler, vesaire.

Ancak bu şatafatın saklayamadığı, ya da saklamaya bile çalışmadığı bir sefalet var ki, ne siz sorun, ne ben söyleyeyim sevgili arkadaşlar.

Ben hayatımda burası kadar büyük bir bok çukuru görmedim. Burasının ismi Walk of Fame değil, Walk of Shame olmalıydı bana sorarsanız.

Evsizlerin kaldırımda uyudukları...
Evsizlerin kaldırımda uyudukları, satıcıların bırakın rahatsız etmeyi, işi kabalığa, zorbalığa döktükleri, insanların birbirine bağırıp, çağırdığı, caddede aleni uyuşturucu kullanıp, kadın sattıkları, yürürken size omuz attıkları nefret bir yer burası.

Caddelerde dilenenlerin bir ikisinde üzerinde "Kokain ve karı için para lazım", ya da "S.kerim Trump'ı, bana para lazım" yazılı pankartlar vardı. Yarısı şaka, orası tamam da, diğer yarısı da vulgar işte. Çocuklar var o caddede...

Ben hayatımda bu kadar sevimsiz, kaba saba insanı bu yoğunlukta bir arada görmemiştim. Los Angeles'lılar bence anti-depresan falan kullanmadan hayatlarını zor sürdürürler.

Hard Rock Cafe Hollywood
Hollywood bulvarının hemen parelelinde Sunset Bulvarı vardır. Oraya da bir gidelim dedik ki, birileri bize saldırıp paramızı, iç organlarımızı çalmadıysa, aldıkları uyuşturucudan Amerikalıların deyimiyle 'stoned' olup, bizi farketmediklerindendir.

Hard Rock Cafe'ye oturup, bir şeyler içtik. Bir Hard Rock Nachoes söylemiştik. Hazırlayan hayvan öyle bir tuz koymuş ki, olasılıkla ya laklaka dalmış, ya da tuzluğun kapağı açılmış, bu da s.tir et yesinler böyle deyip göndermiş garsonla. Onu geri gönderdik, yenisi geldi ama getirende de bir surat, sormayın.

Hollywood Bulvarı elbette ki görülmesi gerekli bir yer, ancak çıtayı çok yükseltmeyin derim.

Başka bir Uber bizi Melrose Avenue'ya, otelimize getirdi. Yarın uzun bir gün olacaktı. Hemen yatıp, uyuduk.

14 Ağustos 2018 Salı

San Diego

Deniz kıyısında bir yer için bir başkasının fikrini sorduğumda her zaman verilen cevaba biraz şüphe ile bakarım.

Özellikle sorduğum kişi Türk değilse.

Birçok na-Türk kişi için bir yerde deniz, kum ve güneş varsa, o yer sorgusuz, sualsiz "harika" olur. Halbuki, biz Türkler, her ne kadar sahillerimizin sapık bir yapılaşma ile ırzına geçmiş olsak da, ne mutlu ki halen iyi deniz, iyi güneş nedir biliriz, deniz ve güneş şımarığı bir milletizdir.

Zordur bizi her denizle, her güneşle, her kumsalla mutlu etmek.

O yüzden San Diego için İsviçre'deyken duyduğumuz methiyeleri biraz kuşkuyla dinledim.

İyi de ettim, yoksa San Diego'da tam bir hayal kırıklığı yaşayacaktım.

Ancak lütfen yazıya böyle ekşi başladım diye San Diego'yu kötü bir yer zannetmeyin. San Diego, çok güzel, çok temiz, sıcak bir deniz kıyısı kenti.

Ama hepsi o. Öyle çok ciddi bir "wow" faktörü yok.

Bir kere San Diego'nun denizi aslen okyanus, bildiğiniz Pasifik Okyanusu.

Okyanuslar genelde hem dalgalı, hem de bulanıktır. Öyle Ege koyları gibi pırıl pırıl bir denizi, koyları ve manzaraları yoktur. Özellikle gel-git yüzünden çoğu zaman yosunlar ve okyanusun organik de olsa diğer çöpleri kıyılara vurur. Gel-git'lerin "gel" zamanlarımda, yani high-tide varken, suyun dizinize kadar derinleşmesi için on beş dakika koşmanız gerekir. Okyanus kıyılarında bir de köpekbalığı falan gibi huysuz bir iki canlı türü vardır ki, bunlardan birini gördüğünüzde ağzınızın tadı kaçar.

Ege'yi görmüş bir insan bundandır, genelde okyanuslarda mutlu olamaz.

Burada işi, okulu ya da tanıdığı olmayan bir insan acaba hangi sebeple San Diego'ya ikinci kez gelmek ister diye sordum kendi kendime.

Cevabını bulamadım.

Bana sorsalar, hiç sıkılmadan yüzlerce kez San Diego'yu ziyaret edebilirim. Ama bir çok kişi gibi denizi ve güneş için değil, rıhtımda demirli, Midway isimli bir süper yapı yüzünden.

Dünyada bir kaç uçak gemisi müze haline getirilmiş, ziyarete açılmıştır, ancak bunların Amerikan olanları hep Essex sınıfı, ikinci dünya savaşından kalma, göreceli olarak küçük gemilerdir.

Midway ise, kendi ismiyle anılan Midway sınıfı modern ve büyük uçak gemilerinden biridir.

Midway'lerden bir boy büyüğü Forrestal sınıfı dört uçak gemisi hep hurdaya çıkarılıp, kısmen parçalanmış. Forrestal'lardan sonra iki Kirty Hawk sınıfı konvansiyonel uçak gemisi daha yapılmış, ancak bunlardan ilki denemelerde hedef diye kullanılıp, batırılmış. İkincisi yani John F. Kennedy ise müze olmayı bekliyor.

Bundan sonraki uçak gemilerinin tümü nükleer. Ancak bugün itibarıyla emekli olmuş Enterprise ve gelecekte emekli olacak diğerlerinin güvenli olarak müzelere çevrilebileceğinden emin değilim.

Kısacası Midway, katapultları, açılı iniş pisti, boyu ve uçak kapasitesi ile John F. Kennedy müze olana kadar görülebilecek, gerçek anlamdaki en büyük uçak gemisi sevgili arkadaşlar. Gerisi hep oyuncak.

CVN-71 numaralı USS Theodore Roosevelt
Ne var ki San Diego'yu çok şanslı bir günümde ziyaret etmişim. Midway'in tam karşısında Nimitz sınıfı, muvazzaf, dev bir nükleer uçak gemisi park etmiş, öyle benim resmini çekmemi bekliyordu. Bunun CVN-71 numaralı USS Theodore Roosevelt olduğunu ancak geri döndüğümüzde tespit edebildim.

Uçak gemileri o kadar büyük araçlar ki, insan üstündeyken bir gemide olduğunu unutuyor, sanki deniz kıyısında, karada yürüyormuş gibi oluyor, sevgili arkadaşlar.

Midway, New York'da demirli USS Intrepid'den sonra üzerinde bulunduğum ikinci uçak gemisiydi. Her ikisi de bana o karadaymışım hissini vermişti. Ancak daha bir kez bile bunlardan birine binip denize açılmadım. O yüzden okyanusun ortasında, saatte altmış kilometre hızla giderken ne kadar sallar, insan kendini ne kadar gemide hisseder bilemem tabi. Söylenene göre Midway, yalpalamasıyla meşhurmuş.

USS Midway, Altıncı filoda, Vietnam'da, Desert Storm'da ve daha bir çok operasyonda görev almış. Başından çok iş geçmiş. Kazalar,, yangınlar, alabora tehlikeleri, vesaire, vesaire. Ve başarılı bir kariyerin sonunda San Diego'da emekli olmuş.

Gemi üzerinde, çoğunluğu emekli denizcilerin oluşturduğu gönüllü müze görevlileri gelen misafirleri ağırlıyor, özellikle Vietnam'da bu gemide görevli pilotlar anılarını anlatıp, soruları cevaplıyordu.

İtiraf edeyim, bu gemi üzerinde bir hafta geçirebilirdim, ama San Diego'ya ayırdığımız bir günün ancak yarısı kadar vaktim vardı. Hemen tepeye, uçuş güvertesine koştum.

Midway'in üzerine sadece uçak gemilerinde kullanılan uçakları koymuşlardı. Bu da söz konusu uçakları gerçek habitatlarında görmeme imkanı sağladı.

Uçuş güvertesi
Örneğin New York'da, Intrepid uçak gemisinin üstüne bir SR-71 (aslen A-12), bir Concorde, bir de Uzay Mekiği falan koymuşlar, bu da komik olmuş tabi. Bu araçların bir uçak gemisinin üzerinde her hangi bir işi yok.

Uçuş güvertesindeyken NAS'dan havalanmış bir C-2 Greyhound üzerimden uçarak geçti, mutlu oldum. Gemide zaten abisi E-2 Hawkeye vardı, her santimetre karesini elleye elleye tavaf etmiştim 😛

Yine aynı üsten kalkma, olasılıkla Top Gun okulunun jet uçakları da bol bol üstümüzden uçuyorlardı ama çok ilgimi çekmediler. Bu günlerde donanmanın F-18'lerden başka jet uçağı kalmadı. Belki F-35'ler geldiklerinde biraz heyecan yaratabilirler...

Ziyaretçiler uçakların altını gölgelik olarak kullanıyor
Çok başınızı ağrıtmayayım. Yazabileceğim o kadar çok şey var ki bu müze hakkında, ancak okumaktan zevk alacak zar zor bir-iki kişi tanıyorum 😛

Ziyarete gelmiş emekli Navy ve Marine pilotlarının hallice kilolu eşleri ve Çinli turistler uçakların altını gölgelik olarak kullandıklarından çok zor resim çekebildim. Tepkimi de sesli ama Türkçe olarak belirttim. Ancak annelerine hitaben başlayan, ve müteakip diğer bir kaç tamamlayıcı kelime ile oluşmuş cümlelerimi anlayamadıkları için meyve sularını içip, laklak yapmaya devam ettiler.

Ben de Jelena ve 🐝Mezzy🐝'yi bıraktığım cafe'ye döndüm.

Melissa San Diego'da
San Diego'ya sabah inmiştik. Hava alanından aldığımız otobüsün şoförü, yolda oteli ararken konuştuğumuz insanlar hep çok iyi, çok kibar insanlardı. Hepsi İngilizce'yi çok iyi konuşuyor olsalarda kendi aralarında kullandıkları dil hep İspanyolca idi. Kent Meksika sınırında olunca, kentliler de böyle Mehikano oluyor işte.

Otele geldiğimizde biraz tadım kaçtı. Otel çok kötü sayılmazdı belki ama Las Vegas'ta Hard Rock Hotel'den çıkıp, kendimizi bu "Mexicano Cantina" 'sında bulunca bir kültür şoku yaşadık. Neyse ki sadece bir akşam kalacaktık burada.

Bavulları attık, yolda Jelena ve 🐝Mezzy🐝'yi bir cafe'ye bıraktım, uçak gemisini ziyaret ettim ve sonra ailemiz yeniden bir araya geldi.

Old Town
Santa Fe istasyonundan aldığımız bir trolley bizi limandan alıp, kentin Old Town isimli bölgesine götürdü. Bu trolley dedikleri aslında bildiğiniz tramvay. Amarikalılar, herkesin anladığı "Tram" dururken niye "Trolley-bus" 'ı hatırlatan bu kelimeyi bu kadar severler, anlamam.

San Diego’nun öyküsü Kaliforniya'nın diğer kentlerinden pek farklı değil. Önce İspanyollar yerlileri kovalamış, sonra Meksikalılar burayı sahiplenmiş, en sonunda da Amerikalılar çöküp, kenti Meksikalılardan almışlar.

Gittiğimiz Old Town da San Diego'nun Amerikalılar almadan önceki merkeziymiş, daha doğrusu kentin tümü. San Diego'nun o aralar nüfusu sadece bir kaç yüz kişiymiş.

Old Town
Şimdiye kadar gördüğüm en güzel, en şirin yerlerden biriydi bu Old Town. Binaların hepsi İspanyol ve Meksika zamanından kalma, "adobe" dedikleri, bizdeki kerpiçe benzeyen, topraktan yapılma "hacienda" isimli, uzun, tek katlı, bitişik villalar. İçerisi Meksika restoranları, cantina'lar, hediyelik eşya mağazaları ve elbette ki Meksikalıların kendileri ile dolu.

Tijuana'ya geçip, kıçınızı haydutlara kaptırmaktansa Old Town'u gezin, Meksika'yı görmüş sayılırsınız 😛 Biz 🐝Mezzy🐝'yi Tijuana'ya götürecektik, yemedi açıkçası.

Burada oturup bir margarita bir tekila içmemek, bir taco ya da quesadilla yememek bir tür sosyal suç 😛 Böyle diyorum ama zamanlamayı doğru yapamadığımız için yukarda yiyin, için dediklerimi biz ancak bir sonraki durağımızda yapabildik. Neyse ki San Diego'da Meksika restoranı bulma sorunu yok.

Gasslamp Quarter
Santa Fe istasyonunda geri dönüp, bir sonraki ziyaret noktamız olan Gasslamp Quarter'a, yani Gaz Lambası Mahallesine doğru yürüdük.

Burası Old Town'dan sonra, kent Amerikalıların eline geçince yeni merkez olmuş. Waterfront dedikleri sahilden başlayıp, yukarı doğru bir kilometre falan giden bir cadde ve etrafımdaki eğlence lokalleri var. İsmi Gaz Lambası ancak ilk kurulduğunda temel aydınlatma yöntemi gaz lambaları değilmiş. Bugün bulunan gaz lambalarının çoğu sonradan dikilmiş.

Ankara için Tunalı hilmi ne ise San Diego için de Gaslamp Quarter o. Ama bana sorarsanız altı-gıdıkladı seviyesinde bir yer. Çok da bir şey göremedik sizin anlayacağınız. Yine de bir İspanyol barında bir şeyler yedik, bir şeyler içtik.

Bir İspanyol barında bir şeyler içtik
Herhalde havadan ya da Meksika’ya yakınlığından olsa gerek, tüm kent afyon yutmuş gibiydi. Hayat yavaş, yavaş, sakin, sakin, tam bir "mañana pace" 'ile sürüyordu.

San Diego aynı zamanda bir üniversite kenti arkadaşlar. Etraf bu nedenle genç dolu ve fazlasıyla enternasyonel olmuş bir yer.

Bir sonraki durağımız olan Balboa Park, işte bu öğrencilerin toplanma merkezi olmuş. Dünyaca ünlü hayvanat bahçeleri de bu parkta.

Park tarifi zor bir büyüklükte. Her yer ağaç, orman, nehir, göl. Ancak burada yerleşik bir alan var ki, sanırsınız Rönesans döneminin Floransa'sı.

Parkın bu bölümünde bir kültür bombası patlamış gibiydi. Her yer müze, cafe, eskinin ODTU tarzı, öğrenciler çayırlarda, kek yiyiyor, yuvarlanıyorlardı. Bizim Hacettepe'de ise, okul binasından uzaklaşıp, kırsala çıktığımızda ayılar kovalardı bizi. Çok kıskanırdık ODTU'yü o zamanlar 😛

Her yer müze, cafe
Balboa parkında antropolojik insan kaburga kemikleri müzesinden, koyu renkli metalden modern heykeller müzesine kadar hayatımda ismini duymadığım bir dolu müzeyi gördüm. Eğer ilginiz varsa burada kendinizi kaybedebilirsiniz.

Yok eğer sıcaktan bayılmış, üç yaşında, jetlag bir kızınız varsa otobüse biner, otele dönersiniz.

Otelin yanında bir 7-Eleven'dan gece için kumanya aldık. San Diego'da 7-Eleven'larda homemade taco satıyorlardı, çok güldüm.

Otele gittik. Resepsiyonist bana "Buenas noches, señor" dedi. İnsanların beni sarı saçlı, mavi gözlü, güzel beyaz kızı düşürmüş ballı Hispanic zannedip, benle İspanyolca konuşmaları ilk defa başıma gelmiyor. Zaman zaman ben İspanyolca cevap vermeyince, ukalalık yaptığımı düşünüp, kızdıkları bile oluyor.

Fazla uzatmadan ben de "Buenas noches" dedim ve yürüdüm. Odaya çıktık., kapıyı kitleyip, zincirleyip uyuduk.

Ertesi sabah yine bir Greyhound otobüs terminalindeydik. En aşağı yüz kiloluk zenci kadın güvenlik görevlisi, ayağıyla çantaları iterken bağırıyordu.

"Open'em up! Lemme see what you got inside!..."

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...