20 Haziran 2017 Salı

Uygarlık

Uygarlığın sonuçlarını taklit ederek uygar olmaya çalışan acayip bir millettir Türk milleti. Bir de bu işi yaparken o kadar yüzüne gözüne bulaştırır ki, çoğu zaman komik, aptal durumlara düşer.

Yıl doksan bir miydi, doksan iki miydi bilmiyorum, baba Bush Ankaraya gelecekti. Eh, koca "Amarika" başkanı geldiğine göre ona uygar gözükmemiz lazımdı. O yüzden birileri gitmiş, Amarika'yı görmüş birilerine sormuş anlaşılan ki, Esenboğa'dan şehire gelen ve şehir içinde Bush'un gideceği her yolun sağ ve sollarına sarı çizgi çekmişlerdi.

Bu sarı çizgi işi Amarika'ya özgü bir şeydir arkadaşlar, ve ben çok kullanışlı bulurum. Yol kenarlarını ve gidiş gelişli yolları birbirinden ayırır. Solunuzda sarı çizgi varsa soldaki şerit ters yönden gelenlere, beyaz çizgi varsa sizle aynı yöne gidenlere ayrılmıştır.

Avrupa'da daha hiç görmedim bu usulü. Eğer geliş-gidiş bir refüj ile ayrılmamışsa ya asfalta gidiş yönünü gösteren oklar çizerler, ya da levhalarla hangi şerit ne yöne gidiyor, gösterirler.

Ancak konumuz Amarika, Evropa karşılaştırması değil.

Uygarlık bir gereksinimden yoka çıkıp, böyle bir çözüm bulmuş. Gereksinim hangi şeridin ne yöne gideceğini bilme, çözüm de sarı-beyaz çizgiler (ya da oklar, levhalar, vesaire).

Uygarlık bu gereksinimi üretebilmek işte. Ancak biz uygarlığı uygarlara benzemek olarak algıladığımız için, uygarlığı yolları sarıya boyamak şeklinde uygulamaya çalışıyoruz. Halbuki en azından o günlerin Türkiye'sinde yolları bırakın sarıya, gök kuşağının renklerinden puantiyeye de boyasanız, her şeritte, her yöne giden araç, hayvan ve insan bulabilirdiniz.

Uygarlık, ez cümle bir şeridin hangi yöne gittiğini bilme ihtiyacı, yoksa asfaltı sarıya boyama eylemi değil.

Benzeri bir örnek şu sıralar, özellikle sosyal medyada karşıma çıkıyor. 1930-40'lardan kalma, üzerlerinde etekli Türk kadınlarının bulunduğu siyah beyaz resimler paylaşılıyor. Bazen bu resimlerin yanında, günümüzden türbanlı imam-hatip öğrencilerinin bulunduğu kontrast yaratma amaçlı resimler de paylaşılıyor.

Mesaj ise çok açık. Elli yıl önce çok uygardık, bakın şimdi ne hale geldik.

Çünkü etek giymeyi uygarlık zannedip, etek giymeyince ilkelleştiğimizi düşünüyorlar.

Halbuki uygarlık etek giymek değil. Etek giymek sadece bir sonuç.

Uygarlık, etek giymenin cinsel referanslara bağlanmadığı, kadın bacağının sex shop'larda satılan oyuncaklardan biri değil de, yürümeye yarayan bir organ olduğunun anlaşılıp özümsenmesi (bu tabi ki kadın bacaklarının estetikliklerine zul getirmiyor, ama kadınların elleri de estetik olarak güzeldir, ne var ki bir mini-eldiven giyme problemimiz yok, anladınız her halde).

Cumhuriyet kadınlarının resimlerine dönersek...

Bu resimlerdeki etekli kadınların uygarlığa ve cumhuriyete bağlılıklarından kuşkum yok - öz annem de bunlardan biriydi, sadece bunu ülkenin uygarlığının bir ölçüsü yapmayı yanlış buluyorum. Yoksa o günlerde de, bu günlerde de bu etekli cumhuriyet kadınlarına "orospu", "yollu", "kaşınıyor" falan diyen bir kitle var. Hatta o günlerde bu kitle daha büyüktü. Mevcut iktidarın ayrımcı politikalarına şükürler olsun, bugün kim ne daha iyi görüyoruz ve en azından ülkenin yüzde ellisinin uygar olmasa da uygar olmayı istediğini biliyoruz.

Şimdi bu resimleri iyi niyetle paylaşmış bir çoğunuz bana kızıyorsunuz biliyorum, ama ne yapayım, düşündüğümü söylemez, işin kolayına kaçıp, çoğunlukla birlikte goygoyculuğa soyunursam, büyüdüğünde kızıma ne yüzle bakarım?

Ülkemizde hala mini etek, şort falan giymek gidilecek ortamı düşünerek bir karar vermeyi gerektiriyor. En uygar geçinenlerimiz bile mini etekli arkadaşlarını gördükleri de dışta bozuntuya vermeseler de, içlerinden "İlah mısın, nükleer silah mısın?" diye geçiriyor. Çomarları ise zaten biliyorsunuz.

Uygar bir ülkede ise kadın içinden gelip, kendine yakıştırdığında giyip çıkıyor işte.

Uygarlık etek giymek değil, bu sadece uygarlığın bir sonucu. Uygarlık, etek giymenin sekse davet olmadığını anlayıp, özümsemek.

Bunlar gibi bir çok örnek sıralamak mümkün.

Bir dönem uygarlığı yüksek bina yapmak olarak değerlendirdik, şehirleri paçavraya çevirdik.

Lozan'ın merkezinin en yeni ve en yüksek binalarından biri Tour Bel-Air dedikleri, sarı, çok katlı bir yapıdır. Ancak herkes nefret eder bu yapıdan. Yeniliği 1900'lerin başında yapıldığımdan. Şehirin gerisi ise çok daha eskidir.

Ancak bu "eski" şehirde bir tekerlekli sandalye ile kesintisiz her yere gidebilir, umuma açık her binanın istediğiniz katına çıkabilirsiniz.

Uygarlık yeni bina yapmak değil, bu sadece uygarlığın bir sonucu. Uygarlık, bu binaları yaşanabilir hale getirmek.

Sonra uygarlık güzel araba kullanmak dedik, güzel arabaları ülkemize getirdik, ama bunlar için yol yapsak da, park yeri yapmadık. Bu arabaları, atalarımızın atlara binmesinden daha hoyrat, daha düzensiz, daha kuralsız kullandık.

Anlamadık ki arabalar uygarlığın bir sonucu, onları insan gibi kullanmak uygarlığın kendisi

Uygarlıkla gelen herşeyin bokunu çıkardık. İnternet üzerinden okey oynamayı karı kız bulmaya, sosyal medyayı yalan söylemeye, online alışverişi dolandırıcılığa, Photoshop'ı sahteciliğe çevirdik.

Batıdan yarışma programlarını, yaşam koçluğu gibi kavramları aldık, hepsini maymuna döndürdük.

Uygar olmadığımız için, uygarları taklit ettik, çok daha kötü olduk.

Bu ülke uygarlığın ne demek olduğunu öğrendiğinde uygar olacak. Yoksa, uygarların yaptıklarını yaparak değil.

Uygarlığın en temel işlevlerinden biri konuşmaktır. Türkiye işe buradan başlamalı.

Uygar bir konuşma, dinleme anlama ve cevap verme şeklinde gerçekleşir. En uygar geçinen Türk arkadaşlarımın çoğunluğu dahil, lafım kesilmeden bir cümleyi tamamlayabildiğim çok azdır. Karşımdaki insan benim söylediğimden çok, altta kalmadan bana nasıl laf yetiştireceği ile ilgilidir.

Uygar bir yaşamda saygı vardır. Birlikte yaşadıkları eş, arkadaş, komşu, iş arkadaşlarının kişisel alanları, yaşamları, düşünceleri önemli ve saygıdeğerdir. Yaşam esnasında bunlara dikkat gösterilir.

Uygar bir yaşamda başkalarının fikirlerine saygı vardır. İnsanlar düşüncelerşni kısıtlama olmadan söylerler. Aynı diki konuşmayan, aynı inanca sahip olmayan, aynı cinsel tercihi bulunmayan insanlar istediklerini söyleyebilir, başkalarının özgürlüklerini kısıtlama düzeyine gelmedikçe istediklerini yapabilirler.

"Herkes düşüncesini söyleyebilir ama..." diye başlayan cümleler kullanılmaz.

Kadınlar dövülmez, kadın diye hayatta ilerlemeleri engellenmez.

İş hayatım boyumca çok diyebileceğim miktarda homoseksüellerle çalıştım. Hemen hepsi hayatımı zorlaştırdılar. Anlaşması zor insanlardır. Farklılıkları yüzünden toplum onları biraz kenarda bırakmıştır. O yüzden hepsi tetiktedirler. Devamlı seks içerikli şakalar yapar, her lafı cinsel tercihlerine getirirler. Onlarla zaman geçirmekten en ufak zevk almam.

Ancak uygarlık onların da kabulünü gerektirir. İnsanlık daha da uygarlaştığında belki onların üzerindeki baskı da azalacak, daha makul, daha anlaşılabilir hale gelecekler. Kimbilir.

İşte böyle.

Uygarlık kolay iş değil. Uygar geçinen bizlerin bile hatrı sayılır bir çaba göstermesi gerekiyor.

Daha da uygar bir dünyada yaşamak dileği ile...

15 Haziran 2017 Perşembe

Bazen Hayat...

Karım Jelena uyuduğu yastık üzerinde çok hassastır arkadaşlar. Evlendiğimizden beri abartmaksızın yirmiden fazla yastık almış, denemiş, hiçbirinde rahat edemeyip bir kenara atmıştır.

Melissa'ya hamile olduğunu öğrenir öğrenmez yaptığımız ilk iş öyle çocuk odası, arabası falan değil, bir hamile yastığı almak olmuştu. Hani şu muza benzeyen büyük yastıklardan. Bir gün kullanıp hemen geri götürdü. Rahat edememişti. Sonrasında uzun bir süre eve her iki günde bir yeni bir yastık geliyor, sonrasında ya mağazaya geri gidiyorlar, ya da bodrumdaki yastık mezarlığına transfer oluyorlardı. Sonunda istemeye itemeye bir tanesine razı oldu.

Bu kadar kritik bir konu sizin anlayacağınız.

İsviçreye taşındığımız ilk yıl boyunca Jelena'nın yastık misyonu sürdü. Sonrasında İsviçre Ortopedi bilmemnesi onaylı, kafanızı koyduğunuzda ortopedik olarak kafanızın şeklini alan, ama çok içeri göçmeyip, doğru yükseklikte duran, yapımımda kullanılan özel bir madde sayesinde kafanızın yastığa deyen kısmını havalandırıp, terlemeyi önleyen funky bir yastık buldu. Görgüsüzlük olsun diye değil, olayın ciddiyetini anlatmak bakımından söylüyorum, iki yüz frankın üstünde de bir para verdi - yedi yüz lira diye düşünün.

Uyumak için yatağa bile ihtiyaç duymayan ben neandertal kulunuz hala anlamam bu hassasiyeti, ancak evli olan hemcinslerim de teyit edeceklerdir ki, zaman zaman bazı şeyleri çok kurcalamadan başınızı sallayıp, kabul hanenize yazarsınız.

Ben de öyle yaptım.

Aradan ben diyeyim sekiz, siz deyin dokuz sene geçti ve geçenlerde bu yastığı aldığımız firmadan bir mektup geldi.

"Bilmem kaçıncı kuruluş yıldönümümüz dolayısıyla yaptığımız hediye dağıtımımda bir haftalık tatil kazandınız, gelin, tatil voucher'ınızı verelim."

Tanrı biliyor ya, pazarlama zırvası deyip, dikkat bile göstermedim.

Ertesi gün Jelena, "Bugi, bunlar ciddi herhalde, beni telefonla da aradılar" dedi.

Mektubu bir daha okuduk. Kayıtsız, şartsız, hiçbir satın alma zorunluluğu olmadan tatil ve yanında başka hediyeler...

İki gün önce verdikleri adrese gittik.

Jelena zaten yatağı değiştirmek istiyordu. Yataklarına, salon takımlarına falan baktık. Hafif bir "hadi alın" baskısı var ama, İsviçre klası, gerçekten hiç bir zorlama yok. Bir kaç yıl önce Meksika'da bir time share kampanyası hatırlıyorum da Jelena neredeyse polis çağıracaktı "hadi alın" ısrarından sonra.

Hiç bir şey almadan toplantıyı bitirdik.

Tatil gerçek. Kıbrıs'ta, uçak bileti, otel falan hep onlardan, sadece vergileri biz ödüyoruz. Seyahat Kasım'da. Zamanımızı ayarlayabilirsek gideceğiz, size Kıbrıs'ı anlatırım bol bol. Güneyini tabi...

Tatilin yanında iki şişe Bordo şarabı, kaz ciğeri, bıçak takımı gibi hediyeler de verdiler. Şarapların ömrü çok uzun olmadı tahmin edeceğiniz üzere.

Tatlı bir sürpriz olmuştu.

Dün Jelena yine biraz şaşırmış bir biçimde geldi. "Bugi, sağlık sigortasından aradılar. Son dört yıldır pirimleri hiç aksatmamışız, hiç de para talep etmemişiz. Bize beş yüz frank indirim yapıyorlar" dedi.

Güldük. Herhalde yakında öleceğiz, ondan böyle şeyler başımıza geliyor diye şakaya da vurduk işi.

Öğrencilik zamanımda ilginç bir yaz geçirmiştim. Annemle babam yazlığa gitmiş, ben Ankara'da kalmıştım. Bana bir ay için verdikleri paranın hepsini bir haftada harcamış, arkadaşların evlerinde yiyip, içiyordum.

Son paramla bir piyango bileti almıştım.

Cart, amorti çıktı. Değiştirip yeni bir bilet aldım. Amortinen bir üstü çıktı. Bir yemek üstüne de bir plak almış, paranın gerisini yine bir çeyrek bilete yatırmıştım.

Yine amorti çıktı. Yeni bir bilet almış, ona da amorti üstü birşeyler çıkmıştı.

İnanın bir yaz boyunca bir kaç yemek, bir kaç plak geride kalmış, bu minik ikramiyelerle günlerimi geçirmiştim.

Arada bir oluyor işte.

Sevgi ile kalın...

11 Haziran 2017 Pazar

Terörist Piyasası

Şu sıralar herşeyin bir "piyasası" var, biliyorsunuzdur. Parası olup, daha fazla olsun isteyenler sabah kalkarlar ve başka hiçbir işe kalkmadan hemen bu piyasalarda ne oluyor ona bakarlar.

Altının onsu bilmem kaç dolar, yuro dolar paritesi bilmemne, brent petrolün varili bilmem kaç dolar, dov cons indeksi bilmem ne...

Bu günlerde bu piyasalara yeni bir tane daha eklemek farz oldu.

Teröristler piyasası.

Öyle yatırım, ticaret falan kararlarını vermeden önce finansal marketlere, para piyasalarına, vesaire bakarken bir de bu terörist piyasasına bakmanız gerekecek.

Bu gün itibarıyla hangi ülke terörist?

Dün terörist olmayan ülke, piyasalar açıldığında sabah seansında teröristliğe yükselip, kapanışta da terörizme destek veren ülke konumuna falan düşebilir, aman dikkat.

Saddam teröristti, kitle imha silahları var diye indirdiler, çıka çıka uçurtmadan hallice bir drone çıktı. Yerine getirdikleri mezhepçi Maliki, Irak'ın yarısını İrana verdi, bunun yüzünden Işid hortladı, Maliki terörist olmadı.

Gariban iran şer ekseniydi, sonra nükleer programını bıraktı, batıyla dost oldu, orta doğunun parlayan yıldızı oldu, aney, bir gün kalktık, gene terörist olmuş.

Işid de terörist ama can düşmanı İran. Işid'in büyümesinin nedeni Şiilerle savaşması. Ama Işid'de terörist, İran da terörist.

On yıllardır kendi halinde gaz satıp, kazandığı parayı duyduğu her markaya yatıran Katar, bir sabah uyandığımızda cart terörist olmuş.

Bu katar birkaç gün öncesine kadar yapmadığı neyi yaptı da terörist oldu?

11 Eylül'de ölenlerin ailelerine, teröristleri desteklediği için tazminat ödemesini beklediğimiz Suudi Arabistan bir günde kader kurbanı, beyaz melek!

PKK terörist, PYD terörist değil. Sınırda bir Kürdü, elinde keleşiyle gezerken durdurun.

"Lan sen terörist misin?"

"Abi valla terörist değilim, PYD'liyim ben"

"Lan, sakın sen PKK'lı olmayasın?"

"Abi o nasıl söz? Vallah PYD'liyim. Al bak sana PYD muskamı göstereyim."

"Haaa. Muskan varsa demek ki PYD'lisin gerçekten. Biz de aman bu terörist falan olmasın dedikti. Haydi 🎶 lorke 🎵 lorke 🎶.."

Ama güvenmeyin bu işe, her sabah kalktığınızda bakın terörist piyasasına. Haberiniz bile olmadan, bir bakmışsınız o gün PYD terörist, PKK stratejik kuvvet. Sonra bir PKK'lıya denk gelir, ona terörist muamelesi yaparsınız, mahçup olursunuz.

Ez cümle bu işin kakası çıktı, artık bir ciddiyeti kalmadı.

Eskiden tarihi muzafferler yazar derdik, şimdilerde teröristi muzafferler tanımlar diyeceğiz.

İran terörü destekliyor, Amerika terörü destekliyor, Rusya terörü destekliyor, Türkiye terörü destekliyor, Katar terörü destekliyor, İsrail terörü destekliyor, Suudiler terörü destekliyor, Afganistan terör barındırıyor, Esed teröristlere arka çıkıyor, Maliki teröre yol açıyor, Haşimi teröre terörle karşılık veriyor, Davutoğlu El Nusra'yı destekliyor, Trump PYD'ye silah veriyor...

Sıkıldım ya! Herkes kendisinden başka herkese terörist diyor, terörü destekliyorsun diyor.

Biriniz de doğrunun işinize gelen bir parçasını değil, tümünü söyleyin de biz de anlayalım...

9 Haziran 2017 Cuma

Orta Doğu'da Bu Son Olanları Anlayamıyorum

Orta Doğu'da bu son olanları anlayamıyorum arkadaşlar. Aslında şu sıralar dünyada olup biten birçok şeyi anlayamıyorum ama bu başka bir konu.

Bu Katar'ın başına gelenler bence çok ciddi. Ancak niye oluyor, nasıl oluyor ve ne olacak, işte orada beynim duruyor.

Milliyetimin tabiatına aykırı olsa da, ben biliyorum, şu yüzdendir falan diye bir iddada bulunmadan aklıma gelen bir kaç farklı teoriyi sizlerle paylaşmak istedim.

Konumuz Katar'a ne oluyor...

Teori Bir: Uyu Bebeğim!

11 Eylül'de Amerikalılar ilk defa terörü görüp yaşadılar. İlk defa Amerikan toprağımda, hem de oldukça sansasyonel bir şekilde Amerikan vatandaşları yaşamını yitirdi.

Amerikan halkı haklı olarak bir karşılık verilmesini istiyor ve bekliyordu.

11 Eylül saldırılarını planlayan da icra eden de, arkasındaki örgütün kökeni de Suudi Arabistandı.

Ne var ki Suudi Arabistan'a bir karşılık vermek hiç de sevimli bir alternatif değildi. Dünyanın petrole ihtiyacı vardı, ancak İran yaptırımlar altında, Irak Saddamlı bir durumdayken bir de Suudi Arabistan petrolünü piyasadan çekmek tatsız sonuçlara yol açabilirdi.

Üstüne, fellahların bütün para ve yatırımları da ABD fon ve şirketlerimde idi.

Baby Bush hükümetinin çoğu zaten fellahlarla aynı yataktaydılar.

Acele bir düşman bulup, fellahları göz önünden kaldırmak gerekiyordu.

Garip Afganistan'ı buldular. Düşman Afganistan'dı artık. Bu fakir ülkenin tüm varolduğu zamanda elde ettiği gelirden çoğunu bir kaç ayda harcayıp, üsler kurdular, uçaklar uçurdular, askerler gönderdiler. Boş arazileri, dağı taşı bombaladılar.

11 Eylülün intikamı alınmıştı.

Amerikan halkı tabi ki bu zırvayı yuttu. Ne Afganistanı, ne Arabistanı bilir bu kendi içine kapalı, dünyadan bihaber halk. Ülkenin isminin sonu "istan" 'dı ya, yeterdi bunlara. Düşmanı yendiler, vatanlarını kurtardılar. Terörizm dünyadan silinmiş, GI Joe bir kez daha muzaffer olmuştu.

Katar teorisine dönersek...

Suudi Arabistan'ın üzerindeki terörizme destek suçlamaları artık saklanamaz hale geldi. Obama zamanında başladı bu. 11 Eylül kurbanlarına fellahları dava etme kanunu geçirildi. Ülkelerinde artan terör saldırılarından sonra, Alman, İngiliz ve diğer batı ülkeleri, hop, noluyoruz, bu adamlar aleni terörü destekliyor demeye başladılar.

Acele bir kurban lazımdı, Katarlı fellahları attılar ortaya, çünkü Trump Suudi fellahları seviyordu.

Bu senaryo gerçek ise Amerikan halkı bu peri masalını yer mi?

Hiç tereddütsüz yer.

Bilmezler çünkü kim kimdir. Katar'ı, Suudi Arabistanı farklı devlet zannederler. Her şeyiyle aynı bir halkın iki ailesinden bahsedildiğini anlamazlar. Bilmezler ki bir Teksaslı ile Bostonlu arasındaki fark, bu sözde iki ulusun halkları arasındaki farktan kat be kat fazladır.

Suudi Arabistan'ın Katar'a terörist demesi, bir sürahideki bir damlanın başka bir damlaya sen benden daha ıslaksın demesine benzer.

O zaman bu senaryo gerçek olabilir mi?

Çok olası değil bence.

Katar'a terörist deyip kaka atmak, sonra da bu ülkeyi "kapamak" Amerikanın işine gelmeyecektir.

Çünkü Amerikanın bu ülkede devasa bir askeri üssü var. Katarın yeni sahibiyle - mesela Suudilerle - anlaşacağını düşünsek bile, ambargolu, yaptırımlı, hatta belki de savaşlı geçiş sürecinde bu üs tam ağız tadıyla kullanılmaz hale gelebilir.

Kürtlerin vereceği üs henüz hazır değil. İncirlik ise malum, artık çok güvenli bir yer sayılmaz Johnny'ler için. Suriyede Ruslar yatıya gelmişken Katar'daki bu üssü kaybetmek hiç de sevimli olmaz.

Katar'ı kaybetmek Avrupa için de bir felaket olur, ama bu konuya sonra geleceğiz.

Teori İki: Müslüman Biraderler

Batı, Orta Doğuda İngilizlerin bok yemesinden doğan bu Arap diktatörlüklerinin ilelebet sürmeyeceğinin farkında idi. Mazallah, Türkiyede 1920'lerde olduğu gibi bir halk hareketi sonucunda bu diktatörler kontrolsüz bir biçimde devrilirse, bati petrolsüz kalabilir, üstüne bir de Atatürk gibi bir lider gelirse, petrolü almak öyle kolay olmayabilirdi.

Batı işte bu diktatörlerin yerine geçmesi için, çok fazla demokratik olması gerekmeyen, hala dine dayalı ama batıya zorluk çıkarmayacak bir hareket başlattı. Sözde "Ilımlı İslam", "Siyasal İslam" ya da bilinen isimleriyle Müslüman Kardeşler hareketi batının tam desteği ile gelişti. RTE, daha milletvekili bile değilken ABD'de ağırlandı, Obama zibidisi ilk yurt dışı gezisini Türkiyeye yaptı, bizimkini BOP eş başkanı ilan etti falan. Diktatöryel olmayan bir ülke İslami bir rejim ile nasıl yönetilir, onun demonstrasyonunu yapacaklardı.

Bu Ilımlı İslam projesi ilk Mısır'da kaka sardı. Mursi efendi ölü seviciliğini anayasaya koydu, Mübarekten daha diktatör bir diktatör oldu. Üstüne bizimki de hafiften otoritaryan falan olunca anladılar ki bu Ilımlı İslam sadece bir diktatörü götürüp, başka bir diktatör getirecek.

İşin aslı, MK hareketi bir tane bile diktatörlüğü yıkamadı. Yıktığı tek şey laik bir Müslüman ülkenin demokrasisi oldu.

İşte bu teoriye göre Katar meselesi MK'e karşı başlatılan bir mücadele. Katar eğer gerçekten MK'i destekliyorsa, bu hareketin finans kaynağını kesmek akıllıca bir hareket olurdu Amerika için.

MK hareketi fellah krallara ve monarşik rejimlerine direkt bir tehlike teşkil eder. Bu milyarlarca dolarlık silah pazarlıklarına SA ve körfez emirlikleri tarafından MK'in tasfiyesi de bir istek olarak eklenmiş olabilir.

Bu teori gerçek olabilir mi? Olabilir, bana sorarsanız.

Teori Üç: Priviet Tovariş!

En uçuk teorim bu arkadaşlar.

Bildiğiniz üzere Rusya Avrupaya doğal gaz satmakta. Avrupa sesini biraz yükselttiğinde ya gazı kesiyor, ya fiyatı ile oynuyor/oynamakla tehdit ediyor.

Kısa dönemde Avrupa tamamen çaresiz. Rusya'dan aldığı bu gazım yerine kullanabileceği bir başka enerji kaynağı yok.

İşte bunu değiştirmek için Rusya ile birlikte Katar'dan da gaz almaya karar vermişler. Hatta boru hattı Türkiye'den falan da geçecekmiş.

Eğer bu gerçekleşirse, Rusya'nın Avrupa üzerindeki bu enerji tehditi suya düşecek, en azından etkisi azalacaktı.

Avrupanın çıkar bir yol bulması bugünlerde Amerikayı da pek mutlu etmiyor.

O yüzden Rusya, Amerika ile anlaşarak bu Katar işini tezgahlamış olabilir.

İşte uçuk-kaçık üç teori size. Bunları hep aklımdan uydurdum. Doğrulukları hakkımda en ufak bir emare, kanıt, vesaire yok.

Ama en azından beynimizi çalıştırmış olalım...

1 Haziran 2017 Perşembe

Toskano

Sevgili arkadaşlar, saat şu anda gece on bir. Oda karanlık, sadece iPad'den gelen zayıf ışıltı ile etrafımı görebiliyorum. 🐝Mezzy🐝ve Jelena uyudular. Kulaklıkta Joe Green çalıyor. Yanımda bir sehpa, üzerinde sadece bir kadeh ve bir karaf dolusu Chianti Riserva şarabı var.

Mutluyum, sizin anlayacağınız 😍

Şarabımı yeni yudumlamaya başladım. Hiç alçakgönüllülük yapmayacağım. Amarikalıların dediği gibi "kickass" bir şarap bu. İtalya'nın Toskano bölgesinden gelme, Chianti'nin de Riserva dedikleri bir numarası. Henüz beş yaşında, o yüzden biraz karafta kalması gerekti. Karafta bir saat geçirdikten sonra tadını buldu ve içilmeye kıyılamayacak kadar güzelleşti 🍷😜

Unutmadan, Joe Green de kim derseniz, bilinen ismiyle Giuseppe Verdi, çalan eseri ise La donna è mobile 😜

Daha yeni döndük İtalya'dan. Dünyanın en güzel ülkelerimden biridir İtalya. Tarihiyle, doğasıyla, yemekleriyle, içkileriyle on numara bir yer. Her köşesi ayrı güzel, her köşesi ayrı ilginç bir diyar.

Dönerken arabanın bagajında yirmiye yakın şişe şarap, İtalyan püskevitleri, makarnaları, bir kaç şişe özel zeytin yağı, bir iki şişe de vin santo, grappa falan benzeri yemek sonrası sindirim alkolu vardı. Sınırda durdursalardı gerçekten utanacaktım.

Makarnaları bir benzin istasyonundan almıştık.

Yolunuz düşerse mutlaka İtalyada bir benzin istasyonuna girin. Hiçbir yerde bulamayacağınız şekil ve çeşitte makarna bulursunuz. İtalyanlar genellikle buralardan almaz makarnalarını, çünkü normal marketlere göre pahalıdırlar. Ancak bir metre boyunda spagetti ya da cannelloni dedikleri bileğim kadar kalın düdük makarnası ile ilginç bir yemek hazırlamak isterseniz benzin istasyonları bunları bulabileceğiniz en pratik yerlerdir.

Makarna, ya da buralarda dedikleri gibi pasta en çok sevdiğim yemeklerden biridir. İtalyanlar makarnayı çinlilerden öğrenmiş olsalarda, makarna pişirmeyi gerçekten geliştirip, özel bir mutfak haline dönüştürmüşlerdir.

Makarnayı gerçek İtalyan usulü hazırlamak için bir iki milli alışkanlığımızdan vaz geçmeniz gerekecektir.

Bunlardan en önemlisi makarnayı doğru yumuşaklıkta haşlamaktır arkadaşlar. İtalyanlar bu kıvama Pasta Al Dente derler, yani makarna dişe gelir sertlikte olmalıdır. Şöyle düşünün. Gerçek bir İtalyan makarnasını evde anneniz yapmış olsaydı, anne bunlar pişmemiş der, kızardınız.

İkincisi, lütfen zeytin yağı kullanın. Gerçek makarna bir iki istisna hariç margarinle yapılmaz.

Üçüncüsü, makarna haşlanırken suyuna da biraz zeytin yağı karıştırın. Her bir parça cilalanmış gibi çıkacaktır. Bir de sosunuzla aykırılık yaratmayacaksa suyuna bir tutam basil, yani fesleğen atın. Makarnanın lezzetini artıracaktır.

Dördüncüsü, makarna yapışmasın diye soğuk suyun altına tutmayın. Suyunu süzün, yeterli olacaktır. Soğuk su makarnaya ekstra bir lezzet katan nişastayı da alıp götür ve makarnayı somun gibi tatsız bırakır.

Burada duralım. Hem iştahım açılacak, hem de gerçek konumuzdan sapacağız 😊

Günün sonunda neyse ki evde yiyecek ve içecek stokları doğru seviyelerine geldi. Eğer üçüncü dünya savaşı çıkarsa bir kaç ay makarna yiyip, şarap içerek hayatta kalabiliriz hamdolsun!

Sevgili kızım ve karımla İtalya'da mükemmel bir beş gün geçirmiştik.

Sabah erken başladığımız yolculuğumuz bizi Aosta vadisi üzerinden önce Cenova'ya, ardından da hemen yakındaki bir cennet köşesi sayılabilecek Cinque Terre bölgesine getirmişti.

Aslında bu gezideki hedefimiz Cinque Terre değildi ama lojistik sebeplerden dolayı zamanlamamız burada bir yarım gün geçirmemize izin verdi. Bizim de 🐝Mezzy🐝'ye bir Cinque Terre sözümüz vardı, onu da aradan çıkarmış olduk böylece.

Jelena Cinque Terre treninde
Cinque Terre, beş toprak anlamına geliyor. Kast edilen ise birbirinden güzel deniz kıyısında beş tane köy. İmkanınız varsa ölmeden mutlaka görmenizi tavsiye ederim. Yeryüzünün en romantik yerlerinden biri.

Bu beş köyün isimleri Monterosso, Vernazza, Corniglia, Manarola, ve Riomaggiore. Bu güzelliği kelimelere dökmek zor ancak renkli binaları, yemyeşil tepeleri ile bu beş köyü "çok güzel" parantezine alabiliriz. Karınızla, kocanızla, kız/erkek arkadaşınızla bir kaç gün geçirmeniİ öneririm. Evliliğiniz/ilişkiniz bir kaç senelik ek bir "boost" alacaktır 😜

Bu köyleri ziyaret etmenin en kolay yöntemi Tren arkadaşlar. Cinque Terre Express isimli bileti alıp, bir gün boyunca köyler arasında istediğiniz kadar gezebilirsiniz. Sakın arabayla denemeyin. Bir köyden diğerine gitmek çok zaman alıyor. Park yeri bulmak da çok zor. Arabalıysanız, arabayı La Spezia'da tren istasyonuna park edip, yukarda bahsettiğim treni alın. Pişman olmazsınız.

Monterosso
Süreniz kısıtlı ise Monterosso'da fazla vakit kaybetmeyin. Buranın öne çıkan özelliği büyük plajı. Eğer denize girme gibi bir düşünceniz yoksa Monterosso daha fazlasını vermeyecektir. Corniglia'da ise trenden inince hele benim yaşımdaysanız zinhar köye yürümeye kalkmayın. Tren biletiniz sizi metrelerce tırmanmaktan kurtaracak otobüs için de geçerli. Corniglia birşeyler yemek ya da içmek için de doğru yer. Diğer köylerde cafe ve restoran sayısı hem az, hem de yer bulmak çok zor. Ligurya'nın en ünlü ve en muhteşem yemeği Pesto soslu, Trofie dedikleri makarna, mutlaka deneyin.


🐝Mezzycik🐝 Cinque Terre'de bizle beraber bol bol yürüdü, deniz havasıyla güneşin tadını çıkardı. Sevgili kızım artık etrafını gözlemleyip anlayabilecek kadar büyüdü. Bizle daha bir farkında geziyor, sanki daha fazla zevk alıyor.

Vernazza
Otelimiz Lerici isimli bir köyün yakınlarında, villadan bozma bir auberge'di. Otelin yeri, manzarası falan güzeldi ama personel biraz lakayt çıktı. Söz verdikleri halde 🐝Mezzy🐝 için yatağı unutmuşlar. İster istemez 🐝Mezzy🐝 bizle aynı yatakta yattı ve tabi ki sabaha kadar bir Mezzy-show izledik. Yol yorgunluğu ile ben uyuya kaldım ama garip Jelena 🐝Mezzy🐝 ile kavga etmekten uyuyamadı. 🐝Mezzy🐝 fırsatını bulduğunda yataktan kaçıyor, lambaları açıp kapıyor, masalara, sandalyelere tırmanıyor, valizden çıkardığı giysileri bize atıyordu.


Manarola
Ertesi sabah erkenden yola koyulduk. Hedef İtalya'nın Toskano bölgesiydi.

Toskano, yer olarak neredeyse İtalyanın tam ortası. Doğası ile tam bir cennet köşesi. Bölgenin neredeyse tümü zeytin ağaçları ve üzüm bağları ile kaplı. Bu yüzden tam bir şarap cenneti. İtalya'nın en güzel şarapları Toskano'dan gelir desek herhalde çok yanılmış olmayız - bu önermeye itiraz edecek bir iki İtalyan tanıyorum gerçi 😛

İtalyan şarapları çok uzun bir tarihe sahiptir arkadaşlar. Fransızlara şarap yapmayı İtalyanlar öğretmiştir hattızatında. O yüzden sakın ola İtalyan şaraplarını hor görmeyin. Bazı İtalyan şaraplarını en iyi Bordo ya da Burgonya şarabına değişmem.

Ancak daha önce de değindiğimiz gibi en iyi şarap şuranın yada da buranın şarabi değil, içerken en çok zevk aldığınız şaraptır. Bu sebeple önermemizi İtalyan şaraplarının beğenilme potansiyeli yüksek şeklinde rafine edelim.

Bu şarap meselesi İtalya'da, dünyanın diğer şarap bölgelerine göre biraz daha fazla düzensiz, biraz daha fazla karışıktır - herhalde İtalya'yı bilenleriniz için çok da sürpriz olmamıştır bu.

Şaraplar bazen bölgelere, bazen yapıldıkları köye, bazen üzüm tiplerine, bazen de bunların bir karışımına göre isimlendirilir.

Bir örnekle anlatayım. Biraz şaraba ilginiz varsa, Montepulciano isimli İtalyan şarabını bilirsiniz.

Montepulciano, Toskano'da bir köydür. Bu köyün varolma sebebi şarap üretimidir. Sangiovese üzümünden tadına doyulmaz Montepulciano isimli bir şarap yaparlar.

Ancak restoranda bir şişe Montepulciano istediğinizde, büyük olasılıkla Toskano değil, Toskano'yla alakası olmayan Abruzzo bölgesinden bir şarap getirirler size. Bu şarabın ismi de Montepulciano'dur ve Montepulciano isimli bir üzümden yapılır ama Toskanodaki Momtepulciano köyünde, bir salkım bile Montepulciano üzümü bulamazsınız.

Welcome to the matrix!

Bu iki şarabın birbiriyle en ufak bir alakası yoktur. Tatları, yoğunlukları, aromaları siyahla beyaz kadar farklıdır.

Doğru şarabı İse ancak tam isimlerini söyleyerek seçebilirsiniz.

Toskano'daki Montepulciano köyünde, Sangiovese üzümünden üretilen şaraba "Vino Nobile di Montepulciano", Montepulciano üzümünden Abruzzo bölgesinde üretilen şaraba da "Montepulciano d'Abruzzo" derler.

Her iki şaraba da bayılırım, o yüzden benim zevkime güveniyorsanız, hangi Montepulciano'yu sipariş ederseniz edin, güzel bir şarap içmiş olursunuz 😜

Toskano gezimiz bu şarap meselesi yüzünden oldukça renkli geçecekti.

Ligurya bölgesinden ayrılıp, Toskano'daki ilk durağımız olan Lucca kentine ulaştığımızda hala sabah sayılırdı.

Lucca
Lucca, sınırda bir kent olduğu için ne tam Toskano olabilmiş, ne de Ligurya'dan tamamen kopabilmiş. Ancak ilginç bir yer. Şehir merkezinin etrafı Rönesans zamanından kalma duvarlarla çevrili, ve bu duvarlar sanki dün yapılmış gibi bakımlılar. Şehrin merkezi ise oldukça güzel, sokakları, binaları hep tarih kokuyor, ama bu İtalya için bir sürpriz değil tabi.

Lucca, bence yolunuzun üzerindeyse görülmeye değen bir yer, ancak yolunuzu değiştirip gelmenizi gerektiren pek bir şey yok. Biz de çok zaman harcamadık ve ikinci durağımız olan Pisa kentine doğru yola koyulduk.

Pisa kentinin alameti farikası aynı isimli kulesi, ki herhalde bu kuleyi bilmeyeniniz yoktur. Hani akşam biraz alkolden sonra eve gitmeye çalışan garip sarhoş gibi, hafifçe yana yatmış bir kuledir.

Pisa Kulesi
1170'lerde yapımı başlamış. Daha ikinci katını çıkmadan kulenin bir tarafı toprağın içine göçmeye başlamış. Nedeni de çok basit. Temelin yarısını yumuşak toprağın üzerine atmışlar.

Düşünün, nasıl boktan bir durum. Onca para harcayıp işe kalkıyorsunuz, beş yıl sonra gacırt, kule yana yatıyor.

Benim asıl anlamadığım, kulenin yana yattığını görmelerine rağmen niye inşaata devam ettikleri. İnşaatın iki yüz yıl sürdüğünü düşünürseniz, beş yılı çöpe atmak dünyanın sonu olmasa gerek.

Artık niye devam etmişlerse etmişler ve kuleyi bitirmişler. Ağırlık merkezinden indirilen hayali dikey bir çizgi hala temelin sınırları içinde kaldığı için yıkılmıyor, ancak görmeyenleriniz için, kule öyle birazcık, dikkat ederseniz fark edilebilecek kadar falan deği, ayan, beyan eğri!

Mimarı kimdir, hala kesin olarak bilinmiyor. Yediği haltı gördükten sonra muhtemelen utanıp kaçmıştır. Ancak bu hata Pisa kulesini dünyada bir tane yaptığı için kule ulusal bir sembole dönüşmüş, ufacık kent de uluslararası bir turist destinasyonu olmuştur.

Yani eğer kule doğru yapılsaydı, dünyadaki yüzbinlerce kuleden biri olacak ve bembeyaz mermerlerle gerçekten harika bir görünümü olmasına rağmen, arada kaybolup gidecekti. Şimdi ise dünyada bir tane!

Mimar da işte böyle, boş yere utandığıyla kalmış. Yaşasaydı milli kahraman ilan edilip, maaşa bağlarlardı herhalde 😊

Ancak kule yapıldığımda yana yatıp öylece kalmamış tabi. Yakın zamana kadar artan bir açıyla yana yatmaya devam etmiş.

Haklı olarak İtalyanların etekleri tutuşmuş ve ne yaparız da bu yana yatmasını engelleriz diye araştırmaya başlamışlar. Kuleyi düzeltmek bir opsiyon değil tabi. Kule düzelirse espirisi kaçacak. Hedef daha fazla yatmasını durdurmak.

Ve durdurmuşlar da. Temelin sert tarafından tonlarca toprak alıp, kuleyi "accık" düzeltmişler.

Uzmanlara göre en az iki yüz yıl daha bu haliyle kalacakmış. Ziyaret etmek için acele etmeyin yani 😜

Kulenin tarihte renkli hikayeleri de var.

Bir gün Galile - ki Pisa'lıdır, farklı ağırlıktaki top güllelerini bu kulenin tepesinden yere atmaya başlamış ve ağırlığı ne olursa olsun, her maddenin aynı hızla, dolayısıyla da aynı zamanda yere düştüğünü kanıtlamış.

İkinci dünya savaşında Alman askerleri bu kuleyi gözetleme için kullanıyorlarmış. Öncü bir ABD gurubu kuledeki askerleri farketmiş, ancak kulenin güzelliğini görüp, yıkılmasını önlemek için topçu ateşi istemekten vaz geçmişler.

ABD'li askerler kulenin güzelliğinden etkilenmekte gerçekten haklılar. Sadece kule değil, yanındaki katedral de bir dünya harikası.

Öğlen güneşi altında, kulenin dibinde iki karpuz suyu içtikten sonra geleneksel turist rutinine başladık.

🐝Mezzy🐝 olmanın faydaları, sevgili kızımın normalde girilmesi yasak olan kule önündeki çimli alana kordonların altından girmesine göz yumduk - hatta biraz da "teşvik" ettik, kimse de ses çıkarmadı. 🐝Mezzycik🐝 bu dünya harikasının önünde tek başına bol bol koştu, oynadı. Sonra da annesinin omuzuna çıkıp, düşmesin diye kuleyi bir fotoğraf karesinde beraberce tuttular 🙂

Pisa Toskano'nun çok önemli bir noktası olmasına rağmen, Toskano şarapları konusuna girmek için doğru yerlerden biri değil arkadaşlar. Ancak bu durum bir sonraki durağımızda yavaş yavaş değişmeye başlayacaktı.

Çünkü Pisa'ya kadarki geleneksel kuzey İtalya manzarası, Pisa'dan ayrıldıktan sonra, yerini yavaş yavaş üzüm bağlarına bırakmaya başlamıştı.

Toskano'daki üzümlerin kralı elbette ki Sangiovese - sadece kırmızı şarap için konuşuyorum tabi, Toskano'da yapılan her şarap ya tamamen, ya da büyük oranda Sangiovese üzümünden yapılır.

Sadece İtalya'ya, büyük oranda da Toskano'ya özgü bir üzüm bu Sangiovese. Çok aromatik değil ama tanin ve asiditesi yüksek. Ondan dolayı çok güzel yıllanıyor. Kendine has bir de tadı var, hangi üzümün yok ki 😊. Seveni çok olsa da kimisi bu üzümden pek haz etmez. Zevk meselesi, hep söylediğim gibi. Ben deli olurum tadına hattızatında.

Pisa'dan ayrıldıktan sonra etrafta tek-tük üzüm bağları belirmeye başladı. Biraz sonra ise her yer üzüm bağları ve zeytin ağaçları ile kaplandı. Daha sınıra da yeşilliklerin arasında bir tepenin üzerinde bütün güzelliğiyle San Gimignano köyü ortaya çıktı.

San Gimignano
San Gimignano, üçüncü yüzyılda yapılmış bir kalenin etrafında gelişmiş bir şehir. Geminianus isimli bir piskopos, Atilla'yla konuşup, kalenin yıkmasını engellemiş ve bu yüzden de kentin ismini San Gimignano yapmışlar.

Lafı çok uzatmadan size şöyle anlatayım. Park, tuvalet, Max Mara gibi levhaları kaldırın, başka hiç bir değişikliğe gerek kalmadan bir ortaçağ filmi çekebilirsiniz bu harikulade köyde. Şimdiye kadar bu derece bakımlı bir ortaçağ köyü görmedim. Her evden bir papaz, bir şövalye fırlayacakmış gibi geliyor insana.

San Gimignano'nun dikkat çeken bir özelliği kuleleri. Bol bol kule var köyde, bazıları da gerçekten ahkamlı, yüksek kuleler.

"No Pepperoni, Peperino!"
Köyün merkezinde bir cafe'ye oturduk ve Toskana'daki ilk şarabımı söyledim. Öyle hiç seçmeden, bakmadan, bana bir Sangiovese lütfen dedim garson kıza. İki dakika sonra kan kırmızı bir bardak şarap gelmişti önüme. İç, bir bak tadına dedi kız. Bir yudum aldım ve çok renkli kelimelerle süslemeden, mutlu oldum. Jelena da bir yudum aldı ve yolculuk boyunca bu şaraptan bahsetti - ki Jelena öyle fazlaca şarap seven biri değildir.

Şarabın ismi Peperino. Altı yüz yıldır şarapçılıkla uğraşan bir ailenin averaj sayılabilecek bir ürünü. Ama averajını yiyeyim! Her gün içerim bunu, hiç sorunsuz.

Beş dakika sonra garson kıza, biraz da şirinlik olsun diye bir bardak daha "pepperoni" getirir misin? diye sordum, o da yalandan kızdı bana, "No Pepperoni, Peperino!" diye.

İlk bardak acil şarap ihtiyacını karşıladığı için bu ikinci bardağı İtalyanların dediği gibi "Piano, Piano", yani yavaş yavaş, tadını çıkararak içtim. Hayat güzeldi! 🍷😍

San Gimignano, bence herkesin gezi listesine mutlaka girmesi gereken bir yer. UNESCO tarih mirası listesine falan çoktan eklemiş tabi, ama bu listede olan diğer yerlere göre bile daha özel bir yer San Gimignano.

Günün son durağı ise emperyal bir kent olan Siena idi.

Jelena, Siena'ya beş-altı kilometre uzakta, üzüm bağları içerisinde bir otel bulmuştu bize. Otel dediysem bir ailenin hem yaşayıp, hem de otel şeklşnde işlettikleri bir çiftlik evi. Şimdiye kadar kaldığım en ilginç otellerden biri. Hatta, eğer bilseydim, Jelena'ya, balayımızı burada geçirmeyi bile teklif ederdim. O kadar güzel, o kadar romantik bir yer ki, anlatması zor.

Kendi bağlarının üzümü ile kendi şaraplarını yapıyorlar. Sienanın tepeleri dedikleri bir tür Chianti, bu şarap biraz sınıra anlatırım şarapsal detaylarını.

Daha Check-in yaparken Vin Santo dedikleri, şarap sonrası kalan üzümlerden yapılan, yine ev imalatı, tatlı şaraplarından ikram ettiler.

Bu Vin Santo'ya yakın zamandır çok sempati besleyip, yeni bir tat geliştirmeye başladım arkadaşlar.

Vin Santo, dijestif denilen, yemek sonrası likörlerinden. Ancak benzeri Grappa, Marc, Konyak, Armanyak gibi dijestiflere göre çok daha az alkol içeriyor, böylece, iki kadeh içince çarpılıp, konuşamaz hale gelmeden tadını çıkarabiliyorsunuz. Hele bir de yanında, yine Toskano'dan, Cantucci dedikleri İtalyanların müthiş lezzetteki bademli kurabiyelerinden varsa, hayat daha da güzelleşiyor. Bunları Vin Santo'ya batırıp, batırıp yiyebilirsiniz.

Otelde hiç vakit kaybetmeden Siena'ya yöneldik.

Her yer yokuş
Siena çok yüksekte bir kent. Diğer antik kentlerin aksine bir nehir kenarında kurulu değil, buna rağmen Kara Ölüm'e kadar Floransa'dan bile büyük bir şehir haline gelmiş. Zamanın bir mühendislik harikası, yer altı tünelleri ile suyu çeşmelere dağıtabilmiş, böylece kentin büyümesi sağlanmış.

Ancak, her yer yokuş.

Park yerinden şehrin başlangıcına bile yüzlerce metrelik yürüyen merdivenlerle çıktık.

Yine UNESCO'nun kültür mirası şehir merkezine geldiğimizde, kendimi Manhattan'da yürüyormuş gibi hissettim. Günün ortasında bile Manhattan caddeleri, gökdelenlerin yüksekliğinden güneş almaz, hep gölgede kalır. Siena'nın sokakları da işte böyle, hep karanlık. Ancak yolun etrafımda Manhattan'ın gökdelenleri yerine neredeyse bin yıllık tarihi binalar var. Siyaha çalan taşlardan yapılmış bu binalar ilk görüşte insanı çok etkiliyor.

Daha merkezine gelmeden bile Siena insana, bak kardeşim, ben öyle bildiğin yerlere benzemem, çok özel, çok farklı bir kentim diyor.

Piazza del Campo
Merkezindeki Piazza del Campo isimli meydana geldiğimizde ise ağızım açık etrafıma bakakaldım.

Devasa bir meydan! En üstü bir yarım daire şeklinde başlayıp, bir tabak gibi alçalarak, koca bir kule ve kilise ile son buluyor.

Bu meydanda, tarih boyunca, bu gün de dahil, senede iki kere Palio adı verilen at yarışları yapılıyormuş. Hayvanlarla yapılan bu aktiviteleri pek sevmiyorum ama meydanın büyüklüğü hakkında bir fikir vermesi bakımından söylemek istedim.

🐝Mezzy🐝 yine bu meydanda alabildiğince koştu, kuşları kovaladı, çocuklarla oynadı.

Mezzy kuşları kovaladı
Akşam yemeği için meydanın arkasında tipik bir restoran'a gittik. Restoranın sahibi 🐝Mezzy🐝 için, Pesto benzeri, ancak basil yerine Toskano'da yetişen bir baharatla - adını söyledi ama unuttum, söylenişi "dragon" kelimesini andırıyor - spagetti hazırladı. Bir şişe Siena Tepeleri Chianti'si ile birlikte yemeğimizi yedik.

Restoran sahibi bize kahve ikram etti, ancak ben arsızlık edip Caffe Corretto istedim. İtalyaya yolunuz düşerse mutlaka deneyin. Caffe Corretto, Doğru Kahve demek. Doğruluğu da içine koydukları alkolden kaynaklanıyor 😛 Kahveye istediğiniz herhangi bir likörü koymak mümkün ama ben Grappa ile seviyorum. Sambuca ile deneyip, bir rakı tadı da alabilirsiniz dilerseniz.

Bir şişe Siena Tepeleri Chianti'si ile yemeğimizi yedik
Ertesi sabah uyandığımızda, terasımızdan inanılması güç güzellikte bir manzara bizi bekliyordu. Yeşilliklerin içine serpiştirilmiş minik kahverengi kaleler, üzümler ve zeytinler...

Bu kalelerin bir tanesi, Chianti Classico şeklinde isimlendirilebilecek şarapların yapılabileceği Sangiovese bağlarının sınırlarını belirliyordu. Üzümleriniz bu kalemin sağında ise yaptığınız Chianti'ye Chianti Classico, solunda ise ancak bir alt kalite olan Siena Tepeleri, yani Chianti Colle Senesi ismini verebiliyorsunuz.

Böyle afaki tanımlar Burgonya'da da bolca var. Aynı tepe üzerinde, aralarında bir metre olan iki parselden bir Grand Cru, diğeri Premiere Cru.

İş böyle cıvıtınca biraz meraklısı artık bu sadece bağ yada bölge bazında ayrımı çok da ciddiye almıyor. İlk gece Siena'da içtiğimiz Chianti Colle Senesi, daha önce içtiğim bir çok Chianti Classico'ya beş basardı. Ama açın, okuyun, her yerde Chianti Colle Senesi'yi hemen için, aman o fazla yıllanmaz, averaj, masa şarabı falan der.

İşin aslı, Toskana'da ne Chianti, ne Chianti değil, o da ayrı bir karmaşa, ama bu konuya sonra geleceğiz.

Montalcino
Toskano'da güzelim bir manzarayla, yemyeşil köy yollarında bir saate yakın bir yolculuk bizi Montalcino köyüne getirdi.

Montalcino yine varoluşunu şarap üretimine borçlu, ancak güzellik konusunda benzerleriyle kolayca yarışabilecek bir köy.

Toskano'nun en iddalı şaraplarından Brunello di Montalcino sadece Montalcino'da yapılıyor. 1800'lü yıllara kadar Montalcinolular şaraplarının Brunello isimli, farklı bir üzümden yapıldığını idda etmişler ama deneyler Brunello'nun aslında Sangiovese'den başka birşey olmadığını kanıtlamış. Montalcinolular da o güne kadar üzüm ismi diye pazarladıkları Brunello'yu, şaraplarının ismi olarak kullanmaya başlamışlar.

Sabah herkes kahve içip, kahvaltılarını ederken
Kısaca Brunello di Montalcino, yüzde yüz Sangiovese üzümümden yapılan, ve bunu daha fazla nasıl üzerine basarak söyleyebilirim bilmiyorum, gerçekten istisnai güzellikte bir şarap.

Sabahın dokuzunda herkes kahve içip, kahvaltılarını ederken, ilk cafe"ye girip bir yaşındaki en kötü şişesi bile 20 yurodan başlayan, on beş küsür senelik bir kadeh Brunelli (isim benzerliğinden yanılmayın, Brunelli, Brunello di Montalcino yapan bir şarap üreticisi) sipariş ettim. Her damlasından zevk alarak içtim, bir kadeh daha söyledim, onu da içtim, anasını satayım 🍷😛 Ne yalan söyleyeyim, Jelena kolumdan çekip hadi'lemeseydi, üçüncüsünü de içecektim...

Montalcino
Köyde biraz gezindik, güzel bir kalesi var, onu da gördük, bir iki şişe şarap da aldık ve arabaya döndük. Jelena'yla anlaşmamız gereği, gün içersinde şoförlük görevini devraldı, ben de ailemiz için çeşnicibaşılığa devam ettim 😊

Yarım saat kadar sonra Pienza köyündeydik. Burası da yine UNESCO'nun dünya mirası ilan ettiği bir yer, ve yine her tarafı kim bilir kaç bin senelik tarih. Artık ben sıkıldım çok güzel demekten. Gidin, görün abicim. Pienza'da bir de envai çeşit İtalyan peyniri bulabilirsiniz. Şarap bakımından kendi üretimi şarapları var mı, yada nasıllar, bilmiyorum, ama sonuçta Toskano işte, iyidir mutlaka.

Pienza

Sizlere bunları yazıyorken Jelena kahveyle iyi gider deyip bir tane cantucci getirdi. Tam bir ısırık almışken 🐝Mezzy🐝 gelip kalanı elimden çaldı, gözümün içine baka baka yedi, bitirdi 😍😊

Pienza'dan sonraki durağımız yine Toskano'nun en iddalı, dünyaca ünlü şaraplarından birinin yapıldığı Montepulciano köyüydü. Yazının başlarında söylediğim gibi Vino Nobile di Montepulciano şarabı burada yapılıyor (Abruzzo bölgesinden gelme Montepulciano d'Abruzzo ile karıştırmayalım). Bu şarap da tamamen Sangiovese üzümünden yapılma ve söylemeye yine hacet yok, tüm dünyanın tanıdığı ve sevdiği bir şarap.

Montepulciano
Montepulciano, diğer şarap köylerine göre oldukça büyük, ancak biraz fazla turistik olmuş. Her türlü İtalyan giysi markasının mağazaları, restoranlar, barlar, vesaire bol bol bulunmakta. Kilisenin önünde beş-altı Ferrari park etmişti. Olasılıkla rent-a-car için oradaydılar.

Montepulciano'da bir öğlen yemeği yedik ve tahmin edin, hangi şarabı içtik? Tabi ki mükemmel bir Bordo 😜

Montepulciano, Montalcino ile Milano karışımı bir yer. Çok güzel, tarihi falan ama bir o kadar da ticari. Ben çok haz etmiyorum böyle yerlerden ancak benden başka herkesin rahatça sevebileceği bir yer. Buna rağmen görmeyen de otursun ağlasın. Montepulciano'da Montepulciano içmek bir yaşam aşaması işte.

Hayat vasat şarap içmeyecek kadar kısa
Günün sonuna doğru, bir sonraki hedefimiz Cortona'ya ulaştık. Normal zamanda görseydik, size yarım sayfa nasıl güzel bir yer olduğunu anlatabilirdim ama onca tarih, güzellik, cazibe ve şaraptan sonra Cortona biraz altı-gıdıkladı oldu.

Cortona biraz altı-gıdıkladı oldu
Siena'ya geri döndüğümüzde saat yediyi bulmuştu. Önceki gün gidemediğimiz bir iki yerini daha gördük ve akşam yemeği için bu kez katedral meydanının yakınlarında, gerçekten iyi kalite bir restoran bulduk. Kendimize birinci kalite bir şişe Montepulciano söyledik.

Ne var ki sevgili karımla baş başa güzel bir şarapla romantik bir akşam yemeği yediğimiz günler geride kalmıştı.

Masanın sağ tarafında hiç bir bardak, tabak, çatal, bıçak, çiçek, mum falan yoktu. Çünkü 🐝Mezzy🐝 elinin uzanabildiği herşeyi alıp, sağa sola fırlatıyordu.

Masanın sağ tarafı boş
Jelena, çabucak yemeğini yedi, ancak 🐝Mezzy🐝 için söylediğimiz makarna tabağını, masanın altında, kucağımda tutmak zorunda kaldı. Kızcağızın bacakları yansa da, o makarnaları tek tek 🐝Mezzy🐝'ye yedirdi. Annelik böyle bir şey işte ❤️

Sabah kalkıp o güzelim otelimize veda ettik. Hedef bu kez Chianti Classico bölgesinin kalbindeki Greve köyüydü.

Chianti şarabı, şimdiye kadarki şarapların aksine yüzde yüz Sangiovese üzümünden değil, çoğunluğu halen Sangiovese olsa da başka üzümlerin de harmanıyla yapılan bir şarap.

Greve
Toskano'nun en çok üretilen şarabı desek yanılmış olmayız. Sizlere bahsettiğim diğer şarapların aksine Chianti bir köyde değil, Toskano'nun her yerinde üretiliyor.

Bir şarabın Chianti sayılması için en başta Chianti bölgesinden gelme üzümlerle yapılması gerekiyor. Chianti Bölgesi neredeyse Toskano'nun tümünü kapsıyor, o yüzden Toskano'da üretilen her şarap bu bölge şartını karşılıyor. Şarap Chianti bölgesi içerisinde Chianti Classico diye tanımlanan daha dar bir alandan gelme üzümlerle yapılmışsa bu kez Chianti Classico olabiliyor.

Chianti olmanın başka şartları alkol oranı, üzümlerin hangi sıklıkla ekildiği, kaç yıl fıçıda, kaç yıl şişede yıllandığı gibi parametreler.

İş işte burada karışıyor.

Çünkü bu parametrelerin hepsi "minimum" ları belirliyor. Bunun yanında üzüm tipleri için çok fazla sınırlama yok. Normal Chianti için beyaz üzüm bile kullanmak mümkün.

Hal böyle olunca hemen her şarap Chianti sayılabiliyor. Aklını peynir ekmekle yemişse bir Montalcino üreticisi teorik olarak şişenin üstüne Chianti yazabilir, çünkü Montalcino şarabı en basit Chianti minimumlarının hepsini karşılıyor.

Bu yüzden de çok farklı tatlarda Chianti bulmak mümkün olabiliyor.

Chianti'nin bir üstü Chianti Classico, Chianti Classico'nun bir üstü de Chianti Classsico Riserva. Bu sonuncuyu üretmek gerçekten zor. İtalyan devletinin yetkilileri şarabı tadıp ancak öyle onaylıyorlar. Şişeleri bir sepet içinde satılan İtalyan şarapları çoğunlukla bu Riserva türü, fiyatları da bayağı yüksek.

Chianti Bölgesi tüm dünyaya şarap üretmekle meşgul. Buraya kadar gelip de Chianti'yi gördüm demek isteyenler için Greve köyünü seçmişler, turistik bir hale getirmişler. Güzel bir köy ama çok bir şey yok görecek.

Biz de bu ziyareti erken bir öğle yemeği için kullandık. Mükemmel bir carpaccio yanında tabi ki bol bol Chianti Riserva içtim.

Sıra Toskano'daki son durağımıza gelmişti

Sevgili arkadaşlar, hepimiz tarih derslerinden Rönesans konusunu hatırlarız. Avrupada güçlenen orta sınıfın bilim ve sanata ilgi duyması falan gibi bir tanımı vardır. Herkes gibi ben de okudum tabi ama en azından kendi adıma söyleyeyim, çok da hissederek anlamış değilimdir. Sıkıcı, papağan misali, okutmuş olmak için okutulan, öğrenip anlamaktan ziyade bize zorla ezberletilen tarih konularından biridir.

Huyumuzdur, ne tarihi anlamak için öğrenir, ne de anladıklarımızdan bir sonuç çıkarmaya çalışırız.

Çünkü dünyadan uzak yaşarız. Zaten herşeyi bildiğimiz için etrafımızda olanları tek göz, tek kulakla dinler, olan biteni değil, görmek ve duymak istediğimizi görür ve duyarız.

Alın Osmanlıyı mesela. Trajikomik bir örnektir ama çok etkilemiştir beni.

Reisü’l-Küttab Ahmed Atıf Efendi, sarayın isteği ile hazırladığı bir yazıda Fransız Devrimini şöyle tanımlamıştır:

"Fransız Devrimi bir fitne ve fesat kaynağıdır. Etrafa şer yaymaktadır. Voltaire ve Rousseau gibi zındıklar peygamberleri kötüleyip bütün dinleri ortadan kaldırmaya gayret etmektedirler"

Ve dünyevi zevklere, dinsizlere, laiklere bir dolu renkli gönderme...

Dünyayı değiştiren Fransız Devrimi boyunca Osmanlı bu tarihi olayı anlamamış, bir sonuç çıkaramamış, o yüzden de bu tarihi olayın kazanımlarından kendini mahrum etmiştir.

Sonrasında bu zındıklar yıllarca Osmanlıya hasta adam diye gülmüş - ki bu gelenek bugün de sürmekte, duyun-u umumiye ile boğazına çöküp, elinde avucunda ne kaldıysa almış, alamadığını da çocuğuna, torununa ödetmiştir.

Tarihi anlamak bundan dolayı önemlidir işte.

Rönesansı da aynı şekilde, tek göz, tek kulak izleyip, lan Avrupa'da bir şeyler oluyor gibi ama siktiret demiş, geçmişizdir.

Avrupadaki orta sınıfın bilim ve sanata ilgi göstermesi diye geçiştirdiğimiz Rönesans, benim fikrimce, batıyı Müslümanların gıpta ettiği, para ve adalet aramak için kapısında el açtıkları bu günkü durumuna getiren en temel olaydır.

Yani Avrupa ve ABD, bu günkü güç ve zenginliklerini Rönesansa borçludur.

Gelin çok fazla tarihi detayla kafamızı şişirmeden kısaca ne demek istediğimi anlatayım.

Batı, kendisini büyük miktarda Roma, göreceli olarak biraz daha az da olsa yine önemli bir oranda Yunan kültürünün mirasçısı olarak tanımlar.

Bugün ABD"nin kongre binasından, Finlandiya'nın meclis binasına kadar demokrasiyi temsil eden bir çok yapı Greko-Romen yani Yunan-Roma tarzıdır.

İspanyolca, Fransızca, Almanca, Portekizce, Felemenkçe, Slavik diller, İskandinav dilleri ve temelde yukardaki dillerden çalıntı/derleme bir dil olan İngilizce, Latince ve Yunanca kelimelerle doludur.

Batının temel değerleri olan ekonomi, demokrasi, parlemento, anayasa, yasama, yargı, seçme, seçilme, oy verme, felsefe, bilim, eğitim, gastronomi gibi kavramların tümü başta Yunan, sonrasında bunları geliştirip yaygınlaştırmış olan Roma uygarlıklarından gelir.

Antik Yunanlılar şehir devletleri halinde günümüzün Yunanistanı, Ege adaları ve Türkiye'nin batısında yerleşmişken, Romalılar yayılmacı bir politika izleyip bütün Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu'yu ellerine geçirmiş, buralarda bir medeniyet kurmuştu.

Bu imparatorluğun gücü ve boyutları yüzünden batı bu günkü uygarlığını daha ziyade Romalılara bağlasa da, ben şahsen Yunan uygarlığının batı üzerindeki etkisini çok daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Sonuçta Latinler, Yunanlıların eseri olan bilim, demokrasi, ekonomi gibi kavramları sadece geliştirip, uygulamışlardı. Hattızatında Büyük Roma İmparatorluğunun çöküp, Batı ve Doğu Roma yani Bizans olarak ayrışması da göstermiştir ki, Roma İmparatorluğunun hatrı sayılır bir bölümü zaten Yunanlıydı - Bizans İmparatorluğunun aslen Yunan olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım.

Eski Yunanlılar politeist, yani çok tanrılı bir inanışa sahipti. On iki Olimpik (Olympian kelimesini çevirmeye çalıştım, yanlış olabilir) tanrıları vardı. Çoğunu bilirsiniz, Zeus, Poseidon, Hera, Demeter, Atena, Ares, Afrodit, Apollo, Artemis, Hepaestus, Hermes ve Dionysus. Bunlar sevgi, kıskançlık, intikam gibi insansı özellikleri taşıyan ve birbirleriyle aşk ya da akrabalık ilişkileri bulunan tanrılardı.

Romalılar da aynen Yunanlılar gibi politeistlerdi. Tanrıları bile Yunan inanışının tanrılarıyla neredeyse aynıydı, sadece isimleri değişmişti. Artemis Diana, Afrodit Venüs, Ares Mars olmuş, fonksiyonları bile aynı kalmıştı.

Sonrasında Romaya Hristiyanlık geldi, ama bir geldi, pir geldi. Hazreti İsa'yı çarmıha geren Romalılar, herkesten çok Katolik oldular. Yunan kökenli Romalılar ise halen Rum-Ortadoksluğu benimsemişlerdi.

Avrupa Ortaçağ'a girdi.

Tarihin en kapsamlı yobazlığı başladı. İnsanlar ya zorla din değiştirdiler, ya da Hristiyanlık adına öldürüldüler. Din bir inanıştan çıkıp, yönetim biçimi haline dönüştü. Papalık kurumu devlet işlerini eline aldı. Eskiden İmparator ve Senatonun elimde bulunan yürütme yetkisi ve finansal gelirin toplanıp dağıtılması kilisenin eline geçti.

İş dinden çıkmış, tam anlamıyla bir şirkete dönüşmüştü. Eh, bu tezgahın süregelmesi için insanların "Ya, ne oluyor?" gibi soruları sormaması gerekiyordu.

O yüzden halkı terörize etmeye başladılar.

Kadınlar cadı diye yakıldı, genç kızlar kafalarındaki şeytanlar çıksın diye kafataslarına canlı canlı matkaplarla delikler açıldı. Erkekler inançsız diye öldürüldü, sürüldü. Malları, mülkleri ellerinden alındı.

İncili Latince bilen köyün kadısı, doktoru ve papazı dışında kimse okuyup anlayamıyordu, o yüzden papaz ne derse doğru farz ediliyor, ona göre insanlar birbirlerini gırtlaklıyor, savaşa gidiyor, yakıyor, yıkıyor, tecavüz ediyor ve öldürüyordu.

Bir-iki asır içinde koca Roma İmparatorluğu çöktü. Bizanslılar göreceli olarak Avrupa'ya biraz uzakta varlıklarını sürdürdüler. Katolik Avrupa bu kez Alman İmparatorlar tarafımdan yönetilmeye başladı. Bu Alman imparatorlar, ülkelerini Kutsal Roma İmparatorluğu diye isimlendirmeye devam etti.

Alman imparatorlar (ve devamımdakiler) Papayla anlaşıp, yönetimi paylaştılar. Avrupa artık bugünün İran'ı örneği, Papalığın onaylayıp desteklediği güç sahipleri tarafından yönetildi.

Bu dönemde sömürü son safhasına gelmişti. Halk sadece ölmeyecek kadar yiyebiliyor, gelirin tümü kilise ve imparatorlara gidiyordu. Din ayağa düşmüş, insanlara cennet bileti kesiliyor, engizisyon mahkemeleri tamamen keyfi kurallarla kilise ve imparatorun direktifleriyle yargı işlerini yürütüyordu.

Mutluluk veren, neşeyi çağrıştıran her şey din adına yasaklanmıştı. İsa çarmıha gerilerek ölmüştü. Bu üzücü bir şeydi ve herkes üzülmeliydi. Neşeli müzik yapılmaz, insanlar gülmez, kadınlar başlarını örter, bekaret olmazsa olmaz, herkes kiliseye gider, kimse karısından, kocasından boşanamaz, kısacası hayattan zevk alamazdı.

Zevk, mutluluk günahtı. Sadece şarap serbestti. Şarap içenin de zaten soru soracak kafası kalmıyordu. Ertesi gün ya tarlaya, ya da savaşa, ölmeye gidiyordu.

Neyse ki Türkler Müslümandı ve yukarda anlattıklarımın "hiçbiri" ne o zaman, ne de bugün bizim başımıza gelmemişti! Ama konumuz bu değil...

Batı Romanın bulunduğu, bu günün İtalya'sında ise durum biraz daha farklıydı. İmparatorluklar yerine Cenova, Venedik, Siena, Floransa, Napoli gibi şehir devletleri oluşmuştu. Bu devletler ufak tefek ticaret yapıyor, ya birbirlerine mal satıyor, ya da birbirlerini gırtlaklıyorlardı. Batı Avrupanın imparatorlarımdan tam bağımsız olmasalar da, çok sıkı bağlarla da bağlı değillerdi.

İşte Ortaçağın sonlarına doğru Avrupa bu haldeydi.

Sonra hiç beklenmedik bir olay gerçekleşti.

1350'li yıllarda, farelerin üzerinde yaşayan bitler, Asyadan Kara Ölüm dedikleri vebayı Avrupaya getirdi.

İki yüz milyona yakın insan öldü. Bu gün bile Rusya, Türkiye ve Ukrayna dışımda Avrupanın nüfusunun beş yüz milyon olduğunu düşünürseniz, işin vehametini daha iyi anlarsınız.

Bir çok şehirin nüfusunun yarısından fazlası bu salgına kurban gitti. Aynı şey bugün İstanbul'un başına gelse sekiz milyon can kaybı demektir, artık siz hesaplayın. Tarım, ticaret, üretim ve savaşlar dahil herşey durmuştu.

Avrupa Kara Ölümün etkilerini yüzyıllar boyunca üzerinden atamayacaktı. Eskinin görkemli imparatorlukları güçlerini kaybedecek, yavaş yavaş dağılma yoluna girecekti.

Bu güç boşluğunun sonucunda, eski Roma İmparatorluğunun, ya da bugünün İtalya'sının bulunduğu topraklardaki şehir devletlerinde yeni bir güç odağı gelişmiş, bu şehirlere egemen olmuştu.

Bu yeni egemen sınıf, o güne kadar olası gelen geleneğin aksine öyle soylu, aristokrat tabaka değil, ticaretle yani bildiğimiz al-satla uğraşan ailelerdi.

Bu ailelerin cebinde paraları vardı ve Kara Ölüm gibi bir felaketten sonra İsa çarmıha gerildi diye üzülmeye devam etmektense biraz hayattan zevk almak, mutlu olmak istiyorlardı.

Bu hayattan zevk almak, her akşam votka rakı ve şarap, ya da karı-kız şeklinde değil, daha ziyade sanat ağırlıklı olarak kendini gösterdi.

Yeni "paralanmış" bu kesim, hüzünlü ilahiler yerine neşeli sonatlar, Incil hikayeleri yerine aşk şarkıları, operalar, komedi oyunları gibi sanatsal aktiviteleri desteklediler.

Sanat ise bilimi doğurdu. Yeni binalar mühendisliği, mühendislik matematiği geliştirdi. Ticaret için yapılan yolculuklar astronomiyi destekledi ve Avrupa bir anda ayağa kalkıp ilerlemeye başladı.

Ortaçağ kapandı, yeniçağ başladı.

Yeniçağın başlangıcı olarak İstanbulun fethi, yani 1453 kabul edilir. Bu sadece tarihte bir referans noktasıdır, yoksa İstanbulun fethinin direkt olarak ortaçağın sona ermesi üzerinde bir etkisi yoktur.

Bizler biraz severiz kendimize paye çıkarmayı, ondan dolayı sanki Fatih İstanbulu alıp, ortaçağı kapatmış, Sonra da "Haydi Galile, haydi yavrum Mikelanjelo, ben İstanbulu aldım, siz de artık şu Rönesansı aradan çıkarın" falan demiş gibi algılarız.

İstanbulun fethinin Rönesansa olası tek etkisi, zamanında Karoliklere göre kat be kat ilerde olan Yunan Ortadoks aydınlarının İstanbuldan kaçıp, İtalyaya gitmesi olabilir.

İşte Rönesans benim gözümde bu arkadaşlar.

Anlamı yeniden doğum. Avrupa (ve Avrupanın çocuğu ABD) yeniden doğdu, sadece Rönesans sayesinde dünyanın gerisine göre nesillerce fark attı.

Ancak kimsenin çok fazla seslendirmediği en temel değişiklik Rönesans ile birlikte dinin etkisinin kalkması oldu. Kısaca din, devlet yönetiminden ayrıldı. Kiliseni etkisi azaldı, halk para kazanıp, refahını artırmaya, hayattan zevk almak için çalışmaya başladı.

Tahmin edileceğinin aksine Rönesans dinle savaşmadı. Tam tersine Mikelanjelo gibi Rönesansın öz be öz çocukları kiliseler, katedraller, dini içerikli resimler yaptılar, diğer dini eserleri vücuda getirdiler. Katolisizmin kalbi Sistin şapelinin tavanı Mikelanjelo'nun eseri fresklerle kaplıdır.

Dini bakımdan Rönesans'ın ortadan kaldırdığı tek şey, dinin bir egemenlik aracı olarak kullanılmasıydı. Zaten Rönesansın en önemli açılımı Reform hareketi Protestanlığı ortaya çıkarıp, yumuşamış Katolisizmi bile bir kenara itti.

Rönesans, hiç bir zaman dinsizliği ya da ateizmi savunmadı. Bundandır ki günümüz Avrupası halen dindardır, belki de Müslümanlardan bile daha fazla. Kiliselerine giderler, dini bayramlarını kutlarlar, sadece kardinalden devlet başkanı yapıp, papazdan üniversite rektörü atamazlar..

İşte Toskano'daki son durağımız, Rönesansın beşiği dedikleri, bu hareketin başlangıç noktası olan Floransa kentiydi.

Bu kent mimarisi, güzelliği falan hepsi bir kenara, sadece Rönesans'da oynadığı rol yüzünden bile diğer bütün kentlerden farklılaşır, bir özellik, bir ayrıcalık kazanır benim gözümde.

Medici isimli bir aile Floransa'da Da Vinci, Mikelanjelo gibi sanatçıları destekleyerek paha biçilmez eserler yaratmış, Rönesans hareketine yakıt olmuştur. Dünya bu aileye çok şey borçludur.

Boccaccio, Botticelli, Mikelanjelo, Donatello, Florance Nightingale, Raphael, Torricelli, Amerigo Vespucci, Galile, Da Vinci hep Floransa'da yaşamış, burada ünlenmiş bilim insanları ve sanatçılardır.

Bugün konuşulan İtalyanca Floransa İtalyancasıdır. Eskileriniz hatırlar, Florin isimli para birimi de Floransa'dan gelmedir. Floransa bir dönem İtalya'nın başkenti de olmuştur. Söylemeye bile gerek yok, burası da bir UNESCO kültür mirası bölgesi.

Çok tarihle başınızı ağrıtmayayım. Dünyayı değiştirmiş bir şehirden söz ediyoruz.

Palazzo Vecchio
Piazza della Signoria meydanı antik Floransa'nın merkezi sayılır. Palazzo Vecchio yani eski saray bu meydanın en dikkat çeken yapısı. Yüksek duvarları ve saat kulesi ile muhteşem bir bina bu. Dan Brown sevenleriniz, bu sarayı Inferno'dan hatırlayacaktır.

Karşısından baktığınızda, sarayın hemen solunda, inanılmaz güzellikteki Neptün Çeşmesi yer alır. Şu sıralar bakımı yapılıyor ama önceki ziyaretlerimize dayanarak söylüyorum, harika bir eser.

Sarayın hemen önünde bulunan bir kaç heykelden en önemlisi ise Mikelanjelo'nun David (Davut) heykeli. Heykelden anlamayan benim gibi birini bile etkileyecek güzellikte bir eser, ne yazık ki sadece bir kopyası - aslını açık havada, meydanın ortasına koymak zaten akla ziyan. Çok isterseniz Güzel Sanatlar galerisinde aslını görebiliyor muşsunuz. Ben görmedim ancak genel kanı kopyasının aslını aratmadığı.

Bu yazıyı okuyanlarınız arasında olacağını tahmin etmesem de, eğer erkek ve kadın cinsel organlarının açıkta bulunduğu heykellerden rahatsız olanınız çıkarsa, bu meydana gitmemesini tavsiye ederim. Başta David, oldukça gerçekçi detaylar var. Zaten bu detaylardan hoşlanmayacak birisinin Floransa'yı ziyaretinde de bir anlam yada amaç olmaması gerekir ama, bakarsınız "Şekerim, hafta sonu Floransadaydık" demek için gelmiştir, kendi hesabıma uyarmış olayım 😜

Ponte Vecchio
Floransa'nın başka önemli bir ziyaret noktası ise Ponte Vecchio, yani Eski Köprü. Ta, ortaçağdan kalma, muhteşem bir tarih. Bana Venedik'teki Rialto köprüsünü hatırlatır.

Floransa'nın katedralinden de bahsetmeden geçmeyelim. Bembeyaz, muhteşem bir yapı. Kubbesi ise devasa boyutlarda. Mimari olarak bu kubbe dünyanın en ...'lerinden biri ama yıllar önce izlediğim bir belgeselden kaldı bu bilgi aklımda, tam en nesi hatırlamıyorum.

Floransa'nın her metrekaresi ayrı bir tarih arkadaşlar ve alış veriş için de mükemmel bir yer. Artık gidin ve görün şeklinde bir öneriyi gereksiz buluyorum. Bu şehir uygarlığın beşiği ve herkesin görmesi gerekir.

Boyum kadar bir şarap şişesini masaya bıraktı
Akşam yemeğimizi Katedral yakınlarında, açık havada bir restoranda yedik. Sokakta klasik müzik çalıyorlardı. Garsonla minik bir hangi şarabı içelim geyiğinden sonra, sinyor sen şarap seviyorsun dedi, ve boyum kadar bir şarap şişesini masaya bıraktı. Akşamın gerisi ise 🐝Mezzy🐝'nin peşinde koşmakla geçti.

İşte sizlere Toskano gezimiz. Biraz uzun oldu, farkndayım. İlk baştaki niyetim, gezi ve şaraplar için iki taksit yazmaktı, ancak yer olarak ilk yazıda şuraya gittik, bunu gördük, ikinci yazıda da şuraya gittik, bunu içtik şeklimde birbirini tekrar edeceği için vaz geçtim ve biraz uzun ve sıkıcı da olsa tek yazıyla her iki konuyu kapsamış oldum.

Sevgi ile kalın...

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Herşeyi İsteriz

Türk milleti olarak herşeyi isteriz.

Kahrolsun emperyalist Amerika der, buna rağmen adamları önce gemilerine bindirir, İskenderuna getirir, sonrada yaşasın bağımsızlık deyip geri göndeririz.

Adamlar bu kez Kürtlere ağır silah verdiğinde de sen ne biçim müttefiksin der, kızarız.

Çünkü toplumsal zekamız farklı olaylar arasındaki ilişkileri anlayamayacak kadar az gelişmiştir.

Her olayı diğerlerinden bağımsız, izole bir olgu olarak görür, sadece o an olana bitene tepki gösterir, yani viyaklarız.

Bu viyaklamaların tutarlı olması önemli değildir. Yani dün bir şeye viyaklarken, bugün 180 derece tersine viyaklamamız en ufak bir soru işareti, en ufak bir problem yaratmaz.

Ülkemizde Alevilerin Cemevlerini ibadet yeri saymaz, Yunanistan Atinaya Cami yaptırmıyor diye viyaklarız mesela.

Bundan yirmi sene önce Kürt yoktur, karda kart-kurt diye yürüyen dağ Türkleri vardır derken Bahçeli bugün benim Kürt kardeşlerim der. Kimse de bunda bir problem görmez.

Sadece isteklerimizde tutarsız değilizdir.

Mesela sıklıkla imkansızı isteriz.

Ben muhafazakarım. Karım çalışmasın, kızım çalışmasın ama iyi bir ülkede yaşayayım, iyi bir hayatım olsun.

Yada çocuğum hem imamhatip okusun, hem de atom mühendisi olsun deriz (atom mühendisliği isminde bir fakülte olmadığımı bilerek yazıyorum, anlıyorsunuz nedenini herhalde).

Bunlar doğaları itibarıyla olanaksız şeylerdir.

Bazı isteklerimizi ise dileyerek yerine getirebileceğimize inanırız.

Başka bir deyişle sadece söyleyerek bazı şeylerin gerçekleşeceğine inanırız.

Bir kanıt, bir dayanak, bir örnek falan gerekli değildir. Sadece öyledir deriz, öyle olduğunu zannederiz.

Sarma Türk yemeği, Türkiye cennet ülke, İslam barış dini gibi (bu örneklerin gerçekte doğru olup olmadıklarıyla ilgilenmiyorum, sadece konuşarak bunların gerçek olacağını düşünenlere bu lafım).

Sonra da karşımıza biraz akılla tartışan biri gelip mantık yürüttüğünde apışır kalırız. Türkiye cennet dediğinizde sarkıntılık edenler yüzünden yolda tek başına elli metre yürüyememiş bir turist kadına denk gelir, ya da başka nereyi gördün de Türkiye cennet diyorsun diye bir sorudan sonra ağızımız açık bakarız etrafa.

Ermeni bir arkadaşla bir iki kadehten sonra tarihi mevzulara girdik. Ben soykırım yok dedim, o da bak ben sana bildiğimi anlatayım, sen karar ver dedi.

On dakikada sayfalarca tarihi resim, yazı indirdi İnternetten.

Sonra da sordu. Sen niye yok diyorsun?

Bir cevabım yoktu. Kalben inanıyordum organize bir soykırım olmadığına, ama hazırlıksızdım, geçerli bir cevap veremedim.

Bayağı sonra has be has Türk, bir arkadaşla bir akşam yine iki kadehten sonra konusu açıldı. Ya dedim, soykırım yok diyoruz ama sanki bunları destekleyen kanıtlar yok gibi.

Zekası, toplumsal zeka ortalamasında, yani geri zekalıdan hallice...

Bu alık şahin gibi atladı, hemen buyurdu.

"Soykırım falan yok. Bunlar hep yalan."

Öyle bir konuşuyor ki, kendisi padişah, ferman veriyor hıyar.

Bu kadar zekayla baş etmek mümkün değil tabi.

Bir daha yazayım da, belki anlaşılırım. Soykırım oldu ya da olmadı demiyorum, bunu tartışmanın yöntemini sorguluyorum.

İşte bu kafayla, 1800'lerin Tophanesinde gece yarısı pantolonunuzu indirip, hafifçe öne eğilmiş gibi olursunuz.

Trump da, gelir, Putin de geçer...

14 Mayıs 2017 Pazar

Annem

Sevgili annemi kaybedeli 26 sene oldu arkadaşlar. Ölümüm bu yüksek tansiyondan olacak der dururdu, hiç alakası yokken bir kalp krizi aldı götürdü onu bizden.

O gün, bu gün, anneler günlerini normal bir gün gibi yaşamaya çalışır, acımı gömerim içime.

Herksin annesi özeldir, benim annem de bana özel işte.

Bu kez, bu anneler gününde biraz sessizliğimi bozayım istedim. Onu her gün ansamda bu kez yazıya dökeyim istedim.

Tayyiple KK'yı vakit harcayıp her gün ağızımıza doluyoruz da, sevgili annem için iki kelime yazmayayım mı?

Önce annemin, sonra tüm annelerin anneler günü kutlu olsun.

Kimse de merak etmesin. Bu dünyada son iki senedir bir Nezahat Nalcı daha var.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...